En Büyük İftira Şirk

Şirk Nedir?

Şirk, kelime manası olarak “ortaklık” demektir. Şirk terimi, Türkçe Kuran meallerinde, yer yer Allah’a “eş koşmak”, “ortak koşmak” olarak da tercüme edilmiştir.

Kuran’da bildirilen gerçek ise Allah’tan başka İlah olmadığıdır. Bu gerçek, Kuran’da “La ilahe illallah” hükmü ile haber verilir. Bu ifade Kuran’da pek çok kereler önemle tekrarlanır ve imanın önemli bir şartı olarak vurgulanır. Yalnız bu noktanın Müslümanlar tarafından çok iyi kavranılması ve derinlemesine düşünülmesi gerekir. Zira Allah’ın tek güç ve kudret sahibi olduğu, tek İlah olduğu çok kesin bir gerçektir, fakat bu gerçeği yalnızca zahir manasıyla değerlendirmek büyük yanlış olur. Kuran’a baktığımızda, bu temel gerçeğin aksine bir inanç, tutum ve davranışın şirk olduğunu görürüz. Bu nedenle şirki en genel anlamda, “La ilahe illallah” gerçeğinin dışında, Allah’tan başka “güç ve kudret sahipleri”, “ilahlar” olduğu gibi (Allah’ı tenzih ederiz) yanlış bir tavır ve anlayışa saplanmak şeklinde tanımlayabiliriz.

Burada İlah teriminin ne anlama geldiğini bilmek elbette konunun özünü anlamak açısından oldukça önemlidir. Bizim için önemli ve geçerli olan tanım Kuran’da tarif edilendir. Kuran’da Allah bize Kendisi’ni birçok sıfatıyla tanıtmış ve başka İlah olmadığını bildirmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki İlah, Allah’ın Kuran’da bildirilen bu sıfat ve özelliklerine sahip olan varlıktır. Dolayısıyla yegane İlah Allah’tır. Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık yoktur ve olamaz. Bu yüzden Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının sahip olduğunu iddia etmek “Allah’tan başka ilahlar edinmek”, diğer deyimle “şirk koşmak” anlamına gelir.

Burada ince bir ayrımı belirtmek yerinde olacaktır. Örneğin, Allah’ın sıfatlarından biri olan “Gani” yani “Zengin” terimi insanlar için de kullanılır. Elbette bu vasfı kullanmanın, bu kişinin mali durumunu tarif etmek açısından hiçbir sakıncası yoktur. Ancak, şirke yol açan durum bu zenginliğin kişinin kendisinden kaynaklandığını zannetmektir. Durum böyle olunca zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğu unutulur. Bu kişinin sahip olduğu herşeyi ona Allah’ın verdiği, Allah’ın Gani sıfatıyla bu kişide tecelli ettiği, verdiği herşeyi dilerse bir anda geri alabileceği göz ardı edilmiş olur. Dolayısıyla Allah’tan başka herkesin mutlak fakir ve aciz olduğu, ancak dilediği kulları üzerinde dilediği sıfatlarıyla tecelli edebileceği düşünülmemiş olur. Bunun sonucunda o kişi sahip olduğu mal, mülk ve zenginliğin gerçek sahibi zannedilerek, onun kendiliğinden böyle bir sıfata sahip olduğu, zenginliğinin kendisinden kaynaklandığı sanılır. Bu çok cahilce bir yaklaşımdır ve şirke yol açabilir. Çünkü bu bakış açısıyla hareket edildiğinde Allah tamamen unutulur ve o kişiye asla gerçekliği olmayan sahte bir ilahlık vasfı verilmiş olur. (Allah’ı tenzih ederiz)

Doğru olan tavır ise zenginliğin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, O’nun göklerin ve yerin mülkünün tek hakimi olduğunu takdir etmek ve insana verdiği bu zenginliği Allah’ın dilediği anda alabileceğinin de bilincinde olmaktır. Zenginlik verilen kişiyi değerlendirirken de onun zengin ya da fakir olması önemli olmamalı, onun Allah’ın bir kulu olduğu düşünülmelidir. Örneğin bu kişinin aile üyeleri malın asıl sahibi olarak onu görürlerse, yalnızca ondan medet umarlarsa, malın esas malikinin Allah olduğunu unuturlarsa bu çok yanlış bir bakış açısı olur. Aynı şekilde bu kişinin yanında çalışan insanlar da kendilerini yediren ve içirenin, barındıranın Allah olduğunu unutmamalıdırlar. Allah’ı unutup, patronlarını müstakil bir güç olarak değerlendirirlerse bu çok büyük bir akılsızlık olur. Nitekim bu gerçek insanlara Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

“… Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 17)

Bütün bunların yanısıra Kuran’da Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi olmadığı bildirilir. (Kehf Suresi, 39) Allah’ın yarattığı varlıkların sahip oldukları gibi görünen güç ve kuvvet ise gerçekte Allah’a ait olan sonsuz gücün onlardaki küçük bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir. Bu nedenle bir kimseyi, Allah’ın kendisine bu dünyada geçici olarak ve imtihan için verdiği güç ve kudret nedeniyle gözde büyütmek, ona bu anlamda hayran olmak, bu gücü ona aitmiş gibi görmek bir nevi onu ilahlaştırmak olur. (Allah’ı tenzih ederiz) Gerçekte büyük görülmesi, hayran olunması, kendisinden medet umulması gereken yegane mutlak güç Allah’tır. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilir:

Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Azizdir. (Hac Suresi, 74)

Aynı mantık Allah’ın yarattıklarında tecelli eden, yani yansıyan diğer tüm sıfatları için de geçerlidir. Bunları değerlendirirken de bu sıfatların asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, insanlarda görülenin yalnızca bir tecelli olduğunu idrak etmek gerekir.

 

Şirkin çıkış noktası: “Benlik verme”

Şirk kavramının temelinde Allah’ın yarattıklarına “benlik verme”, yani etrafındaki kişilere ve eşyalara Allah’tan bağımsız, müstakil varlıklarmış gözüyle bakma gibi çarpık bir yaklaşım bulunmaktadır. Bu yanlış bakış açısına göre hem Allah’ın sahip olduğu zenginlik, güzellik, güç ve ihtişam vardır hem de insanların. Yani insanların da müstakil olarak bu şekilde zenginliğe, güce, ihtişama sahip olduğu yanılgısıdır bu. Ancak bir kimseye veya bir eşyaya böyle çarpık bir anlayışla bakmak, onun sahip olduğu özellikleri kendisinden bilmek, bu özelliklerin onda bağımsız ve mutlak olarak var olduğunu sanmak, bundan dolayı o kişiye değer vermek ya da ondan korkmak ona benlik vermek demektir.

Bu çarpık bakış açısı şirkin çıkış noktasını oluşturur. İlerleyen bölümlerde de inceleyeceğimiz gibi her türlü şirk çeşidinin, müşrik tavrının ardında bu benlik verme yanılgısı vardır. Oysa samimi bir mümin önce imanını “muvahhid”, yani Allah’ı birleyen, O’na hiçbir şeyi şirk koşmayan bir temel üzerine kurmalıdır. Bunun için de herkesin ve herşeyin, varlıklarını Allah’a borçlu olduğunu her an hatırlaması gereklidir. Herşey ve herkes Allah’ın dilemesiyle var olmuştur. Varlıklarını Allah ayakta tutmaktadır ve dilediği an dilediğini yok edip ortadan kaldırabilir. Ayrıca herkese ve herşeye sahip oldukları tüm özellikleri veren de yine Yüce Allah’tır. Güç, imkan, zeka, güzellik, şöhret, makam Allah’ın dilemesiyle olan özelliklerdir. Allah dilediği anda bunları kişinin elinden alabilir. Bu, Allah’a göre çok kolaydır. Allah her yerde ve herkeste değişik şekillerde tecelli eder. İnsanlar çevrelerinde hep bu tecellileri seyrederler. Allah’a iman eden bir insanın, hiçbir şeyin Allah’tan bağımsız müstakil bir varlığı olmadığını bu şekilde kalbine iyice yerleştirmesi gereklidir. Ancak bu gerçeğe uygun bir inanç, düşünce ve davranış biçimi içerisinde bulunduğunda şirke düşmekten kendini kurtarabilir.

 

Şirk koşanların geçersiz mazeretleri

Şirk, tevhid, kulluk, ibadet gibi kavramların gerçek anlamlarını en güzel ve en doğru olarak öğrenebileceğimiz kaynak Kuran ve Peygamberimiz (sav)’in hadisleridir. Bu nedenle, her konuda yalnızca Allah’ı İlah edinen bir tavır ve anlayışa, inanç ve davranışa sahip olabilmek ve şirkten korunabilmek, ancak ve ancak Kuran’ı ve hadisleri okuyup anlamakla ve eksiksiz bir biçimde uymaya çalışmakla gerçekleşir. Dolayısıyla, kişinin iman ettiği ve Kuran’ın hak olduğunu bildiği halde inanç, düşünce, ahlak anlayışı, yaşam tarzı ve değer yargıları bakımından Yüce Allah’ın Kuran’da bildirdiği ölçülerden ve mutlak doğrulardan farklı kıstaslar edinmesi ve hayatını bu yanlış kıstaslara göre düzenlemesi büyük bir hata olur. Aynı şekilde Allah’ın emirleri yerine başka seçenekleri tercih etmesi, çeşitli gerekçeler öne sürerek Allah’ın hükümlerini terk etmesi de şirke sebep olur.

Bu konuda insan hangi gerekçeyi öne sürerse sürsün geçerli olmaz. Örneğin bir kimsenin hoşnutluğunu Allah’ın hoşnutluğuna tercih etmek, Allah’ı razı etmek yerine onu razı etmeye çalışmak demek ayrı bir sahte ilah edinmek demektir. Bir kimseden Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmak, onun korkusuyla Allah’ın emirlerini ya da hoşnut olacağı fiilleri terk etmek de aynı anlamdadır. Bir kimseyi Allah’ı sever gibi sevmek, o kimseyi Allah’a ortak koşmak, onu Allah’ın yanı sıra başka bir sahte ilah olarak görmek anlamına gelir. Örnekleri biraz daha detaylandırmak mümkündür. Mesela bir kişi dini yaşaması gerektiğini anladığı halde içinde bulunduğu ortamı ya da çevreyi sebep göstererek, onların tepkisini almamak için dinden taviz verdiğini söylüyorsa bu, açık bir şirk göstergesidir. Çünkü bu durumda Allah’ın hoşnut olmasını değil de çevresinde bulunan kişilerin hoşnut olmasını tercih ediyor demektir. Ya da insanın ailesi veya beraber olduğu insanlar da dini kavrayamıyor olabilir, böyle bir durumda kişinin onları üzmemek adına dinin gereklerini terk edip, taviz vermesi de aynı tehlikenin belirtisidir. Çünkü bu durumda yapılması gereken Allah’ın rızasından asla taviz vermemek, insanların hoşnutluğunu değil de Allah’ın hoşnutluğunu tercih etmektir. İnsan elbette ki ailesine sevgi ve saygıda kusur etmek istemez ama onlar kendisini de şirk koşmaya çağırırlarsa o zaman ne yapılması gerektiğini de yine Allah Kuran’da bizlere şöyle bildirir:

Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim. (Ankebut Suresi, 8)

Bu duruma verilecek en iyi örnek Peygamberimiz (sav)’in dönemidir. Peygamber Efendimiz (sav) dini tebliğ ettiği sıralarda pek çok insan İslam’ın hak olduğunu anlamış, Kuran’ın Yüce Rabbimiz Allah’ın kitabı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini kavramıştır. Fakat bu insanlardan çok azı gerçekten din ahlakının gereklerini yerine getirmiş ve Peygamberimiz (sav)’e uymuştur. Örneğin örtünmeyle ilgili ayetler Hicretten sonraki dönemde indirilmiştir.

“Şeybe kızı Safiye anlatıyor ve diyor ki: Biz Hz. Aişe’nin yanında iken bir kısım hanımlar Kureyşli kadınların durumunu ve faziletlerini anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe buyurdular ki; “muhakkak ki Kureyşli kadınların üstünlüğü vardır. Ama Allah’a yemin ederim ki, ben Ansar’ın kadınlarından daha çok Allah’ın Kitabını tasdik eden ve Kur’an’a inanan faziletli kimseler görmedim.” Nur Suresi’ndeki “baş örtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar” ayet-i kerimesi nazil olduğunda kocaları onların yanlarına gittiler ve kendilerine Allah (cc)’ın bu konuda inzal buyurduğu ayeti okudular. Her bir kişi karısına, kızına, bacısına ve yakınlarına bu ayeti okuyordu. İçlerinden hiçbir hanım baş örtüsünü yakaları üzerine koymaz olmadı. Allah’ın indirdiği kitabındaki hükmüne inandıklarından ve tasdik ettiklerinden örtülerine büründüler…” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, syf. 5880)

Yine tesettürle ilgili ayetler indiği dönemde Müslüman kadınların güzel tavırlarıyla ilgili olarak şunlar rivayet edilir: Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)’dan rivayet edilmiştir:

“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar”ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, syf. 5880)

Peygamberimiz (sav) döneminde mümin kadınlar Cenab-ı Allah’ın tesettür konusundaki emrini hiç tereddüt etmeden, işte böylesine büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, hemen itaat etmişlerdi. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir.

Peygamberimiz (sav) dönemindeki bazı kişiler ise içinde bulundukları toplumdan alacakları tepkiden korkmuşlar, onların tehditlerinden çekinmişler, makamlarını, prestijlerini yitirmekten kaygılanmışlar, Peygamber (sav)’e uydukları takdirde ticaretlerinin, mali işlerinin etkileneceğini, Müslümanlara vakit ayırınca, dine hizmet edince kendi akıllarınca kayba uğrayacaklarını düşünmüşlerdir. Kimisi bulundukları zorlu ortam nedeniyle gelmesi muhtemel kötülüklerden ürkmüş, kimisi çöl sıcağında Peygamber (sav)’le birlikte yola çıkmayı zor görmüş, nefsinin rahatını tercih etmiştir.

Sonuçta bakıldığında bu insanlar birtakım gerekçeler öne sürerek dinden taviz vermişlerdir. Ama Kuran ayetleri doğrultusunda bakıldığında bu insanların aslında şirk içinde oldukları hemen anlaşılır. Çünkü bu kişiler vicdanlarıyla doğruyu gördükleri halde ya insanları, ya toplumu, ya parayı, ya mevkilerini ya da nefislerini Allah’ın rızasına tercih etmişlerdir. Allah’tan başkalarını razı etmeye çalışmışlar, Allah’ın dışında varlıklardan medet ummuşlardır. Yine o dönemde pek çok insan aslında hak olduğunu bildiği halde yalnızca nefsani istekleri nedeniyle veya nefsinin rahatı için dinden taviz vermiştir. Kimisi tehlike altına girmemek, kimisi tembellik yapmak, kimisi hiçbir fedakarlıkta bulunmamak, kimisi de nefsani isteklerini tatmin etmek için ödün vermiş ve nefsini tercih etmiştir. Kuran’da Peygamber (sav)’in yanında yer almamak için nefisleri adına bahaneler öne süren insanların durumundan şöyle bahsedilir:

“… Onlardan bir topluluk da: “Gerçekten evlerimiz açıktır” diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı.” (Ahzap Suresi, 13)

Görüldüğü gibi Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan bu insanlar Peygamber (sav)’le ve müminlerle birlikte olmamak, onlarla beraber dini yaşamamak için çeşitli mazeretler öne sürmüşlerdir. Belki o an öne sürdükleri bu mazeretlere kendilerini de inandırmışlar, çevrelerine de bunun ne kadar mantıklı olduğunu anlatmışlardır. Oysa ki bu mazeretler Allah Katında geçersizdir. Bu kişiler yalnızca kendilerini kandırmışlardır, ancak bu durum onları azaptan kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü onlar kendi hevalarını, heveslerini, ihtiraslarını, toplum önündeki prestijlerini Allah’ın rızasına tercih etmişlerdir. Kuran ayetlerine bakıldığında bu davranışlarının anlamının “şirk koşmak” olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu noktada önemli olan şudur: Peygamber Efendimiz (sav)’in döneminde yaşayan insanlar o dönemin şartlarında yukarıda örneklerini verdiğimiz şekillerde denenmişlerdir ama günümüz insanları da denenmektedirler. Nefisleriyle Allah rızası arasında tercih yapmaları gerektiğinde samimi mi davrandıkları yoksa geçmiş dönemlerde yaşayan müşrikler gibi mazeretler mi öne sürdükleri Allah Katında bilinmektedir. Herkes dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette buna göre alacaktır. Mazeretlerin hiçbir yarar sağlamayacağı, bunların Allah Katında kabul görmeyeceği bir Kuran ayetinde şöyle ifade edilir:

“Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.”
(Rum Suresi, 57)

Bu yüzden geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların Yüce Allah’ın Kuran’la bildirdiği kıstaslardan uzaklaşmamaları, din ahlakından uzaklaşma yönünde geçersiz mazeretler uydurmamaları çok önemlidir. Kuran’da haber verilen kıstasları terk ederek başka kıstasları benimsemenin de aslında şirk koşmak anlamına geldiği açıktır. Böyle davranan bir kişi herşeyden önce, benimsediği bu kıstasları koyan varlığı, kendi düşük aklınca Allah’ın dışında bir kural koyucu olarak görüyor, yani onu üstün güç sahibi Rabbimiz Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu kıstasları koyan kişi, kendisi, babası, dedesi, ataları, arkadaşı, patronu, içinde yaşadığı toplum, çeşitli felsefe ve ideolojilerin kurucuları ve uygulayıcıları, vs. olabilir. Bu açıdan bakıldığında hak dinin, yani Allah’ın bildirdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, başka yolları seçen kimse şirkin içine girmiş demektir. Bu kişi kendisini dinsiz, ateist, Hıristiyan, Yahudi vs. olarak tanımlayabilir. Hatta Müslüman olduğunu bile iddia edebilir… Fakat 5 vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, İslam’ın birçok şartını yerine getiriyor da olsa tek bir noktada bile Kuran’a muhalif bir anlayışı, düşüncesi, değer yargısı varsa, Allah’ın Kuran’da bildirdiği emirleri, hoşnut olduğu tavırları terk edip yerine başkalarını tercih ediyorsa o kişi şirk içinde yaşıyor olabilir. Çünkü kendisine Allah’tan başka kural koyucu edinmiştir.

Allah’a ortak koşan birisinin, mutlaka ortak koştuğu şey için, “bu da bir ilahtır”, “ben bunu Allah’tan başka bir ilah ediniyorum, buna tapıyorum” (Allah’ı tenzih ederiz) demesi veya bu şekilde düşünmesi gerekmez. Şirk, herşeyden önce kalpte olur, daha sonra düşünce ve hareketlere yansır. Kuran’dan anladığımıza göre bir kişinin şirke girmesinin temelinde Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmesi yatar. Şirk koşan insanlarda genelde Allah’ın mutlak bir şekilde inkarı söz konusu değildir. Hatta müşriklerin büyük bir bölümü kendilerinin müşrik olduklarını açıkça kabullenmek ve kendilerine böyle bir vasfı kondurmak istemezler. Vicdanlarını örttükleri ve kendilerini kandırdıklarından ötürü ahirette bile şirklerini inkar ederler. Onların bu durumları ayetlerde şöyle bildirilir:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” (Bundan) Sonra onların: “Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik” demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı.
(Enam Suresi, 22-24)

Kuran’da Müşrikler
Kaç Sınıfa Ayrılır?

Şirk konusuna Kuran’da pek çok açıdan yer verilmiştir. Şirkin genel mantığı her zaman aynı olsa da, şirk koşmanın pek çok çeşidi olduğu Kuran’da bildirilmektedir. Şirk ve şirk koşanların durumlarının anlatıldığı ayetler incelendiğinde müşriklerin hepsinin, ortak bir özellik olarak Allah’tan başka ilahlar, yani yol göstericiler, hüküm koyucular, düzen kurucular, dostlar, yardımcılar edinen kimseler oldukları görülür. Ancak şirk koştukları şeyler bakımından müşriklerin çeşitleri vardır. Kuran’da tanımlanan ve bahsi geçen belli başlı müşrik çeşitlerini şu başlıklar altında inceleyebiliriz.

 

Güç sahibi gördükleri kişileri sahte ilah edinenler

Bu konuda Kuran’da verilen en belirgin örnek Firavun’un kavmidir. Zira bu kavim, büyük bir gaflete kapılarak başlarında bulunan kişiyi yani kendi yöneticilerini sahte ilah edinmiştir. Firavun’un yakın çevresinin ve kavminin oluşturduğu şirk sistemi ve bu sistemin özellikleri aslında her çağda, her toplumda görülebilecek evrensel bir modeldir. Firavun, kavmi içinde ilahlığını ilan etmiş (Allah’ı tenzih ederiz), kavmi de kendisine boyun eğmiştir. Firavun’un sözde ilahlığını dile getirdiği sapkın bir ifadeyi, Allah Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; Dedi ki: “Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (Naziat Suresi, 23-24)

Firavun’a öncelikle tabi olan ve onu destekleyenler kendi yakın çevresiydi. “Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum…” (Kasas Suresi, 38) ayetinden de anlaşıldığı gibi Firavun, kavminin önde gelenleri üzerinde bir hakimiyet kurmuş ve sözde ilahlık iddiasını onlara kabul ettirmişti. Onlar da halk üzerinde imtiyaz sahibi oldukları için bu sapkın sistemin kendileri için karlı olacağını düşünmüşlerdi ve Firavun’dan menfaat ummuşlardı. Bu nedenle onun ilahlık iddia ettiği (Allah’ı tenzih ederiz) sapkın bir düzeni benimsemişlerdi. Ancak bu tutumları onları helaka sürükledi. Kendilerini dünyada yakalayan ve ahirette de sonsuza dek bırakmayacak korkunç bir azaba mahkum oldular. Kuran’da Firavun’un emrine uyan önde gelenlerin durumu ve akıbetleri şöyle anlatılır:

Firavun’a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun’un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun’un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi. O, kıyamet günü kavminin önderliğine geçer, böylece onları ateşe götürmüş olur. Sonunda vardıkları yer, ne kötü bir yerdir. Onlar, burda da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Verilen bağış, ne kötü bir bağıştır. Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, ‘helak ve kayıplarını’ arttırmaktan başka bir işe yaramadı. (Hud Suresi, 97-101)

Yakın çevresinden sonra Firavun’a boyun eğen diğer kesim de Firavun’un ordusu ve hükmü altındaki Mısır halkıydı. Fakir, güçsüz ve muhtaç olan halk Firavun’un emrine boyun eğmişti. Bu durumu haber veren ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?”… (Zuhruf Suresi, 51)

Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. (Zuhruf Suresi, 54)

O sırada Mısır’da esaret altında olan İsrailoğulları’nın önemli bir bölümü de baskı ve korkudan kaynaklanan bir şirk içindeydiler. Onlar da Mısır halkının diğer bölümü gibi Firavun’un Allah’tan bağımsız -Allah’ı tenzih ederiz- bir gücü olduğunu zannediyor ve ondan Allah’tan korkar gibi (Allah’ı tenzih ederiz) korkuyorlardı. Bu nedenle Firavun’un boyunduruğunda yaşamayı, Allah’ın elçileri ile gönderdiği dine iman etmeye akılsızca tercih etmişlerdi:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Ayette de haber verildiği gibi Firavun’un zalim ve baskıcı düzeni nedeniyle Hz. Musa’ya sadece bir grup genç tabi olmuştu. Halkın büyük çoğunluğu ise baskı, korkaklık, cahillik, her ne pahasına olursa olsun çıkarlarını koruyabilme kaygısı gibi dünyevi sebeplerle Firavun’u haksız yere ilahlaştırmışlar (Allah’ı tenzih ederiz), onun düzenini Allah’ın dinine tercih ederek müşrik bir toplum haline gelmişlerdir. Oysa onların yapmaları gereken şey, tek İlahın Allah olduğunu bilip, yalnızca O’ndan korkmak, O’na dayanıp güvenmek ve O’nun razı olacağı şekilde hareket ederek peygamberlerinin izinden gitmekti. Şayet gücün tek sahibinin Allah olduğunu, Firavun’un müstakil bir güce sahip olmadığını bilselerdi ve bu gerçeğe iman etselerdi Firavun’dan çekinmez, onun vereceği azaptan korkmazlardı.

Firavun’un Allah’ın kontrolünde olan aciz bir varlık olduğunu anlasalardı, Firavun’a boyun eğmeyebilirlerdi. Oysa Firavun’un sahip olduğunu düşündükleri mülk ve zenginlik, ihtişam, askeri güç, gerçekte Allah’a aitti. Onlar bu gerçeği kavrayamadıkları ve Allah’ın gücünü de hakkıyla takdir edemedikleri için Firavun’un görünürdeki gücüne aldandılar. Allah’ın dilediği anda Firavun’un sahip olduğu herşeyi alabileceğini bilselerdi böylesine çirkin bir müşrik ahlakı göstermez, böylesine aşağılanmazlardı. Nitekim Allah Firavun’u suda boğarak istediği anda elinden tüm gücünü alabileceğini de göstermiştir. Aslında Firavun’u akılsızca ilahlaştıran (Allah’ı tenzih ederiz) müşrikleri utandıracak bir örnektir bu. İşte bu yüzden Firavun’un kavmi her türlü müşrik toplum modeline apaçık bir örnektir. Bu model, asırlardır dünyadaki pek çok ülkenin insanları tarafından da yaşanmış yaygın bir şirk çeşididir.

 

Putlara tapanlar

Allah’a şirk koşulan canlı veya cansız herşeyin “put” olarak isimlendirilebileceğini önceki bölümlerde ifade etmiştik. Fakat bu bölümde “put” kelimesini en klasik anlamda, yani taş, metal, tahta gibi maddelerden şekil ve suret verilerek yapılan heykeller için kullanacağız. İlk bakışta insan, bu tür putlara tapınmanın eski toplumların ya da günümüzde bilim ve teknolojinin ulaşmadığı bazı ilkel totemci kabilelerin adeti olduğu hissine kapılabilir. Ancak bu olayı göründüğü kadar basite indirgemek doğru değildir. Çünkü bu tür bir şirkin özünde bu heykellerin temsil ettikleri kavramlar yatar. Bu nedenle, puta tapanlar genelde bu putların bizzat kendilerinden ziyade, onların çağrıştırdıkları kavramı benimserler. Bu şekilde, yol gösterici, hüküm koyucu, koruyucu, kurtarıcı olarak Allah’a ortak koştukları varlıkları, kendi akıllarınca yonttukları heykellerde ölümsüzleştirmeye çalışırlar. Sonuçta putları yontmanın temelinde bu çarpık bir mantık yatar.

Yontulan putlar aslında şirk koşulan varlığı ya da kavramı temsil ederler. Bu nedenle aslıyla aynı saygı ve hürmete tabi tutulurlar. Gerçekte şirk koşulan ise bunların temsil ettikleri mana ve zihniyettir. Kuran’da, Hz. İbrahim’in müşrik kavminin de benzer şekilde temsili heykeller yontarak bunlara taptıkları şöyle haber verilir:

Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir? “Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk” dediler.
(Enbiya Suresi, 52-53)

Ayetlerden anlaşıldığı gibi bu tür tapınmalar insanlara atalarından miras kalmaktadır. Dolayısıyla puta tapmak, gerçekte ne kadar mantıksız bir hareket olsa da, çocukluktan itibaren alınan telkinler sonucunda en modern toplumlarda bile yadırganmayacak sosyal bir davranış biçimi haline gelebilmektedir.

Yontulan putların bir özelliği de zamanla bunların, temsil ettikleri kavramla aynı vasıfta tutulmaya başlanmasıdır. Örneğin pek çok Doğu Asya ülkesinde başlangıçta Buda’nın şahsı haksız yere ilahlaştırılmıştır. (Allah’ı tenzih ederiz) Daha sonra kendisini temsilen heykelleri yapılarak hatırası ve düşünce sistemi korunmaya çalışılmıştır. Bugün ise bizzat bu heykeller sahte ilahlar haline getirilmiş ve insanların tapındıkları, hürmet ettikleri, dua ettikleri, yardım istedikleri putlar olmuşlardır. Dünyanın pek çok yerinde benzer mantıkta çeşitli puta tapınma şekilleri mevcuttur.

Tarihi kayıtlarda, Kuran’ın indirildiği dönemde de Arapların çok sayıda ve çeşitte putlarının olduğu yer alır. Nitekim Kuran ayetlerinde de onların bu durumları tarif edilmektedir. Tarihi belgeleri incelediğimizde bu putların aslında belirli kavramları temsil ettiklerini, bir nevi simge niteliğinde olduklarını da açıkça görürüz. Yani aslında Arap toplumu da sanıldığı gibi yalnızca taştan, tahtadan yontulmuş şekillerin, heykellerin bizzat kendisine tapmıyordu. Onun temsil ettiği anlama tapıyordu. Örneğin bu putlar güç, para, kadın, bereket gibi anlamlar taşıyordu. Dolayısıyla müşrikler de akılsızca bu anlamlara yani güce, paraya, kadına vb. tapıyorlardı. Bu mantıkla bakıldığında putların aslında günümüz toplumlarının taptığı ve kendilerince dine karşı tercih ettikleri değerlerden çok da farklı şeyler olmadıkları anlaşılır. Bu nedenle müşriklerden, putperestlerden bahsederken onları çok ilkel kabileler, çok ilkel insanlar olarak görmek hatalı olur. Geçmişte yaşamış putperestler de günümüz insanları gibi normal insanlardı; Allah’ın varlığını biliyorlardı, fakat para, güç, zenginlik, kadın gibi kavramlara haddinden fazla değer vererek, onları kendilerince ilahlaştırdıkları için (Allah’ı tenzih ederiz) putperest olmuşlardı.

Kuran’da putperestlikle ilgili verilen örneklerden bir diğeri de birtakım İsrailoğulları ile ilgilidir. Hz. Musa ile birlikte Firavun’un kavminden kurtulan İsrailoğulları yolculukları sırasında puta tapan bir kavimle karşılaşmışlar ve içlerinden bazıları Musa Peygamberden kendilerine aynı şekilde bir put yapmasını istemişlerdir. Bu durum Kuran’da şöyle bildirilir:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir.”
(Araf Suresi, 138-139)

Görüldüğü gibi İsrailoğullarından bir grup cahilce bir tavır gösterip, gözleriyle gördükleri, önünde eğilecekleri, belki de gösterişli törenler yapacakları bir sahte ilah istemektedirler. Bu durum onların Allah’ın kadrini takdir edemediklerinin ve kavrayamadıklarının göstergesidir. Hz. Musa kendilerine gerçeği açıkladığı halde peygamberleri yanlarından ayrılır ayrılmaz hemen kendilerine putlar edinmişlerdir. Bu, çok büyük bir sapkınlıktır. Nitekim bu davranışlarının ardından pişmanlığa kapıldıkları, Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

(Tur’a gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular. Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını görünce: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız” dediler. (Araf Suresi, 148-149)

Ancak Allah Kuran’da akılsızca bu buzağıyı ilah edinenlere ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte Biz, ‘yalan düzüp-uyduranları’ böyle cezalandırırız. (Araf Suresi, 152)

Ayette bildirildiği gibi, Allah Kendisi’ne şirk koşanları dilediği takdirde affetmemektedir. Çünkü ayette de ifade edildiği gibi Allah’a şirk koşanlar aslında yalan düzüp uydurmaktadırlar. Bir ve tek olan İlahın Allah olduğu apaçık bir gerçekken, onlar sahte ilahlar edinmektedirler. Bu uydurma ilahların önünde bel büküp eğilmek ise Allah’a karşı işlenmiş çok çirkin bir suçtur.

 

Cinlere tapanlar

İnsanların Allah’a ortak koştukları varlıklardan biri de cinlerdir. Cinler, yaratılış bakımından insanlardan farklı bir yapıya sahiptirler. Kuran ayetlerinde cinlerin, insanın aksine, topraktan değil, ateşten yaratıldıkları belirtilmiştir. (Rahman Suresi, 15) Cinler her zaman gözle görünmedikleri, insanlardan farklı birtakım güç ve özelliklere sahip oldukları için onlarla muhatap olan bazı cahil ve zayıf karakterli kimseler, cinleri gözlerinde büyütüp onlardan medet ummaya başlarlar. Cinlerin, sanki Allah’tan bağımsız varlıklarmış gibi kendilerine ait güçleri olduğunu sanır, onlardan yardım umar, onların himayesine girer, onlardan korkar, onlara bağlanırlar. Kısaca akılsızca onları ilah edinirler. (Allah’ı tenzih ederiz) Bu durum ayetlerde şöyle haber verilir:

“Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı.” (Cin Suresi, 6)

Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları O yaratmıştır…
(Enam Suresi, 100)

Oysa, cinler de tüm yaratılmışlar gibi Allah’ın kullarıdır. Allah’ın kendilerine verdiği dışında hiçbir güç ve bilgileri yoktur. İnsanlar gibi müminleri ve kafirleri vardır. Bu dünyada imtihan olur, ahirette de imani durumlarına göre cennete veya cehenneme gönderilirler. Kuran’ın birçok ayetinde, özellikle de Cin Suresi’nde cinlerle ilgili önemli bilgiler verilmiştir. Bu ayetlerin birinde Allah cinlerle ilgili olarak şöyle buyurur:

Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

Görüldüğü gibi cinlerin yaratılış amacı Allah’a kulluk ve ibadet etmektir. Yani cinler de aynı insanlar gibi Allah’ın yaratmasıyla hayat bulan, her an Allah’a muhtaç olan varlıklardır. Bu nedenle onların kendilerine özgü birtakım fiziksel özelliklerinin büyüsüne kapılarak onları haksız yere ilahlaştırmak, emirlerine girmek son derece akılsızca ve sapkınca bir tutum olur.

Bütün bu gerçeklere rağmen cinlerin tesiri altında kalan, cinleri Allah’a ortak koşarak bu yolla kibirini tatmin eden pek çok insan gelip geçmiştir. Ancak cinlere ayrı bir güç ithaf eden, onlara müstakil bir benlik veren, onları Allah’tan bağımsız güçlere sahip zanneden hatta onları Allah’a ortak gören insanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklar ve şirk içinde olduklarını anlayacaklardır. Allah Kuran’da bu tür insanların ahiretteki durumlarını şöyle haber verir:

Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir. Onların nitelendirdiklerinden Allah Yücedir. (Saffat Suresi, 158-159)

Allah cinlerden inkarcı olanlar ile onların saptırdıkları kimselerin ahiretteki durumlarını bir ayette şöyle açıklamaktadır:

Onların tümünü toplayacağı gün: “Ey cin topluluğu insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz” (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: “Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.” (Allah) Diyecek ki: “Allah’ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir.” Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)

 

Hevasını akılsızca ilah edinenler

Kuran’da bahsedilen, insanların büyük bir cahillikle ilah edindikleri (Allah’ı tenzih ederiz) kavramlardan biri de “heva”dır. Heva, ‘nefsin arzu ve hevesleri, istek ve tutkuları’ anlamına gelir. Hevanın ilah edinilmesi de insanın kendi nefsinin isteklerini Allah’ın emir ve isteklerinden önde tutması ile olur. Hevanın ilah edinilmesi gerçekte bütün müşriklerin içinde bulunduğu bir sapkınlıktır. İster heykellere tapsın, ister cinlere tapsın, isterse başka kimselere ya da varlıklara tapsınlar, tüm şirk koşanlar aynı zamanda nefislerinin arzu ve emirlerini yerine getirmeye çalışırlar. Ancak buraya kadar saydığımız putlara tapmayıp yalnızca hevasına tapan kimseler de günümüz toplumunda büyük bir grubu oluştururlar.

Nefsin istekleri sınırsızdır ve bunların hepsinin yerine getirilmesini ister. Bu nedenle de kişiyi Allah’ın sınırlarını aşmaya, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemeye zorlar. Kuran’da nefsin bu yönü vurgulanmış ve Hz. Yusuf’un şöyle dediği ayetlerde bildirilmiştir:

“… Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir…” (Yusuf Suresi, 53)

Örneğin nefis çok zengin olmak, sınırsız mal, mülk ve servet elde etmek ister. Bunu helal ve meşru yollardan elde etme imkanı yoksa, gayri meşru yolları tercih etmekten de çekinmez. O yüzden nefis insana, bu arzusuna ulaşmak için hırsızlık yapmayı, sahtekarlıklar düzenlemeyi, insanların mallarını haksızlıkla yemeyi, malı yığıp biriktirmeyi ve bunlara benzer yöntemleri kullanmayı emreder. Oysa bunların tümü Allah’ın haram kıldığı fiillerdir. Bir yandan da nefis insana malının bir bölümünü infak etmek, sadaka, zekat vermek gibi Allah’ın farz kıldığı ibadetlerden mümkün mertebe kaçınmayı, böylece malının eksilmesini önlemeyi telkin eder. İman eden bir kimse Allah’ın emirlerine uyar ve haram kıldıklarından kaçınır. Akılsızca hevasını ilah edinen kimse ise bunun tersine, nefsinin emrine uyar, Allah’ın yasaklarını çiğner, emirlerini de yerine getirmez.

Şehvet de nefsin sınırsız istek ve tutkuları arasındadır. Nefis, zina yapmakta bir sakınca görmez hatta kişiyi buna zorlar. Oysa zina müminlere haram kılınmıştır. Allah’ın haram kıldığını bile bile kasıtlı olarak zina yapan ve bunda sakınca görmeyip pişman olmayan, tevbe etmeyen kimse cahilce hevasını ilah edinmiş, onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bundan dolayıdır ki, bu tür kimseler ayette müşriklerle (yani putlara tapmayı din olarak benimsemiş kişilerle) bir sayılmıştır:

Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadını da zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır. (Nur Suresi, 3)

Nefsin hevası, yani arzu ve tutkuları saymakla bitmeyeceği için bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama insan artık heva ve hevesine göre yaşamayı bir hayat şekli haline getirdiyse, nefsi, kendisini istediği yöne rahatlıkla yönlendirebiliyorsa, buna karşın bu kişi nefsini kötülüklerden arındırma gayreti göstermeden ona teslim oluyorsa, Allah’ın koyduğu sınırları nefsinin emriyle kolayca aşabiliyorsa bu kişi heva ve hevesini gerçekten büyk bir sapkınlıkla ilah edinmiş demektir. O artık kendi sahte ilahına yani nefsine tapıyor, o ne derse onu yapıyor, onun emirlerinden dışarı çıkmıyor demektir. İşte böyle bir kişinin bir müddet sonra diğer müşrikler gibi nefsinin esiri olması sebebiyle aklı ve basireti gider, vicdanı körelir, dolayısıyla hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşer. Nefislerini büyük bir cahillikle ilah edinenlerin bu durumu Kuran’da şöyle tarif edilir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)

Hevasını akılsızca ilah edinme günümüz toplumlarında en yaygın olan şirk türüdür. Dünyanın pek çok ülkesinde toplumun geniş bir kesimi büyük ölçüde Allah’tan, din ahlakından habersiz, hırslarını, arzularını, tutkularını tatmin etmede sınır tanımayan ve bütün ömrünü bu uğurda harcayan bireylerden oluşmuştur. Bu insanların yegane gayeleri, makam-mevki sahibi olmak, para ve mal peşinde koşup servet yığmak, nefislerinin her türlü isteğini sınırsızca yapabilmektir. Ama hemen eklemek gerekir ki para kazanmak, mal mülk sahibi olmak tek başına kötü bir alamet olarak algılanmamalıdır.

Yanlış olan insanın bunları yaparken nefsinin esiri olması, bunu tamamen nefsani bir tutkuya ve ihtirasa dönüştürmesi ve en önemlisi bunu yaparken Allah’ın koyduğu sınırlardan taviz vermesidir. Yani müşriklikten kasıt, Allah’ın dinini yaşamaktansa, Allah’ın koyduğu emir ve yasakları uygulamaktansa nefsinin arzularını yerine getirmeyi tercih etmektir. Bu tür insanların gözlerinin önünde sanki bir perde vardır. Öyle ki kendilerini yaratanı, ne için yaratıldıklarını ve ahiretin varlığını düşünmezler. Bu konumda olan insanların vicdanlarının ve şuurlarının kapandığı bir başka ayette şöyle bildirilir:

Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)

Müşrikler akıl ve vicdan kullanmadıkları için belli temel gerçekler hakkında sağlıklı değerlendirme yapacak yetenekleri kaybolmuştur. Kuran’da Kehf kıssasında bahsi geçen, gözünü mal ve dünya hırsı bürümüş bahçe sahibinin Allah’ın kudreti ve ahiretin varlığı konusundaki anlayışsızlığı, şirk koşanların her devirde içine düştükleri akıl ve mantık zaafiyetini göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. Ayetlerde şöyle buyrulur:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi: “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.”
(Kehf Suresi, 32-36)

Bu müşrik bahçe sahibinin durumu, din ahlakından uzak, Yüce Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen, ahirete inanmayan insanların durumunu çok özlü bir biçimde tarif etmektedir. Bu tür insanlar sonsuza dek yok olma yanılgısının korkunçluğuna karşı, her ne kadar kesin bir bilgiyle inanmasalar da, mutlu ve hoşnut olacaklarını umdukları ahiret anlayışına “ihtimal vererek” kendilerini teselli ederler. Ama gerçek anlamda ölümden sonra yaşama yani ahirete iman etmedikleri için de hiçbir hazırlık yapmaz, bunun gereklerini yerine getirmezler. Burada önemli bir hususa daha dikkat çekmekte yarar vardır. Nefsin arzu ve istekleri, heves ve tutkuları sınırsızdır demiştik. Bu durum yalnızca inkarcılar için geçerli değildir; müminlerin nefisleri de onlara kötülüğü emreder. Allah insanları imtihan etmek ve kimin nefsinin emirlerine uyup da hevasını akılsızca ilah edindiğini, kimin de nefsine hakim olup yalnızca Allah’ın emirlerini gözettiğini ortaya çıkarmak için nefiste böyle bir özellik yaratmıştır. Hevalarını bu dünyada yerine getirebilecekleri için Allah’ın sınırlarını göz ardı eden müşrikler bu imtihanı kaybederler. Ve nefislerini Allah’ın rızasına tercih etmelerinden dolayı sonsuz azaba mahkum olurlar. Onların bu durumları Kuran’da şöyle anlatılır:

… (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.”
(Ahkaf Suresi, 20)

Bu dünyada Allah’ın emirlerini herşeyden üstün tutan, nefislerinin emrettiği kötülüklere uymayan müminler ise ahirette, hem Allah’ın hoşnutluğuna, hem de bir mükafat olarak nefislerinin her türlü isteklerini meşru şekilde tatmin edebilecekleri cennetlere kavuşurlar. Bu müjdeyi haber veren ayet şöyledir:

Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. (Zuhruf Suresi, 71)

 

Akılsızca kendilerini ilahlaştıranlar

Toplumda yaygın olarak görülen şirk türlerinden biri de insanın büyük bir akılsızlıkla kendisini ilahlaştırmasıdır. İlk anda belki böyle bir insan modeline çok ender rastlanıldığı zannedilebilir. Oysa bu tür insanlara günümüz toplumlarında sıklıkla rastlamak mümkündür. Birçok insan belki de yaşadığı bu tehlikeli durumun adını koyamamaktadır, ancak samimi olarak değerlendirildiğinde bunun ne derece isabetli bir teşhis olduğu anlaşılabilir.

Örneğin insanların birçoğu kazandığı başarıları, sahip olduğu üstün özellikleri, zekasını, güzelliğini, soyunu, zenginliğini, mallarını, rütbesini, mevkisini vb. özelliklerini kendi eseriymiş gibi düşünür ve bundan dolayı da kibirlenir. Üstelik bu sayılan özelliklerin birden fazlasına sahipse bu kibirin boyutları daha da artar. Bütün bunların kendisinden kaynaklandığına, kendi başarısı olduğuna son derece emindir. Bu yüzden diğer insanları küçümseyebilir, onları aşağılayabilir, kendisini sahip olduğu bu özellikler nedeniyle üstün görebilir.

Bu tarz insanlar bulundukları ortamda enaniyetli ya da diğer ifadeyle kibirli tavırlarıyla dikkat çekerler. Bu durum aslında Allah’a karşı işlenmiş bir suçtur. Çünkü insana sahip olduğu herşeyi veren Allah’tır. Güzellik Allah’ın tecellisidir, dolayısıyla Allah’ın güzelliğidir, övülmesi gereken de Allah’tır. Örneğin bir tabloya bakıldığında resmin güzelliği karşısında asıl övülmesi gereken tabloyu yapan ressamdır, tablo kendi kendine var olmamıştır. Benzer şekilde o insana sahip olduğu güzelliği veren de Allah’tır ve bu nedenle övülmesi gereken yine Allah’tır.

Mal, mülk için de aynı şekilde düşünmek gerekir. Malın asıl sahibi Allah olduğuna göre, kişinin sahip olduğu hiçbir şeyde övünç payı olamaz. Allah dilediği anda güzelliği de malı da rahatça geri alabilir; bu, Allah için son derece kolaydır. Bu nedenle bir insanın aslında kendisine ait olmayan bir şeyle övünmesi, bundan dolayı kibirlenmesi büyük bir hatadır. Doğrusu ise malın ve güzelliğin sahibinin Allah olduğunu bilmek ve tümü için Allah’a şükretmektir. Kuran’da Süleyman Peygamberle ilgili anlatılan bir kıssada Hz. Süleyman’ın sahip olduğu atlara ve mallara olan sevgisinin kaynağı şöyle açıklanır:

Biz Davud’a Süleyman’ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi. Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.” (Sad Suresi, 30-32)

Bu konuda Kuran’dan verilen bir başka örnek ise Zülkarneyn ile ilgilidir. Bilindiği gibi Zülkarneyn’e Allah güç, imkan ve nimet vermişti. Ye’cuc ve Me’cuc tehlikesine karşı kendisinden bir kavim yardım istediğinde hemen onlara yardım etmişti. Gerçekten Zülkarneyn zoru başardığı ve bozgunculuğu önlediği halde bu büyük başarısından kendisine pay çıkarmamış tam tersine Allah’ı yüceltmiştir. Onun bu üstün ahlakı ayette şöyle haber verilir:

Dedi ki: “Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va’di haktır.” (Kehf Suresi, 98)

Açıkça görüldüğü gibi mümin tavrı daima Allah’a yönelen, O’nun karşısındaki aczini bilen ve herşeyin asıl sahibinin Allah olduğunu bilerek, Allah’a karşı bunun tevazusunu yaşayan bir modeldir.

Buraya kadar incelediğimiz Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi, şirki yalnızca, elle yontulmuş birtakım heykelciklere secde etmek şeklinde algılamak çok dar ve basit bir bakış açısı olacaktır. Bu tür bir mantığı ancak müşrikler kendilerini temize çıkarmak amacıyla kullanırlar. Bu kişiler şirk kavramının İslam’ın gelmesinden sonra Kabe’deki putların kırılmalarıyla ortadan ebediyen kalktığını zannederler.

Oysa Kuran’da şirki ayrıntılarıyla tarif eden ve müminleri şirkten şiddetle sakındıran çok sayıda ayet vardır. Kuran’ın hükmü kıyamete kadar geçerli olduğuna göre bu ayetler pek çok hikmete yönelik olarak insanlara indirilmiştir.

Kuran’da, din adına ortaya çıkıp da hak dinde olmayan birtakım hükümler, emirler, helaller ve haramlar koyan bir müşrik kesimden de bahsedilir.

Allah Adına, Din Adına
Şirk Koşanlar

Geçen bölümde, dindar olduğunu iddia ederek, Allah adına dinde olmayan birtakım hükümler, kurallar icat eden, helaller, haramlar koyan ve bu şekilde şirke sapan bir müşrik kesiminden söz etmiştik. Bunlar, dini kendi istek ve arzularına, çıkar ve taassuplarına göre değiştirmeye, özünden ve aslından saptırmaya yeltenen insanlardır. Kendi akıllarınca Kuran hükümlerinde eklemeler, çıkarmalar ve değişiklikler yapmaya kalkışırlar. Böylelikle hak dinle aynı ismi taşıyan ancak içeriği bambaşka olan batıl bir din kurarlar.

Söz konusu kimseler bu şekilde, yalnızca kendilerini değil, kendileriyle birlikte geniş insan kitlelerini de şirke sürüklerler. İnsanlara kendi sapkın dinlerini empoze ederler. Din ahlakının aslından, Kuran’dan ve hadislerden haberi olmayan cahil kitleler de bu kimselerin uydurdukları sapkın dini benimserler. Bunlar işte bu bölümün konusunu oluşturan gerçek müşriklerdir. Sonuçta, bu kişiler önceki ümmetlerin düştükleri duruma düşmüşlerdir. Bir ayette önceki ümmetlerin içinde şirk koşanların durumu şöyle bildirilmiştir:

Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir İlah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka İlah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden Yücedir. (Tevbe Suresi, 31)

Allah’a iftira ederek O’nun adına hükümler uyduran ve bunlara tabi olanlardan oluşan bu müşrik topluluğunun genel mantık ve zihniyetlerini tarif eden ayetlerden bazıları şöyledir:

Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak. Ve kendi zanlarınca dediler ki: “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez. (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.” Öyle hayvanlar vardır ki, -O’na iftira etmek suretiyle- üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar. Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, cezalarını verecektir. Bir de dediler ki: “Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar.” Allah, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz O, hüküm sahibi olandır, bilendir. Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah’a karşı yalan yere iftira düzüp Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır.
(Enam Suresi, 137-140)

Yukarıdaki ayetlerde, müşriklerin Allah’ın bildirmediği kanunlar öne sürerek Allah’ın nimetlerini haram kılmaya, Allah’ın helal kıldığı rızıkları, nimetleri yasaklamaya eğilimli oldukları görülür. Bunların ağırlıklı olarak yasakçı, dini zorlaştırıcı bir zihniyete sahip oldukları da göze çarpmaktadır. Ayetlerde özellikle bildirilen bir konu da, söz konusu müşriklerin bunlarla Allah’a iftira ettikleridir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu kimselerin Allah adına ortaya çıktıkları çok net bir gerçektir. Zaten ilk ayette de dinde karmaşa çıkardıkları belirtilmektedir. Bunların Allah’ın izin vermediği ve razı olmadığı bambaşka bir din kurdukları bir başka ayette şöyle bildirilir:

Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır. (Şura Suresi, 21)

Bunlar kendilerini ne kadar dindar görseler de gerçekte Allah Katında müşriktirler. Kuran’da müşriklerin nesiller boyu aynı sapkın anlayışı sürdürdükleri ve aynı zihniyeti birbirlerine aktardıkları bildirilmektedir:

Şirk koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: “Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak “zan ve tahminle yalan söylersiniz.” (Enam Suresi, 148)

Ayetten de anlaşıldığı gibi müşrikler Allah’tan gelen kesin belgeleri bir yana bırakarak, zan ve tahminle hareket etmektedirler. Müşriklerin Kuran’da haber verilen dini bırakıp da atalarından, yani babalarından veya dedelerinden öğrendikleri çarpık bir dini benimsedikleri başka ayetlerde de şöyle belirtilmektedir:

Hayır; dediler ki: “Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana yönelmiş (kimse)leriz.” İşte böyle, senden önce de bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ demişlerdir: “Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz.” Demiştir: “Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?” Onlar da demişlerdi ki: “Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye karşı kafir olanlarız.”
(Zuhruf Suresi, 22-24)

Atalarının dinine körü körüne uymakta kararlı olan müşriklerin laf anlamaz, tutucu ve bağnaz yapıları daha başka pek çok ayette tarif edilir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?
(Maide Suresi, 104)

Onlar, ‘çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: “biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti” derler. De ki: “Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (Araf Suresi, 28)

Buraya kadar incelediğimiz ayetlerden çıkan sonuca göre, müşriklerin doğru yoldan sapmalarının nedeni Kuran’ı ve sünneti temel almamalarıdır. Onlar, Allah’ın kitabı ve Peygamberimiz (sav)’in hadisleri yerine atalarının izlerini, eserlerini, onlardan din adına öğrendikleri batıl kuralları benimser ve uygulamaya çalışırlar. Allah’ın helal kıldığı şeyleri ataları haram kılmışsa, onlar da haram kabul ederler. Allah’ın farz kılmadığı fakat atalarının din adına farz kıldığı şeyleri yerine getirmeye çalışırlar. Ancak insanın atalarına uymasının gerçek imanla hiçbir ilgisi yoktur. Allah’tan korkan ve O’nun rızasını arayan bir insan, atalarının geleneğini muhafaza etmekle değil, sadece ve sadece Kuran ve Peygamberimiz (sav) vasıtasıyla bildirdiği emirlerini uygulamakla yükümlüdür.

 

Sosyal bir sınıf olarak müşrikler

Müşriklerle ilgili Kuran ayetlerini incelediğimizde, kendileri sahte bir din oluşturarak şirk koşanların sosyal bir zümre olarak ele alındığını görürüz. Kuran’da genel anlamda şirk koşmak ve müşriklik anlatılırken kimi yerlerde “müşrikler” özel ismi altında müstakil bir toplum kesiminden bahsedilir. Bunlar ortak özelliklere, inanç ve yapıya sahip sosyal bir zümredir. Bunlar, diğer dinlere mensup müşriklerden ayrı bir kategori olarak anılırlar. Bir ayette Allah şöyle buyurur:

Gerçekten iman edenler, Yahudiler, yıldıza tapanlar (Sabii) Hıristiyanlar, ateşe tapanlar (Mecusi) ve şirk koşanlar; şüphesiz Allah, kıyamet günü aralarını ayıracaktır. Doğrusu Allah, herşeyin üzerinde şahid olandır. (Hac Suresi, 17)

Peygamber Efendimiz (sav) dönemine baktığımızda bu müşriklerin karakterlerini ve ahlak bozukluklarını kolayca anlayabiliriz. O dönemde Hz. İbrahim’e vahy edilen hak dinden saparak şirke dayalı bir inanç ve ibadet sistemini benimsemiş bir Arap toplumu vardı. Bunlar putlara tapıyorlardı fakat Allah’ı inkar etmiyorlardı. Allah’ın varlığını biliyor, ancak kendi uydurdukları birtakım putları da akılsızca Allah’la bir tutuyor (Allah’ı tenzih ederiz), O’na ortak koşuyorlardı. Hatta bu putları kendilerince aracı kılarak bunların Allah Katında kendileri için şefaatçi olacakları gibi batıl bir inanca sahiplerdi. Bir ayette müşriklerin bu çarpık inançları şöyle tarif edilir:

Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: “Bunlar Allah Katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve Yücedir.” (Yunus Suresi, 18)

Bu müşriklerin hac yaptıklarını, hacıları ağırladıklarını, Kabe’yi ziyaret ettiklerini, namaz kıldıklarını, Allah için harcamada bulunduklarını yine Kuran’dan öğrenmekteyiz. Bunlar kendilerini dindar, Allah Katında makbul kimseler olarak tanıtırlardı. Ancak ibadetlerini yalnızca Allah’a halis kılmadıkları, şirk zihniyeti içinde yaptıkları için bunlar kendilerine bir fayda sağlamamıştı. Kendilerini ne kadar dindar, ne kadar üstün, ne kadar Allah’a yakın saysalar da Allah onların Mescid-i Haram’a girmelerini yasaklamıştı. Bunu haber veren ayet şöyledir:

Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi Kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 28)

Kuran her devre hitap ettiği için, bu ayetlerin günümüze bakan hikmetlerini de görebilmek gerekir. Nitekim müşriklerle ilgili ayetlerde hak dini bozmaya yeltenerek, din adına ortaya bir şirk dini çıkarıp sonra buna uyanların ve diğer insanları da buna davet edenlerin tutum ve zihniyetleri açıkça tarif edilmektedir. Dolayısıyla bugün de benzer tutum ve zihniyete sahip olanların, uydurulmuş bir şirk dinini uygulayanların, ayetlerin genel tanım ve tarifine girdikleri açıktır. Gerçekten de din adına pek çok sapkın inanışın yaygın olduğu bazı toplumlarda, Allah adına dinde hüküm koyan, helaller, haramlar, farzlar, yasaklar öne sürenler ve bunlara tabi olanlar, ayetlerde tarif edilen, “Allah’a karşı yalan yere iftira düzen”, “Allah’ın indirdiğine değil de atalarına uyan”, “Allah’a karşı bilmedikleri şeyleri söyleyen” bir müşrik kesimini oluştururlar.

Üstelik bu müşrik kesime mensup olanlar kendilerini dinsiz olarak görmemekte, hatta tersine, dine asıl kendilerinin sahip çıktığını, gerçek dindarların kendileri olduğunu öne sürmektedirler. Bu yüzden tarih boyunca, hak dini bozmaya çalışarak şirke sapan toplumlar, kendilerini doğru yola, halis dine döndürmek için gönderilen elçileri kendi düşük akıllarınca sapkın, kendilerini ise dinlerinde kararlı kimseler olarak görmüşlerdir. Hatta birçok kavim elçilerini “Allah’a karşı yalan düzüp uyduran” kişiler olmak gibi akıl dışı bir ithamla suçlamıştır. (Müminun Suresi, 78; Sebe Suresi, 8) Aynı suçlama Peygamberimiz (sav)’e dahi yapılmıştır. (Şura Suresi, 24)

Başka ayetlerde, “dine sahip çıkma” iddiasıyla yola çıkan ve bu şekilde elçilere iftira eden müşriklerden şöyle söz edilir:

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.” “İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.” Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. “Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.” “Zikir (Kur’an), içimizden ona mı indirildi?” Hayır, onlar Benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz Benim azabımı tatmamışlardır. (Sad Suresi, 4-8)

Söz konusu kişiler, doğru yolda olduklarına dair kendilerini kandırarak inandırmışlardır. Hatta ahiret gününde şirk koştukları kendilerine haber verildiği zaman müşrik olduklarını kabullenmek istemezler. Onların bu durumları ayetlerde şöyle bildirilmiştir:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” Sonra onların: “Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik” demelerinden başka bir fitneleri olmadı. (Enam Suresi, 22-23)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, şirk koşulmasının temelinde, Allah’ın indirdiği hükümleri değil de, din adına uydurulmuş olan hükümleri benimsemek yatar. Kuran’ı ve sünneti rehber edinmeyen bir kimsenin şirke düşmesinin sebebi yalnızca bu yanlış tutumdan kaynaklanmamaktadır. Bu kimse herşeyden önce Yüce Allah’ı, Kuran’da tanıtıldığı gibi tanıyıp takdir edemediği için şirke saplanmıştır. Hurafelere, uydurma hikayelere dayanan batıl bir inancı vardır. Bu inancını Allah’a eş koşar. Allah’a olan sevgi ve saygı anlayışının da Kuran’da tarif edilenle hiç alakası yoktur. Oysa Allah Kuran’da Kendisi’ni insanlara tanıtmıştır. Dolayısıyla Allah’ı takdir edebilmenin ve dini gerçekten anlayabilmenin en güzel yolu Kuran’ı ve sünneti rehber edinmektir. Kuran’da herşeyin açıklandığı ve Kuran’ın Müslümanlara nimet olduğu şöyle bildirilmektedir:

… Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.
(Nahl Suresi, 89)

Müşriklerin Özellikleri

Sözünü ettiğimiz müşrik kitlesinin en büyük ortak özelliklerinden birisi “taassup”tur. Taassup, insanın düşünce ve davranışlarını, geçerli, mantıklı ve akılcı hiçbir delile dayanmaksızın uydurulmuş birtakım yasak, prensip ve yaptırımlara göre kısıtlaması, hayatını bunlara göre düzenlemesidir. Taassup din için söz konusu olduğunda ise, kişinin dinin gerçek ve geçerli kaynağını bırakarak, “zan ve tahmin”e dayalı düzmece kural ve prensiplere uyması akla gelir. Halk arasında, çoğunlukla yanlış olarak dindar Müslümanlar için kullanılan bu deyim, gerçekte din dışı birtakım hükümlere, emir ve yasaklara, din adına tabi olan müşrikleri tam anlamıyla tanımlar. Zaten taassup, müşriği böyle batıl bir dini benimsemeye yönelten en önemli etkendir. Çünkü nefsin, pek çok olumsuz haslete olduğu gibi taassuba karşı da bir eğilimi vardır.

Müşrik için böyle bir taassubu yaşamak ve onun savunuculuğunu yapmak, doğru yolu benimsemekten daha çekici gelir. Bundan kendince mistik bir zevk alır.

Müşrikler “taassup” üzerine kurulu dinlerini, garip semboller, kıyafetler ve ritüellerle doldururlar, çünkü bunlar büyük bir gösteriş aracıdır. Bunlar sayesinde çok dindar ve takva insanlar olarak bilinir, toplumda prestij elde etmeyi umarlar. Ama taassup müşriklerin dışarı karşı kullandıkları bir takva alameti olmasının ötesinde içten içe kendilerini tatmin eden batıl bir yapıdır. Çünkü bu tip insanların çarpık mantıklarına dinin özü, gerçeği yani Allah Katından indiği hali yetmemektedir. Dinin kolay bir şekilde yaşanabiliyor oluşu, dinde aklın, ferasetin hakim olması onların sapkın mantıklarının kabullenemediği bir durumdur. Onlar ancak zor bir din yaşarlarsa, insanlara da bunu gösterebilirlerse rahatlarlar. Kişinin yaptıklarını yalnızca Yüce Allah’ın bilmesinin yeterli olması onları huzursuz eder. Böyle bir yapı ihlaslı yani samimi olmayı gerektirdiği için bunu yaşayamaz, gösterişi tercih ederler.

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, Allah’ın insanlara rahmetinin bir sonucu olarak müşrikler, kendilerinden önceki dinlere mensup müşriklerin aksine, Allah’ın son kitabı olan Kuran-ı Kerim’in tek kelimesini bile değiştirememişlerdir. Kuran’dan sonra başka kitap indirilmeyeceği, başka din gelmeyeceği ve kıyamete kadar Kuran’ın geçerli olacağı Peygamberimiz (sav) tarafından da bildirilmiştir. Kuran’ı Allah korumuştur, koruyacaktır, bunu da yine Kuran’da Allah vaat etmiştir. Bu yüzden dinini gereği gibi açık ve detaylı bir biçimde öğrenmek isteyen samimi her insan için yol açıktır; Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav)’in Kuran’a uygun örnek yaşamı rehberdir.

Müşrik ise, insanları Kuran’dan uzak tutacak her türlü batıl inancı savunur. Getirdiği delillerin hiçbiri Kuran’a uygun değildir. Ayette belirtildiği gibi, zan ve tahminle yalan söyler. Allah hakkında birtakım zanlar besler. Tüm bu şüphelerinin verdiği bir güvensizlik ve eziklik içindedir. Kimi zaman da kendine güvenini ve kararlılığını saldırganlığı, küstahlığı, alaycılığı ve pervasızlığıyla yeniden kazanmaya çalışır.

Müşrik aynı zamanda cahildir. Ciltler dolusu kitabı ezbere bilse de cehaletten kurtulamaz. Kuran’ın ve hadislerin nuruyla aydınlanmadığı için cahildir. Herşeyden önce Allah’ı gereği gibi tanıyamaz, Kuran’da Allah’ın Kendisi’ni bildirdiği gibi bilemez. Batıl dininin kendisine tanıttığı çok farklı bir sahte ilaha tapar. Kuran’da bahsedilen gerçekleri göz ardı eder.

Bu cehaleti ve akılsızlığı hareketlerine, davranışlarına ve konuşmalarına da yansır. Kuran’ı anlamamış olması, hadisleri kavrayamaması, cehaleti, Kuran’da tarif edilen anlamdaki akla sahip olmayışı ve mantık örgüsündeki bozukluklar sürekli olarak diğer insanlar karşısında küçük düşmesine yol açar. Batıl bir dine bağlı olduğu için bunu akılcı bir biçimde savunamaz.

Müşrik, Allah’a doğrudan yönelemez; Rabbimiz ile samimi bir yakınlık kuramaz, çünkü kalbi kaskatıdır. Allah’a karşı yakınlık ve bağlılık hissetmez, yalnızca kendini kandırır. Allah’ın adı dilindedir fakat kalbinde değildir. Allah’a ulaşmak için kendince aracılar tayin eder. Bu aracıların rızasını kazanmayı yeterli görür. Oysa bu aracılar onu Allah’tan daha çok uzaklaştırır, şirkini arttırır. Müşriklerin Allah Katında şefaatçi sanarak sahte ilahlarını nasıl putlaştırdıkları ve bunların Allah Katında hiçbir geçerliliklerinin olmadığı Kuran’da şöyle bildirilir:

Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: “Bunlar Allah Katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve Yücedir.” (Yunus Suresi, 18)

Müşrik Kuran’dan uzak olduğu için, Kuran ahlakından da uzaktır. Hal ve hareketlerinde, tavır ve konuşmalarında Kuran’a ve sünnete uygun olmayan bir model izlenir. Kuran’ı okumadığı, okusa da müşrik zihniyetiyle doğru anlayamadığı için Allah’ın Kuran’da müminlere sunduğu bütün nimetlerden, bütün ilimlerden, bütün ahlaki güzelliklerden, manevi üstünlüklerden mahrum kalır. Üstünlükler şöyle dursun her türlü ahlaksızlığa, sahtekarlığa da oldukça yatkındır. Darda kaldığında ya da nefsinin arzu ve istekleri ile çatıştığında bir mazeret öne sürerek, vicdanını bastırarak her türlü sınırı çiğneyebilir.

Allah’a şirk koşan insanın bir diğer özelliği de cimri olmasıdır. Bir ayette, müminlerin ihtiyaçlarından arta kalanlarını infak etmeleri bildirilirken, müşrikler mallarının ancak çok cüzi bir miktarını, onu da çoğunlukla gösteriş maksadıyla ellerinden çıkarırlar. Malı, parayı yığıp biriktirmek en büyük tutkularından biridir. Hatta harcamaktansa biriktirmek nefislerine daha hoş gelir. Gerçek imana sahip olmadıkları, dolayısıyla Allah’a güven ve tevekkülleri olmadığı için gelecek korkusu içinde yaşarlar.

Müşrik bir insan sürekli istikbaline yönelik yatırımlar yapar. Elbette insan akılcı davranıp, geleceği de düşünebilir, ama bunu bir hırs, ihtiras haline getirmek ve tevekkülsüz bir üslup ve tavır içine girmek son derece çirkindir. Bu, aynı zamanda kişinin imanının, Allah’ı kavrayışının eksikliğini de ortaya koymaktadır. Allah’a güveni tam olan, rızkı verenin Allah olduğunu bilen bir insanın dünyaya yönelik bu derece hırs yapması söz konusu dahi olamaz.

Bununla birlikte kıskançlık, hırs ve bencillik gibi kötü ahlak özellikleri de müşrik yapıdaki bir insanın karakter ve şahsiyetinin temelini oluşturur. Bu tip insanlar estetikten, sanattan ve incelikten yoksundurlar. Tavır ve hareketleri de estetik ve incelikten uzaktır. Diğer insanlara karşı son derece kaba davranırlar. Üstelik böyle olmalarını da kendilerince bir üstünlük alameti olarak göstermeye çalışırlar.

Müşriklerin bir diğer özelliği de korkak olmalarıdır. Müşrikler, özellikle samimi müminlere karşı sebebini bilemedikleri bir korku içindedirler. Bu, Allah’ın, şirk koşmalarından dolayı onların kalplerinde yarattığı bir korkudur. Ayette bu durum şöyle belirtilir:

Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Al-i İmran Suresi,151)

Bundan başka müşrikler bedbaht ve karamsar bir ruh haline sahiptirler. Şirk koştukları için sıkıntılar, belalar, zorluklar, terslikler peşlerini bırakmaz. Bunlar onların azap ve aşağılanmalarının dünyadaki başlangıcıdır. Başlarından eksilmeyen bu belalardan ötürü bilinçaltlarında, Allah’a karşı akılsızca gizli bir isyan duyarlar. Fakat buna rağmen batıl dinlerinden de vazgeçmezler. Çünkü yaşam tarzlarını, aile yapılarını, çevrelerini, sosyal ve ticari ilişkilerini bu batıl dinlerinin üzerine kurmuşlardır. Bu düzeni terk etmek kolay kolay işlerine gelmez.

Müşriklerin en önemli özelliklerinden birisi de pis olmalarıdır. Tevbe Suresi’nin 27. ayetinde, “müşrikler ancak bir pisliktirler…” ifadesiyle onların her yönüyle, maddi ve manevi bir bütün olarak pislik içinde olduklarına işaret edilmektedir. Manevi pisliklerinin yanısıra maddi pislikleri de müşriklerin oldukça karakteristik özelliklerindendir. Gerek bedenleri, gerek giysileri, gerekse yaşadıkları ortamlar neredeyse sağlıklarına, vücutlarına zarar verecek derecede pistir. Gerçek manada, akılcı bir temizlikten haberleri yoktur.

Beslenmeleri de akılcı olmadığı ve çeşitli batıl inançlara ve hurafelere dayalı bir şekil ve zihniyet içerdiği için, kimi zaman yetersiz ve dengesiz beslenmeden kaynaklanan bedensel ve zihinsel gelişme bozuklukları görülebilir.

Müşriğin akıl sağlığı da yerinde değildir. Hayatı boyunca şirk sisteminden kaynaklanan olumsuz, sağlıksız yaşam tarzı onun zihinsel gelişimini ve beyinsel fonksiyonlarını da olumsuz yönde etkiler.

Bunların yanı sıra müşriğin yargı ve muhakemesi bozuktur. Konuşma ve davranışları dengesiz ve tutarsız, akıldan uzaktır. İnişli çıkışlı, istikrarsız bir ruh haline sahiptir. Sakinken birdenbire heyecanlanır, saldırganlık derecesine varan ani çıkışlar yapar. Yüksek ve bozulmuş bir ses tonuyla rahatsız edici bir biçimde konuşur.

Ancak içinde bulundukları bu kötü durumun şuuruna da tam anlamıyla varamazlar. Çünkü Kuran’da, Allah’ın zikrini görmezden gelen kimselerin üzerini şeytanların kabukla bağlayacakları, bunların da kendilerini doğru yolda sanacakları haber verilir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)

Nitekim müşrik bir insan içinde bulunduğu durum kendisine anlatıldığında da çoğu zaman samimi yaklaşmadığı için anlamaz, anlamak da istemez. Bu konuda yazılanları okusa bile üstüne alınmaz, konunun doğrudan muhatabı olduğunu fark etmez, fark etse de anlamazlıktan gelir. Tüm tarifler kendisini işaret etse bile kendine kondurmaz, şirki dışarıda arar.

Ancak, samimi oldukları halde cehalet nedeniyle başlangıçta böyle bir yanlış anlayışa düşenler, gerçekleri öğrenince vicdanwlarına başvurur, tevbe ederek doğru yola yönelerek, kurtulabilirler. Gerçek müşrik karakteri taşımadıkları halde, bilgisizlikleri nedeniyle müşriklere tabi olan kimselere, samimiyetleri ve halis niyetleri nedeniyle Allah’ın hidayet nasip etmesi umulur. İşte bu kitabın bir amacı da bu tür samimi niyetli, vicdanlı kimselere, hatalarını ve eksiklerini fark ettirmek, içinde bulundukları karanlık hakkında onları bilgilendirmek ve tevbe ederek Allah’ın halis dinine girmelerine vesile olmaktır.

Yoksa Allah gözlerindeki, kulaklarındaki ve kalplerindeki örtüyü kaldırmadıkça, burada anlatılanlardan gerçek bir müşriğin vicdanının harekete geçmesi, hidayete ermesi beklenemez. Bu kitabı alıp okuduğu halde kendi durumunu fark edememesi, kendini müstağni görmesi de Allah’ın mucizelerindendir. Elbette ki güzel olan ve beklenen sonuç tüm bu anlatılanların, müşrik sistemi içinde yaşayan insanların vicdanına hitap etmesi ve hidayetlerine vesile olmasıdır. Unutmamak gerekir ki kalpler Allah’ın elindedir. Şayet kişi samimi yaklaşır, tevbe eder, içinde bulunduğu durumu fark eder ve Allah’tan hidayet isterse Allah o kişiye icabet eder.

Bu nedenle böylesine büyük bir tehlikeye, Allah’ın böylesine çirkin gösterdiği bir sisteme karşı dikkatli olmak gerekir. Yapılması gereken şey ise insanın böyle bir tehlikeyi en baştan reddederek, kendinden uzak görmesi yerine, potansiyel olarak olabileceğini düşünüp, bu gözle kendisini, içinde bulunduğu sistemi, bakış açısını ve dine yaklaşımını gözden geçirmesidir. İnsanın hatalarını anlayıp düzeltmesi ayıp değildir; tam tersine samimiyet göstergesidir, Allah korkusunun olduğuna delildir.

Buraya kadar gördüğümüz gibi, Kuran’ı ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetini terk ederek, hurafeleri, sapkın uygulamaları, batıl inançları yaşamak insanı, doğru yola yöneltmek şöyle dursun, fitnenin ve şirkin tam ortasına sürükler. Bu nedenle, tek çare yegane çıkar yol olan Ehl-i Sünnet mezhebinin yoluna, Kuran’ın yoluna sıkı sıkıya sarılmaktır. Elbette pek çok sapkın görüş ve uygulama kendini hak gösterebilmek amacıyla Kuran ve sünnet adına ortaya çıkacağından bunlara karşı da son derece uyanık olunmalı, Kuran’ın ve sünnetin rehberliğinden uzaklaşılmamalıdır.

Şirkin İki Temel Sebebi

İnsanları şirke sürükleyen iki önemli neden vardır. Bunlar cehalet ve samimiyetsizliktir. İnsanın şirkten kurtulması ve şirke sapmaması için öncelikle gerekli ve yeterli imani bilgiye sahip olması, daha sonra da samimiyetsizlikten şiddetle kaçınması gerekir.

 

Cehalet

Allah’ın Kuran’da haber verdiği etkenlerin en önemlilerinden birisi din ahlakı konusundaki cehalettir. Bir ayette şirk koşanların bilgisiz bir topluluk olduğu şöyle bildirilmektedir:

Eğer müşriklerden biri, senden ‘aman isterse’, ona aman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)

Halis imanın şartı olan bilgiye insan ancak Kuran ve hadisler sayesinde ulaşabilir. Kuran’da insanlara tevhidin ne demek olduğu açıkça bildirilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığı, putların neler olduğu, katıksız bir imanın nasıl olması gerektiği, Allah’ın razı olduğu tavır, davranış ve zihniyetin nasıl olduğu, nelerin, nasıl bir düşünce ve davranış biçiminin şirke yol açabileceği, nefsin tuzakları, şeytanın hileleri, sakınılması gereken tutum ve davranışlar tek tek, ince ince tarif edilmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) de hayatı boyunca tüm bu gerçekleri detaylı olarak açıklamıştır.

Bu arada sözünü ettiğimiz öğrenmenin, elbette ki sadece bir bilgi artırma olmadığını vurgulamak gerekir. Kuran’da dikkat çekilen bilgi, yani “ilim”, insanın kalbini etkileyen, onun aklını ve vicdanını harekete geçiren bir bilgidir. Eğer bu tür bir kavrama olmaz da, insan Kuran’da anlatılanları sadece bilgi olarak öğrenirse, bunun yararı olmayabilir.

Kuran’da Allah’ın birliğini, O’ndan başka İlah olmadığını haber veren, ayrıca şirk konusu ve şirk koşanların durumları hakkında çok sayıda ayet bulunur. Bu konuların sık sık vurgulanması ve en ince detaylarıyla tarif edilmesi, bu konuların kavranmasının insanlar için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Kuran’ı gereği gibi okuyup düşünmemiş bir insanın ise elbette bu temel gerçekleri bilmesi mümkün değildir. Bu kimse Kuran’da ifade edildiği gibi “cahil”dir.

Böyle bir kimsenin durumu, Kuran indirilmeden önce dinden imandan haberi olmadan yaşayan müşrik toplumunun durumundan farksızdır. Kuran’ın indirilmesinden önceki dönem, ayetlerde bilgisizliğin, cahilliğin hakim olduğu dönem anlamına gelen “cahiliye” olarak tanımlanır. Ancak Kuran indirildiği halde Kuran’a uymayan bir kimse, isterse aradan 1400 sene geçsin hala bir cahiliye ferdidir. Daha da ötesi, Kuran yanı başında durmasına rağmen, onun ilettiği doğru yola tabi olmadığı için cehaletinden ve şirkinden dolayı hiçbir mazereti ve özürü de olamaz. Bu kişi isterse babadan, dededen kalma kulaktan dolma bilgilerle, hurafelerle dindar olduğunu iddia etsin, Kuran ahlakını yaşamadığı sürece cahildir ve Kuran’da kastedilen imana ve anlayışa henüz kavuşamamıştır. Allah’ın indirdiğine ve elçiye uymayıp da, atalarının yoluna uyanlar aslında bilgisizlik ve sapkınlık üzerine kurulu bir anlayışa tabidirler. Bu gerçeğe Allah Kuran’da şöyle dikkat çeker:

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?
(Maide Suresi, 104)

Kuran’da peygamber gönderilen, buna rağmen şirk koşan kavimlerin cahil olarak nitelendirildiklerini görürüz. Bu da bize cehaletin gerçekten de şirkin temelindeki çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili ayetlerden birkaçı şöyledir:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi. 
(Araf Suresi, 138)

Ad’ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf’taki kavmini: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım” diye uyarmıştı. Dediler ki: “Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.” Dedi ki: “İlim ancak Allah Katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” (Ahkaf Suresi, 21-23)

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen “cahillik etme” kavramında çok hikmetli bir anlam vardır. Şöyle ki, ayetlerde kullanıldığı manayla cahillik etmek yalnızca bilmemeyi değil, bildiği, gerçekleri görüp tanıdığı halde anlamazlıktan gelmeyi de içine almaktadır. Hz. Musa’yı ve ona indirilen Tevrat’ı bilen, Hz. Musa’nın tebliğine, onun Firavun’la olan mücadelesine tanık olan İsrailoğulları’ndan bazılarının durumu buna bir örnektir. İsrailoğulları içinden bir kısım insan, bunca ilme kavuştuktan sonra, hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi Allah’tan başka ilah istemişler (Allah’ı tenzih ederiz), üstelik bu taleplerini de Hz. Musa’ya söyleyebilmişlerdir. Bu, oldukça şaşırtıcı ve ibret verici bir durumdur. Buradan da, cahillikten kurtulmanın yolunun bilgi edinmenin ötesinde, kalbe sindirilmiş, kalpte etki uyandıran, düşünce ve davranışlara yansıyan bir ilmi kavramak olduğunu anlıyoruz.

Nitekim şirke düşerek sapmış olan bazı eski kavimlerin, özellikle de İsrailoğulları’ndan bazı kimselerin -samimi olanları tenzih ederiz- hatası buradadır. Ellerinde büyük bir bilgi bulunmasına, dahası bu bilgiyi çok iyi öğrenmiş olmalarına karşın, yine de sapmışlardır. Bu nedenle Kuran’da böyle davranan kişiler “kitap yüklü eşekler” olarak tanımlanır. Allah’ın ayette bildirdiği gibi; “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir”. (Cuma Suresi, 5)

Kuran’da bazı Yahudilerden söz edilirken ayrıca, “Onlardan bir bölümü, Allah’ın sözünü işitiyor, akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı” (Bakara Suresi, 75) şeklinde de haber verilmektedir. Bu da bilgiye sahip olmanın tek başına yeterli olmadığını, bir de bu bilgiyi gerçekten Allah korkusuyla değerlendirecek samimi bir kalbin gerekli olduğunu gösterir.

Böylece, şirkten arınmış halis bir imana sahip olmanın bir diğer önemli şartı görülmektedir: “Samimiyet”. Doğal olarak bunun tersi olan “samimiyetsizlik” de kişiyi şirke sürükleyen etkenlerden birisi olmuş olur.

 

Samimiyetsizlik

Burada samimiyetsizlikten kastettiğimiz, insanın gerçekleri gördüğü, öğrendiği halde, nefsinin dünyevi çıkarlarını gözetmek uğruna gerçeklere uymaması, hatta bunların tam tersine hareket etmesidir. Kuran’ı gereği gibi okuyan, akla ve vicdana sahip olan bir kimse Allah’ın hoşnut olacağı tavır ve ahlak biçiminin nasıl olması gerektiğini görür ve anlar. Ancak, samimiyeti derecesinde bu anladığına uyabilir ve hayatını buna göre şekillendirebilir.

Samimiyetsiz insan bazı küçük hesaplar ve menfaatler uğruna, bildiği doğruları bir kalemde terk edebilir. Hevasının, yani nefsinin istek ve arzularının, hırs ve ihtiraslarının peşinden gider. Allah’ın sınırlarını aşar, emirlerini göz ardı eder. Kısaca dünyaya meyleder, ahiretini ise çok ucuz bir karşılığa satar.

Unutmamak gerekir ki insan Allah’ın emirleri ile nefsinin emirleri arasında bir tercih yapmak söz konusu olduğunda nefsine tabi olursa nefsini Allah’a şirk koşmuş olur. Bu tutumundan vazgeçip tevbe etmedikçe de şirkten arınamaz. İsterse nefsiyle çatışmayan diğer konulara son derece titizlik göstersin yine de bu durum değişmez. Örneğin bir insan dıştan bakıldığında çok ibadet ediyor gibi görünebilir, gerçekten bazı ibadetleri yapıyor da olabilir. Ancak bu kişi bile bile Allah’ın tek bir hükmünü umursamazlıktan geliyorsa örneğin 5 vakit namazını kılmıyorsa, bu noktada vicdansızlık yapıyor ya da daha doğru bir deyimle nefsini tercih ediyordur. Üstelik nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda, bile bile, ısrarla, tevbe etmeyip pişmanlık duymaksızın bu tavrına devam ediyorsa bunun anlamı şirk olabilir. Böyle kimseler işlerine gelmeyen konularda Yüce Rabbimiz Allah’ın emirlerini terk edip hevalarına uydukları için akılsızca hevalarını ilah edinmiş, dolayısıyla müşrik olmuşlardır. Müşriklerinse tevbe etmedikleri ve direndikleri sürece, ibadetleri de dahil olmak üzere bütün yapıp ettikleri boşa çıkacaktır. Allah Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu: “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. “Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer Suresi, 65-66)

Buraya kadar anlaşılacağı gibi, kastettiğimiz anlamda samimiyetsizlik, bütünüyle din ahlakından uzak kimselere özgü bir durum değildir. Samimiyetsizliklerinden ötürü şirke saplanan kimseler kimi zaman da dindar görünümleri altında çifte standart uygulayan kişilerdir. Böyle kişiler bir yandan dünyalarını kurtarmaya, nefislerini memnun etmeye çalışırken bir yandan da din ahlakına uyuyormuş gibi görünerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. Bunlar dini, Allah’ın istediği, Kuran’da bildirdiği ve Peygamberimiz (sav)’in öğrettiği şekilde değil de kendi istekleri doğrultusunda yaşarlar. Yani kendilerine göre batıl bir din oluşturur ve bunu yaşarlar. Ama yaptıkları şeyin anlamı açıktır; Allah’ın rızasını değil de nefislerinin rızasını tercih etmişlerdir. Samimi bir imanda ise böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Nefsin istekleri, emirleri, telkinleri hiç önemli değildir. Önemli olan tek şey Allah’ın istekleridir; mümin Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak için nefsine rahatça söz geçirir. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı son derece titiz olur. Allah’a olan yoğun sevgisi, korkusu, bağlılığı bunu gerektirir. Bu nedenle hiçbir konuda nefsiyle dini arasında bir seçime gitmez. Eğer bir konuda Allah’ın hoşnut olacağını umduğu seçeneği anladıysa vakit geçirmeksizin onu yapar.

Müminlerin tam tersi bir anlayışa sahip olan müşrikler ise, en başta Allah’a karşı samimiyetsizdirler. Allah bunların kalplerinden geçeni, niyetlerini bilmekte ve her yaptıklarına şahit olmaktadır. Oysa müşrikler bu açık gerçeğe rağmen Allah’a karşı samimi davranmamakta, iki yüzlü tavırlarına devam etmektedirler. Samimiyetsizce öne sürdükleri hatta kendilerini bile inandırdıkları mazeretlerin kabul edileceğini sanmaktadırlar. Zaten sorulduğunda hemen hepsi kendilerini cennete layık kimseler olarak görürler.

Belli bir bilgiye sahip olduğu halde bile bile şirke yönelen kişinin algılama yeteneğinin kapandığı Kuran’da bildirilmiştir. Bu nedenle müşriklerin bu tür anlaşılmaz, samimiyetsiz, çifte standart tutumlarında herhangi bir akıl ve mantık aramak aslında anlamsızdır. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, samimiyetsizliğin ve bundan kaynaklanan şirkin temelinde bir nevi şuursuzluk ve Allah’ı gereği gibi takdir edememe durumu olduğu anlaşılmaktadır. Zümer Suresi’nde müşriklerin bu şuur noksanlığından şöyle söz edilir:

Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve Yücedir. (Zümer Suresi, 67)

Samimiyetsiz iki yüzlü bir müşrik, yalnızca kendisi için değil çevresi için de bir tehlikedir. Çünkü kendisi çekinmeden, pervasızca şirk koşarken bir yandan da diğer insanları buna teşvik eder. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu ise samimiyettir. Bir insan bütün ömrünü şirk içinde geçirmiş veya bilmeden bu tür insanların peşinden gitmiş olabilir. Ama bilmelidir ki günün birinde tevbe edip, samimi bir kalple Allah’a yönelirse elbette ki Allah’tan kurtuluş umabilir. Bunun için yapması gereken ise hayatının her anında her saniyesinde yalnızca Allah’ın rızasını esas almak, din ahlakını Allah’ın son hak kitabı olan Kuran’dan ve hadislerden öğrenmek ve öğrendiklerini tam anlamıyla uygulamaktır. Ama unutmamak gerekir ki uygularken hiçbir mazeret, şart öne sürmemeli Allah’ın hükümlerine ve rızasına kayıtsız, şartsız teslim olmalı ve hiç vakit geçirmeden uygulamalıdır. Bu takdirde elbette ki bağışlaması bol olan Allah’tan rahmet umabilir. Bu gerçeğe Allah Kuran’da şöyle dikkat çekmiştir:

(Benden onlara) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbiniz’den, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel. (Zümer Suresi, 53-55)

 

Şirkin İki Temel Sebebi

İnsanları şirke sürükleyen iki önemli neden vardır. Bunlar cehalet ve samimiyetsizliktir. İnsanın şirkten kurtulması ve şirke sapmaması için öncelikle gerekli ve yeterli imani bilgiye sahip olması, daha sonra da samimiyetsizlikten şiddetle kaçınması gerekir.

 

Cehalet

Allah’ın Kuran’da haber verdiği etkenlerin en önemlilerinden birisi din ahlakı konusundaki cehalettir. Bir ayette şirk koşanların bilgisiz bir topluluk olduğu şöyle bildirilmektedir:

Eğer müşriklerden biri, senden ‘aman isterse’, ona aman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)

Halis imanın şartı olan bilgiye insan ancak Kuran ve hadisler sayesinde ulaşabilir. Kuran’da insanlara tevhidin ne demek olduğu açıkça bildirilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığı, putların neler olduğu, katıksız bir imanın nasıl olması gerektiği, Allah’ın razı olduğu tavır, davranış ve zihniyetin nasıl olduğu, nelerin, nasıl bir düşünce ve davranış biçiminin şirke yol açabileceği, nefsin tuzakları, şeytanın hileleri, sakınılması gereken tutum ve davranışlar tek tek, ince ince tarif edilmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) de hayatı boyunca tüm bu gerçekleri detaylı olarak açıklamıştır.

Bu arada sözünü ettiğimiz öğrenmenin, elbette ki sadece bir bilgi artırma olmadığını vurgulamak gerekir. Kuran’da dikkat çekilen bilgi, yani “ilim”, insanın kalbini etkileyen, onun aklını ve vicdanını harekete geçiren bir bilgidir. Eğer bu tür bir kavrama olmaz da, insan Kuran’da anlatılanları sadece bilgi olarak öğrenirse, bunun yararı olmayabilir.

Kuran’da Allah’ın birliğini, O’ndan başka İlah olmadığını haber veren, ayrıca şirk konusu ve şirk koşanların durumları hakkında çok sayıda ayet bulunur. Bu konuların sık sık vurgulanması ve en ince detaylarıyla tarif edilmesi, bu konuların kavranmasının insanlar için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Kuran’ı gereği gibi okuyup düşünmemiş bir insanın ise elbette bu temel gerçekleri bilmesi mümkün değildir. Bu kimse Kuran’da ifade edildiği gibi “cahil”dir.

Böyle bir kimsenin durumu, Kuran indirilmeden önce dinden imandan haberi olmadan yaşayan müşrik toplumunun durumundan farksızdır. Kuran’ın indirilmesinden önceki dönem, ayetlerde bilgisizliğin, cahilliğin hakim olduğu dönem anlamına gelen “cahiliye” olarak tanımlanır. Ancak Kuran indirildiği halde Kuran’a uymayan bir kimse, isterse aradan 1400 sene geçsin hala bir cahiliye ferdidir. Daha da ötesi, Kuran yanı başında durmasına rağmen, onun ilettiği doğru yola tabi olmadığı için cehaletinden ve şirkinden dolayı hiçbir mazereti ve özürü de olamaz. Bu kişi isterse babadan, dededen kalma kulaktan dolma bilgilerle, hurafelerle dindar olduğunu iddia etsin, Kuran ahlakını yaşamadığı sürece cahildir ve Kuran’da kastedilen imana ve anlayışa henüz kavuşamamıştır. Allah’ın indirdiğine ve elçiye uymayıp da, atalarının yoluna uyanlar aslında bilgisizlik ve sapkınlık üzerine kurulu bir anlayışa tabidirler. Bu gerçeğe Allah Kuran’da şöyle dikkat çeker:

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?
(Maide Suresi, 104)

Kuran’da peygamber gönderilen, buna rağmen şirk koşan kavimlerin cahil olarak nitelendirildiklerini görürüz. Bu da bize cehaletin gerçekten de şirkin temelindeki çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili ayetlerden birkaçı şöyledir:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi. 
(Araf Suresi, 138)

Ad’ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf’taki kavmini: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım” diye uyarmıştı. Dediler ki: “Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.” Dedi ki: “İlim ancak Allah Katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” (Ahkaf Suresi, 21-23)

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen “cahillik etme” kavramında çok hikmetli bir anlam vardır. Şöyle ki, ayetlerde kullanıldığı manayla cahillik etmek yalnızca bilmemeyi değil, bildiği, gerçekleri görüp tanıdığı halde anlamazlıktan gelmeyi de içine almaktadır. Hz. Musa’yı ve ona indirilen Tevrat’ı bilen, Hz. Musa’nın tebliğine, onun Firavun’la olan mücadelesine tanık olan İsrailoğulları’ndan bazılarının durumu buna bir örnektir. İsrailoğulları içinden bir kısım insan, bunca ilme kavuştuktan sonra, hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi Allah’tan başka ilah istemişler (Allah’ı tenzih ederiz), üstelik bu taleplerini de Hz. Musa’ya söyleyebilmişlerdir. Bu, oldukça şaşırtıcı ve ibret verici bir durumdur. Buradan da, cahillikten kurtulmanın yolunun bilgi edinmenin ötesinde, kalbe sindirilmiş, kalpte etki uyandıran, düşünce ve davranışlara yansıyan bir ilmi kavramak olduğunu anlıyoruz.

Nitekim şirke düşerek sapmış olan bazı eski kavimlerin, özellikle de İsrailoğulları’ndan bazı kimselerin -samimi olanları tenzih ederiz- hatası buradadır. Ellerinde büyük bir bilgi bulunmasına, dahası bu bilgiyi çok iyi öğrenmiş olmalarına karşın, yine de sapmışlardır. Bu nedenle Kuran’da böyle davranan kişiler “kitap yüklü eşekler” olarak tanımlanır. Allah’ın ayette bildirdiği gibi; “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir”. (Cuma Suresi, 5)

Kuran’da bazı Yahudilerden söz edilirken ayrıca, “Onlardan bir bölümü, Allah’ın sözünü işitiyor, akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı” (Bakara Suresi, 75) şeklinde de haber verilmektedir. Bu da bilgiye sahip olmanın tek başına yeterli olmadığını, bir de bu bilgiyi gerçekten Allah korkusuyla değerlendirecek samimi bir kalbin gerekli olduğunu gösterir.

Böylece, şirkten arınmış halis bir imana sahip olmanın bir diğer önemli şartı görülmektedir: “Samimiyet”. Doğal olarak bunun tersi olan “samimiyetsizlik” de kişiyi şirke sürükleyen etkenlerden birisi olmuş olur.

 

Samimiyetsizlik

Burada samimiyetsizlikten kastettiğimiz, insanın gerçekleri gördüğü, öğrendiği halde, nefsinin dünyevi çıkarlarını gözetmek uğruna gerçeklere uymaması, hatta bunların tam tersine hareket etmesidir. Kuran’ı gereği gibi okuyan, akla ve vicdana sahip olan bir kimse Allah’ın hoşnut olacağı tavır ve ahlak biçiminin nasıl olması gerektiğini görür ve anlar. Ancak, samimiyeti derecesinde bu anladığına uyabilir ve hayatını buna göre şekillendirebilir.

Samimiyetsiz insan bazı küçük hesaplar ve menfaatler uğruna, bildiği doğruları bir kalemde terk edebilir. Hevasının, yani nefsinin istek ve arzularının, hırs ve ihtiraslarının peşinden gider. Allah’ın sınırlarını aşar, emirlerini göz ardı eder. Kısaca dünyaya meyleder, ahiretini ise çok ucuz bir karşılığa satar.

Unutmamak gerekir ki insan Allah’ın emirleri ile nefsinin emirleri arasında bir tercih yapmak söz konusu olduğunda nefsine tabi olursa nefsini Allah’a şirk koşmuş olur. Bu tutumundan vazgeçip tevbe etmedikçe de şirkten arınamaz. İsterse nefsiyle çatışmayan diğer konulara son derece titizlik göstersin yine de bu durum değişmez. Örneğin bir insan dıştan bakıldığında çok ibadet ediyor gibi görünebilir, gerçekten bazı ibadetleri yapıyor da olabilir. Ancak bu kişi bile bile Allah’ın tek bir hükmünü umursamazlıktan geliyorsa örneğin 5 vakit namazını kılmıyorsa, bu noktada vicdansızlık yapıyor ya da daha doğru bir deyimle nefsini tercih ediyordur. Üstelik nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda, bile bile, ısrarla, tevbe etmeyip pişmanlık duymaksızın bu tavrına devam ediyorsa bunun anlamı şirk olabilir. Böyle kimseler işlerine gelmeyen konularda Yüce Rabbimiz Allah’ın emirlerini terk edip hevalarına uydukları için akılsızca hevalarını ilah edinmiş, dolayısıyla müşrik olmuşlardır. Müşriklerinse tevbe etmedikleri ve direndikleri sürece, ibadetleri de dahil olmak üzere bütün yapıp ettikleri boşa çıkacaktır. Allah Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu: “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. “Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer Suresi, 65-66)

Buraya kadar anlaşılacağı gibi, kastettiğimiz anlamda samimiyetsizlik, bütünüyle din ahlakından uzak kimselere özgü bir durum değildir. Samimiyetsizliklerinden ötürü şirke saplanan kimseler kimi zaman da dindar görünümleri altında çifte standart uygulayan kişilerdir. Böyle kişiler bir yandan dünyalarını kurtarmaya, nefislerini memnun etmeye çalışırken bir yandan da din ahlakına uyuyormuş gibi görünerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. Bunlar dini, Allah’ın istediği, Kuran’da bildirdiği ve Peygamberimiz (sav)’in öğrettiği şekilde değil de kendi istekleri doğrultusunda yaşarlar. Yani kendilerine göre batıl bir din oluşturur ve bunu yaşarlar. Ama yaptıkları şeyin anlamı açıktır; Allah’ın rızasını değil de nefislerinin rızasını tercih etmişlerdir. Samimi bir imanda ise böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Nefsin istekleri, emirleri, telkinleri hiç önemli değildir. Önemli olan tek şey Allah’ın istekleridir; mümin Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak için nefsine rahatça söz geçirir. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı son derece titiz olur. Allah’a olan yoğun sevgisi, korkusu, bağlılığı bunu gerektirir. Bu nedenle hiçbir konuda nefsiyle dini arasında bir seçime gitmez. Eğer bir konuda Allah’ın hoşnut olacağını umduğu seçeneği anladıysa vakit geçirmeksizin onu yapar.

Müminlerin tam tersi bir anlayışa sahip olan müşrikler ise, en başta Allah’a karşı samimiyetsizdirler. Allah bunların kalplerinden geçeni, niyetlerini bilmekte ve her yaptıklarına şahit olmaktadır. Oysa müşrikler bu açık gerçeğe rağmen Allah’a karşı samimi davranmamakta, iki yüzlü tavırlarına devam etmektedirler. Samimiyetsizce öne sürdükleri hatta kendilerini bile inandırdıkları mazeretlerin kabul edileceğini sanmaktadırlar. Zaten sorulduğunda hemen hepsi kendilerini cennete layık kimseler olarak görürler.

Belli bir bilgiye sahip olduğu halde bile bile şirke yönelen kişinin algılama yeteneğinin kapandığı Kuran’da bildirilmiştir. Bu nedenle müşriklerin bu tür anlaşılmaz, samimiyetsiz, çifte standart tutumlarında herhangi bir akıl ve mantık aramak aslında anlamsızdır. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, samimiyetsizliğin ve bundan kaynaklanan şirkin temelinde bir nevi şuursuzluk ve Allah’ı gereği gibi takdir edememe durumu olduğu anlaşılmaktadır. Zümer Suresi’nde müşriklerin bu şuur noksanlığından şöyle söz edilir:

Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve Yücedir. (Zümer Suresi, 67)

Samimiyetsiz iki yüzlü bir müşrik, yalnızca kendisi için değil çevresi için de bir tehlikedir. Çünkü kendisi çekinmeden, pervasızca şirk koşarken bir yandan da diğer insanları buna teşvik eder. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu ise samimiyettir. Bir insan bütün ömrünü şirk içinde geçirmiş veya bilmeden bu tür insanların peşinden gitmiş olabilir. Ama bilmelidir ki günün birinde tevbe edip, samimi bir kalple Allah’a yönelirse elbette ki Allah’tan kurtuluş umabilir. Bunun için yapması gereken ise hayatının her anında her saniyesinde yalnızca Allah’ın rızasını esas almak, din ahlakını Allah’ın son hak kitabı olan Kuran’dan ve hadislerden öğrenmek ve öğrendiklerini tam anlamıyla uygulamaktır. Ama unutmamak gerekir ki uygularken hiçbir mazeret, şart öne sürmemeli Allah’ın hükümlerine ve rızasına kayıtsız, şartsız teslim olmalı ve hiç vakit geçirmeden uygulamalıdır. Bu takdirde elbette ki bağışlaması bol olan Allah’tan rahmet umabilir. Bu gerçeğe Allah Kuran’da şöyle dikkat çekmiştir:

(Benden onlara) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbiniz’den, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel. (Zümer Suresi, 53-55)

 

Şirke Yol Açan
Tehlikeli Bir Tavır: “Duygusallık”

Şirkin mantıklı ve akılcı bir dayanağı olmadığı açıktır. Bir kimse düşünüp aklıyla, vicdanıyla muhasebe yaptığında, Allah’tan başka İlah olmadığını ve olamayacağını apaçık görür ve anlar. Ancak, buna rağmen insanlardan bir kısmı hatta çoğunluğu, bu gerçeği fark etmiş olmanın gerektirdiği düşünce ve davranış biçimini sergilemez, tam aksine hareket eder. Bu, şaşırtıcı ve mantıksız olduğu halde çok sık karşılaşılan bir durumdur.

Bir gerçeği akıl ve mantık kabul ettiği halde, bu gerçeğe uymamak ve farklı yollar benimsemek birtakım duygusal etkenlerin akla ve mantığa baskın çıkmasından, bunları örtmesinden kaynaklanır. Biz bunu kısaca “duygusallık” ya da “romantizm” olarak tanımlayacağız.

İnsanın doğru düşünmesi ve doğru hareket edebilmesi ancak aklını kullanması sayesinde olur. Kuran’ın pek çok ayetinde, müminlerin akıllarını kullanarak çok önemli gerçekleri kavradıkları, müşriklerin, kafirlerin ise akıllarını kullanmadıkları ve bu yüzden içinde bulundukları duruma düştükleri anlatılır. İşte bunun önemli sebeplerinden birisi müşriklerin yalnızca duygularının etkisinde hareket etmeleridir.

Aklın kapanmasına sebep olan duygusallık insanı şeytanın bütün telkinlerine açık hale getirir, onun oyuncağı yapar. Şeytan duygusallık silahıyla müşrikleri dilediği gibi yönlendirip her türlü sapkınlığa sürükleyebilir.

İnsana yaratılıştan verilmiş olan, sevgi, korku, güven, ihtiyaç, sığınma, vs. gibi bütün duygular, Yüce Allah’ın rızasını kazanması, Allah yolunda kullanması, iyinin ve doğrunun savunucusu, takipçisi olması için verilmiştir. Ancak bu duygular Kuran’da tarif edilen şekilde yaşanmazsa, şeytani yönde bir itici güç oluştururlar.

Şirkin ortaya çıkışı da bu sevgi, korku, sığınma, yardım bekleme, güvenme gibi duyguların, veriliş amacından saptırılıp yanlış yönlendirilmesiyle olur. Bu duygular rahmani veya şeytani doğrultuda yönlendirilebilirler. Rahmani tarafa yönlendirildiklerinde insanı imana, ihlasa, Allah’a götürürken, şeytani yöne çevrildiklerinde şirke ve pisliğe sürüklerler. Çünkü kişi, Allah’a ve O’nun istediği yöne yöneltmesi ve karşılığını da Allah’tan beklemesi gereken bu tür hisleri, başkalarına yöneltince ilahlık vasfını da onlara yüklemiş olur. (Allah’ı tenzih ederiz) Dolayısıyla, Allah’ı bırakıp da Allah’ı sever gibi sevdiği kişiyi ya da Yüce Allah’tan korkar gibi korktuğu kimseyi veya Allah’ı unutup da kendisinden yardım beklediği kimseyi sapkınca ilahlaştırmış olur.

Oysa ileride de açıklayacağımız gibi, sevilmeye, övülmeye, yüceltilmeye, Kendisi’nden korkulmaya, yardım istenilmeye, güvenilmeye gerçek anlamda layık olan sadece Allah’tır. Zira, herşeyin kaynağı, herşeye varlığını veren, üstünlük ve güzelliklerin, tüm bilgi ve gücün yegane sahibi Allah’tır. Bütün bu özellikler İlahlık özellikleridir. Bu özellikleri, Allah’ı unutarak ve büyük bir akılsızlık göstererek yaratılmışlara vermek bu varlıkları ilah edinmek anlamına gelir ki bu şirk olur.

Şimdi, sevgi, korku, yardım bekleme hislerini tek tek ele alarak, akılla bu hisleri kontrol altına almamanın, aklıyla değil de duygularıyla hareket etmenin şirke nasıl yol açabileceğini inceleyelim.

 

Sevgi

İman eden bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah kendisini yoktan var etmiş, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi ona vermiştir. Bütün ihtiyaçlarını karşılamış ve halen de karşılamaktadır. Kendisi için bu dünyada sayısız nimetler yaratmıştır. Dahası, Kendisi’ne iman ettiği ve itaat ettiği takdirde, onu, hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, Katından bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca Kendisi’nden bir rahmet ve lütuf olarak karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah’tır.

Sevginin oluşmasındaki sebeplerden biri de sevilen kimsedeki üstün ve güzel özelliklere karşı duyulan ilgi ve hayranlıktır. Bu ilgi ve hayranlık karşı taraftan da karşılık gördüğünde aradaki ilişki kuvvetli bir sevgi bağına dönüşür. Ancak burada önemli olan nokta, üstünlük ve güzelliğin gerçek sahibini bulmak ve ilgi, sevgi ve hayranlık hislerini ona yöneltmektir. O da yine, bütün güzelliklerin, üstün ve yüce sıfatların kaynağı, sahibi olan Allah’tır. O’nun yarattıklarının sahibiymiş gibi göründükleri üstün sıfatlar ise, yalnızca Allah’ın sonsuz sıfatlarının çok küçük birer yansımasıdırlar ve gerçekte Allah’a aittirler. Allah’ın kulları üzerinde tecelli etmekte, yani görünmektedirler. Bütün bunlardan dolayı sevgi ancak Allah’ın Zatına duyulur. İnsanın bir kimseyi veya bir eşyayı, Allah’tan bağımsız, müstakil bir varlık olarak görüp de Allah’ı sever gibi sevmesi ise, onun şirk koştuğunun en belirgin alametlerinden birisidir.

Burada kastedilen temelinde yanlış ve haksız bir sevginin olduğu durumlardır. Elbette ki sevgi duymak yanlış değildir, yanlış olan Allah’ı tamamen unutup, adeta bir tutkuyla, ihtirasla karşı tarafa bağlanmaktır. Ya da o insan için Allah’ın rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri terk etmektir. Oysa imani gözle bakıldığında insanların sahip oldukları tüm güzelliklerin asıl sahibinin Allah olduğu anlaşılır. Bunu fark eden insan doğal olarak Allah’a yönelir, karşısındaki insanı severken aslında Allah’ı sevdiğinin bilincindedir. Ancak müşriklerin sevgilerinde durum farklıdır. Bir ayette müşriklerin Allah’ı bırakıp, kendilerine sevgi bağı ile putlar edindikleri şöyle ifade edilir:

(İbrahim) Dedi ki: “Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.”
(Ankebut Suresi, 25)

Yukarıdaki ayette haber verildiği gibi, ahirette bu sevgi bağı nefrete ve karşılıklı inkara dönüşecektir. Bunun sebebi, insanların sevgi bağı kurarak edindikleri bu putların ahirette kendi azaplarına sebep olmasıdır. Yalnızca Allah’ı İlah edinen bir kimsenin başka bir şeyi, başka bir kimseyi Allah kadar ya da O’ndan daha fazla sevmesi asla söz konusu olamaz. Bunun aksine bir tutum takınan müşrikler ise ayette şöyle tarif edilir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)

Ayette, iman edenlerin en çok Allah’ı sevdikleri belirtilmiştir. Bunun aksi bir uygulama içinde olan kişinin samimi olmadığı ya da Allah’ı ve dini gereği gibi tanımıyor olabilir. Zaten ayetin sonundan, şirk koşanların Allah hakkında yanlış ve eksik bir bilgi ve anlayışa sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar, Allah ile samimi bir yakınlık kuramadıklarından ve Allah’ı gereği gibi takdir edemediklerinden, sahip oldukları sevgiyi başka kişilere yöneltirler.

Burada sevgi yoluyla yaşanan şirk modelinin en sık ve yoğun rastlandığı ilişki türü olan kadın-erkek ilişkileri üzerinde özellikle durmakta yarar vardır.

Kadın-erkek ilişkilerinde, Allah rızası dışında karşılıklı kurulan bağlılık ve beraberlikler, insanları şirke saptıran en önemli konulardan birisidir. Genellikle romantizm, duygusallık ve karşılıklı birtakım menfaatler üzerine kurulan bu tür beraberliklerde kişiler Allah’ın rızasını değil, birbirlerinin rızasını ve hoşnutluğunu ararlar. Birbirlerinin hoşnutluğunu Allah’ın rızasına tercih ederler. Birbirlerini memnun edebilmek için Allah’ın sınırlarını çiğnemekte bir sakınca görmez, rahatsızlık hissetmezler. Allah’ın temelinde kendisine yöneltilmesi için verdiği sevgi duygusunu birbirlerine yöneltirler. Allah’ı değil birbirlerini anarlar. Sonuçta Allah’a karşı yerine getirmeleri gereken bütün vazifeleri birbirlerine karşı yerine getiren, birbirlerini Yüce Allah’tan bağımsız müstakil varlıklar olarak görme sapkınlığına düşmüş kişiler ortaya çıkar. Kuran’da bu tür ilişkiler birbirine tapma, birbirini ilah edinme olarak tanımlanır.

Bu tür bir şirk ilişkisinde kadınlara karşı beslenen tutku dolu sevgiye Kuran’da dikkat çekilmektedir. Eğer bu sevgi, Allah’ı unutturan, Allah’ı gereği gibi anmayı engelleyen, Allah sevgisine tercih edilen, kalpten Allah sevgisini çıkarıp da onun yerine konulan bir sevgi türüyse, kişiyi doğrudan şirke sürükler. Toplumda masum görülen böyle bir tutumun aslında Allah Katında çok farklı bir karşılığı olduğu bize Kuran’da şöyle haber verilir:

Onlar, O’nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar. (Nisa Suresi, 117)

Aynı tehlike yalnızca erkekler için değil kadınlar için de geçerlidir. Bazı toplumlarda, bu şirk sevgisi, “aşk”, “romantizm”, “saf ve temiz duygular”, vs. şeklinde masum gösterilir, hatta yüceltilip teşvik edilir. Özellikle genç yaştaki insanları etkisine alan bu romantizm telkini akıl ve şuurun gelişmesini engellediği için, dinden, imandan, yaratılış amaçlarından haberleri olmayan, Allah’ı unutmuş, Allah sevgisini, Allah korkusunu bilmeyen, şirki doğal bir davranış, bir yaşam tarzı haline getirmiş sapkın nesiller meydana çıkmaktadır. Ancak burada önemli bir noktayı tekrar hatırlatmakta yarar vardır: Elbette ki insanlar birbirlerini sevebilirler, birbirlerine sevgiyle bağlanabilirler, ama tüm bunlar Allah’tan bağımsız olmamalıdır. Yoksa özünde Allah sevgisine dayalı olmak kaydıyla insanların birbirlerine sevgiyle tutkun olması Kuran’da sözü edilen ve cennette olacağı bildirilen bir modeldir. Bir ayette, cennette “Eşlerine sevgiyle tutkun” (Vakıa Suresi, 37) insanların olacağı haber verilmiş ve bu modelin makbuliyetine dikkat çekilmiştir.

Müminin sevgisi berrak, nurlu, kalpte ferahlık oluşturan bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah’tır. Karşısındaki varlığı dünyada Allah’ın tecellilerini barındırdığı için sever. Bu yüzden de, sevdiği bir kimse veya varlık ölünce veya sevdiği bir eşya kaybolunca, kendisinden alınınca mümin üzülmez, bir mahrumiyet, ayrılık acısı çekmez. Çünkü sevdiği varlıktaki maddi manevi bütün güzelliklerin, tecellilerin gerçek sahibi Allah’tır. Allah ebedi ve ezelidir. Hepsinden önemlisi kendisine şah damarından daha yakındır. Yalnızca kendisini imtihan etmek için geçici olarak bazı tecellilerini geri almıştır. İmanını ve bu anlayışını sürdürdüğü sürece dilerse bu dünyada dilerse ahirette sonsuza dek kendisine çok daha yoğun olarak pek çok güzel sıfatıyla tecelli edecektir. İşte bu sırrı kavradığı ve katıksız gerçek imana kavuştuğu için mümine üzüntü ve acı verecek, onu duygusallığa düşürecek hiçbir durum söz konusu değildir. Bir ayette iman edenlerin bu ruh hali şöyle tarif edilir:

Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)

Müşrikler içinse durum tam tersidir. Sevdikleri, bağlandıkları kişiler kendilerini birer birer terk ettiklerinde, her biri için sonsuz ayrılık acısını kalplerinde duyarlar. Allah’a tercih ettikleri, şirk koştukları herkes ve herşey onların dünyada ve ahirette azaplarına sebep olacaktır. Bu durum şarkıların, şiirlerin, romanların ve filmlerin vazgeçilmez konusunu oluşturur. Bunların pek çoğunun temasını karşılıksız, ümitsiz aşklar, ayrılıklar, ihanetler, terk etmeler, ölümler ve bunlardan kaynaklanan acı, keder ve ızdırap oluşturur.

Bu şekilde dünyada başlayan azapları ahirette çok daha şiddetli bir maddi ve manevi azapla sonsuza dek devam eder. Kuran’da, cehennemde yüreklere tırmanıp çıkan bir ateşten bahsedilmektedir. (Hümeze Suresi, 5-7) İşte dünyadaki her türlü yürek acısının kat kat şiddetlisi cehennemde müşriğin manevi azabının bir parçasını oluşturur. Allah Kendisi’ne ihanet eden, haksız yere şirk koşanlardan hem dünyada hem de ahirette intikam alır.

 

Korku

İnsanları şirke sürükleyen unsurlardan bir diğeri de korkudur. Yalnızca Allah’a karşı yöneltilmesi gereken korku hissi, O’nun yarattıklarına karşı duyulduğunda ve bu korku kişinin tavır ve davranışlarını etkilediğinde şirk oluşmuş olur. Çünkü Kendisi’nden gerçekten korkulmaya layık olan tek varlık Allah’tır. Mutlak gücün sahibi O’dur. Herşey O’nun dilemesi ve kontrolü altındadır. O’nun bilgisi ve izni dışında hiçbir şey gerçekleşemez. O dilemediği sürece hiçbir şey insana zarar veremez. O bir kimseye zarar dileyecek olsa, bu zararı Allah’tan başka giderecek de yoktur. Dolayısıyla korkup sakınılması gereken sadece Allah’tır. Allah’tan başkasından korkmak ise korktuğu şeyi adeta Allah dışında bir güç ve kudret sahibi olarak görmek, onun Allah’tan bağımsız olduğunu, Allah’ın belirlediği kader dışında hareket ettiğini sanmak, kısaca onu büyük bir cehaletle ilahlaştırmak anlamına gelir. (Allah’ı tenzih ederiz)

Allah’tan başkasına karşı korku beslemenin şirk, diğer bir deyimle ikinci bir ilah edinmek olduğu Kuran’da şöyle haber verilir:

Allah dedi ki: “İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir İlahtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.” Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz? (Nahl Suresi, 51-52)

Bir başka Kuran ayetinde ise Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamak gerektiği şöyle bildirilir:

Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. (Zümer Suresi, 36)

Yukarıdaki ayette de dikkat çekildiği gibi müşrikler, Allah’tan değil insanlardan, hatta müminlerden korkarlar. Kuran’da, bunun yine akılsızlıklarının bir sonucu olduğu şöyle anlatılır:

Herhalde içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından’ siz, Allah’tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların ‘derin bir kavrayışa sahip olmamaları’ dolayısıyla böyledir.
(Haşr Suresi, 13)

 

Yardım bekleme ve güvenme duygusu

Allah’ın dışındaki varlıklar yalnızca O’nun yarattıklarıdır. O’nun dilemesiyle var olmuşlardır. O’nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirirler. Şifayı ve rızkı veren, güldüren ve ağlatan Allah’tır. Kısaca Allah’tan başka herşey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Bunların kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, Allah’tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek, beklenecek kimse de yoktur.

Bu nedenle, Allah’tan değil de başkalarından yardım dilemek, Allah’a güvenmeyip, sebeplere, aracılara, insanlara güvenmek, Allah’ın yarattıklarını Allah’tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmek demektir ki, bu da apaçık şirktir.

Allah’ı bırakıp da kullarından yardım bekleyenlerin düştükleri sapkınlık Kuran’da şöyle ifade edilir:

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)

Ayetlerde belirtildiği gibi bu tür beklentilerle sahte ilahlara güvenip dayananlar bunların kölesi haline gelirler. Geleceklerini güvence altına alabilmek amacıyla Allah’ı unutup da O’nun yarattıklarını razı etmeye çalışan insanlara sık sık rastlamak mümkündür. Allah’tan başkasından medet uman bu insanlar beklentilerinin karşılığını görmedikleri gibi putlarının emrinde zillet ve aşağılanma içinde bir ömür geçirirler. Şirklerinin dünyadaki karşılıklarından biri olan bu horluk ve aşağılanma, ahirette daha şiddetli ve ebedidir.

Allah bir ayetinde, insanların tıpkı kendileri gibi aciz birer kul olan diğer varlıklara kulluk etmelerinin anlamsızlığını şöyle açıklar:

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac Suresi, 73)

Başka ayetlerde ise Allah’tan başka yardım istenen varlıkların acizlikleri şöyle ifade edilir:

Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe. (Araf Suresi, 191-192)

O’ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de. (Araf Suresi, 197)

Görüldüğü gibi Allah’ı unutarak kendilerinden medet umulan, yardım istenilen varlıkların aslında kendilerine yardım etmeye bile güçleri yoktur. Ancak bu gerçekten gaflet içinde olan ve Allah’tan başkasına yalvarıp yakaran kişiler her dönemde var olmuşlardır. Bu gafil insanların uğrayacakları son, pek çok ayette bildirilmiştir. Bu ayetlerden birisi şöyledir:

Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarıp-yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun. (Şuara Suresi, 213)

Sahip olduğu mallara güvenerek Allah’a şirk koştuğu için daha dünyadayken azaba uğratılanlara verilebilecek örneklerden biri Kehf Suresi’nde anlatılan bağ sahibidir. Önceki bölümlerden hatırlanacağı gibi bahsi geçen kişi, sahip olduğu bağ, bahçe ve mallardan ötürü son derece kibirlidir. Bu malların sonsuza kadar yok olmayacağını, kıyametin de kopmayacağını iddia etmektedir. Ancak kendisine verilen azabı görünce şirk koşmakla ne büyük bir hata işlediğini anlar. Bu durum ayetlerde şöyle haber verilir:

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.” Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. (Kehf Suresi, 42-43)

Allah’tan başkasından medet uman, Allah’tan başkalarına rağbet eden, onlardan merhamet dilenen, onlara güvenen bir kişi, başta da belirttiğimiz gibi, bu umduklarına asla kavuşamaz ve bu nedenle hayatı boyunca, özellikle de zor anlarında, büyük bir boşluk, sahipsizlik ve terk edilmişlik hissine kapılır. Kendisini, dünyanın binbir türlü karmaşası ve sıkıntısı karşısında, güvendiği sahte ilahlar tarafından terk edilmiş, çaresiz, yapayalnız bırakılmış hisseder. Bu gerçeğe, “Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun.” (İsra Suresi, 22) ayetiyle dikkat çekilmiştir. Kuran’da başka ayetlerde ise, müşriklerin içinde bulundukları bu boşluk çok hikmetli bir benzetmeyle şöyle açıklanmaktadır:

… Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Allah’ı birleyen (Hanif)ler olarak, O’na ortak koşmaksızın. Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir. (Hac Suresi, 30-31)

Yalnızca Allah’a güvenip dayanan, yalnızca O’na kulluk edip yalnızca O’ndan yardım isteyen müminler ise nimet, izzet ve şeref içinde bir ömür sürerler. Bunlar, Allah’ın Kuran’da bildirdiği gibi “iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır”.

Kalbi Allah’ın zikriyle mutmain, yani tatmin olmuş olan bir mümin, başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. Olabilecek en büyük şerefe kavuşmuştur. Çok büyük zorluklarla karşılaşsa da, “ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca Allah’a şikayet ediyorum” (Yusuf Suresi, 86) dediği Kuran’da bildirilen Hz. Yakup gibi vakarlı olur. Müminlerin bu tavrı, ayette şu şekilde haber verilmektedir:

De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51)

Buraya kadar incelediğimiz sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların biraraya gelip kaynaşmasından Kuran’da “dost (veli) edinme” adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kuran’da dost ve yardımcı olarak Kendisi’nin yeterli olduğunu haber vermektedir. (Nisa Suresi, 45) Kendisi’nden başka dost ve yardımcı olmadığını da Allah Kuran’da şöyle belirtmiştir:

“Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.” (Tevbe Suresi, 116)

Dost ve yardımcı edinilmeye layık yegane varlık Allah’tır. Çünkü O’ndan başkaları, daha önce de belirttiğimiz gibi, kendilerine bile yardım etmeye güçleri olmayan, kendileri de yaratılmış olan, her bakımdan Allah’a muhtaç ve bağımlı olan aciz varlıklardır:

De ki: “O, gökleri ve yeri yaratırken ve O, (hep) besleyen (hiç) beslenmezken, ben Allah’tan başkasını mı veli edineceğim?” De ki: “Bana gerçekten Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma.” (denildi.) (Enam Suresi, 14)

Halbuki, müşriklerin önemli bir özelliği de kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir. Oysa, Allah’ı bırakıp kullarını veli edinmek önemli bir suçtur, böyle bir davranışın –tevbe edip vazgeçmediği takdirde- kişiyi çok acı bir sonuca götürdüğü Kuran’da şöyle haber verilir:

İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (Kehf Suresi, 102)

Müminler yalnızca Allah’ı veli edinirken, inkarcılar ve müşrikler de şeytanı veli edinirler. Şeytanı dost edinmek ise, onun emirlerine uymakla olur. Yani Kuran’a aykırı hareket etmekle, Allah’ın sınırlarını tanımamakla, şirk koşmakla, Allah’ı anmamakla… Zaten şeytanın emrettikleri de bunlardır. Oysa şeytanı bu şekilde dost edinmek insanın kendisi için son derece akılsızca bir harekettir; çünkü ayette bildirildiği gibi , “kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir.” (Hac Suresi, 4) Bu yüzden de Allah insanı bu düşmanına karşı uyarmış, gerçek dostun Kendisi olduğunu şöyle bildirmiştir:

Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. (Nisa Suresi, 45)

 

Minnettarlık duygusu

İnsan, hayatının her anında çeşit çeşit nimetle karşı karşıyadır. Kendisine gelen nimetler çoğunlukla sebepler aracılığıyla olduğu için insan şükran duygularını bu sebeplere yönlendirmeye çok meyillidir. Oysa bu duygunun da gerçek anlamda yöneltilmesi gereken Allah’tır. Kuran’da minnettarlık duygusunun ifadesi “şükretmek” olarak tanımlanır. Şükretmek, aracılar kim ya da ne olursa olsun, bütün nimetleri kendisine gönderenin yalnızca Allah olduğunun ve her konuda yalnızca O’na muhtaç olduğunun bilincinde olmak, O’na karşı teşekkür ve minnettarlığını kalben ve dille ifade etmektir.

Allah’a şükretmek ve O’na minnettar olmak, Kuran’da gerçek bir kulluğun göstergesi olarak şöyle belirtilmiştir:

Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O’na kulluk ediyorsanız, Allah’a şükredin. (Bakara Suresi, 172)

Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’a şükretmek başka ilahlar edinmeden, yani şirk koşmadan kulluk etmenin bir şartı ve göstergesidir. Gerçekten de, yalnızca Allah’a şükreden bir kimse bütün nimetlerin Allah’tan geldiğinin, herşeyin O’nun elinde, O’nun kontrolünde olduğunun, yani Allah’tan başka İlah olmadığının bilincinde demektir. Bütün nimetlerin Allah’tan geldiğinin bilincinde olan bir kimse ise yegane güç, kuvvet ve söz sahibinin Allah olduğunu, O’ndan başka İlah olmadığını kalbine yerleştirmiş, katıksız imana sahip bir kimse demektir. Kuran’da tarif edilen ve övülen insan modeli de budur. Demek ki yalnızca Allah’a yöneltilen bir şükür, imanın ve ihlasın önemli bir parçasıdır.

Şirk koşanlarda ise durum tam tersidir. Müşrikler sahip oldukları bütün nimetleri Allah’ın bunları yaratmaya vesile kıldığı maddelere ve şahıslara bağlar ve büyük bir cehaletle onlardan medet umarlar. Onlara müteşekkir kalır, onlara şükretmeye çalışırlar. Kısaca Allah’tan başka güç ve etki sahibi sandıkları sayısız sahte ilahlar edinirler. Akıllarını kullanmadıkları için, bütün bu sahte ilahları da, onların yaptıklarını da Allah’ın yarattığını ve Allah’ın dilemesi ve emri olmaksızın hiçbir şey yapamayacaklarını, hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini göremezler.

Allah’ı unutarak gücü ve etkiyi O’nun kullarında aramak, onlara yönelmek, onlara şükretmek ise hem şirk hem de çok büyük bir nankörlüktür.

Ancak hemen belirtmek gerekir ki insanların birbirlerine, teşekkür etmeleri elbette ki yanlış değildir. Ama bunu yaparken özünde kendisine bu iyiliği yapanın Allah olduğunu unutmamaları şarttır. Bu bilinçle hareket edildiği sürece doğru davranılmış olur. Ancak müşrikler bunun tam tersi bir tavır sergileyerek nimetin geldiği kaynağı akılsızca ilahlaştırırlar. (Allah’ı tenzih ederiz) Bu sahte ilahları için gerektiğinde dinden, Allah’ın rızasından taviz verirler. Müşriklerin bu tavrı Kuran’da şöyle açıklanır:

Siz yalnızca Allah’tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz. (Ankebut Suresi, 17)

Müminler ise müşriklerin aksine yalnızca Allah’a şükreder, yalnızca O’na minnet ederler. Kendilerine bir nimet geldiğinde önce Allah’a yönelir, O’na şükrederler ve bunun Allah’ın bir ihsanı olduğunu fark ederler. Bunun Kuran’da pek çok örneği vardır. Örneğin bilindiği gibi Allah Hz. Zekeriya’yı Hz. Meryem’den sorumlu kılmıştı. Zekeriya Peygamber mihraba her girdiğinde Hz. Meryem’in yanında yiyecek buluyordu. Ona bunun nereden geldiğini sorduğunda ise Hz. Meryem bunun Allah Katından olduğunu söylüyordu. Bunu haber veren ayet şöyledir:

Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: “Meryem, bu sana nereden geldi” deyince, “Bu, Allah Katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir” dedi. (Al-i İmran Suresi, 37)

Bu ayetten anlaşıldığı gibi, Hz. Meryem kendisine ulaşan tüm nimetlerin Allah’tan olduğunun bilincindeydi. Kuran’da bu konu ile ilgili yer alan bir diğer örnek ise Hz Süleyman’ın kendisine verilen nimetler karşısında Allah’a yönelip dönmesidir:

(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) “Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (Müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi. Cinlerden ifrit: “Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.” dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: “Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.” Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 38-40)

Yukarıdaki ayetlerde açıkça görüldüğü gibi Süleyman Peygamber bir istekte bulunmuş, onun bu isteğini yanında bulunanlardan biri yerine getirmiştir. Ancak dikkat edilecek olursa Süleyman Peygamber bunu yapan kişiye minnet etmemiş, hemen Allah’a yönelmiş ve şükretmiştir. İşte mümin tavrı da böyle olur, şayet insan benzer bir durumda Allah’ı unutup, aradaki aracıya minnet ederse ve bu nimetin o kişiden geldiğini düşünürse Allah’a ortak koşmuş olur.

Kuran’ın pek çok ayetinde şirk koşmakla şükretmek, birbirinin zıttı olarak vurgulanır. Örneğin Allah Hz. İbrahim’i tarif ederken onun müşrik olmadığını, Allah’ın nimetlerine şükredici olduğunu şöyle haber verir:

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. O’nun nimetlerine şükrediciydi. Onu seçti ve doğru yola iletti.” (Nahl Suresi, 120-121)

Zümer Suresi’nin 65 ve 66. ayetlerinde de şirk koşmakla Allah’a şükretmek birbirinin tam tersi kavramlar olarak anılmaktadır.

Görüldüğü gibi şükran duygusu da diğer duygular gibi Allah’a yöneltildiğinde imanı ve ihlası getirirken, Allah’tan başkalarına yöneltildiğinde şirki doğurur. Şükretmek imani açıdan son derece önemli bir konudur. Öyle ki şeytan insanları saptırmadaki sözde başarısının bir ölçüsü olarak onları “şükretmez hale getirmesi”ni göstermiştir. Kuran’da bu ibret verici durum şöyle haber verilir:

Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Araf Suresi, 16-17)

Buraya kadar insanların sapmalarında, şirke düşmelerinde en sık ve en etkin rol oynayan duygusallık çeşitlerini inceledik. İnsanların şirke sapmalarında bunların biri, birkaçı veya hepsi birden etkili olabilir Elbette insanda bu incelediklerimizden başka daha pek çok duygu çeşidi vardır. Şefkat, merhamet, iyilik bunlardan bazılarıdır. Bunların da aynı şekilde şeytani yönde kullanılması insanların şirke sapmalarına yol açabilir.

İnsanların, küçük çocukların ya da masum sevimli hayvanların ölümlerinden büyük üzüntü duyan bir kişi düşünelim. Bu kişinin duyduğu sözde merhamet, onu Allah’a karşı isyana ve şirk koşmaya götürür. Halbuki insan şeytani merhametin telkininden aklını kullanıp kurtulsa gerçeği temiz ve berrak bir şekilde görecektir. Bir kere ölüm, küçük çocuklar, mümin kimseler, masum hayvanlar için bir zulüm, eziyet ve azap olmadığı gibi onlar için bir kurtuluş ve sonsuz güzel bir hayata atılan adımdır. Allah’ın bu sevimli varlıkları Kendi Katına aldığı bir kapıdır. Şeytan ve onun dostları açısından ise ölüm dünyadaki azgınlıklarının, nefslerinin sınırsız tutkularının sona erdiği ve kendilerine vaat edilen ebedi azap kapısının açıldığı andır. Bu yüzden şeytan ölümü çirkin bir kötülük olarak görür ve göstermeye çalışır. Bu değerlendirmesi kendisi açısından doğrudur, fakat masumlar ve müminler için geçerli değildir. Ölüm, diğerlerinin aksine, cennete gidecek biri için mutluluk veren bir olaydır.

İşte duygularının etkisine kapılmadan aklını kullanan bir kimse, gerçekleri net ve berrak olarak görür, ona göre davranır. Duygusal, dolayısıyla aklı örtülmüş bir kimsenin içinden çıkamadığı, çok karmaşık, çelişkili, açıklanamaz gibi gördüğü konular, akıllı bir müminin gözünde son derece kolay, açık, net ve sadedir. Duygusallığının peşinden sürüklenen kimseler, bu tutumlarını değiştirmedikleri müddetçe, akıllarını bir kenara atmış, kendilerini şeytanın büyüsüne ve iradesine teslim etmiş bir şekilde şirkin karanlığı ve bataklığı içinde ebedi azaplarına doğru sürüklenmeye devam ederler.

Şirkin En Tehlikeli Çeşidi:
Gizli Şirk

Bu bölüme dek şirkin genel anlamı ele alındı, neden kaynaklandığı, insanlarda nasıl ortaya çıktığı ve ne şekilde görüldüğü örneklerle anlatıldı. Bu bölümde ise şirkin, imanlı olan herkesin dikkat etmesi ve okurken mutlaka üzerine alması gereken, çok tehlikeli bir yönü ele alınacaktır: Gizli şirk…

Gizli şirk her mümin için üzerinde düşünülmesi en aciliyetli, en hayati konuların başında gelmektedir. Belki bir insan, bu bölüme dek anlatılanların hiçbirini yapmıyor, hiçbir örneğin kapsamına girmiyor olabilir, fakat bu yine de kimseyi yanıltmamalıdır. Eğer kişi gerçekten halis bir imana ulaşmak istiyorsa, mutlaka ve mutlaka bu konu üzerinde düşünmeli, müstağniyetten kaçınmalıdır. Zira Allah pek çok ayetinde Kendisi’ne katıksızca iman edilmesini yani şirk koşmadan yönelinmesini emretmektedir:

‘Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Rum Suresi, 31) … De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi’ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir.” (Rad Suresi, 27)

Ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, Allah insanlar için katıksız bir imanı şart koşmuş ve onlara müşriklerden olmamayı emretmiştir. Aynı zamanda yalnızca Kendisi’ne yöneleni de dosdoğru yola yöneltip ileteceğini bildirmiştir. Demek ki doğru yolu bulabilmek için şirk koşulmaması şarttır.

Bunun içinse yapılması gereken en önemli şey Allah’ın “Ve yalnızca Rabbine rağbet et” (İnşirah Suresi, 8) emri gereği hareket etmektir. Ancak bu gerçeğin çok iyi düşünülmesi ve kavranılması gerekir. Yalnızca Allah’a rağbet etmek ne demektir?

Bu, insanın tek dost ve yardımcı olarak Allah’ı görmesi, yalnızca O’nun rızasını hedeflemesi ve sadece Allah’ın hoşnutluğunu esas amaç edinmesi demektir. Böyle bir insan için Allah’ın kendisini beğenmesi, kendisinden hoşnut olması nihai amaçtır. Bu nedenle de böyle bir kişi tüm hayatını Allah’ın belirlediği kıstaslara göre düzenler, O’nun emir ve yasaklarına göre hareket eder. Diğer insanların rızası, hoşnutluğu hep ikinci plandadır. Yalnızca Allah kendisinden razı olsun, gerekirse bütün dünya kendisine cephe alsın, bu kişi için fark etmez. Önemli olan asıl dost olan Allah’ın kendisinden hoşnut olmasıdır. Böyle bir insan kimin ne düşündüğünün, kimin ne söylediğinin, diğer insanların kendisini nasıl değerlendirdiklerinin kaygısını duymaz. Yalnızca Allah’ın razı olması ve yalnızca Allah’ın sevmesi onun için yeterlidir. Böylece sadece Rabbimiz’e rağbet etmiş olur. Belki bunu okuyan iman sahibi her insan bu özelliklere sahip olduğunu düşünebilir. Oysa insanın bundan kesin olarak emin olmak yerine, bu konu üzerinde derinlemesine düşünmesi ve kendisini bu konuda sürekli daha mükemmel hale getirmeye çalışması gerekir.

 

Herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmamak

Allah’a rağbet eden bir insan yalnızca Allah’a güvenir, çünkü Allah’ın herşeye hakim olduğunu, herşeye gücünün yettiğini, Allah’ın izni dışında tek bir yaprağın dahi düşmediğini bilir. Bundan dolayı herhangi bir olayda yardım istenecek tek mercinin Allah olduğunun farkındadır. O’nu veli edinmiştir, Allah’ın dışında dayanılacak, yardım istenecek başka hiç kimseye, hiçbir şeye ve hiçbir güce ihtiyaç duymaz. Bu, gerçek anlamda bir güvendir. Buna sahip olan bir insan hayatı boyunca başına gelen olaylarda tek bir an dahi olsa endişeye kapılmaz, üzülmez, sıkılmaz. Çünkü dünyada meydana gelen her olayın Allah’ın izniyle gerçekleştiğinin farkındadır. Şayet bu durumda kaygılansa, üzülse ya da karamsarlığa kapılsa bunun anlamı çok farklı olur. Çünkü böyle bir durumda insan, Allah’ın hikmetle yarattığı ve hayır gördüğü bir olaydan hoşnutsuz oluyor demektir ki, bu, Allah’a karşı saygıya uygun olmayan bir tavırdır. Allah’ın yarattığı herşeyde inanan insan için pek çok hayır vardır. İşte gerçek imana sahip bir insan yaşamının her anında bu bilinçle hareket eder. Elbette ki insan için neyin hayırlı olduğunu Allah bilir, nitekim Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

Bu sebepten ötürü şirkten arınmış bir insan hiç beklenmedik bir olayla karşılaşsa, çok olumsuz gibi gözüken bir durumda kalsa veya başına diğer insanların çok tehlikeli ya da korkunç olarak yorumladıkları bir olay da gelse Allah’a olan güveninden dolayı itidalli bir tavır içinde olur. Çünkü şayet “tek bir an” dahi endişeye kapılsa bu, Allah’a olan güveninin tam olmadığını, Allah’ın sonsuz kudretini ve hikmetini tam takdir edemediğini gösterir.

Gerçek imanda, katıksız bir sevgide Allah’a karşı mutlak bir teslimiyet olur. Kişi saniyelik hatalara dahi düşmemeye özen gösterir. Allah’a güveninde eksiklik hissettiği veya Allah’tan başka yardımcılar aradığı anda bunun şirk olacağını bilir. Bunun için hiçbir mazeret öne süremeyeceğinin de farkındadır.

İşte “gizli şirk” bu tip durumlarda büyük bir tehlike olarak ortaya çıkar. Örneğin zor bir durumla karşılaştığında insanın, “genelde çok teslimiyetliyim, Allah’a güvenim tam, ama çok nadir bazı olaylarda paniğe kapılıyorum, tevekkülsüzlük yapıyorum” şeklindeki bir düşünceye kapılması çok yanlış ve çirkin olur. Bu konuda insanın kendisini kandırması da çok tehlikelidir. Çünkü bu mantıkla hareket eden bir insan, kendisine başka yardımcılar aradığı için Allah’a tam güvenmiyor demektir. Bu da o kişinin, Allah’ın varlığını kabul etse de, O’na tevekkül edemediğini, Allah’ın sonsuz kudretini kavrayamadığını ve dolayısıyla şirk içinde olduğunu gösterir.

Yalnızca Allah’a rağbet eden insan ise Allah’ın kendisi için yaratmış olduğu kaderden kalben razıdır. Çünkü iman sahibi bir insan, kaderin dışına çıkmanın ya da kaderi değiştirmenin mümkün olmadığını bilir. Allah’ın her insan için tayin ettiği bir kader olduğunu ve o kaderin hiçbir değişiklik olmadan işlediğini unutmaz. Allah insanların yaşayacakları her olayın bir kitapta kayıtlı olduğunu ve insanların, kitaplarında yazılı olanlar dışında hiçbir şey yaşayamayacaklarını pek çok ayetiyle haber vermiştir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

… Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi bir insanın yaşamı içinde karşılaştığı her olay, küçük büyük herşey bir kitapta kayıtlıdır. Her insan yaşadığı bu dünya hayatında kendine ait olan bu kader kitabını okumaktadır. Bu nedenle mümin karşılaştığı olayları bu gerçeğin bilincinde olarak değerlendirir ve Rabbimiz’in yaratmış olduğu kaderdeki her detayda bir güzellik arar. Kaderdeki her ayrıntının mutlaka bir hayır üzere yaratıldığına kesin olarak iman eder. Bunun bilincinde olan mümin için yaşadığı şeylerin hepsi mutlaka güzeldir; mümin bu güzellikleri hiç atlamadan görebilir. Geçmişte yaşadıklarından ya da halihazırda başına gelen olaylardan yakınma, rahatsızlık duyma veya hoşnutsuz olma gibi bir hataya düşmez. İstisnasız hayatı boyunca yaşadığı her andan razı olur.

Bunun aksi ise imanın derin olmadığını, imana şirk karıştığını gösterir. Böyle bir insan Allah’a iman ettiğini söyleyebilir, ahirete inandığını, gerçek bir Müslüman olduğunu iddia edebilir. Ama kaderindeki herhangi bir olaydan razı olmayan bir insan aslında, Kuran’da emredilen tevekkülü yaşayamıyor, Allah’ın yarattığı kaderi gerçek manada kavrayamıyor demektir. İşte bu durum “gizli şirk” alametidir.

Açıkça görüldüğü gibi gizli şirk konusu çok önemlidir ve aynı zamanda her insan için göz ardı edilemeyecek büyük bir tehlikedir. Bu nedenle insanın günlük hayatında kendi içinde hissettikleri veya olaylara verdiği tepkiler çok önemlidir. Bu bakımdan samimi bir insanın tüm yaşamını, günlük hayatını, hislerini, düşüncelerini, hayata bakış açısını ve en önemlisi bilinçaltını bu anlayışla gözden geçirmesi şarttır.

Şirk, kimi zaman bir insanın yaşamına çok köklü şekilde yerleşmiş olabilir. Kişinin bir korkusu onun dini halis şekilde yaşamasını engelleyebilir. Örneğin geleceğe yönelik ciddi bir endişeye kapılıp, “geleceğini garanti altına almak” için Allah’ın emirlerini göz ardı edebilir, gerekli gördüğü durumlarda dininden taviz verebilir. Veya bir insan karşılaştığı zorlukları birer aksilik olarak değerlendirebilir; bundan dolayı isyankar bir ruh hali içinde olabilir. İşte bu veya benzeri durumdaki insanların büyük bir çoğunluğu Allah’ın sonsuz kudretini ve herşeyin hakimi olduğunu unutarak gizli bir şirke düşer. Geleceğini yaratanın da, kendisine mal, mülk zenginlik verenin de, karşısına çıkan zorlukları açıp giderenin de Allah olduğunu unutur, başka varlıklara güç atfederek onlardan yardım umar hale gelir.

Oysa her insan böyle bir gafletten şiddetle kaçınmalı ve büyük bir hızla uzaklaşmalıdır. İçinde bulunduğu durumu ince ince düşünmeli, hayatının her anında Rabbimiz’in herşeye güç yetiren, her varlığın ve her olayın üzerinde tek söz sahibi olduğunu tefekkür etmelidir. Ancak bu şekilde gizli şirk belasından uzakta kalabilir.

Örneğin bir insan kanser olabilir ya da hiç beklemediği bir anda trafik kazası geçirerek sakat kalabilir ve ömrü boyunca yürüyemeyeceğini öğrenebilir. Şirkten tamamen arınmış teslimiyet ve tevekkül yaşayan kişi, hastalığından dolayı üzülmez, kaygılanmaz, başına gelen zorluklardan dolayı asla yakınmaz. Bunu hemen teslimiyet ve güzellikle karşılar; Rabbimiz’in kendisi için mutlak bir hayır dilediğini unutmaz. Dünyada yaşadığı her türlü imtihanın sonsuz ahiret yaşamına kıyasla çok kısa sürdüğünü, ahirette büyük bir ecir kaynağı olarak karşısına çıkacağını aklından çıkarmaz. Şirkten arınmış bir imanda kişi karşısına çıkan zorluğu öğrendiği ilk anda bu haberi güzellikle karşılar, bunda bir hayır ve hikmet arar. Ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki, bu, asla teselli mahiyetinde bir düşünce değildir. Tam tersine gerçek imanda kişi kendisine isabet eden bu hastalığın kendisi için gerçekten büyük hayırlara vesile olacağına iman eder. Aynı şekilde tek başına kaldığında da, insanların yanında da, olayın üzerinden sabretmesini gerektirecek uzun zamanlar geçtiğinde de sakatlığına karşı hep aynı teslimiyeti gösterir. Çünkü kaderini Allah’ın belirlediğini bilir, Allah’tan gelen herşeyin güzel olduğunu düşünüp sabreder.

Her insan günlük yaşamında umulmadık olaylarla karşılaşabilir. Kendisine insanlar tarafından büyük bir haksızlık yapılabilir, bir iftiraya uğrayabilir, sözlü ya da fiili bir saldırıya maruz kalabilir… Ama gizli veya açık şirkten arınmış bir insan, böyle bir durumda kaderi unutmaz ve herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu göz ardı edip duygusallaşmaz, sıkılmaz, üzülmez. Kendisini sinirlendirecek olaylar ve davranışlarla da karşılaşabilir, ama bunların da aslında kaderin bir parçası olduğunu bilir ve Allah’ın Kuran’da emrettiği gibi kötülüklere dahi güzellikle karşılık verir.

Öyle olaylarla karşılaşabilir ki, dini yaşamayan bir insanın korkuya kapılması, kaygılanması çok doğaldır, fakat o korkmaz ya da kaygılanmaz. Allah’ın her an yanında olduğunu bilir, O’na dayanıp, güvenir. Örneğin, bütün mal varlığını, ailesini bir anda kaybedebilir; ama bu kişi daha o an, o saniye Allah’a teslimiyetlidir. Çocuğunu kaybedebilir, eğitimi tehlikeye girebilir, işinden ayrılmak zorunda kalabilir, en yakınlarından birinin amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenebilir… Bütün bu ve benzeri durumlarda gerçek iman sahibi insan sarsılmaz bir tevekkül ve teslimiyet içindedir. Olaylardan ötürü karmaşaya, umutsuzluğa düşmez, karamsarlığa kapılmaz, hüzünlenmez, üzüntü duymaz, Allah’a olan güveninden bir şey kaybetmez.

İşte her insanın kendi içinde bu tarz durumlarda nasıl bir tepki vereceğini samimi bir şekilde tartması ve gizli şirke karşı önlem alması gerekir. Zira “bu kadardan bir şey olmaz” diye düşünmek, zor durumlarda verilecek cahilce tepkileri normal karşılamak veya bu konuda insanların çoğunluğunun verdiği tepkileri ölçü almak son derece yanlış olur. Çünkü bir ayette Allah, “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (Enam Suresi, 116)şeklinde buyurmaktadır.

Gizli şirke neden olabilecek diğer bir husus da kişinin başarılarını, ya da yaptıklarını kendi eseri zannetmesidir. Örneğin bir kişi başarılı bir konuşma yaptığında o konuşmayı kendi aklıyla kendisinin yaptığını zannederse bu çok yanlış olur. Çünkü Kuran’da tarif edildiği gibi “nutku verip konuşturan” Allah’tır. O dilemedikçe insanın konuşması ve üstelik hikmet üzere konuşması mümkün değildir. Bunların hepsi Allah’ın dilemesiyle gerçekleşmektedir. Veya bir insan mesleğinde başarı elde ediyorsa, bilimsel keşiflerde bulunuyorsa, yaşamı kolaylaştıran buluşlar yapıyorsa, bunların tümünü Allah’ın yardımıyla yapıyor demektir. Allah’ın dilemesi dışında bir başarı elde etmesi mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen insanın halen kendi başarılarını sahiplenmesi, bunlarla övünmesi, gururlanması ve bu esnada Allah’ı unutması çok yanlış ve haksız bir eylem olur. Nitekim bir Kuran ayetinde Allah insanın hiçbir şey yapmaya kudreti olmadığını şöyle bildirir:

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi, 30)

Başarıların yanı sıra insan bir musibetle karşılaştığında, örneğin hastalandığında ya da yaralandığında, bunların da kaderinde yaratıldığını unutmaması şarttır. Eğer hastalıkta rol alanın bir virüs, kazaya sebep olanın da kötü bir sürücü olduğunu düşünüyorsa bu kişi olayları büyük bir gaflet içinde değerlendiriyor demektir. Elbette arada çeşitli sebepler yaratılmıştır ancak bunların tamamı Allah’ın bilgisi ve kontrolü altındadır. Bu kişi hastalanmıştır veya yaralanmıştır; çünkü kaderinde o hastalığın meydana gelmesi vardır. Bu, Allah’ın takdiridir. Kişinin bunu kabul etmemesi, içten içe isyankar bir tavır içinde olması da gizli şirk olur. Musibet ve hastalıklarda hayır ve hikmet olmadığını düşünmek, hastalıkları yaratanın Allah değil de direkt olarak mikrop ve virüsler olduğunu zannetmek, Allah’ın bu mikrop ve virüsleri birer vesile olarak yarattığını unutmak son derece yanlış bir bakış açısıdır. Kuran’da her olayın Allah’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğini haber veren pek çok ayet vardır. Örneğin Peygamberimiz (sav) döneminde müminlerin yaşadıkları bir zorluk anı için Allah şöyle buyurmuştur:

İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah’ın izniyle idi. (Bu, Allah’ın) mü’minleri ayırdetmesi, Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi…
(Al-i İmran Suresi, 166-167)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, insanların karşılaştıkları her türlü olay ancak Allah’ın izniyle gerçekleşir. Şu halde insanın, Allah’ın herşeyi kontrolü altında bulundurduğunu unutması, çok sapkın bir düşünce olur. Allah olan biten herşeyden haberdardır. İnsanın hayatının her safhası ve her anı da ancak Allah’ın izniyle, Allah’ın kontrolünde gerçekleşmektedir. Ve unutulmamalıdır ki, Allah’ın takdir edip yaratmış olduğu kader, iman eden samimi kullar için her zaman en hayırlısıdır. İnananların tüm yaşadıklarında çok büyük bir hayır ve hikmet vardır. Ama insan bu hikmetleri her zaman anlayamayabilir. Bazen bu hikmetleri görür ve şükreder. Bazen ise göremez ancak yine Allah’a güvenir ve dayanır. Bilir ki kendisine isabet eden bu olayları Allah pek çok hayırlar ve güzelliklerle birlikte yaratmıştır.

 

“Biraz şirk biraz iman” mantığı sapkınlıktır

Gizli şirk konusu düşünülürken şu husus mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır: İnsanın “biraz şirk biraz iman” gibi sapkın bir mantıkla hareket etmesi, “iman içerisinde biraz şirkten bir şey olmaz” diye sapkın bir mantıkla düşünmesi kesinlikle büyük bir aldanıştır. Her an Allah’a rağbet etmek ve bundan hiç taviz vermemek müminin normal hayatıdır. Bu imanın ve aklın gereğidir ve mümine yakışan da budur. Bu durumda insanın Allah’tan başka güç sahibi hiçbir varlık olmadığına kesin olarak kanaat getirmesi şarttır. Nitekim Allah her olayın Kendi kontrolünde meydana geldiğine birçok ayetiyle dikkat çekmiş ve insanlara Kendisi’ne ortak koşmamalarını şöyle emretmiştir:

Dedi ki: “Hamd Allah’ındır ve selam O’nun seçtiği kullarının üzerinedir. Allah mı daha hayırlı yoksa onların ortak koştukları mı?” (Onlar mı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. Ya da yeryüzünü bir karar yeri kılan, onun arasında ırmaklar var eden ve ona (yeryüzü için) sarsılmaz dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir ara-engel (haciz) koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır onların çoğu bilmiyorlar. Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, Kendisi’ne dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. Ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmetinin önünde rüzgarları müjde vericiler olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Allah, onların şirk koştuklarından Yücedir. Ya da halkı sürekli yaratmakta olan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz, kesin-kanıt (burhan)ınızı getiriniz.” (Neml Suresi, 59-64)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi her olay Allah’ın dilemesi ile gerçekleşmektedir ve bu gerçeği unutmak, bazı olayların Allah’tan bağımsız meydana geldiğini zannetmek O’na ortak koşmak demektir.

Unutmamak gerekir ki gizli şirk gerçek imanın oluşmasının önündeki en büyük engeldir. Din, ancak “saf” yani “katıksız” olursa gerçek anlamda yaşanır. Ara bir yol aramanın, bazı olayların Allah’ın kontrolünde bazıların da -Allah’ı tenzih ederiz- insanların veya başka varlıkların kontrolünde meydana geldiğini düşünmek ise şirktir. Bunu anlamazlıktan gelmenin insana bir faydası olmaz. Burada anlatılan konular her Müslümanın düşünüp acilen hayata geçirmesi gereken gerçeklerdir. Aksi takdirde insanın kendini bu tehlikeden müstağni görmesi, hayatını yarı Müslüman olarak yaşaması hem büyük bir akılsızlık hem de bunu yaşayan insan için çok sıkıntılı bir hayat olur. Bu bakımdan kişinin nefsini bu gözle değerlendirmesi ve en kısa zamanda hatalarını bulup telafi etmesi gerekir.

İnsan belki başka bir konuda ağırdan alsa büyük bir zarara uğramayabilir. Fakat bu konuda ağırdan alması, anlamazlıktan gelmesi, yapan kişi adına çok tehlikeli ve yanlış bir davranıştır. Çünkü burada anlatılanlar, asla yaşansa da olur yaşanmasa da mantığıyla düşünülecek olaylar değildir. Tersine şirk konusu, imanla imansızlık arasında çizgi olması bakımından son derece önemlidir. Gizli şirk insanın önünde, gerçekleri kavramasını engelleyen, akıl ve basiretini körelten, dünyada gerçek bulunuş amacını unutturan, hesap gününe karşı gaflete düşüren çok aldatıcı bir perde oluşturur. Ve bu konu halledildiğinde insanın gözünün önündeki bu aldatıcı perde kalkmış olur.

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, şirkten tamamen arınmak son derece kolaydır. İnsanın tek yapması gereken samimi olmak, kendisini yaratmış olan Allah’ın gücünü takdir edebilmektir. İnsan, buraya kadar anlattığımız konuları uygularken çok girift bir şeyi başarıyor, kahramanlık yapıyor gibi bir ruh haline girerse bu da çok yanlış olur. Anlatılanları zor görerek, içinden çıkılmaz bir durum var gibi göstermeye çalışmak, anlatılan konuların zor olduğu şeklinde bir imaj vermek çok büyük bir samimiyetsizliktir. Zira salih bir müminden istenen çok kolay bir şeydir; her an yalnızca Allah’a rağbet etmek ve Allah’a katıksızca iman etmek…

Müslüman bu salih karaktere sahip olduğu, gerçekten hiçbir ortak koşmadan Rabbimiz’e yöneldiği zaman, her türlü başarıyı, güzelliği ve nimeti Allah’tan umabilir. Çünkü Allah şirkten tamamen arınmış kullarına dünyada da ahirette de büyük mükafat vereceğini müjdelemiştir. Dünyada tam ihlası elde etmiş kullara Allah’ın müjdesi şöyledir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Her türlü şirkten arınan, katıksız imanı yakalayan kişilerin ahiretteki durumları ise Kuran’da şöyle haber verilir:

… Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah müminlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 145-146)

Putları Kırmak

Şirk, cahiliye toplumlarında büyüyen bir insan için bir tür “yaşam biçimi”dir. Böyle bir insan Allah’tan gafil olan bir toplumda büyür, o toplumun cahilce Allah yerine benimsediği sahte ilahları benimser. Bu nedenle de şirk koşmak, çoğu insan için alışılageldik bir şeydir. Zaten bu yüzden yaptığı işin Allah’a karşı bir isyan olduğunu ve kendisini büyük bir cezaya müstahak kılacağını da pek düşünmez. Dahası, kendisini Allah’a hiç şirk koşmadan iman etmeye çağıran bir insanı da yadırgayabilir.

Mekke’nin müşrik önde gelenleri de Peygamberimiz (sav)’e aynı tepkiyi vermişlerdi. Onlar da tek bir İlahın var olduğuna, yani Allah’a inanıyorlardı. Ancak büyük bir cehaletle dünyevi işlerinin hemen hepsini küçük sahte ilahlarla, putlarla ilişkilendirmişlerdi. Ticaretin, sevginin, savaşın, tarımın, hepsinin ayrı ayrı küçük sahte ilahları vardı. En önemlisi ise, bu şirk düzeninin onlara çok normal gelmesiydi. Bu nedenle Peygamberimiz (sav)’in tüm ilahları reddedip, tek bir Allah’a iman etmeye davet etmesi onları şaşırttı. Ayetlerde bu konu şöyle bildirilir:

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.” Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. “Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.” (Sad Suresi, 4-7)

Peygamberimiz (sav)’in tek İlahın Allah olduğunu ve diğer sözde ilahların hiçbir gücünün olmadığını bildirmesi müşriklerin sapkın mantıklarına çok anlaşılmaz gelmişti. Onların içinde bulundukları körlük nedeniyle kavrayamadıkları gerçek, bu sahte ilahların zaten hiçbir güçleri olmadığı idi. Dilediğine bereket veren, dilediğini çeşit çeşit ürünlerle rızıklandıran Yüce Allah’tır. Kureyş Suresi’nde bu gerçek şöyle bildirilmiştir:

Kureyş’i biraraya getirip anlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğunda onları ısındırıp yakınlaştırdığı için, şu Ev (Kabe’n)in Rabbine kulluk etsinler; ki O, kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan güvenliğe kavuşturandır. (Kureyş Suresi, 1-4)

Bugün de tek Allah’a iman etmeye çağrılan bir insan, bazı Kureyşlilerin düştüğü sapkınlığa düşebilir. İlah edindiği diğer tüm kavram ve insanları bırakıp sadece Allah’a kulluk ederek nasıl yaşayacağını anlayamayabilir. Oysa onu şu an yaşatmakta ve rızıklandırmakta olan, onu koruyan ve gözeten sadece ve sadece Allah’tır. Karnını doyuran güç, kendisine maaş veren patronu değil, o patronu kaderinde yaratan ve kendisine maaş vermeye mecbur eden Allah’tır. Olaylar, asla başıboş ve tesadüfi bir biçimde, milyonlarca küçük sahte ilahın müdahalesi ile değil, sadece ve sadece Allah’ın dilediği şekilde gelişmektedir. Yüce Allah dünyayı bir kader ile yaratmıştır ve insanlar da Tekvir Suresi’nin 29. ayetinde bildirildiği gibi, O dilemeden hiçbir şey dileyemeyecek kadar Allah’ın iradesine boyun eğmişlerdir. Kuran’da haber verildiği gibi, “O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur”. (Hud Suresi, 56)

Şeytan insana, şirkten kurtulmayı; tevhidi, ihlası ve imanı ise yaşamayı zor gibi gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir. Şeytanın yalancı olduğu, Kuran’ın bir ayetinde şöyle haber verilir:

İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: “Doğrusu, Allah, size gerçek olan va’di va’detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır.” (İbrahim Suresi, 22)

İşte bu yüzden şeytanın yalanlarından, vesveselerinden ümitsizliğe kapılmak, moralini bozmak büyük bir akılsızlık olur.

Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet değişikliği yeterlidir. Bu niyet değişikliği kişinin herşeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak zordur. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay hem de tek etkili çözümdür. İşte insanın şirkten, Allah’ın razı olduğu imanlı ve ihlaslı yaşama geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek ve Kuran’a harfiyen ve samimi olarak uymaya karar vermekle olur. Bu samimiyet ve kararlılık muhakkak ki beraberinde Allah’ın yardımını, hidayetini ve rahmetini getirecektir.

Şunu da unutmamak gerekir ki insan kendisine hidayet veremez, hidayeti ancak Allah verir. O halde insan hidayet, samimiyet ve ihlas için Allah’a sürekli dua etmeli ve Allah’ın, bu samimi ve halis çağrıya mutlaka icabet edeceğini bilmelidir. “Ben bu kadar işin içinden nasıl çıkacağım; halis, katıksız imanı nasıl yakalayacağım” gibi şeytani bir ümitsizliğe asla kapılmamalı, gereken samimiyet ve kararlılığı gösterdikten sonra Allah’ın mutlaka kendisini en doğru yola ileteceğinin, şeytanın saptırmalarından koruyacağının bilincinde olmalı ve bunun ferahlığını ve sevincini yaşamalıdır.

Elbette ki şeytan imanı ve ihlası çirkin, sıkıntılı ve ızdırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Halbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ızdırap şirktedir. Bu, dünyada da ahirette de böyledir.

Taptığı sahte ilahları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan, “boşlukta” ve “sahipsiz” kalmaz, aksine tek gerçek ilah olan Allah’a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. Kuran’da müminlere şu müjde verilir:

Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir… (Talak Suresi, 2-3)

Bu nedenle şirk içinde yaşadığını fark eden ve bundan pişmanlık duyan insan, bir an bile tereddüt etmeden putlarını terk etmelidir. Örneğin daha önce sahip olduğu malları, paraları, fabrikaları, mülkleri mutlak kendisinin sanan, rızkının bunlara bağlı olduğunu düşünen, bu büyük servetin kendisine ve soyuna on yıllarca saltanat sürdüreceğini düşünen, tüm bunları kendisine verenin Allah olduğunu düşünmeyen ve bunlarla kibirlenen bir insan, iyice düşünerek bakış açısını ve tavrını değiştirmelidir. Bundan böyle mülkün tek sahibinin Allah olduğunu, bütün bu zenginlikleri Allah’ın kendisini denemek için verdiğini, bunları Allah’ın razı olacağı şekilde kullanması gerektiğini düşünmelidir. İçindeki kibir ve sahiplik duygusundan acil olarak kurtulmalıdır. Bunları yaptığında niyet olarak putlarını kırmış olur, ancak elbette ki bunu fiili olarak ispatlaması gerektiğinde de aynı kararlı tavrı göstermelidir. Örneğin malını, parasını Allah rızası için harcaması gerektiğinde hiç tereddüt etmeden, gelecek ve rızık endişesine düşmeden bunu yapabilmelidir. Bu konuda Allah’a tam güvenmeli, rızkı verenin Allah olduğunu unutmamalı ve Allah’ın karşısında aczini bilmelidir.

Görüldüğü gibi şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Mübarek Peygamber Efendimiz (sav) Kabe’deki putları fiili olarak kırmış, Hz. Musa bazı Yahudilerin edindiği buzağıyı yakıp küllerini denize savurmuştur. Böylece şirkin mantığını da tam olarak yıkmışlardır. Bugün de yapılması gereken, şirk mantığını kökten yıkmaktır ki, bu da niyetin ve bakış açısının değişmesi ile mümkün olur.

Bu nedenle, şirkten vazgeçip imana yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle zihninde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirir, ama tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur. Kısacası, eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Kuran’da ve hadislerde bildiriline göre ve sadece Rabbimiz’in rızası için düzenler. Böylece binlerce küçük sahte ilaha kulluk etmeyi, akılsızca onları razı etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?” (Yusuf Suresi, 39) ayetiyle buyrulduğu gibi, sadece kendisini yaratan Allah’a teslim olur.

Ayette şu şekilde bildirilmiştir:

Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, Kendisi’nden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 40)

Darwinizm’in Çöküşü

Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 300 milyona yakın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah’ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.

Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980’lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD’de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm’in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.

Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.

Darwin’i Yıkan Zorluklar

Charles Darwin
Charles Darwin

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan’a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah’ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin’in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.

Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir “mantık yürütme” idi. Hatta Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.

Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.

Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:

1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü “evrim mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.

Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre” nasıl ortaya çıkmıştır?

Evrim teorisi, Yaratılış’ı cahilce reddettiği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır. 

“Hayat Hayattan Gelir”

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı. Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.

Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin’in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin   olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.”1

Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.

Kambriyen
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin bir anda ortaya çıkmalarıdır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, “Kambriyen Patlaması” olarak anılır.

20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar

Alexander Oparin
Rus biyolog Alexander Oparin

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: “Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.” 2     

Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.

O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.3

Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.4

Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? 5

Hayatın Kompleks Yapısı

DNA
İnsan DNA’sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.

Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950‘de 1’dir. Ancak matematikte 1050‘de 1’den küçük olasılıklar pratik olarak “imkansız” sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA’sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.

Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi’nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel,Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.6

Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış’ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır. 

Evrimin Hayali Mekanizmaları

Darwin’in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.

Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla…

Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” demek zorunda kalmıştı.7

Lamarck’ın Etkisi

Peki bu “faydalı değişiklikler” nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck’a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin’den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck’a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck’a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.

Doğal Seleksiyonu doğrulayan tek bir delil dahi bulunmamaktadır.
Doğal seleksiyona göre, güçlü olan ve yaşadığı çevreye uyum sağlayabilen canlılar hayatta kalır, diğerleri ise yok olurlar. Evrimciler ise doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğini, yeni türler meydana getirdiğini öne sürerler. Oysa doğal seleksiyonun böyle bir sonucu yoktur ve bu iddiayı doğrulayan tek bir delil dahi bulunmamaktadır.

Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti.8

Ama Mendel’in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon “tek başına” ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.

Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar

Rastgele mutasyonlar insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman zarar verirler.
Rastgele mutasyonlar insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman zarar verirler. Evrimciler yıllardır sinekler üzerinde mutasyon denemeleri yaparak, faydalı mutasyon örneği oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak bu çabalarının sonucu sadece sakat ve hastalıklı sinekler olmuştur.

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930’ların sonlarında, “Modern Sentetik Teori”yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına “faydalı değişiklik sebebi” olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.

Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm’dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının “mutasyonlara”, yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.9

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin “evrim mekanizması” olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin’in de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey yapamaz.” Bu gerçek bizlere doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.

Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.

Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.

Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara türler”in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.

Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara “ara-geçiş formu” adını verirler.

Ginkgola fosili
Bitkilerin evrimi iddiasını doğrulayan tek bir fosil örneği dahi yokken, evrim geçirmediklerini ispatlayan yüz binlerce fosil vardır. Bu fosillerden biri de resimde görülen 54 – 37 milyon yıllık ginkgo yaprağı fosilidir. Milyonlarca yıldır değişmeyen ginkgolar, evrimin büyük bir aldatmaca olduğunu göstermektedir.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni‘nde bunu şöyle açıklamıştır:

Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.10

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.11

 Darwin’in Yıkılan Umutları

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.12

Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin’in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:

Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.13

Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani “türlerin kökeni”, Darwin’in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.

İnsanın Evrimi Masalı

Evrimciler, fosiller üzerinde genelde ideolojik beklentileri doğrultusunda şekillendirdikleri yorumlar yaparlar. Bu nedenle vardıkları sonuçlar güvenilir değildir.
Evrimciler, fosiller üzerinde genelde ideolojik beklentileri doğrultusunda şekillendirdikleri yorumlar yaparlar. Bu nedenle vardıkları sonuçlar güvenilir değildir.

Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” sayılır:

1) Australopithecus
2) Homo habilis
3) Homo erectus
4) Homo sapiens

Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen “Australopithecus” ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.14

Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, “homo” yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar’dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, “Homo sapiens’e uzanan zincir gerçekte kayıptır” diyerek bunu kabul eder. 15

Evrim yanlısı gazete ve dergilerde çıkan haberlerde  hayali "ilkel" insanların resimleri sıklıkla kullanılır.
Evrim yanlısı gazete ve dergilerde çıkan haberlerde yukarıdakine benzer hayali “ilkel” insanların resimleri sıklıkla kullanılır. Bu hayali resimlere dayanarak oluşturulan haberlerdeki tek kaynak, yazan kişilerin hayal gücüdür. Ancak evrim bilim karşısında o kadar çok yenilgi almıştır ki artık bilimsel dergilerde evrimle ilgili haberlere daha az rastlanır olmuştur.

Evrimciler “Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.16

Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. 17

Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:

Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.18

Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım “yarı maymun, yarı insan” canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.

Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere’nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.

Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası” yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise, Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:

Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.19

İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.

Darwin Formülü!

Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.

Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir “deney” tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına “Darwin Formülü” adıyla inceleyelim:

Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları,  karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler. Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah’ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.

Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır.  Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.

Göz ve Kulaktaki Teknoloji

Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir. Gözle ilgili konuya geçmeden önce “Nasıl görürüz?” sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:

Gözü ve kulağı, kamera ve ses kayıt cihazları ile kıyasladığımızda bu organlarımızın söz konusu teknoloji ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha başarılı, çok daha kusursuz yapılara sahip olduklarını görürüz.
Gözü ve kulağı, kamera ve ses kayıt cihazları ile kıyasladığımızda bu organlarımızın söz konusu teknoloji ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha başarılı, çok daha kusursuz yapılara sahip olduklarını görürüz.

Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.

Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmak için çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.

Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.

Bütün hayatımızı beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz insanlar, bindiğimiz araba, içinde çalıştığımız iş yeri, çevremizdeki herşey beynimizde oluşur.
Bütün hayatımızı beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz insanlar, bindiğimiz araba, içinde çalıştığımız iş yeri, çevremizdeki herşey beynimizde oluşur. Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek tek şey elektrik sinyalleridir.

İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?

Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.

Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.

Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?

Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?

İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?

Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?

Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.

Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah’ı düşünüp, O’ndan korkup, O’na sığınması gerekir.

Materyalist Bir İnanç

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini “bilime saldırı” olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..

Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm’i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.

Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, “önce materyalist, sonra bilim adamı” olduğunu şöyle itiraf etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan ‘a priori’ bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.20

Bu sözler, Darwinizm’in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah’ın apaçık olan varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam etmektedirler.

Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah’tır.

Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için “dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü” ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.

Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş’e tapmasından, Hz. İbrahim (as)’ın kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)’ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah’ın Kuran’da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)

… Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)

Allah, Hicr Suresi’nde ise bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:

Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: “Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)

Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, “büyü”den başka bir açıklaması yoktur.

Nitekim, Allah Kuran’da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun’a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)’ya, kendi “bilgin büyücüleri” ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı bir ayet şöyledir:

(Musa:) “Siz atın” dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)

Görüldüğü gibi Firavun’un büyücüleri yaptıkları “aldatmacalar”la  -Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)’ın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi  “uydurduklarını yutmuş” yani etkisiz kılmıştır:

Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver” diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.  (Araf Suresi, 117-119)

Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve “büyü bozulduğunda” küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:

Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. 21

Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar “tesadüfler”in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.

“Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32)

Resullerin Mücadelesi

Resullerin Mücadelesi

İnsanlar, hayatlarını yönlendirmek için birbirinden farklı “yol gösterici”ler, rehberler seçerler. Pek çok insan için, en büyük yol gösterici, ailesi ve yakın çevresinden başlayarak, içinde yaşadığı toplumdur. Bu kişiler değer yargılarını, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu toplumun genel düşüncesine göre belirlerler. Bazı insanlar ise kendilerine yol gösterici olarak ideolojilere inanır; söz konusu ideolojileri üreten düşünürlerin “üstün” insanlar olduğunu, onların yolunu izleyerek doğruya ulaşabileceklerini düşünürler. Kimileri ise, tüm bunları tanımadığı, yalnızca kendi akıl ve sezgilerini yol gösterici olarak kabul ettiği iddiasındadır.

Oysa tüm bu sayılan düşünceler, ortak bir yanlış üzerine kuruludur. Bu düşünceleri taşıyan, (yani kendilerine yol gösterici olarak toplumu, bazı “üstün” saydıkları insanları ya da kendi akıllarını benimseyen) kişiler, çok önemli bir gerçeği reddetmekte ya da göz ardı etmektedirler: İnsan yaratılmış bir varlıktır ve sahip olduğu herşeyi kendisini yaratana, yani Allah’a borçludur. Kendi bedenini, etrafını, gökyüzünü ya da var olan herhangi bir şeyi biraz vicdanlı bir biçimde inceleyen herkes, bunları Allah’ın yarattığını açıkça görebilir.

İnsanı Allah yaratmıştır ve kuşkusuz bu yaratışın belirli bir amacı vardır. Bu gerçek Kuran’da, “Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık” (Enbiya Suresi, 16) ayeti ile haber verilir. İnsanın yaratılış amacı, başka bir ayette de şöyle bildirilir:

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56)

İnsanın yaratılışının tek gerçek amacı Allah’a kulluk etmesidir. Ancak burada bir yanlış anlamaya karşı dikkatli olmak gerekir: İnsanın yalnızca Allah’a kulluk etmek için yaratılmış olması, sadece bazı ibadetleri yapmanın yeterli olacağı anlamına gelmez. Kuşkusuz Peygamber Efendimiz (sav)’in Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen; “Beş vakit namazlar, gelecek haftaya kadar cüm’a, gelecek seneye kadar ramazan, büyük günahlardan sakınılırsa, aralarındaki hatalar için kefarettirler.” (Müslim) (Riyazü’s Salihin, İmamı Nevevi, çeviren: Mehmet Emre, Bedir yayınevi, sf.698) kudsi hadisiyle önemini bildirdiği 5 vakit namaz ibadeti ve oruç, zekat, tesettür gibi diğer ibadetler titizlikle uygulanması gereken farzlardır ve her mümin bunları yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak Allah’a kulluk etmek, hayatın her alanını kapsar ve asıl olarak da, Allah’ı tanımak, O’na yakın olmak ve tüm yaşamı O’nun gösterdiği yola göre sürdürmek demektir. Bu şekilde yaşayan, yani yalnızca Allah’a kulluk eden bir insan, dünyanın en güzel, en huzurlu, en zevkli hayatını yaşar. Çünkü Allah’ın Kuran’daki emirlerinin tümü çok kolaydır. İnsan Allah’a kulluk etmekten zevk alacak şekilde yaratılmıştır ve bunu yapmakla da bu yaratılışına (fıtrat) uygun hareket etmiş olur. Kuran’da bu konu şöyle açıklanır:

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rum Suresi, 30)

Ayette verilen bilgiler son derece önemlidir: İnsan, yalnızca Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmıştır, yaratılışı (fıtratı) bu temel üzerindedir. Allah onu yoktan var etmiş, ona “Kendi ruhundan üflemiş”, onu “bir damla sudan” (spermden) bir insan haline getirmiş ve onu geçici bir süre için dünyaya göndermiştir. İnsana düşen, kendisini Allah’ın yarattığını bilmek ve bundan dolayı her an O’na şükretmektir. Böylece kendisi için geçici bir yurt olan dünyada Allah’ın gösterdiği amaca uygun olarak yaşayacak, olgunlaşıp eğitilecek ve asıl yurduna, ahirete gidecektir. İşte bu, insanın yaratılışına (fıtratına) uygun olarak davranması demektir.

Ancak Rum Suresi’nin 30. ayetinde, insanın fıtratının yalnızca Allah’a kulluk etmek olduğu bildirilirken aynı zamanda insanların çoğunun bu büyük gerçekten habersiz oldukları da bildirilmektedir. Başka ayetlerde de Allah, insanın unutkan olduğunu haber vermektedir. Nefis insana kendi yaratılışını ve Allah’ın apaçık varlığını unutturmaya çalışır. Bu nedenle pek çok insan çoğu kez tek başına Allah’ın farkına varamaz. Yaratılmış olduğunu ve bu nedenle de Yaratıcımıza karşı sorumlu olduğunu göremez. Kuran’da bu durum şöyle tarif edilmektedir:

“İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: ‘Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?’ De ki: ‘Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir’.” (Yasin Suresi, 77-79)

İnsanın nefsi Allah’ın kendisini yaratmış olduğunu unutmaya son derece eğilimlidir. Allah’ı unuttuğu anda ise, kendi bencil hırs ve tutkuları (nefsi) devreye girerek ona yeni sözde ilahlar gösterecektir. Bu kişi artık kendisini yaratan ve ayette bildirildiği gibi, “düzgün bir adam kılan” (Kehf Suresi, 37) Allah’a değil, başka varlıklara kulluk etmeye; onları hoşnut etmeye, onlardan medet ummaya, onları sevip, onlardan korkmaya başlar. Oysa gözünde ilahlaştırdığı bu varlıkların tümü de aynı kendisi gibi aciz ve zayıf birer “kul”dur. Ama söz konusu kişi yine de aklını kullanıp bu gerçeği göremez ve bu hayali ilahların peşinde koşarak Allah’tan yüz çevirir. Bu tam anlamıyla bir nankörlüktür. Kuran’da bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“Kahrolası insan, ne kadar nankördür. (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu ‘bir ölçüyle biçime soktu’.” (Abese Suresi, 17-19)

Bu tür insanların oluşturduğu bir toplum ise, doğal olarak, dinden tamamen kopmuş ve Allah’ı “arkalarında unutuluvermiş önemsiz bir şey” (Hud Suresi, 92) olarak kabul etmiş bir toplumdur. Toplumun bütün üyelerinin aynı yapıda olması, bir tür “sürü psikolojisi” yaratır ve insanların zaten var olan inkarlarını daha da pekiştirir. Allah’tan ve ahiretten habersiz olan bu tür toplumlar, Kuran’da “cahiliye toplumu” olarak tanımlanır. Çünkü bu toplumun tüm üyeleri, her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri konularda bilgi sahibi olsalar da, Allah’ı tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler.

Ve bu toplumun üyeleri, konuya girerken değindiğimiz gibi kendilerine yanlış “yol gösterici”ler edinmişlerdir. Allah’ı gereği gibi tanımadıklarından dolayı, Allah’ın emrettiği yoldan farklı yollara girerler. Aynı kendileri gibi aciz birer kul olan insanlara tabi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğrular olarak kabul ederler.

Ve sonuçta cahiliye toplumu, gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıl ve vicdandan koparan bir sistem oluşturur. Dolayısıyla bu sistemin kendi kendine çözülmesi ve söz konusu toplumun üyelerinin Allah’ın varlığını ve ahirette O’na hesap vereceklerini anlamaları mümkün olmaz.

Bu kapalı sistem, Allah’ın gönderdiği bir “yol gösterici”nin cahiliye toplumunu gerçeğe davet etmesine kadar sürer. Kuran’da bu durum şöyle haber verilir:

“Kitap Ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi. (O delil de) Allah’tan gönderilmiş-bir elçi (ki,) tertemiz sahifeleri okumaktadır.” (Beyyine Suresi, 1-2)

Resulün Seçilişi

Az önce vurguladığımız gibi, cahiliye toplumu kendi başına Allah’ı fark edebilecek ve doğruyu görebilecek yeteneğe sahip değildir. Ancak sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Rabbimiz onlara, kendilerini uyaracak, Allah’ın ve ahiretin varlığını, hayatın gerçek anlamını bildirecek elçiler gönderir. Zaten Kuran’da bu elçilere “Resul” adı verilir ki, Resulün kelime anlamı “gönderilen”dir.

Kuran’da her toplumun mutlaka bir Resul aracılığıyla uyarıldığı şöyle bildirilmektedir:

“Andolsun, Biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (Nahl Suresi, 36)

Resul de aslında ilk başta cahiliye toplumunun üyelerinden biridir. Allah’ın gösterdiği şekilde elçilik yapmaya hayatının belirli bir aşamasında başlayacaktır. Ancak Risaletinin (Resullüğünün) başlangıcı olan bu aşamadan önce de, yine cahiliye toplumunun genelinden oldukça farklıdır. Örneğin toplumun genelinde görülen ahlaki dejenerasyondan uzaktır. Vicdanlı, dürüst, ince düşünceli ve akıllıdır. 

Ve az önce belirttiğimiz gibi, hayatının belirli bir döneminde Risaleti başlar. Bazen Allah’ın kalbine verdiği bir anlayışla Allah’ın varlığının ve içinde bulunduğu toplumun ne denli çarpık olduğunun farkına varır, bazen de bu gerçek kendisine vahiy yoluyla bildirilir.

Örneğin Hz. İbrahim, Allah’ın varlığını ve bu gerçekten haberdar olmayan toplumunun sapkınlığını Allah’ın ilham ettiği bir anlayışla bulmuştur. Kuran’da, Hz. İbrahim’in durumu şöyle anlatılır:

“Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.

Böylece İbrahim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.

Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir.’ Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.’

Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.’

Kavmi onunla çekişip-tartışmaya girdi. Dedi ki: ‘O beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah’ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Rabbim, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?… (Enam Suresi, 74-80)

Bu, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.” (Enam Suresi, 83)

Ayetlerde bildirildiğine göre, Allah Hz. İbrahim’e “göklerin ve yerin melekutunu” göstermiştir. “Melekut”, Allah’ın ayetleri, varlığının delilleri anlamındadır. Bu bize gösterir ki, Hz. İbrahim, Allah’ın kendisine ilham ettiği anlayış sayesinde, etrafındaki müşrik (Allah’tan başka ilahlar edinen) cahiliye toplumunun sapkınlığını fark edebilmiş ve Allah’ın apaçık varlığını kavrayabilmiştir. Bu, Allah’ın Hz. İbrahim’i seçmiş olması demektir.

Nitekim Allah’ın seçmesi ve kendilerine yol göstermesi  tüm Resullerin ortak özelliğidir. Allah’ın Hz. Musa’ya olan vahyinde bu konu şöyle bildirilmiştir:

“Sana Musa’nın haberi geldi mi? Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: ‘Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum.’

Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: ‘Ey Musa. Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva’dasın.

Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle. Gerçekten Ben, Ben Allah’ım, Ben’den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.

Şüphesiz, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim. Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın’.”(Taha Suresi, 9-16)

Kısacası Resul, Allah’ın özel olarak yarattığı ve seçtiği bir insandır. İçinde bulunduğu toplumdaki tüm insanlardan farklıdır; tek başına ve ilk olarak Allah’ın varlığının, ahiretin farkına varmıştır. Ancak bu aşamada görevi henüz yeni başlamaktadır: Resül farkına vardığı bu büyük gerçeği içinde yaşadığı cahiliye toplumunun diğer üyelerine de anlatmakla, onları Allah’ın yoluna davet etmekle yükümlüdür. Kuran’da, “Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun…” (Maide Suresi, 67) ayeti ile, Resulün bu büyük tebliğ (dini duyurma, açıklama) görevi bildilir. Bu ise zorlu bir iştir. Çünkü çoğu kez kavmin ancak çok az bir bölümü Resule iman eder, diğerleri ise ona düşman olurlar.

Resule İman Edenler

Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarına baktığımızda,  Resulün tebliğe başlamasıyla birlikte cahiliye toplumlarından ancak çok az sayıda kişinin onu dinlediklerini ve söylediklerini kabul ettiklerini görürüz. Çünkü Resul, insanları inandıkları pek çok değerden vazgeçmeye, tüm sahte ilahlarını terk etmeye ve yalnızca Allah’a kul olmaya çağırmaktadır. Cahiliye toplumunun üyelerinin büyük bölümü, bunları kavrayacak bir akla ve bilince sahip değildir. Kavrayabilecek olanların büyük bir bölümü de çıkarlarıyla çatışan  bu yeni sistemi kabullenmeye yanaşmazlar. Bu nedenle Resule tabi olanlar, çok küçük bir azınlıktır. Bunlar, cahiliye toplumunun yoğun telkinini aşabilecek bir akla ve doğru bildiklerini uygulayabilecek bir iradeye sahip olan insanlardır. Resulün bildirdiklerine iman ederler, bu nedenle Kuran’da onlara verilen isim “mümin” (iman eden)dir.

Müminlerin pek çok önemli özelliği vardır. Öncelikle dünyaya bakış açıları, olaylar karşısındaki tavırları cahiliye toplumundan tamamen farklıdır. Kendilerine yol gösterici olarak cahiliye kıstaslarını değil, Allah’ın vahyini ve Resulün davranışlarını edinmişlerdir. Bu nedenle de, cahiliye toplumundaki dejenerasyon ve çürümüşlüğün aksine, üstün bir ahlaka sahiptirler. Resule karşı da büyük bir saygı, sevgi ve sadakat beslerler. Kuran’da, müminlerin ahlaki özellikleri, Allah’a olan bağlılıkları ve Resule yönelik tavırları ayrıntılı olarak anlatılır.

Kuran’da müminlerle ilgili olarak işaret edilen bir başka özellik de oldukça dikkat çekicidir. Bu özelliğe, hem Hz. Musa’ya iman eden müminlerde, hem de “Kehf Ehli”nde dikkat çekilir. Kuran’da, Hz. Musa’ya iman edenlerle ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Görüldüğü gibi Kuran’da Allah, Hz. Musa’ya tabi olanların “genç” kişiler olduklarına dikkat çekmektedir. Hz. Musa’ya inananlar gençlerdir, çünkü gençler, toplumun daha yaşlı kesimlerine göre, cahiliye telkinini daha az almışlardır. Bu nedenle içinde bulundukları cahiliye sistemini yırtıp, gerçekleri kabul etmeye daha eğilimlidirler.

Kehf Suresi’nde bahsi geçen iman edenler de aynı özelliğe sahiptirler. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulur:

Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?’ (Kehf Suresi, 13-15)

Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi içinde  bulundukları kavmin sapmış olduğunu görebilen ve dolayısıyla da Resule tabi olan bu tür insanların, yani müminlerin sayısı azdır.

Daha önceki sayfalarda Enam Suresi’ndeki Hz. İbrahim’le ilgili ayetlerde de gördüğümüz gibi, cahiliye toplumunun çok büyük bir bölümü, kendilerini imana çağıran Resule düşmanlıkla karşılık verirler. Özellikle cahiliye toplumunun varlıklı, iktidar sahibi kesimi, kurulu düzenin değişmesine kesinlikle karşı olduklarından dolayı, Resule karşı büyük bir düşmanlık beslerler.

Allah da Resullerini özellikle inkarda direnen, bu kibirli kesime yollar. Az önce Allah’ın Hz. Musa’ya seslenişi ile ilgili ayetleri aktarmıştık. Allah’ın Hz. Musa’ya bunlardan sonra verdiği emir şudur:

Firavun’a git, çünkü o azmış bulunuyor.” (Taha Suresi, 24)

Cahiliye Toplumlarında Önde Gelenler

Daha önce cahiliye toplumundan söz ederken, bu toplumun en büyük özelliğinin Allah’ı ve dini tanımayan ya da göz ardı eden bir toplum olduğunu vurgulamıştık. Cahiliye toplumunun bu özelliğinin en büyük sonuçlarından biri de çarpık bir toplumsal düzen kurmalarıdır.

İman etmiş, Allah’ı tanıyan ve O’na itaat eden bir toplumla, cahiliye toplumunun düzenleri tamamen farklıdır. İman eden bir toplumda, insanlar soylarına, fiziksel özelliklerine, maddi durumlarına göre değerlendirilmezler. Bu toplumda, takdir gören, sevilen ve sayılan insanlar ahlaki yönden üstün özellikleri olan insanlardır. Bu ahlaki özellikler ise (tevazu, dürüstlük, güvenilirlik, merhametli olmak, saygı ve sevgiyi bilmek ve fedakarlık gibi) ancak Allah’a teslimiyet ile kazanılır. Bu nedenle iman eden bir toplumda kendisine güç ve iktidar verilen, kendisine tabi olunan kimseler, bu özellikleri en çok taşıyan kimselerdir.

Oysa cahiliye toplumundaki durum bunun tam tersidir. Yukarıda saydığımız ahlaki değerlerin bu toplumda fazla bir önemi yoktur. Bu toplumun üyeleri, Kuran ahlakından uzak olmaları nedeniyle, maddi bazı özellikleri gözlerinde çok büyütürler. Örneğin maddi zenginlik, cahiliye toplumundaki en büyük değerdir. Toplumda herkesin en önem verdiği konu “para”dır; yani bir anlamda en önemli put olarak para edinilmiştir. Bundan dolayı da, cahiliye toplumlarında değişmez bir kural oluşmuştur: “Herkesin bir fiyatı vardır”.

Madem herkesin fiyatı vardır, öyleyse çok parası olan birileri, herkese gerekli ödemeyi yaparak en üst kademeye tırmanabilir. Çok parası olanların illa insanları “satın alması”na da gerek yoktur; para en önemli değer haline geldiği için, parası olan kişiye garip bir saygı ve hayranlık duyulur. Dolayısıyla cahiliye düzeninde, en çok paraya sahip olan kişiler en güçlü ve en itibarlı kişilerdir. Bu kişiler cahiliye toplumunun “elit” kesimini oluşturur ve insanları yönlendirirler. Onların verdiği her karar toplumun diğer üyelerince kabul görür. Yaşam tarzları, tavırları ve ahlaki yapıları toplumun diğer üyeleri tarafından hayranlıkla izlenir, “moda” olarak kabul edilir.

Kuran’da, cahiliye toplumunu yönlendiren bu kesimden sık sık söz edilir. Ayetlerde “kavmin önde gelen inkarcıları”, “kavmin refahtan şımaran önde gelenleri” gibi ifadelerle tanımlanan bu kesim, Resullerin mesajına şiddetle karşı çıkan ve insanları Resulleri dinlememeye, hatta onlara düşmanlık beslemeye çağıran kesimdir. Kuran’da, bu değişmez kural şöyle bildirilmektedir:

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri’: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’ demişlerdir. Ve: ‘Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz’ de demişlerdir.” (Sebe Suresi, 34-35)

Peki nedir önde gelenlerin Resule karşı böyle bir tepki vermelerinin nedeni?

Resullerin İsteği: Allah’a İman ve İtaat

Bu sorunun cevabını, Resullerin ortak mesajına bakınca bulabiliriz. Kuran’da bahsi geçen tüm Resuller gönderildikleri kavimlerden temel olarak iki şey istemişlerdir: Allah’a şirk koşmadan iman etmeleri, O’ndan korkup-sakınmaları ve kendisine itaat etmeleri..

Ardı ardına pek çok Resulün haberlerinin verildiği Şuara Suresi’nde bu değişmeyen mesajı rahatlıkla görebiliriz. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Nuh kavmi de gönderilen (peygamber)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Nuh: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.’ (Şuara Suresi, 105-109)

Ad (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hud: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.’ (Şuara Suresi, 123-127)

Semud (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Salih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; (Şuara Suresi, 141-145)

Lut (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.’ (Şuara Suresi, 160-164)

Eyke halkı da, gönderilen (peygamber)leri yalanladı. Hani onlara Şuayb: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir’. (Şuara Suresi, 176-180)

Kuran’da anlatılan diğer tüm Resullerin mesajı da yine aynıdır. Allah ayetlerinde Hz. İsa ve Hz. Harun’un kavimlerine şöyle söylediklerini bildirmektedir:

İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: “Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O’na kulluk edin. Dosdoğru yol budur’. (Zuhruf Suresi, 63-64)

Andolsun, Harun bundan önce onlara: ‘Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan   Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin’ demişti. (Taha Suresi, 90)

Kuran’da, Hz. Muhammed (sav)’e itaat edilmesinin emredildiği ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:

De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir’. (Nur Suresi, 54)

Ayetlerde görüldüğü gibi tüm Resuller gönderildikleri kavimleri Allah’a iman etmeye ve O’na kul olmaya davet ederler. Onları ahiret ile uyarır, dünyanın geçici olduğunu, yaptıklarının karşılığını ahirette göreceklerini bildirirler. Ve tüm bunların yanında bir de gönderilmiş bulundukları kavmin kendilerine itaat etmesini isterler. Çünkü bu Allah’ın emridir ve Kuran’daki; “… eğer Ona (Resule) itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz…” (Nur Suresi, 54) hükmü gereği, kavmi doğruya ulaştırabilecek olan yalnızca, Allah’ın dinini yaşamaya çağıran Resuldür.

İşte kavmin önde gelen inkarcıları Resulün bu özelliğini kabullenemezler. Çünkü önde gelenler, ellerindeki maddi güç sayesinde tüm kavmi kendilerine bağlı kılmışlardır. Oysa Resul, kavmine, Allah’tan başka ilah ve “Rab” (eğitici, yol gösterici, hüküm koyucu) olmadığını ve Allah’ın kendisine itaat edilmesini emrettikleri dışında, hiç kimsenin itaate layık olmadığını bildirmektedir. Bu gerçeğin -ki bu şirk koşmadan Allah’a iman etmek demektir- kavim tarafından kabul görmesi, kavmin önde gelenlerinin sahip oldukları güç ve iktidarı ortadan kaldıracaktır. İşte bu nedenle önde gelenler Resulün mesajına en büyük düşmanlığı gösterenlerdir.

Önde gelenlerin Resule tepki duymalarının bir başka nedeni ise, kendi basit kıstaslarına göre “seçkin” saymadıkları bu insanın liderliğini çekemeyişleridir.

 

 

Resullere Karşı Çıkılmasının Ardındaki Nedenler

Önde gelenlerin Resule tuzaklar kurmalarının temelinde Allah’ın elçilerinin ve onun destekçisi olan müminlerin, inkarcıların düzenlerini bozmaları yatar. Resuller kendi yaşadıkları toplumu Allah’tan başka kimseye kulluk etmemeye çağırmaktadırlar. Bunun sonucunda insanlar Allah’a yönelecekler ve Kuran’da bildirilen adalet ve güzel ahlak yapısı topluma hakim olmaya başlayacaktır. Dürüstlük, samimiyet, fedakarlık, çalışkanlık gibi üstün ahlak özellikleri yaşanacaktır. Elbette ki bu durum yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, haksızlık ve zulümle makam, mevki ve menfaat elde etmeyi alışkanlık haline getirmiş, ‘çirkin utanmazlıkları’, ahlaksızlığı ve Allah’ın sınırlarını çiğnemeyi yaşam tarzı olarak benimsemiş kimseleri rahatsız eder. Bu kişiler makam, mevki ve mal varlıkları ile kendilerine bağımlı kıldıkları, diledikleri şekilde yönlendirdikleri ve emirlerinde çalıştırdıkları insanları artık diledikleri şekilde yönetemeyeceklerinden korkarlar. Çünkü Resulün tebliğine teslim olan kişiler gerçekte yalnızca Allah’a teslim olur ve yalnızca Allah’tan korkup sakınmaları gerektiğini bilerek hareket ederler. Sahtekarlık yapmaktan çekinir, harama el uzatmaz, hırsızlık, bozgunculuk yapmaz, fakirin yetimin hakkını korurlar. İşte bu yüzden peygamber ve müminlerin yaptıkları inkarcıların çıkarlarını zedelemektedir.

İnkarcıların önde gelenlerini rahatsız eden bir başka durum ise, sahip oldukları güç, itibar ve iktidara rağmen kendilerinden olmayan, dahası kendilerini ve sistemlerinin yanlışlığını ortaya koyan bir insanın din ahlakını yayarak toplumda kabul görmesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu insanlar olayı tümüyle bir kişisel çekişme olarak görür ve peygamberin kendilerine üstün gelmesini hazmedemezler.

Allah’ın elçilerinin, dünyanın en akıllı, en güzel ahlaklı insanları olduğu çok açık bir gerçektir. Buna rağmen elçileri kıskanan önde gelen inkarcılar kendilerince bu değerli insanları, özellikle toplum önünde küçük düşürmeye çalışmışlardır.

Örneğin dönemin inkarcıları Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e de büyük iftiralar atmışlardır. Akıllarınca alay ve hakaret içerikli sözlerle Allah Katında çok üstün olan bir insanı, kendisine inananların gözünden düşürmeye çalışmışlardır. Ancak yaptıklarıyla hiçbir sonuca ulaşamamışlar, bu, iman edenlerin daha çok şevkini artırmış, onların birbirlerine daha çok bağlanmalarına neden olmuşlardır. Allah bu kişilerin iftiralarından bazılarını şöyle haber vermektedir:

İnkar edenler dediler ki: “Bu (Kur’an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur.” Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler. Ve dediler ki: “Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır.” De ki: “Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilen (Allah) indirmiştir. Doğrusu O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Furkan Suresi, 4-6)

Önde gelenlerin Resule tepki duymalarının bir başka nedeni ise, kendi değer yargılarına göre önde gelenlerden olmayan bir kimsenin liderliğini çekemeyişleri ve olayları kendi basit mantıklarına göre değerlendirmeleridir.

Önde Gelenlerin Resulü Takdir Edememeleri

İnkarcıların en büyük özelliği vicdanlarını kullanmadıkları için akılcı değerlendirmeler yapamamalarıdır. Kuran’da bu konuya sık sık dikkat çekilir. Ve kuşkusuz bu özellik, inkarcıların önde gelenleri için de geçerlidir.

Önde gelenlerin bu durumlarını en iyi ortaya çıkaran göstergelerden biri de Resule olan yanlış bakış açılarıdır. Resul  Allah’ın elçisidir ve toplumu O’nun yoluna iletmek için gönderilmiştir. Bu, elbette son derece büyük ve önemli bir sorumluluktur. Ancak önde gelenler bu inceliği kavrayamaz ve Resulü de sıradan bir insan gibi değerlendirerek onun tebliğ ettiklerini kendi saçma kural ve gelenekleri içinde değerlendirirler.

Önde gelenlerin en katı oldukları kural ve geleneklerden biri, liderlik vasfı ile ilgilidir. Cahiliye toplumlarındaki genel kurala göre, bir kimsenin lider olarak kabul edilmesi için mutlaka maddi birtakım vasıflar gerekir: Lider, ya soylu ve ünlü bir ailenin üyesi olmalı ya da çok zengin birisi olmalı, yani bir başka deyişle kendilerinin “elit” olarak adlandırdıkları sınıfın bir üyesi olmalıdır.

İnkarcılar Resulün tebliğini de bu basit mantık içinde değerlendirirler. Onlara göre, “eğer Allah’ın bir elçisi olacaksa”, bu kendi çevrelerinden yani zengin ya da ünlü birisi olmalıdır. Kendi sosyal sınıflarına dahil olmayan kimselerin Allah’ın elçisi ve dolayısıyla toplumun lideri olabileceğini kabul edemezler.

Kuran’da bildirilen Talut kıssasında inkarcıların bu bakış açısı şöyle haber verilmektedir:

“Onlara peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir.” (Bakara Suresi, 247)

Önde gelenlerin bu yüzeysel ve hatalı bakış açısı oldukça yaygındır. Hz. Muhammed (sav)’in Risaleti de kavminin önde gelenleri tarafından tanınmamış ve Kuran’da haber verildiği üzere, “Zikir (Kuran), içimizden ona mı indirildi?…” (Sad Suresi, 8) şeklindeki ifadelerle yüz çevirmişlerdir. Başka ayetlerde, önde gelenlerin bu psikolojisi şöyle anlatılır:

“Ancak kendilerine hak gelince, dediler ki: “Bu bir büyüdür, doğrusu biz ona (karşı) kafir olanlarız.” Ve dediler ki: “Bu Kuran, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf Suresi, 30-31)

Allah, önde gelenlerin bu ifadesine karşılık bir sonraki ayette şöyle buyurmaktadır:

“Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?… “(Zuhruf Suresi, 32)

İnkarcıların bu sapkın bakış açısına göre, Resulü Allah’ın seçmiş olması yeterli değildir. Onların tek kıstası maddi zenginliktir ve dolayısıyla da Resulü de bu kıstasa göre değerlendirmektedirler. Onların mantığına göre, Resul büyük bir maddi güce sahip olmalıdır ki, kendisine itaat edilsin. Kuran’da, inkar edenlerin bu beklentileri şöyle haber verilir:

“Andolsun Biz bu Kuran’da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak direttiler. Dediler ki: “bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize okuyabileceğimiz bir kitap indirilinceye kadar senin yükselişine de inanmayız. De ki:”Rabbimi yüceltirim; ben,elçi olarak bir beşerden başkası mıyım?” (İsra Suresi, 89-93)

Oysa müminler Resule herhangi bir maddi özelliği nedeniyle değil, Allah onu seçmiş olduğu için bağlanmışlar, imanı ve Allah’a olan yakınlığı nedeniyle ona biat etmişlerdir. İnkar edenler ise, bu inceliği kavrayacak durumda değillerdir. Onların çarpık mantığına göre, en çok mülke kendileri sahiptir ve dolayısıyla sözü dinlenmesi gereken kişiler de kendileridir.

İşte inkarcıların Resule ve müminlere yaptıkları saldırılar ve bunun sonucunda ortaya çıkan iki taraf arasındaki büyük mücadelenin en önemli nedenlerinden biri budur.

Önde gelenler ile Resul arasındaki ilişkinin çarpıcı bir örneği ise, Hz. Musa ve Firavun arasında geçen mücadeledir.

Hz. Musa ve Firavun

Firavun, Kuran’da bildirildiğine göre, Mısır halkını sahip olduğu maddi ve askeri güç ile yöneten ve baskı altında tutan bir zalimdi. Özellikle Mısır’da köle olarak çalıştırılan İsrailoğullarını baskı altında tutuyor ve işkenceye uğratıyordu. Kuran’da, Firavun’un iktidarı şöyle tarif edilir:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.” (Kassas Suresi, 4)

Allah, İsrailoğulları’nı Firavun’un azabından kurtarmak ve onları Kendi yoluna yöneltmek için Hz. Musa’yı Resul olarak gönderdi. Hz. Musa, Firavun’dan İsrailoğulları’nın kendi önderliğinde Mısır’dan ayrılmasına izin verilmesini istedi. Oysa Firavun, kendi iktidarına gölge düşürecek böyle bir şeye asla izin vermeyi düşünmüyordu. O, kendisinin “tüm Mısır’ın Rabbi” olduğu iddiasındaydı. Kavmini eziyor ve onlara kendi düşüncelerini tek doğru olarak kabul ettirmeye çalışıyordu. Öyle ki, kavmine şöyle seslenmişti:

“… Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum.” (Mümin Suresi, 29)

Bu nedenle Firavun, Hz. Musa’nın kendisine gelip İsrailoğulları’nın kendi önderliğine bırakılmasını istemesini kabul etmemişti. Ona göre, tüm Mısır’ın mülkü ona aitti ve kendisinin aksine hiçbir malı-mülkü bulunmayan Hz. Musa’nın, İsrailoğulları’na önderlik yapması düşünülemezdi.

Firavun Hz. Musa’ya karşı derin bir kıskançlık ve nefret hissetmiş, dünyada sahip olduğu makam, mal, mülk, iktidar gibi üstünlükleri ön plana çıkararak, göz boyayıcı sözlerle Allah’ın elçisini küçümsemeye çalışmıştır. Firavun’un sözleri şöyledir:

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?’

‘Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi? Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.” (Zuhruf Suresi, 51-54)

Görüldüğü gibi Firavun “Mısır’ın Rabbinin”, kendisi olduğunu iddia etmektedir. Oysa Hz. Musa, Allah’ın “göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan herşeyin Rabbi” olduğunu söylemektedir. Yani Mısır da buna dahildir! Bu durum Firavun’un rahatsız olmasına neden olmuştur. Ayetlerde Musa Peygamber ve Firavun arasında geçen konuşmalar şöyle haber verilmektedir:

“Firavun dedi ki: ‘Alemlerin Rabbi nedir?’ (Musa) Dedi ki: ‘Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan herşeyin Rabbidir. Eğer ‘kesin bilgiyle inanıyorsanız’ (böyledir).’ (Firavun) Çevresindekilere dedi ki: ‘İşitiyor musunuz?’ (Musa:) Dedi ki: ‘O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.’ (Firavun) Dedi ki: ‘Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.’ ‘Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbidir’ dedi (Musa). (Firavun) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım’.” (Şuara Suresi, 23-29)

Firavun’un Hz. Musa’ya düşmanlık beslemesinin nedeni, onun anlattığı gerçeklerin kendi kurmuş olduğu düzeni yıkacağı korkusudur. Firavun Allah’ın varlığını bilmekte ve bunu ifade de etmektedir. Ayette şöyle buyrulur:

“Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)

Firavun’un bu yaklaşımı Kuran’da “kavmin önde gelen inkarcıları” olarak örnek verilen kişilerin de genel özelliğini oluşturur. İnkarcıların en önemli özelliklerinden biri çarpık bir    Allah inancına sahip olmalarıdır. Dolayısıyla Allah’ın kendilerine itaat edilmesi için gönderdiği Resulleri de tanımazlar. Ayrıca Resul onlara kurdukları sistemin sapkın olduğunu bildirmekte, onları haksız yere elde ettikleri tüm çıkarlarından vazgeçmeye davet etmektedir. Ve en önemlisi, Resul onlardan kendisine tabi olmalarını istemektedir. Kendilerini beğenmiş, sahip oldukları nimetlerden dolayı şımarmış olan inkarcı önde gelenler, kendilerine gelen bu teklife de öfke ve düşmanlıkla cevap verirler.

Allah bu kişilerin içine düştükleri durumu ve elçiliği dilediği kimseye vereceğini ayetlerinde şöyle bildirmektedir:

Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli- düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar. Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: “Allah’ın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz kesin olarak inanmayacağız.” Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkarlara, kurdukları hileli-düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah Katında bir küçüklük isabet edecektir. (Enam Suresi, 123-124)

Kavmin önde gelenlerinin Resule karşı besledikleri bu düşmanlık, kısa bir süre içinde çeşitli saldırılarla ortaya çıkar.

Resullere Kurulan Tuzaklar

Kuran’daki peygamber kıssalarının büyük bir bölümünde, inkarcı kavmin önde gelenlerinin Resullere karşı giriştikleri saldırılar, düzenledikleri komplo ve iftiralar anlatılır. Öyle ki, kavmin inkarcılarından bu tür tepkiler almayan Resul yoktur.

Ancak önde gelenlerin Resule karşı giriştikleri bu tür hareketlerin ilginç bir yönü vardır: Önde gelenler, hiçbir zaman “biz Allah’ı tanımıyoruz ve bu nedenle de bizi O’nun hükümlerine davet eden Resulüne karşıyız” demezler. Tam tersine, önde gelenlerin iddiası, kendilerinin doğru sözlü, Resulün ise yalancı olduğu şeklindedir: Kendilerinin gerçekte Allah’a inandıklarını ama Resulün Allah’ın elçisi olmadığını, dünyevi çıkarlar peşinde koşan bir sahtekar olduğunu öne sürerler. Resule inananların “kandırılmış”, “büyülenmiş” insanlar olduklarını iddia ederler ve toplumu “Resulden kurtarmak” için harekete geçerler. Onlara göre sahip oldukları cahiliye düzeni son derece doğru bir düzendir ve “nereden çıktığı belli olmayan bir adam” bu düzeni bozup kendi menfaatleri için karışıklık çıkarmaya çalışmaktadır.

Peygamberler gibi son derece güzel ahlaklı, akıllı, her yönden çok üstün ve değerli insanların kötülüğünü isteyen bu kişilerin genel ruh hali de elbette oldukça bozuktur. Öyle ki Resullere tuzak kuranların rahatça cinayet işleyebilecek bir karakterde olduklarını Kuran’da verilen örneklerden anlamamız mümkündür. Örneğin Hz. Yusuf’u kıskandıklarından dolayı küçük yaşta kendisini öldürme planları yaparak tuzak kuran kardeşleri Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

“Öldürün Yusuf’u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz.” (Yusuf Suresi, 9)

Ayetten anlaşıldığı gibi bu tuzakları hazırlayanlar iyi insan olma iddiasıyla ortaya çıkabilmektedirler. Toplumun iyiliğini isteyen insanlar olduklarını iddia ederek kamuoyuna dürüst ve güvenilir gözükmeye çalışmaları inkarcıların çok önemli bir özellikleridir. Firavun da, kavminin önünde Hz. Musa’yı ölümle tehdit etme nedeni olarak dine zarar vermesinden ve fesat çıkarmasından çekindiği iddiasını öne sürmüş, onca zalimliğine rağmen kendisini bu değerlerin koruyucusu ilan etmiştir. Firavun’un Kuran’da haber verilen sözleri şöyledir:

Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” (Mümin Suresi, 26)

Buna göre Firavun, kavmini sözde Hz. Musa’dan “kurtarma”ya çalışmaktadır. Bu iki yüzlü davranış, tüm önde gelen inkarcıların ortak özelliğidir. Örneğin, Kuran’da, Hz. Nuh ile kavminin önde gelenleri arasındaki diyalog şöyle anlatılır:

“Kendi kavminden, inkar edip ahirete kavuşmayı yalanlayan ve kendilerine, dünya hayatında refah verdiğimiz önde gelenler dedi ki: ‘Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir. Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun, siz gerçekten hüsrana uğrayanlar olursunuz. O, öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va’dediyor? Heyhat, size va’dedilen şeye heyhat… O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz. O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah’a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz’.” (Müminun Suresi, 33-38)

Görüldüğü gibi, önde gelenler Resul hakkında oldukça şaşkınlık verici bir aleyhte propaganda yapmaktadırlar. Resulün insanlara bildirdiği ve dinin en büyük temellerinden biri olan ahiret inancını reddetmekte, ancak yine de Allah’ı inkar ettiklerini kabul etmeyip, Resulü “Allah adına yalan uyduran” biri, yani bir “din sömürücüsü” olarak tanıtmaya çalışmaktadırlar. Bir diğer iddiaları da Resulün de “yemek yiyen, su içen” normal bir insan olduğu, dolayısıyla ona tabi olmanın hiç kimseye bir faydası olmadığı şeklindedir. Oysa bu da son derece saçma bir iddiadır: Resul de kuşkusuz bir insandır ve diğer insanlar gibi yaşamaktadır, ancak Allah Resulü seçmiş ve doğruya yöneltmiştir. Bu nedenle de Resule kayıtsız şartsız itaat edenler, yeryüzündeki tek gerçek yol göstericiye uymuş olurlar.

Kuran’da, insanların Resullerin olağanüstü bir varlık olması beklentisi içinde oldukları, ancak bunun yanlışlığı haber verilmiştir. Allah bu kişiler için şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir.
De ki: ‘Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, Biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik’.”(İsra Suresi, 94-95)

İnkarcıların Resule karşı çıkmalarının asıl nedeni, kendi iddia ettikleri gibi kavimlerini onun sözde “zararlı” düşüncelerinden korumak değildir. Önde gelenler daha önce de belirttiğimiz gibi yalnızca kendi çıkarlarını düşünmekte ve çıkarları için büyük bir tehdit olarak gördükleri Resule düşmanlık beslemektedirler.

Bu nedenle önde gelen inkarcılar, ne yapıp-edip Resulün tebliğini durdurmaları gerektiğini düşünürler.

Bu hedef doğrultusunda ilk yaptıkları şey, Resul ve tebliği hakkında toplumun geneline yönelik olumsuz propagandaya girişmektir. Bu yönde kullandıkları bazı klasik iftira yöntemleri vardır. Kuran’da bu yöntemler ayrıntılı olarak anlatılır. Ancak burada çok önemli bir noktanın hatırlatılmasında fayda vardır. İnkarcılar Resulleri ve iman edenleri küçük düşürmek amacıyla ne gibi yöntemler kullanırlarsa kullansınlar, ne gibi iftiralar atarlarsa atsınlar bir sonuca ulaşamamışlardır. Çünkü inkarcıların beklediklerinin aksine iman edenler üzerinde hakaret ve iftiraların, karalama kampanyalarının da olumsuz bir etkisi olmaz. İman edenler bütün bunların kendileri için önemli birer ecir vesilesi olduğunun bilincindedirler. Bu iftiralara sabredip, en güzel şekilde karşılık verdiklerinde ve ne olursa olsun Allah yolundan ve din ahlakından taviz vermediklerinde tüm bunların karşılığını hem bu dünyada hem de ahirette alacaklarını ummanın sevincini yaşarlar.

Resullere Atılan İftiralar

Müminler kendilerine yöneltilen iftiraların, eziyet amaçlı söz ve haberlerin özel olarak Allah’ın kendileri için yarattığı bir deneme vesilesi olduğunu bilirler. Çünkü tüm bunların müminlerin başına mutlaka geleceği Kuran’da haber verilmiştir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir.” (Al-i İmran Suresi, 186)

Allah dünyada iman edenlere yaşattığı bu gibi imtihanların sonunda kendilerini temize çıkaracağını da ayetlerinde vadetmiştir. Örneğin Hz. Musa’ya da kavmi iftira ve kötü sözlerle eziyet etmeye yeltenmiş, ancak Allah kendisini inkarcıların demekte olduklarından temize çıkarmıştır.

Ayette bu durum şöyle bildirilir:

“Ey iman edenler, Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın; ki sonunda Allah onu, demekte olduklarından temize çıkardı. O, Allah Katında vecihti.” (Ahzab Suresi, 69)

Aynı şekilde Hz. Yusuf’a da iffeti hakkında büyük bir iftira atılmış, hiçbir suçu olmadığı, iffetini koruduğu ortaya çıkmasına ve bu gerçek herkes tarafından anlaşılmasına rağmen hapse atılmıştır. Konuyla ilgili ayet şöyledir:

“Sonra onlarda, (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.” (Yusuf Suresi, 35)

Hz. Yusuf hiçbir suçu olmadığı halde kendisine atılan iftiradan, hakkında oluşturulan şaibelerden ötürü yıllar yılı zindanda tutulmuştur. Ancak sonunda gerçek anlaşılmış, hakkındaki ithamlardan temize çıkmıştır. Bu olay ayetlerde şöyle haber verilir:

“(Hükümdar topladığı o kadınlara:) “Yusuf’un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?” dedi. Onlar: “Allah için, haşa” dediler. “Biz ondan hiçbir kötülük görmedik.” Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: “İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söylenlerdendir.” (Yusuf aracıya şunu söyledi:) “Bu, (itiraf Vezirin) yokluğunda gerçekten kendisine ihanet etmediğimi ve gerçekten Allah’ın ihanet edenlerin hileli-düzenlerini başarıya ulaştırmadığını kendisinin de bilip öğrenmesi içindi.”” (Yusuf Suresi, 51-52)

Suçsuz olduğunun anlaşılmasının ardından Hz. Yusuf hükümdarın güvenini kazanmış, kavminin başına geçmiş ve iktidar sahibi olmuştur. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulur:

“(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.”İşte böylece Biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız.” (Yusuf Suresi, 55-56)

Kaldı ki Resullerin insanların karşısında temize çıkma gibi bir endişeleri de yoktur. Herşeyden haberdar olan Allah’ın, işlediklerini ve kalplerinde olanı bilmesi yeterlidir.

Ancak Resullere ve müminlere iftira atanlar için ahirette çok büyük bir azap olduğu ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

Namus sahibi, bir şeyden habersiz, mümin kadınlara (zina suçu) atanlar, dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azap vardır. O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahitlikte bulunacaklardır. O gün, Allah hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah’ın hiç şüphesiz hak olduğunu bileceklerdir. (Nur Suresi, 23-25)

Mümin erkek ve mümin kadınları işlemedikleri suçlar nedeniyle itham edenlerin durumu ise başka bir ayette şöyle bildirilmektedir:

“Mümin erkeklere ve mümin kadınlara irtikab etmedikleri (bir suç) sebebiyle eziyet edenler ise, gerçekten bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab Suresi, 58)

Şimdi kavimleri ile olan mücadeleleri sırasında Resullere atılan iftiraları ve inkar edenlerin bu amaçla kullandıkları karalama yöntemlerini sırasıyla inceleyelim:

Resulün çıkar peşinde koştuğu iftirası

Önde gelenlerin en çok başvurduğu yöntem, Resulü toplumun gözünde küçük düşürmeye çalışmaktır. Resulün savunduklarında samimi olmadığını, aslında kendi çıkarları için böyle bir tebliğ işine giriştiğini iddia ederler. Bu çarpık mantığa göre, Resul, dini kendi çıkarları için kullanmaktadır. Bu iftiraya göre, Resulün insanlardan itaat istemesinin ardında da “iktidar hırsı” yatar.

Örneğin, Firavun ve önde gelen çevresi, Hz. Musa’nın insanları Allah’ın dinine davet etmeyi değil, “yeryüzüne büyüklüğe” ulaşmayı istediğini iddia etmişlerdir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Onlar: ‘Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz’ dediler.”(Yunus Suresi, 78)

Aynı suçlamanın Hz. Nuh’a da yapıldığı ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

“Andolsun, Biz Nuh’u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: ‘Ey Kavmim, Allah’a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?’ Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: ‘Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz’.” (Müminun Suresi, 23-24)

Bu ayetler göstermektedir ki, inkarcılar Resullerin de kendileri gibi sıradan insanlar olduklarını zannetmektedirler. Hz. Musa ve diğer tüm Resuller, insanları kendilerine itaate çağırmaktadırlar; ama onlardan Allah rızası için kendilerine itaat etmelerini istemektedirler. Yoksa istenen kişisel bir itaat değildir. Resul de, ona iman edip itaat edenler de Allah’ın kullarıdırlar. Dolayısıyla Resul, insanları kendisine itaat etmeye davet ederken, gerçekte onları Allah’a kul olmaya davet etmektedir. Bu gerçek ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten, sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, ‘Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz’ (deme görevindedir.) O, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretmez. Siz, Müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?” (Al-i İmran Suresi, 79-80)

Oysa buna karşılık, az önce gördüğümüz gibi, Firavun ve benzeri önde gelen inkarcılar “ilah” (Rab) oldukları iddiasındadırlar. İşte bu inkarcılar, Resulle karşılaştıklarında, onun kendi çıkarları için insanları kendisine tabi kılmaya çalıştığını zannederler. Onların gözünde Resul, kendi düzenlerini yıkmaya çalışan bir “rakip”tir.

Delilik iftirası

Önde gelen inkarcıların sıkça kullandıkları iftira yöntemlerinden biri de, Resulü ve bazen de onunla birlikte inananları “delilik”le suçlamalarıdır. Bu suçlama, neredeyse tüm Resullere yöneltilmiştir. Kuran’da, sık sık bu konuya dikkat çekilmektedir. Örneğin Hz. Nuh’a “kendisinde delilik bulunan bir adam” dendiği ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

“O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.” (Müminun Suresi, 25)

“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Böylece kulumuz (Nuh’u) yalanladılar ve ‘delidir ‘ dediler. O baskı altına alınıp engellenmişti.” (Kamer Suresi, 9)

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e de aynı iftira atılmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

“Onlar: “Ey kendisine kitap indirilen (Muhammed). Gerçekten sen cinlenmiş (bir deli)sin,” dediler.”Eğer doğruyu söylüyor isen, bizlere melekleri getirmeli değil miydin?” (Hicr Suresi, 6-7)

“Onlar, yine de o sözü (Kuran’ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? Ya da kendi elçilerini tanımadılar mı ki, şimdi onu inkar ediyorlar?

Yahut: “Onda bir delilik var” mı diyorlar? Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar.” (Müminun Suresi, 68-70)

Aynı suçlama, Hz. Musa’ya karşı da yöneltilmiştir:

“(Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.” (Şuara Suresi, 27)

Allah, genel olarak tüm kavimlerin elçilerine bu tür bir suçlamada bulunmaya eğilimli olduklarını da ayetlerde şöyle bildirir:

“İnkâr edenler dediler ki: “Siz darmadağın olup dağıldığınızda, gerçekten sizin yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber veren bir adamı gösterelim mi size? Allah’a karşı yalan mı düzüp uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Hayır, ahirete inanmayanlar, azapta ve uzak bir sapıklık içindedirler.” (Sebe Suresi, 7-8)

“Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: “(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir.” (Duhan Suresi, 13-14)

İnkarcıların önde gelenlerinin Resullere karşı sürekli olarak böyle iftiralarda bulunmalarının en önemli nedeni, kuşkusuz Resulleri karalamak istemeleridir. Ancak bunun yanı sıra, böyle bir suçlamayı seçmelerinin ikinci bir nedeni daha vardır: Önde gelen inkarcılar, Resulün nasıl olup da tüm bir kavme karşı açıkça meydan okuyabildiğini bir türlü anlayamazlar. Resulün kendi hayatını tehlikeye atarak, çok büyük bir maddi güce sahip olan önde gelenlerle karşı karşıya gelmeyi göze almasını kavrayamazlar. Çünkü inkarcıların tek kıstası çıkardır; yalnızca kendi şahsi çıkarlarını gözetirler. Buna karşın, Resul tüm şahsi çıkarlarını dini tebliğ edebilmek için feda etmektedir. İnkarcıların gözünde bu, son derece “dünyevi çıkarlara ters düşecek” bir davranıştır, dolayısıyla bir tür deliliktir.

Oysa Resul çıkarlarından vazgeçerken, Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktadır ki, bunların değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Ancak inkarcılar kuşkusuz bunu kavrayabilecek akla sahip değildirler.

Büyücülük iftirası

Kuran ayetleri bize göstermektedir ki, önde gelen inkarcıların geleneksel bir karakter özelliği daha vardır: Bu kişiler, Resulün nasıl olup da bazı kimseleri ikna edebildiğini bir türlü anlayamazlar. Çünkü kavmin büyük bölümü Resule karşı çıksa da, bazı kimseler -ki bunlar müminlerdir- Resulün bildirdiği gerçekleri kavramış ve ona bağlanmışlardır. İman edenler, Resulün Allah’ın elçisi olduğunun, O’nun hükmüyle hükmettiğinin bilincindedirler ve bu yüzden de ona karşı büyük bir sadakat, saygı ve sevgi ile bağlıdırlar.

Bu önde gelen inkarcılar için anlaşılması zor bir durumdur. Onların bakış açısına göre, Resulün anlattıkları “eskilerin uydurma masallarından”(Müminun Suresi, 83) başka bir şey değildir. Oysa “masal” saydıkları bu gerçeklere müminler büyük bir bağlılıkla bağlanmaktadırlar. Bu durumu anlayamayan önde gelen inkarcılar, Resulün sahip olduğu bu ikna yeteneğini, onu büyücülükle itham ederek açıklamaya çalışırlar. Sık sık kullandıkları bu iddiaya göre, Resul etrafındakilerin beynini yıkamakta, onları büyülemektedir.

Kuran’da inkar edenlerin bu iftirası şöyle vurgulanır:

“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve iman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri Katında ‘gerçek bir makam’ olduğunu müjde ver’ diye vahyetmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi? İnkâr edenler: ‘Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler.” (Yunus Suresi, 2)

“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey’.” (Sad Suresi, 4-5)

Aynı suçlama Hz. Musa’ya karşı da yapılmıştır. Bunu haber veren ayetler şöyledir:

“Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani Biz onu açık bir delille Firavun’a göndermiştik; Fakat o, ‘bütün kişisel ve askeri gücüyle’ yüz çevirdi ve: “(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir” dedi.” (Zariyat Suresi, 38-39)

“Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: ‘Bu gerçekten bilgin bir büyücüdür’.” (Araf Suresi, 109)

“Andolsun, Biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür” dediler.” (Mümin Suresi, 23-24)

Kuran’da bu “büyücülük” suçlamasının inkarcılar arasında neredeyse gelenekselleşmiş olduğu da şöyle bildirilmektedir:

“İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: ‘Büyücü ve cinlenmiş’ demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler.” (Zariyat Suresi, 52-53)

Yalancılık iftirası

Tüm bu üstteki iftiralara paralel olarak, Kuran’da dikkat çekilen bir başka iftira da, önde gelenlerin Resulü “yalancılık”la suçlamalarıdır.

Önde gelenlerin en büyük endişesi, Resulün anlattığı gerçeklerin kabul görmesi, teklif ettiği ahlak sisteminin kavim tarafından benimsenmesidir. Bu durumda kendi batıl (boş, temelsiz, sahte, yalana dayalı) sistemleri çökecek ve kendi güç ve iktidarları da yıkılacaktır.

Üstte saydığımız iftiralar da (Resulü çıkar peşinde koşmakla suçlamak, delilik ve büyücülük iftiraları), aslında Resulü yalanlamaya yöneliktir. Yapmak istedikleri, Resulün Allah’ın elçisi olduğunu ve dolayısıyla tüm bildirdiklerinin de gerçeğin ta kendisi olduğunu gizlemektir. Aksi halde, hiç kimse “ben       Allah’ın elçisine karşı geliyorum” diyerek Resule açıktan düşmanlık yapamaz.

Kuran’da, Resullere yapılan “yalancılık” suçlamalarına da şöyle dikkat çekilmektedir:

“Kavmin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki gerçekte biz seni akli bir yetersizlik içinde görüyoruz. Ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu da sanıyoruz.”(Araf Suresi, 66)

“Kavimden ileri gelen inkarcılar biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve  Ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz dedi.”(Hud Suresi, 27)

“Semud (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: “Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır’.” (Kamer Suresi, 23-25)

Resule ve onunla birlikte iman edenlere karşı kullanılan yöntemler yalnızca bunlarla sınırlı değildir. İnkar edenler, Kuran’da haber verilen, “Andolsun, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. Onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.” (Hicr Suresi, 10-11) hükmü gereği müminlerle alay etmeye, kendi akıllarınca onları küçük düşürmeye çalışırlar. Bunun yanında, Resulü ve iman edenleri “sapkınlık”la, hatta “ahlaksızlık”la suçlarlar. Hz. Yusuf ve Hz. Meryem inkar edenlerin bu “ahlaksızlık” iftirasıyla karşılaşmıştır.

Ancak kuşkusuz tüm bu iftiralar ne Resulü ne de onunla birlikte iman edenleri asla yıldıramaz. Çünkü iman edenlerin asıl hedefi Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Bu nedenle de önlerine çıkan engeller samimi iman edenleri hiçbir şekilde yıldırmaz veya gevşekliğe sürüklemez. Zaten   Allah ayetlerinde iman edenlere ne gibi zorluklarla karşılaşabileceklerini bildirmiştir.

Kuran’daki, “Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”(Al-i İmran Suresi, 186) ayeti gereği, mümin bilir ki, inkar edenler kendisine karşı her türlü “eziyet verici” sözü söyleyeceklerdir. Ama Resul ve yanındaki iman edenler, Kuran’da müminler için bildirilen, “…Allah yolunda cehd eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan…” (Maide Suresi, 54) vasfına uygun olarak, bu iftira ve karalamalara aldırmazlar.

Kuşkusuz inkarcı önde gelenler de bir süre sonra bu durumu fark edecek, Resule ve müminlere attıkları iftiraların bekledikleri sonucu oluşturmadığını göreceklerdir. Bu durumda önde gelenlerin klasik tavrı, daha “etkili” yöntemlere başvurmaktır: Resulü “baskı altına almaya” karar verirler.

Resule Yöneltilen Fiili Saldırılar

Resul Allah’ın dinini insanlara anlattıkça, kavmin önde gelenlerinden aldığı tepkinin şiddeti de gittikçe artar. Önde gelenler, Resulün liderliğindeki hak dinin önü alınamaz bir biçimde büyüdüğünü ve kullandıkları iftira ve benzeri yıpratma yöntemlerinin işe yaramadığını gördüklerinde tuzak kurmak gibi kendilerince daha “etkili” yöntemlere başvurmaya karar verirler.

Kuran’da, Resule hazırlanan bir “tuzak” bildirilirken şöyle haber verilmektedir:

“Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır.” (Enfal Suresi, 30)

Buna göre, inkarcıların hedefi, Resulü tutuklayabilmek, öldürmek ya da sürgün etmektir. Ayette geçen “tuzak” kelimesi de dikkat çekicidir: İnkar edenler Resule açıktan açığa müdahale etmek yerine, “tuzak” yani komplo kurarak onu durdurmak isterler. Bu komplo, Resulün tutuklanmasına, öldürülmesine ya da sürülmesine neden olabilecek bir komplodur.

Ancak yine ayette bildirildiği üzere, inkar edenler Resule bu şekilde asla zarar veremezler. Resulü Allah görevlendirmiştir ve görevini tamamlayana kadar da Allah onu koruyacaktır. Ve asıl hüsrana uğrayanlar, ayette bildirildiği gibi, Resule tuzak kuranlar olacaktır.

Kuran’da daha pek çok ayette Resullere karşı girişilen fiili saldırılardan söz edilir. Hemen hemen tüm Resuller, önde gelenler tarafından ölümle, hapis ya da işkence ile tehdit edilmişler ve çoğu kez de bunlar tehditle kalmamış, fiili saldırıya dönüşmüştür.

Resulleri sürgün etmeye çalışmaları

Allah’ın Kuran’da bildirdiğine göre, inkar edenlerin Resulleri etkisiz hale getirmek için kurdukları düzenlerden biri de onları sürgün etmektir. İnkar edenler Resulü ve beraberindeki müminleri bulundukları ortamdan, yaşadıkları yerden sürüp çıkarınca dağılmalarını sağlayabileceklerini, güçten düşürüp yok edebileceklerini sanırlar. Onlardan bu yöntemle kurtulacaklarını hesaplayan inkarcıların, peygamberleri ve yanlarında bulunan müminleri sürgün etmeleri ya da buna teşebbüs etmeleri pek çok ayette haber verilir. Sapkın kavimlerinin içinde temiz ve iffetli yaşamak istedikleri için yurtlarından sürülmek istenen Hz. Lut ve ailesi ayetlerde örnek verilen Müslümanlardan yalnızca bir tanesidir. Hz. Lut’un tebliğine karşılık kavminin verdiği alaycı cevap Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

“Kavminin cevabı: “Lut ailesini şehrinizden sürüp çıkarın. Temiz kalmak isteyen insanlarmış” demekten başka olmadı.” (Neml Suresi, 56)

Hz. Lut kavmine ahlaksızlığa yaklaşmamalarını, Allah’ın sınırlarını aşmamayı, ahlaksızlığı, çirkin utanmazlıkları terk etmeyi öğütlemiştir. Azgın Lut kavmi bu nedenle Hz. Lut’u ve ailesini şehirlerinden çıkarmak istemiştir. Ancak, Allah’ın emriyle Hz. Lut’un yaşadığı şehri terk etmesinin hemen ardından Allah o şehri yerle bir etmiş, altını üstüne çevirmiş, bu değerli insana ve diğer müminlere inkarcıların kurdukları düzeni geri püskürtmüştür. Bu gerçek ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

“Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık. Rabbinin Katında ‘belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış’ olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud Suresi, 82-83)

Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ ettiği, Kuran’a davet ettiği ve kötülükten menettiği için Peygamber Efendimiz ve O’na uyan müminler de kendi kavimleri tarafından yurtlarını terk etmeye yani hicrete mecbur bırakılmışlardır.

Allah, Resullerini yurtlarından sürüp çıkaranların akibetlerinin yıkım olduğunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:

“Seni sürüp-çıkaran memleketinden kuvvet bakımından daha üstün nice memleketler vardı ki, Biz onları yıkıma uğrattık da kendileri için hiçbir yardımcı yoktu.” (Muhammed Suresi, 13)

Bu, Allah’ın her devirde süregelen bir kanunudur. İnsanları, dinlerinden dolayı yurtlarından sürenlerin kendilerinin de orada fazla barınmaları mümkün değildir. Zira inkar edenlerin müminlerin aleyhinde kurdukları bütün tuzak girişimleri her dönem bozulmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de terk etmek zorunda bırakıldığı Mekke’ye daha sonra beraberindeki binlerce müminle birlikte geri dönmüş ve inkar edenlere karşı mutlak bir üstünlük sağlamıştır. Mekke’den kendilerini sürgün edenlerin beklentilerinin aksine ayrılıp dağılmamışlardır. Tam tersine daha çok güçlenip kaynaşmışlar ve Allah’ın izniyle inkarcılara galip gelmişlerdir. Bu da müminler aleyhine kurulan hiçbir ittifakın başarılı olamayacağını göstermesi açısından çok önemlidir.

Tutuklamak ve hapse atmak istemeleri

Resulleri Allah’ın yolundan alıkoymak, onları yıldırmak ve etkisiz hale getirebilmek için inkarcıların önde gelenleri tarafından uygulanan sindirme metodlarından biri de onları tutuklamak ve hapsetmektir. Gerçekte, inkar edenlerin ileri gelenleri, Resulleri ve diğer iman edenleri tamamen ortadan kaldırmak, yok etmek isterler. Çünkü varlığından en çok rahatsızlık ve tedirginlik duydukları kimseler onlardır. Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun gayrı meşru çıkar ve düzenlerini korumak ve devam ettirebilmek için Resulleri etkisiz hale getirmeye çalışırlar.

Örneğin Firavun kendisinden çekindiği Hz. Musa’yı, kendisine tabi olmadığı takdirde hapse atmakla tehdit etmiştir. Çünkü onu kontrol altında tutmanın en iyi yolunun hapsetmek olduğunu düşünmüştür. Firavun’un bu tehdidi ayette şöyle haber verilmektedir:

“(Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”” (Şuara Suresi, 29)

İslam tarihi incelendiğinde, Allah yolunda mücadele eden insanların sürekli olarak inkar edenlerin baskısına, zulmüne ve engellemelerine maruz kaldıkları görülür. Peygamberlerin izinden giden samimi müminler de onların başına gelen zorluk ve sıkıntıların benzerleriyle denenmişlerdir. Hayatlarını Allah’ın rızasını aramaya adamış müminleri, inkar edenler sürekli olarak kendi çarpık yaşam biçimleri için tehdit olarak görmüşlerdir. İnkarcıların önde gelenlerinin sürekli gözetim ve takibi altında olmak, onlar tarafından hapsedilmek tarih boyunca Allah yolunda mücadele eden insanların karşılaştıkları olaylardır.

Ancak unutulmamalıdır ki, dışarıdan bakıldığında son derece sıkıntılı ve eziyetli görünen bu tür durumlar, Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmuş, yalnızca O’na dayanıp güvenen müminler için manevi bir eğitim ortamıdır. Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini uman müminler için bu tür zorluklar gerçekte bir sevinç ve ferahlık kaynağı, bir arınma vesilesidir.     Allah’a daha fazla yakınlaşma ve O’nun ayetlerine şahit olma ve müminler üzerindeki yakın takibini izleme fırsatıdır.

Nitekim iman edenlerin cesareti ayetlerde şu şekilde belirtilmiştir:

“… De ki: “Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın. Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor.” (Araf Suresi, 195-196)

Baskı uygulamaları, sindirme ve korkutma çabaları

Allah müminlerin sabır, tevekkül, bağlılık ve kararlılıklarını denemek, onların manevi makam ve ecirlerini artırmak için belli zamanlarda onları çeşitli şekillerde imtihan edebilir. Bunun örneklerinden biri ayette şöyle haber verilmektedir:

“Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp-yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi. Ki şükredesiniz.” (Enfal Suresi, 26)

Ne kadar zayıf bırakılmış görünseler de Allah’ın rahmeti ve yardımı her zaman müminlerle birliktedir. Başka ayetlerde de Allah’ın müminleri desteklemek için gönderdiği ordulardan şöyle bahsedilir:

“Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece Biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada, iman edenler sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzab Suresi, 9-11)

Tarihin her döneminde inkar edenler çeşitli düzenlerle iman edenler üzerine korku salmaya, onları yıldırmaya çalışmışlardır. En yoğun olarak da saldırılarını Resullere yöneltmişlerdir. Fakat müminler bütün gücün Allah’a ait olduğunu bildiklerinden, inkar edenlerin bu saldırılarından dolayı bir yılgınlığa ya da ümitsizliğe düşmemişlerdir.

Müminler bu tür zorluk anlarıyla karşılaştıklarında, bunların Allah ve Resulünün önceden haber verdiği olaylar olduğunu bildiklerinden vakar ve tevekküllerinden bir şey kaybetmemişler, aksine imanları artmıştır.

Müminlerin bu kararlı tavırları bir ayette şöyle tarif edilir:

“Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: “Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir.” Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.” (Ahzab Suresi, 22)

Öldürmeye kalkıflmaları

İnkar edenlerin Resullere yönelttiği en zalimce baskı yöntemlerinden biri de dünyanın en üstün ve en güzel ahlaklı insanlarını öldürmeye çalışmaktır. İnkar edenlerin önde gelenleri hemen her devirde bu yola başvurmuşlardır. Resulü ve onunla birlikte Allah’a iman etmiş kimseleri yollarından döndürmek için içlerinden bir kısmını öldürmüş ya da öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Özellikle Resulleri öldürerek, Allah’ın dinini yok edebileceklerini, diğer iman edenleri de bu şekilde dinlerinden döndürebileceklerini sanmışlardır. Kavminin Hz. Şuayb’ı taşa tutup öldürme arzusu, inkar edenlerin Allah yolunda olan kimselere karşı beslediği büyük kin ve düşmanlığın çarpıcı bir örneğidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey Şuayb” dediler. “Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.” (Hud Suresi, 91)

Firavun ve yakın çevresi de Hz. Musa’yı öldürmek için planlar kurmaktayken Hz. Musa Allah’ın yardımıyla onların bu tuzaklarından haberdar olmuş ve kurtulmuştur:

“Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: “Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler, artık sen çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim.”” (Kasas Suresi, 20)

İnkarcıların Resulleri etkisiz hale getirebilmek için başvurdukları kaçırma ve bir yerde yalnız hapsetme ile öldürme gibi yöntemleri de vardır. Örneğin daha önce de bahsettiğimiz gibi Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya bırakılarak çevre şartları, açlık veya susuzluktan ölmeye terk edilmiştir.

Hz. İbrahim’in kavmi ise, onların putlarını kıran ve aşağılayan bu kutlu peygamberi ateşe atacak kadar azgınlık göstermişlerdir. Ancak Allah elçisini bu ümitsiz gibi görünen durumdan mucizevi bir biçimde kurtarmıştır. Ayette Hz. İbrahim’le ilgili olarak şöyle haber verilmektedir:

“Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: “Onu öldürün ya da yakın” demek oldu. Böylece Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman eden bir kavim için ayetler vardır.” (Ankebut Suresi, 24)

Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi, inkarcıların Hz. İbrahim’i “yakma” çabaları boşa çıkmış ve Allah onu kurtarmıştır. Çünkü Resuller, “…Allah seni insanlardan koruyacaktır…”(Maide Suresi, 67) hükmüyle Allah’ın koruması altındadırlar. İnkar edenler, Allah’ın dilemesi dışında, ne müminlere ne de Resule hiçbir zarar veremezler.

İnkarcıların Resullere Kurduğu Tuzaklar
Baştan Bozulmuş Olarak Kurulur

İnkar edenler birtakım fiziksel tedbirler alarak, kendilerince Resullerin tebliğini durdurabileceklerini sanmışlardır. Çünkü Allah’ın herşeyi kaderde tespit etmiş olduğunu, her zaman müminlerin yardımcısı olduğunu akledememişlerdir. Resullerin mücadelesini engellemek amacıyla çeşitli yollara başvurmuşlardır, ne var ki bu tuzakları kurarken daha en başından bozulacak ve kendi aleyhlerine dönecek bir biçimde kurmuşlardır. Ne kadar kapsamlı ve zekice tasarlanmış olursa olsun inkarcıların tuzakları kesinlikle bozulmaya mahkumdur. Çünkü bu, Allah’ın Kuran’da haber verdiği bir vaaddir.

İnkar edenlerin kurduğu tuzakların ve hileli düzenlerin boşa çıkacağı ve kendi aleyhlerine döneceğinin haber verildiği Kuran ayetlerinden bazıları şunlardır:

… Gerçekten Allah, kâfirlerin hileli-düzenlerini boşa çıkarıcıdır.(Enfal Suresi, 18)

… Ancak kafirlerin hileli-düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.(Mümin Suresi, 25)

Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik. (Neml Suresi, 50-51)

Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) ‘o inkâr edenler hileli-düzene düşecek olanlardır.(Tur Suresi, 42)

… Ancak onlara bir uyarıcı-korkutucu geldiğinde (bu,) nefretlerinden başkasını artırmadı. Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.(Fatır Suresi, 42-43)

Resuller aleyhinde inkar edenler tarafından hazırlanan ve şer gibi gözüken her türlü hile, tuzak, düzen, iftira ve komplo kesinlikle çok büyük bir hayra dönüşür. Çünkü Allah’tan ayrı bir güç yoktur. Her tuzağı Allah yaratır. Allah kaderde, inkarcıların müminlere karşı kurdukları tuzakları, mutlaka bozulacak ve müminlerin faydasına, inkarcıların ise zararına olacak biçimde planlamıştır. Müslümanlara karşı tuzak hazırlayan kişi bunu kendi aklıyla yaptığını zanneder. Halbuki bu kişi de       Allah’a boyun eğmiştir. En ufak bir değişiklik olmaksızın aynısıyla Allah’ın emrettiği tuzağı kurar, mümin de yine Allah’ın emrettiği şekilde hiçbir değişiklik olmaksızın tuzağın bozulmasına şahit olur. İnkar edenlerin kurdukları tuzağın kendilerine zarar vereceği Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

“Onlardan öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun (tedbirlerin, karşılık vermelerin) tümü Allah’a aittir. Her bir nefsin ne kazandığını O bilir. Bu yurdun sonu kimindir, inkâr edenler pek yakında bileceklerdir. (Rad Suresi, 42)

Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli- düzenler kursunlar diye -oranın suçlu- günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.” (Enam Suresi, 123)

Kuran’da inkar edenlerin kurdukları tuzağın, büyüklüğü ve şiddeti ne olursa olsun Allah’ın kurduğu düzenin karşısında bir sonuca varamayacağı belirtilir. Resullere karşı kurulan hileli düzenler, dışarıdan zahir gözle bakanlar için onların güç duruma düştükleri olaylar gibi görünebilir. Ancak Allah’ın tuzak kuranlar için hazırlanmış bir düzeni vardır ve Allah elçilere olan vaadini kesinlikle yerine getirir. Bu, Allah’ın değişmez bir kanunudur. Bu kanun birçok Kuran ayetinde haber verilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

“Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiç şüphesiz; Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. (Saffat Suresi, 171-173)

Andolsun, Biz Musa’ya ve Harun’a lütufta bulunduk. Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık. Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler oldular.” (Saffat Suresi, 114-116)

Allah, yazmıştır: “Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)

Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 56)

Resullerin hayatı inkar edenlerin tuzaklarına karşı kazanılan galibiyet örnekleriyle doludur. Örneğin; Firavun bütün erkek çocukları öldürmüş, caydırıcı tedbirler almış, inananlara eziyet etmiş, ancak Hz. Musa’yı engelleyememiştir.

Kavmi, Hz. İbrahim’e tuzak kurarak ateşe atmış, fakat     Allah ateşi esenlik kılarak onu kurtarmıştır.

Hz. Yusuf’u kardeşleri kuyuya atarak yok etmek istemişler ancak Allah bütün tuzaklarını tersine çevirerek Hz. Yusuf’u oradan kurtarıp hazinelerin başına getirmiştir.

Hz. İsa’ya da tuzak kurulmuş, onu öldürmek isterlerken de Allah Hz. İsa’yı göğe yükseltmiş, yine hiç ummadıkları bir şekilde inkarcıların tuzaklarını bozmuştur. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratan ve Resullerini mutlaka galip getirendir.

Allah Tüm Tuzaklardan Haberdardır

Allah’ın gücünün farkında olmayan inkarcılar Resullerin aleyhinde tasarladıkları tuzakları aralarında gizli gizli görüşürlerken bunlardan kimsenin haberi olmadığını düşünürler. Kapalı kapılar ardında olmanın da getirdiği rahatlıkla zalimce ve adaletsiz kararlar alırlar. İnkarcıların, bu planları yaparken kendilerini kimsenin görmediğini düşünmeleri aslında çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü gizlinin gizlisini bilen Allah, bu planlardan en ince ayrıntısına kadar haberi olandır. Allah her yerdedir. Her sözü duyar, herşeyi eksiksiz görür. Allah bu çok önemli gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

“Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir.” (Mücadele Suresi, 7)

Kötülükleri örgütleyen, iyilerin aleyhinde planlar yapan, güçlerini birleştiren inkarcıların, kötülüklerini gizleme çabalarının ne kadar boş ve faydasız olduğu Kuran’da pek çok ayette haber verilmiştir:

“Onlar, insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi ‘geceleri düzenleyip kurarlarken,’ onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır.” (Nisa Suresi, 108)

“Sizden sözü saklı tutan da, onu açığa vuran da, geceleyin gizlenen de ve gündüzün ortaklıkta gezen de (O’nun Katında bilme bakımından) birdir.”(Rad Suresi, 10)

“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (İbrahim Suresi, 42)

Hileli düzenleri kuranlar yaptıklarının karşılığını bazen hemen görmedikleri için büyük bir aldanışa kapılırlar. Allah’ın elçisinin tüm uyarılarına rağmen öğüt almayarak yaptıkları kötülüklere hız kesmeden devam ederler. Halbuki Allah onların zarar vermek amacıyla kurduğu her plandan haberdardır. Sadece onlara belli bir süre vermektedir. İşte Rabbimizin bu vaadini bilen müminler de tevekkül ve sabırla zalimleri bekleyen sonu gözlerler. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

“Ben, onlara süre tanıyorum. Elbette benim düzenim (cezalandırmam) sapasağlamdır.” (Kalem Suresi, 45)

Doğrusu onlar, hileli bir düzen planlayıp kuruyorlar; Ben de bir düzen kurup hazırlıyorum. Sen kafirlere bir mühlet ver, az bir süre tanı. (Tarık Suresi, 15-17)

İnkar edenler, kaçıp-kurtulduklarını sanmasınlar; gerçek şu ki, onlar (Bizi) aciz bırakamazlar. (Enfal Suresi, 59)

Gemiyi yapıyordu. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında O’nunla alay ediyordu. O: “Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz” dedi. “Artık, ilerde bileceksiniz. Aşağılatıcı azab kime gelecek ve sürekli azab kimin üstüne çökecek.” (Hud Suresi, 38-39)

Andolsun, senden önceki elçilerle de alay edildi, bunun üzerine Ben de o inkara sapanlara bir süre tanıdım, sonra onları (kıskıvrak) yakalayıverdim. İşte nasıldı sonuçlandırma? (Rad Suresi, 32)

Allah’ın Kuran’da kesin olarak vaat ettiği gibi müminlere kurulan tüm tuzaklar bozulmaya mahkumdur. Allah’ın bu gerçeği müjdelediği ayetlerden bazıları şöyledir:

Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.”(Enbiya Suresi, 70)

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’.”(Fatır Suresi, 10)

“Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) o inkar edenler hileli-düzene düşecek olanlardır.”(Tur Suresi, 42)

 

Resulün ve Müminlerin Saldırılara Karşı Tavırları

Kuşkusuz Resule ve müminlere karşı yapılan saldırılar, iman etmeyen insanları yıldırıp korkutacak kadar ciddi saldırılardır. Örneğin Firavun, önce kendi tarafında olup da, Hz. Musa’nın gösterdiği mucizeler sonucunda Hz. Musa’ya iman eden kişileri şöyle tehdit etmiştir:

(Firavun) Dedi ki: “Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.” (Taha Suresi, 71)

Elbette bu, çoğu insan için oldukça caydırıcı bir tehdittir. Ancak iman eden bu kişiler, Firavun’un bu tehdidinden kesinlikle etkilenmemişlerdir. Bu durum ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

“Dediler ki: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla ‘tercih edip-seçmeyiz.” Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir.” (Taha Suresi, 72-73)

Görüldüğü gibi müminler Allah’a olan tevekküllerinden dolayı, inkarcıların tehditlerine karşı son derece cesur, son derece güvenli bir tavır sergilemektedirler. Resullerin ve müminlerin bu özelliğini haber veren ayetlerden bazıları da şunlardır:

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi. “Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,’ Sen ‘hüküm verenlerin’ en hayırlısısın.” (Araf Suresi, 88-89)

“Onlara Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: “Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin.” (Yunus Suresi, 71)

Nitekim Kuran’da Resullere inkarcılara karşı son derece kararlı ve güvenli olmaları emredilmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

“İman etmeyenlere de ki: “Yapabileceğinizi yapın; elbette biz de yapacağız.” (Hud Suresi, 121)

Resulün inkarcılardan korkup-çekinmesi asla söz konusu olamaz. Çünkü Resuller Kuran’da haber verildiği üzere, “…Allah’ın Risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır.” (Ahzap Suresi, 39)

Resulün ve müminlerin inkarcılara karşı bu denli kararlı ve cesur davranmalarının nedeni, olayların iç yüzünü ve sırrını kavrayabilmeleridir. Bu sır, hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin kendisine belirlenen kaderin dışına çıkamayacağı gerçeğidir. İnkar edenler kuşkusuz bu metafizik gerçekten habersizdirler ve müminlere dilediklerini yapabileceklerini zannederler. Oysa müminler bilmektedirler ki, hiç kimse Allah’ın izni dışında hiçbir şey yapamaz. Herkesin kaderini belirleyen, ne kadar yaşayacağını, nerede nasıl öleceğini tespit eden Allah’tır.

Dolayısıyla inkar edenlerin müminlere kurdukları tuzaklar, düzenledikleri saldırı ve iftiralar, Allah’ın bilgisi ve izni dışında gerçekleşemez. Bu nedenle de, müminlerin bu saldırılardan korkmalarını, çekinmelerini gerektirecek bir durum yoktur. Kuran’da haber verilen; “Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez” (Maide Suresi, 105); “Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez”(Nisa Suresi, 141) ve >”Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır”(Al-i İmran Suresi, 120) ayetleri, bu konuyu açıklamaktadır.

Ancak bu, müminlerin hiçbir sıkıntıyla karşılaşmayacakları anlamına gelmez. Allah, inkar edenlerin saldırıları aracılığıyla müminleri deneyecek ve onları olgunlaştıracaktır. Kuran’daki, “Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez” (Bakara Suresi, 286) hükmü gereği, müminler “güç yetirebilecekleri” zorluklardaki imtihanlarla denenirler. Bir Kuran ayetinde bu gerçek şöyle açıklanır:

“Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (Bakara Suresi, 155)

Kısacası, Resul ve onunla birlikte iman edenler için, inkar edenlerin tüm baskı, iftira ve saldırıları, gerçekte Allah’ın bir imtihanıdır. Bu nedenle karşılaştıkları olaylarda son derece kararlı, güvenli ve sabırlı bir tavır ortaya koyar, asla paniğe ya da korkuya kapılmazlar. Müminlerin bu tavrı da Kuran’da şöyle bildirilir:

“Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” (Al-i İmran Suresi, 173)

Ancak burada bir noktaya dikkat etmekte fayda vardır: Resulün ve müminlerin önde gelenlerin saldırılarına sabretmeleri, hiçbir tedbir almadan durup bekledikleri anlamına gelmez. Tam aksine Resulün en önemli özelliklerinden biri de, inkar edenlerin kendisine kurduğu tuzakları bozması ve karşılığında inkar edenlere tuzak kurarak onları yenilgiye uğratmasıdır. Zira Allah’ın elçileri son derece akıllı, ileri görüşlü, tedbirli ve çok sağlam planlar hazırlayabilen çok üstün, ilim sahibi insanlardır. İnkar edenlere karşı yürüttükleri mücadelede de hep üstün gelmişlerdir. İlerleyen sayfalarda Kuran’da haber verilmiş olan, Resullerin kurduğu planlardan ve yöntemlerden bahsedeceğiz.

Resullerin İnkar Edenlerle Mücadele Yöntemleri

Allah Resulün ve müminlerin yardımcısıdır. Onları güçlendirir, yardımıyla destekler. Özellikle Resul, Allah’ın özel desteğine mazhar olur. Kuran’da, çoğu Resule, Allah’ın “ilim”, “hikmet” ve “anlatım çarpıcılığı”, “isabetli karar verme”, “olgunluk” gibi özel yetenekler verdiği bildirilmiştir. Bunun yanında Allah Resullere çok büyük bir “mülk” (maddi servet, güç ve ihtişam) da vermiştir.

Örneğin İsrailoğulları’na lider olarak seçilen Hz. Talut’a, “bilgi” “bedeni güç” ve “mülk” verilmiştir. Bakara Suresi’ndeki ayet şöyledir:

“Onlara peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir.” (Bakara Suresi, 247)

Aynı şekilde ayetlerde Hz. İbrahim ve onun soyunun da “hikmet” ve “mülk” ile desteklendiği şöyle haber verilmiştir:

“Yoksa onlar, Allah’ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik.” (Nisa Suresi, 54)

Hz. Yusuf da benzer biçimde desteklenmiştir. Kuran’da, “erginlik çağına erişince” Hz. Yusuf’a “hüküm ve ilim” (Yusuf Suresi, 22) verildiği bildirilir. Daha sonra Hz. Yusuf ise dua ederken şöyle der:

…”Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin.” (Yusuf Suresi, 101)

Aynı şekilde Hz. Davud’a da “mülk ve hikmet”(Bakara Suresi, 251) verilmiştir. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:

“Onun (Davud’un) mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.” (Sad Suresi, 20)

Resul, Allah’ın kendisine verdiği tüm bu destekle birlikte, inkarcıların önde gelenlerine karşı fikri mücadeleye girişir.    Allah’ın gösterdiği yolda, O’nun gösterdiği yöntemlere göre yürütülen bir mücadeledir bu.

Nitekim akıl ve feraset sahibi Resuller inkar edenlere karşı yürüttükleri fikri mücadelede hep üstün gelmişler, inkar edenler hiçbir zaman bu güçlü ve sağlam fikre karşı bir açıklama getirememiş, hep mağlup olmuşlardır. Çünkü Resuller hak ile gelmişler ve batıla karşı daima üstün olmuşlardır.

Resulün İnkarcıları ‘Hor ve Aşağılık’ Kılması

Resulün inkarcıların önde gelenlerine karşı yürüttüğü mücadele, gerçekte Allah’ın inkarcılara tattırdığı “dünya azabı”nın bir parçasıdır. Allah’ın dünyada verdiği azabın en önemli aşamalarından biri ise, inkarcıların “hor ve aşağılık” kılınmasıdır. Tüm hayatlarını başka insanlara gösteriş yapmak, onlardan takdir toplamak için sürdüren inkarcılar için, bu son derece büyük bir azaptır. Kuran’da, “dünya azabı”nın bu “hor ve aşağı kılınma” özelliği şöyle bildirilir:

“Onlardan öncekiler de yalanladı; böylece azap onlara hiç şuurunda olmadıkları bir yerden gelip-çattı. Artık Allah, onlara dünya hayatında ‘horluğu ve aşağılanmayı’ taddırdı. Eğer bilmiş olsalardı, ahiretin azabı gerçekten daha büyüktür.” (Zümer Suresi, 25-26)

Allah, “hor ve aşağılık kılıcı” sıfatını müminlerin ve özellikle de Resulün eliyle gösterir. Tevbe Suresi’nde bu konu şöyle bildirilir:

“Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, müminler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, 14-15)

“İnkarcıları hor ve aşağılık kılma” görevini, Hz. Süleyman da üstlenmiştir. İsrailoğulları’na Resul olarak yollanan Hz. Süleyman, inkarcı kavme yolladığı mesajında şöyle der:

“… Biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve Biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız.” (Neml Suresi, 37)

Dolayısıyla “inkarcıların önde gelenlerinin hor ve aşağılık kılınması” Resullerin mücadelelerinin önemli bir parçasıdır. Peki bu nasıl yapılacaktır?

Çoğu kez, inkarcı önde gelenlerin gerçek yüzünün ortaya çıkarılması, “hor ve aşağılık” kılınmaları için yeterli olur. Çünkü önde gelenler, adı üstünde, inkarda ve sapıklıkta en uç aşamaya varmış kimselerdir. Son derece dejenere bir yaşantıları vardır. Sapkınlık, sahtekarlık ve benzeri bozulmalar tarih boyunca önde gelenlerin başlıca özelliklerinden biri olmuştur. Buna karşın önde gelenler bu dejenere yapılarını toplumun genelinden gizlerler. Bunların ortaya çıkarılması, önde gelenlerin “hor ve aşağılık” kılınmasının yollarından biridir.

İman edenler, inkarcıların önde gelenleri için büyük bir korku kaynağıdır. Resulün ve müminlerin gücü, aklı, kararlılığı, inkarcıların kalbine korku salar. Kuran’da, bu durum şöyle ifade edilir:

“Herhalde içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından’ siz, Allah’tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların ‘derin bir kavrayışa sahip olmamaları’ dolayısıyla böyledir.” (Haşr Suresi, 13)

Allah başka bir ayette de, inkarcıların korku içinde olacaklarını şöyle bildirmiştir:

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi    Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür.” (Al-i İmran Suresi, 151)

Kuran’da haber verilen tüm Resuller inkarcılara karşı yürüttükleri fikri mücadelede daima üstün gelmişlerdir. Resullerin tebliğini dinlemeyen, uyarılarını dikkate almayan her kavim sonunda helak edilmiş, Allah’ın elçilerine karşı planladıkları her kötülük boşa çıkmıştır.

Resulün İnkar Edenlerin Tuzaklarını Bozması

Kuran’daki pek çok ayette inkar edenlerin tuzaklarının boşa çıktığı bildirilmekte ve daha da önemlisi, inkar edenlerin tuzağına karşılık, Allah’ın inkar edenlere tuzak (“düzen”) kurduğu da haber verilmektedir.

Al-i İmran Suresi’nin 54. ayetinde, “Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır” şeklinde buyrulur. Enfal Suresi’nde ise, inkar edenlerin Resule kurdukları tuzağa karşılık, Allah’ın da inkar edenlere tuzak kurduğu şöyle bildirilir:

“Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır.” (Enfal Suresi, 30)

Zaten Allah’ın isimlerinden biri de, “Makir”, yani “tuzak kuran”dır. Başka ayetlerde de Allah’ın bu sıfatı şöyle bildirilir:

“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah Katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” (İbrahim Suresi, 46)

“Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.” (Neml Suresi, 50)

Burada önemli bir nokta vardır: Allah’ın bu “düzen kurma” sıfatı da, az önce değindiğimiz “hor ve aşağılık kılma” sıfatı gibi, müminlerde ve özellikle de Resulde tecelli eder. Allah, çoğu kez, küfrün tuzaklarına karşılık Resulün eliyle tuzak kurar.

Kuran’da bu konuyla ilgili verilen örneklerden biri de Yusuf Peygamberin yaşamıdır. Hz. Yusuf’un inkarcı karakterli kardeşleri kendisine karşı “hileli-düzen” (Yusuf Suresi, 102) kurarak küçük yaşta iken Yusuf Peygamberi kuyuya atmışlardır. Ancak Hz. Yusuf bu tuzaktan kurtulmuş ve onların bu tuzağına karşılık  bir tuzak kurmuştur. Ayetlerde bu olaylar şöyle haber verilir:

“Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münadi (şöyle) seslendi: “Ey kafile, sizler gerçekten hırsızsınız.”

Onlara doğru yönelerek: “Neyi kaybettiniz?” dediler. Dediler ki: “Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim.”

“Allah adına, hayret” dediler. “Siz de bilmişsiniz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik ve biz hırsız değiliz.”

“Öyleyse” dediler. “Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezası nedir?” Dediler ki: “Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte Biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.”

Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kablarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf Suresi, 70-76)

Kuran’da bildirilen bir başka tuzak örneği de Hz. İbrahim’in kavminin taptığı putları kırmasıdır. Bu olayı haber veren ayetler şöyledir:

“Andolsun, bundan önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik ve Biz onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik.

Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?

“Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk” dediler. Dedi ki: “Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz.”

‘Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun oynayanlardan mısın?” “Hayır” dedi. “Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları Kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim.”

“Andolsun Allah’a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım.”

Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye.

“Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir” dediler. “Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik” dediler. Dediler ki: “Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar.” Dediler ki: “Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?”

“Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)” dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: “Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.”

Dedi ki: “O halde, Allah’ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?” (Enbiya Suresi, 51-67)

Resul ve “Atalar Dini” Temsilcilerinin Mücadelesi

Şimdiye kadar hep Resul ile kavmin önde gelen inkarcıları arasındaki mücadeleye değindik. Oysa Resule ve onunla birlikte iman edenlere düşmanlık gösterenler yalnızca kavmin önde gelen inkarcıları değildir. Başka gruplar da benzer ya da farklı nedenlerden dolayı Resule karşı harekete geçerler. Ayrıca “önde gelenler”i de tek bir bütün olarak düşünmek doğru olmaz; bu kesimin içinde de farklı özellikleri olan gruplar vardır. İlerleyen sayfalarda Kuran’da tarif edilen bu grupları inceleyeceğiz.

Bu grupların en önemlilerinden birisi, Resulün getirdiği hak dine karşı, içinde pek çok sapkın öğenin yer aldığı “atalarının dini”ni savunan tutucu gruptur.

Önceki sayfalarda cahiliye toplumundan söz ederken, bu toplumun dinden koptuğunu ve Allah’ı göz ardı ettiğini söylemiştik. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Cahiliye toplumları asıl olarak din ahlakından, yani Allah’ın insanlara gösterdiği saf ve gerçek dinden kopmuşlardır. Kuran’da anlatılan cahiliye toplumlarının hemen hepsinin birtakım dini inançları vardır. Bu cahiliye dinleri kimi zaman hak dine şekil yönünden benziyor da olabilir. Ancak bu “din”lerin özü, hak dinin özünden çok farklıdır. Hak din, Allah’ı bilip-tanımak ve yalnızca O’na kulluk etmek, O’ndan başka hiçbir şeye bağlanmamak, Allah’ın Resulünün izinden gitmek üzerine kuruludur. Oysa cahiliye toplumundaki din kavramı, daha çok atalara olan anlamsız bir bağlılık ve onlardan kalma gelenekleri devam ettirme isteği üstüne kuruludur. Belki cahiliye dininde Allah’ın adı sıklıkla kullanılır, ancak bu bir aldatmacadır; bu dinde gerçek bir iman ve Allah korkusu yoktur. Kuran’da, bu durum şöyle anlatılır:

“De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?””Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?”

De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”

“Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de sakınmayacak mısınız?”

De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor.”

“Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?”

Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar.” (Müminun Suresi, 84-90)

Ayetlerde tarif edilen kişilerin durumu son derece ibret vericidir: Bu kişiler kendilerine sorulan tüm sorulara doğru cevap vermekte (yani Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğunu tasdik etmekte)dirler. Ancak davranışları bu sözlerine uygun değildir. Bu nedenle kendilerine, “düşünmeyecek misiniz?” “sakınmayacak mısınız?” “nasıl oluyor da büyüleniyorsunuz?” gibi sorular sorularak, hatırlatma yapılmakta ve içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için uyarılmaktadırlar. Bunun nedeni ise, sorulara cevap veren kişilerin gerçekte verdikleri cevapların anlamını kavramıyor oluşlarıdır.

Peki acaba bu garip durumun sebebi nedir?

Sebep gayet açıktır: Söz konusu kişiler hak dinin değil, cahiliye dininin üyeleridir. Bu dinin özelliği ise, Allah’a iman,  Allah korkusu, Allah’ın rızası üzerine kurulu bir inanç olmayışıdır. Bu dinin temelinde, atalardan gelen birtakım inanç ve değerlerin gelenek biçiminde korunması yatar. Üstteki ayetlerde tarif edilen kişiler, atalar dininde yer alan belli-belirsiz Allah inancını taşıyan, fakat gerçekte Allah’ın varlığını ve vasıflarını kesinlikle kavramamış olan kişilerdir.

Bu arada, atalar dini pek çok sapkın öğe de taşır. Bu din, hak dinin tek kaynağı olan vahiyden tamamen kopmuş ve birtakım hurafeleri kendine kaynak edinmiştir. Bu nedenle Allah inancından, ahlak anlayışına kadar pek çok konuda sapkın hükümleri vardır. Ve bundan dolayı da, Resul ve onunla birlikte iman edenler atalar dinine karşı çıkar ve toplumu gerçek dine, Allah’ın insanlar için “seçip-beğendiği” hak dine davet ederler.

Ancak çoğu kez insanlar atalarının dinine bağlı kalmakta diretirler. Onların bu durumları bir ayette şöyle haber verilmiştir:

“Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?” (Maide Suresi, 104)

Önde gelenler arasında da atalar dinine bağlı kalma eğilimi yaygındır. Kuran’da bunun değişmez bir kural olduğu şöyle  haber verilmiştir:

“İşte böyle, senden önce de (herhangi) bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: “Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz.”

(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: “Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?” Onlar da demişlerdi ki: “Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye kafir olanlarız.” (Zuhruf Suresi, 23-24)

Peki nedir önde gelenlerin ve daha başka kimselerin atalar dinine bu kadar bağlanmalarının nedeni?

Önde gelenlerin atalar dinine bağlı olmalarının nedeni açıktır: Bu din, kendi egemenlikleri altında olan kurulu düzeninin önemli bir parçasıdır. Bu dini kullanarak düzene sözde meşruiyet sağlamaktadırlar. Ayrıca bu dinin bazı kurallarına uyarak gerektiğinde kendilerini dindar insanlar olarak tanıtmaları ve toplumun güvenini kazanmaları son derece kolay olmaktadır.

Bazı insanlar da ataların dinine içinde bulundukları taassup nedeniyle bağlı kalırlar. Her türlü değişime karşı çıkan, eski olan herşeyin iyi olduğuna inanan bu kişiler, insan nefsinin eğilimlerinden biri olan taassubun (tutuculuk) içinde boğulmuşlardır.

Bazı kesimler ise söz konusu atalar dini sayesinde maddi çıkarlar sağlamaktadırlar ve bu dinin terk edilmesinin de kendi kurdukları ruhban sistemini yok edeceğini bilirler. Kuran’da, “Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar… Onlara acı bir azabı müjdele”(Tevbe Suresi, 34) ayetinde belirtildiği üzere, sahte bir dindarlık görüntüsüyle “insanların mallarını haksızlıkla yiyen” ruhbanların sayısı bir hayli kabarıktır.

Bu nedenle toplumun önemli bir kesimi, Resulün teklif ettiği hak dine karşı atalarının dininin savunuculuğunu yapmaya başlar. Hz. Hud’a “…Sen bize yalnızca Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer gerçekten doğru isen, bize vadettiğin şeyi getir, bakalım”(Araf Suresi, 70) diyen Ad kavmi; ya da Hz. Salih’e, “…Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz”(Hud Suresi, 62) diyebilen Semud kavmi; ya da Hz. Musa’ya karşı “…Bu, düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik…” (Kasas Suresi, 36) diyen Firavun çevresi, hep bu yöntemi izlemişlerdir.

Bu kesimin en büyük özelliklerinden biri de, Resule ve onunla birlikte iman edenlere karşı saldırıya geçerken, kendilerini gerçek birer dindar gibi göstermeye çalışmalarıdır. Bu kişiler Allah ve din adına ortaya çıkarlar. Bu şekilde saldırı ve baskılarına sözde meşru bir zemin oluşturmaya çalışırlar. Bu son derece göstermelik bir tavırdır ve söz konusu kişilerin de gerçekte Allah’la ve O’nun seçip beğendiği din ile hiçbir ilgileri yoktur. Ancak Kuran’da haber verilen bu kişiler, tavırlarını öyle bir dereceye vardırmışlardır ki, “Resulü öldürmek” gibi olabilecek en büyük suçu işlerken bile “Allah adına” hareket ettiklerini öne sürmüşlerdir. Bu kişilerle ilgili olarak Kuran’da şöyle haber verilmektedir:

“Andolsun, Biz Semud (kavmine de) kardeşleri Salih’i: “Yalnızca Allah’a kulluk edin” diye (demek üzere) gönderdik…” (Neml Suresi, 45)

(Salih’e) Dediler ki: “Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.” Dedi ki: “Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah Katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.”

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.

Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: “Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.”

Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.” (Neml Suresi, 47-51)

Allah adına ortaya çıkarak Allah’a ve Resulüne savaş açanlar arasında çok önemli bir grup daha vardır. Hemen her Resulün karşılaştığı bu gruba, Kuran’da “münafık” adı verilir.

Resullerin Münafıklarla Mücadelesi

Önceki sayfalarda sürekli olarak Resul ve müminler ile inkar edenler arasında geçen mücadeleyi konu edindik. Ayetlerde haber verildiği üzere, inkarcıların ortak özelliği, Resule karşı olduklarını, onun getirdiği dini inkar ettiklerini açık açık söylemeleri ve onlara karşı da açık bir mücadeleye girmeleridir.

Oysa Resul ve müminlere karşı eyleme girişen inkarcılar, yalnızca söz konusu “açık inkarcı”larla sınırlı değildir. Bir de müminlerden yana gözüken, Resule itaat ettiğini iddia eden “gizli inkarcılar” vardır ki, Resul ve müminler bunlara karşı da mücadele ederler. Kuran’da, “münafık” olarak bilinen bu iki yüzlü kişiler şöyle tarif edilir:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır.” (Bakara Suresi, 8-10)

Münafıkların inanmadıkları halde inanmış gibi gözükmelerinin nedeni, kendilerini müminmiş gibi göstererek müminlerden birtakım çıkarlar elde edeceklerini ummalarıdır. Müminlerin maddi imkanları, güç ve ihtişamları bu kişileri etkiler ve bunlardan yararlanabilmek için kendilerini mümin gibi göstermeye karar verirler.

Oysa ayette de bildirildiği gibi, münafıklar yalnızca kendilerini aldatırlar, çünkü “mümin taklidi yapmak” aslında mümkün değildir. Yapabildikleri dinin yalnızca bazı şekli özelliklerini taklit etmekten başka bir şey değildir. Oysa müminlerin “taklit edilemez” özellikleri vardır. Bundan haberdar olan müminler ve özellikle de Resul münafıkların iki yüzlülüğünü hemen fark ederler. Allah, Resule münafıkları tanımak için özel bir anlayış verdiğini ayetlerinde şöyle haber vermiştir:

“Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah’ın kinlerini hiç (ortaya) çıkarmayacağını mı sandılar? Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın. Allah, amellerinizi bilir” (Muhammed Suresi, 29-30)

Resuller münafıkların durumunu hemen açıklamayabilirler. Ne var ki bu kişilerin iki yüzlülüğü kısa süre içinde örneğin din için fedakarlık yapmaları gerektiği zaman ortaya çıkacaktır. Çünkü münafıklar şahsi menfaatlerini tatmin etmek umuduyla müminlere ve dine yaklaşmışlardır. Ancak herhangi bir menfaatlerinin olamayacağını, hatta tam tersine Allah yolunda fedakarlıkta bulunmaları gerektiğini anladıklarında birden gerçek yüzlerini ortaya koyarlar.

İşte münafığın en önemli özelliği bu noktada ortaya çıkar: Münafık “mümin taklidi” yapmaktan vazgeçtiği bu anda, tek başına müminlerden ayrılıp köşesine çekilmez. Tam aksine müminleri aynı kendisi gibi Allah yolundan döndürmeye çalışır. Onların şevklerini kıracak, onları şüpheye ve umutsuzluğa düşürecek, Resule olan sadakatlerini zayıflatacak telkinlerle ortaya çıkar. Çünkü, müminlerden ayrılırken, “onlar doğru yoldaydı, ben ise iki yüzlü bir sahtekardım; çıkarlarım zedelenince ayrılıp-gittim” demeyi kendine yediremez.

Kuran’da haber verilen münafıkların, “…Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmemiş…”(Azhab Suresi, 12), ya da”…bunları (Müslümanları) dinleri aldattı…” (Enfal Suresi, 49) gibi ifadeleri, söz konusu tavırlarını tarif etmektedir. Müminlerin fark etmediği gerçekleri kendilerinin fark ettiği yanılgısı ise, Hz. Musa’nın kavmini saptırıp buzağıya taptıran Samiri’nin söylediği, “…Ben onların görmediklerini gördüm…”(Taha Suresi, 96) sözünde en açık biçimde gözükmektedir.

Münafığın yaptığı bu bozgunculuk hareketinin adı, Kuran’da “fitne” olarak tanımlanmaktadır. Ve fitne Kuran’daki,”…Fitne, katilden beterdir…” (Bakara Suresi, 217) hükmüne göre, en büyük suçtur. Resul elbette fitneye karşı gereken önlemleri alır.

Az önce sözünü ettiğimiz Samiri, münafık karakterinin çok belirgin bir örneğidir. Hz. Musa’nın ona karşı tavrı da Resullerin kararlılığını gösterir. Kuran’da, Samiri’nin fitnesi ve Hz. Musa’nın tavrı ayrıntılı olarak anlatılır. Buna göre, Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy almak için tek başına Tur Dağı’na çıktığı bir sırada Samiri kavmi içinde fitne çıkarmıştır. Bu olay ayetlerde şöyle haber verilmiştir:

“(Allah dedi ki) Seni kavminden ‘çarçabuk ayrılmaya iten’ nedir ey Musa?” Dedi ki: “Onlar arkamda izim üzerindedirler, hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim.” Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?”

Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.” Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, “İşte, sizin ve ilahınız, Musa’nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? Andolsun, Harun bundan önce onlara: “Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan   Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti. Demişlerdi ki: “Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (Taha Suresi, 83-91)

(Musa) Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” Dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.” (Musa) Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hakettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” “Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 95-98)

Görüldüğü gibi Resullerin münafıklara karşı tavırları son derece kararlıdır. Nitekim Allah Peygamberimiz (sav)’e şöyle emreder:

“Ey Peygamber, kafirlere ve münafıklara karşı cehd et (çaba harca) ve onlara karşı ‘sert ve caydırıcı’ davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o.” (Tahrim Suresi, 9)

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta vardır. Hz. Musa’nın kavmi zaten son derece anlayışsız ve itaatsiz bir kavimdir. Ancak gerçek müminler münafıkların fitnesinden etkilenmez ve Resule olan sadakatlerini daha da artırarak sürdürürler. Bu durumda münafıklar toplu olarak müminlerden ayrılırlar. Ancak içlerindeki “intikam” isteği nedeniyle dağılmazlar, Resul ve beraberindeki müminlere düşmanlığı sürdürmek için çaba harcarlar. Ve ilginçtir, bu durumda bile iki yüzlü olduklarını kabul etmez, kendilerini gerçek birer mümin gibi tanıtırlar. Bunun en açık örneğine Peygamberimiz (sav) döneminde şahit olabiliriz. Hz. Muhammed (sav)’e karşı fitne çıkaran münafıklar, onun yanından ayrıldıktan sonra yeni bir mescid kurmuş, yani sözde Müslüman görünmeye devam etmişlerdir. Oysa bu kurdukları mescidin tek amacı, Resule ve müminlere karşı düşmanlık yapabilmektir. Kuran’da, bu kişilerin durumu şöyle açıklanmıştır:

“Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: “Biz iyilikten başka bir şey istemedik” diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.

Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiçbir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.

Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.

Onların kalpleri parçalanmadıkça, kurdukları bina kalplerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir.    Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, 107-110)

Ayetlerde de dikkat çekildiği gibi, münafıkların kurduğu mescidin amacı, müminlere zarar vermek ve müminlere karşı savaşanlarla işbirliği yapmaktır. Her ne kadar bu mescidi kuran münafıklar, “biz iyilikten başka bir şey istemedik” deseler de gerçek amaçları budur. İki mescidi ayıran en önemli fark ise, müminlerinkinin “takva”, yani Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurulmuş olmasıdır. Heva ve müminlere düşmanlık üzerine kurulan münafıkların mescidi ise, ayetteki ifadeyle, cehenneme yuvarlanacak bir yarın kenarındadır. Münafıklar ahirette cehennemin en alt tabakasına yollanacaklardır.

Resulün Ahlaksızlıkla Mücadelesi

Resulün asıl görevi insanları Allah’ın yoluna davet etmek, Allah’ın dinini onlara açıklamaktır. Mücadele ettiği gruplar ise, Resulün çağrısına düşmanlıkla cevap veren, onu durdurmaya çalışan gruplardır.

Resulün mücadelesindeki bir diğer amaç ise, insanları     Allah’ın yolundan alıkoyan, onları sapkınlığa teşvik eden grupların etkisiz hale getirilmesidir. Çünkü bu tür gruplar, “onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar”(Enam Suresi, 26) ayetinde haber verildiği gibi, yalnızca kendilerini saptırmakla kalmazlar, aynı zamanda pek çok insanı da sapıklığa özendirirler.

Örneğin cinsel sapkınlıkların, fuhşun yayılması için çaba gösterenler, kendileri saptıkları gibi, başka insanları da sapkınlığa sürüklemektedirler. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Çirkin utanmazlıkların (fuhşun) iman edenler içinde yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz.” (Nur Suresi, 19)

Ahlaksızlığı yaymaya çalışanların ahirette karşılaşacakları azap, kuşkusuz cehennemdir. Dünyada yaşayacakları azabın farklı yolları olabilir. Allah bu kişilerin üstüne çeşitli belalar verebilir. Kuran’da Resullerin ahlaksızlığa karşı yürüttükleri mücadeleye Hz. Lut ve kavmi örnek olarak verilmiştir. Eşcinsel olan kavmine karşı Hz. Lut’un yaptığı uyarı ve kavminin Hz. Lut’a cevabı şöyledir:

“Hani Lut da kavmine şöyle demişti: “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.”

Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” demekten başka olmadı.” (Araf Suresi, 80-82)

Başka ayetlerde ise Hz. Lut’un kavmine olan tepkisi ve kavminin sapkınlığı şöyle anlatılır:

“Lut (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: “Sakınmaz mısınız?” demişti.”Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.”

“Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? “Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz.”

Dediler ki: “Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın.”

Dedi ki: “Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım. Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar.”

Bunun üzerine onu ve bütün ailesini kurtardık. Yalnızca geri kalanlar içinde bir kocakarı hariç.. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kötü.

Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.” (Şuara Suresi, 160-175)

Sonuç

Kuran’a baktığımızda tüm Resullerin ve onlarla birlikte iman edenlerin ortak bir kadere sahip olduklarını görürüz. Resullerin önderliğindeki mümin toplulukları hep küçük bir topluluk olarak mücadeleye başlamışlardır. Bu mümin toplulukları bir taraftan Allah’ın dinini tebliğ ederken bir taraftan da kendilerinden görünüşte çok daha güçlü olan düşmanlara karşı mücadele vermişlerdir. Ve bu mücadeleden “…Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir” (Bakara Suresi, 249) ayetinin sırrıyla galip çıkanlar hep Resuller ve müminler olmuştur.

Resul ve inkarcılar arasındaki söz konusu mücadelelerin tümü Allah’ın çizdiği kadere göre yürür. Müminleri de, düşmanlarını da yaratan Allah’tır. Kuran’da Allah’ın Resuller için özel düşmanlar kıldığı haber verilmektedir:

“Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak.” (Enam Suresi, 112)

“İşte böyle; Biz, her peygambere suçlu-günahkarlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan Suresi, 31)

Mücadelenin her iki tarafını da Allah yarattığına göre sonucunu belirleyen de O’dur. Ve Allah Resullerin kaderinde galip gelmeyi yazmıştır. Kuran’da bildirildiğine göre, Resul için yenilmek söz konusu değildir:

“Allah, yazmıştır: “Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.” (Mücadele Suresi, 21)

Mümin topluluğunun, zahiren mağlubiyet gibi görünen olaylar yaşamasının nedenlerinden biri ise, ancak Resule karşı itaatsiz davranmalarıdır. Nitekim Al-i İmran Suresi’nde anlatıldığına göre, Uhud Savaşı sırasında müminlerin bir kısmı Peygamberimiz (sav)’in emrine uymamışlar ve bu nedenle de kazanılacak gibi görünen savaş kaybedilmiştir. Ama bu geçici bir yenilgidir ve müminlerin eğitilmesine, daha itaatli olmalarına vesile olmuştur. Sonuçta galip gelenler ise mutlaka Resul ve onunla birlikte iman edenlerdir. Resule karşı düşmanlık besleyenlerin sonu ise aynıdır: Dünyada aşağılanma ve ahirette cehennem azabı. Kuran’da, Resule başkaldıranların durumu şöyle bildirilir:

“Gerçekten Allah’a ve Resûlü’ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır. Oysa Biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardır. Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, herşeye şahid olandır.” (Mücadele Suresi, 5-6)

Buna karşılık Resule tabi olan müminler ise dünyada zafer ve hakimiyetle, ahirette cennetle ve hepsinden en önemlisi, Allah’ın rızasıyla ödüllendirilirler. Kuran’da Resulün ve onunla birlikte iman edenlerin “Allah’ın fırkası” olduğu bildirilir ve bu kimselerin ahirette alacakları karşılık şöyle haber verilir:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar,  Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (Mücadele Suresi, 22)

Başka ayetlerde de Resullerin (ve onların yolunu izleyen kavimlerinin) kesin olarak galip geleceği şöyle bildirilir:

“Andolsun (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiç şüphesiz; Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır.” (Saffat Suresi, 171-173)

Allah’ın izniyle üstün gelecek olanlar, kuşkusuz “Allah’ın taraftarlarıdır.” Allah’ın sözü haktır ve muhakkak gerçekleşecektir.

 

Sosyal Silah Darwinizm

Sosyal Darwinizm 

Güçlünün haklı sayılması, eşitsizlik, ırk veya etnik temelli ayrımcılık, zulüm, haksız rekabet ve çekişme, fakirlerin ezilmesi, güçlünün zayıf olanı sömürmesi toplumların tarih boyunca yaşadığı kötülükler ve zorluklardandır. Binlerce yıl öncesinde bile, örneğin Hz. Musa’nın döneminde yaşayan Firavun’un yönetiminde, tüm bunları görmek mümkündür. Firavun, zenginliği ve güçlü ordusu nedeniyle, daima kendini üstün görmüştür. Doğru söyledikleri çok açık olan Hz. Musa ve Hz. Harun’u tüm gücüyle yalanlamış, hatta onları öldürmek istemiştir. Firavun ayrıca ayrılıkçı bir politika sürdürmüş, halkını sınıflara ayırmış, bazılarını “aşağı sınıf” olarak nitelendirmiş, tebasındaki İsrailoğulları’na türlü işkenceler yapmış, onların erkeklerini öldürüp, kadınlarını sağ bırakmıştır. Böylece İsrailoğulları’nın soyunun kesilmesini hedeflemiştir. Allah Kuran’da Firavun’un bu sapkınlıklarını şöyle bildirir:

Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)

Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. (Zuhruf Suresi, 52)

Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler… (Zuhruf Suresi, 54)

Bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz’afları) mirasçılar kıldık… (Araf Suresi, 137)

Sadece güçlünün haklı sayıldığı, insanların sınıflara ayrıldığı, “aşağı” görülenlerin ezilerek yok edilmek istendikleri, bazı insanların diğerlerine insanlık dışı muamelelerde bulunduğu tek azgın toplum Firavun egemenliğindeki eski Mısır değildi. Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar bu tür yönetimlerin ve uygulamaların birçok örneği bulunmaktadır.

Ancak, 19. yüzyılda tüm bu kötülükler çok daha farklı bir boyut kazandı. 19. yüzyıla kadar zalimlik, saldırganlık, acımasızlık olarak nitelendirilen bu tür uygulama ve politikaların, bir anda sözde “doğanın gerçeklerine dayanan bilimsel uygulamalar” olduğu yalanı savunulmaya başlandı. Peki tüm bu acımasızlıklara birdenbire sözde bir meşruluk kazandıran neydi?

Charles Darwin’in evrim teorisi… Darwin, 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında ortaya attığı evrim teorisi ile, hayatın kökenine dair bazı spekülasyonlarda bulunuyordu. Bu spekülasyonları, son derece aldatıcı bir dünya görüşünün, Allah’ın varlığını inkar eden ve tesadüfleri “yaratıcı” sayan (Allah’ı tenzih ederiz), insanı hayvan olarak kabul eden, hayatı bir mücadele ve kıyasıya rekabet yeri olarak gören sapkın bir felsefenin sözde bilimsel bir gerçek gibi kabul edilmesine neden oldu. 

Darwin’in bilim dışı teorisiyle pekiştirilen “zayıf ve güçsüz olanların ezilmesi gerektiği” yanılgısı, eşitsizliğin, haksızlığın ve adaletsizliğin yaygınlaşmasındaki en temel faktörlerden biridir.

Darwin, bilimsel bir delili olmayan, 19. yüzyılın köhne bilim anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu teoriyi tek başına geliştirmiş değildi. Kendisinden yaklaşık 50 yıl önce 1798 yılında Thomas Malthus, Essay on the Principle of Population(Nüfus İlkesi Üzerine Deneme) adlı çalışmasında Darwin’in teorisine temel oluşturacak, gerçekle ilgisi olmayan bazı fikirler ortaya atmıştı. Malthus, günümüzde bilimsel bir değeri olmadığı ispatlanmış olan çalışmasında, nüfusun besin kaynaklarından daha hızlı arttığını, bunun için nüfus üzerinde bir kontrol olması gerektiğini iddia ediyordu. Savaşların, salgın hastalıkların nüfus üzerinde doğal bir kontrol sağladığını ve bu nedenle faydalı olduklarını iddia eden Malthus, ilk kez “hayatta kalma mücadelesi”nden söz eden kişi oldu. Malthus’un insani değerlerden uzak bu tezine göre, fakirler korunmamalı, mümkün olduğunca kötü şartlarda yaşatılmalıydılar ki, çoğalmaları engellensin ve üst sınıflara yeteri kadar besin kaynağı kalabilsin. (Detaylı bilgi için bkz. “Malthus’tan Darwin’e Merhametsizliğin Tarihi” bölümü.) Vicdan ve sağduyu sahibi her insanın şiddetle karşı çıkacağı bu vahşetin kabul görmesi hiç şüphesiz büyük bir zulümdür. Din ahlakının fakirlere, muhtaçlara yardım elinin uzatılmasını gerektirmesine rağmen, Malthus ve onu takiben Darwin bu mazlumların acımasızca ölüme terk edilmelerini söylüyordu.

Malthus’un insanlık dışı bu fikirlerini hemen benimseyerek geliştiren kişilerin başında İngiliz sosyolog ve felsefeci Herbert Spencer geliyordu. Darwinizm’in temel iddiasını özetleyen “en uygun olan hayatta kalır” ifadesi Spencer’a aitti. “Uygun olmayanlar”ın ise elenmeleri yani ölmeleri gerektiğini iddia eden Spencer, “insanlar eğer yaşamak için yeteri kadar tamamlarsa yaşarlar ve yaşamaları da iyidir. Eğer yaşamak için yeteri kadar tamam değillerse ölürler ve en iyisi ölmeleridir” diyordu.1 Yani Spencer’a göre fakir, eğitimsiz, hasta, sakat, başarısız her insan ölmeliydi. Tüm bunlar Spencer’ın ne kadar ürkütücü, zalim ve hasta bir ruh haline ve dünya görüşüne sahip olduğunun göstergeleriydi. Acıma, şefkat ve koruma hissi duyması gereken insanlara karşı büyük bir merhametsizlik duyuyor, aynı Malthus gibi onları eziyet yoluyla yok etmenin yollarını arıyordu. Devletin fakirleri koruyan yasalar çıkarmasını da engellemeye çalışan Spencer için Amerikalı tarihçi Richard Hofstadter, Social Darwinism in American Thought (Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darwinizm) adlı kitabında şu yorumda bulunur:

Spencer sadece yoksullar için hazırlanan yasalara değil, aynı zamanda devletin desteklediği eğitim, sağlık denetimi, barındırma koşullarının düzenlenmesi ve hatta sahte doktorlara karşı cahil kişilere devlet koruması sağlanması ile ilgili yasalara da karşı çıkıyordu. 2

Malthus ve Spencer’ın merhametsiz dünya görüşlerinden yoğun olarak etkilenen Darwin ise, Türlerin Kökeni adlı kitabında türlerin doğal seleksiyon ile evrimleştikleri masalını ortaya attı. Darwin bir bilim adamı değildi, biyoloji ile sadece amatör olarak ilgilenmişti. Bunun dışında Darwin’in dönemindeki mikroskoplar dahi son derece ilkeldi. O dönemde hücre, henüz sadece bir leke gibi görülüyordu, kalıtım kanunları ise keşfedilmemişti bile. Darwin, bilimsel açıdan son derece yetersiz bu koşullarda, kısıtlı bilgisiyle geliştirdiği teorisinde, doğanın hep avantajlı ve en uygun olanları seçtiğini, diğerlerini ise elediğini, canlılığın da bu şekilde geliştiğini iddia etti. Darwin’in daha en baştan yanlış bir temel üzerine inşa ettiği bilim dışı teorisine göre, canlılık tesadüflerin eseriydi; bu şekilde Darwin, canlılığı Allah’ın yarattığı gerçeğini de reddetmiş oluyordu. (Allah’ı tenzih ederiz.) Darwin, Türlerin Kökenikitabından sonra, İnsanın Türeyişi adlı kitabında bilim dışı teorisini insanlara da uygulamaya kalkıştı. Kitabında, sözde geri kalmış ırklar olduğundan, bu ırkların yakın bir gelecekte eleneceklerinden, böylece üstün olanların gelişerek ilerleyeceklerinden bahsediyordu. Darwin’in, bu kitabında ve bazı yazışmalarında evrim teorisini insanlara da uygulamasıyla, sosyal Darwinizm şekillenmiş oldu.

Bundan sonrasını ise koyu Darwin taraftarları devam ettirdi. İngiltere’de Spencer ve Darwin’in kuzeni Francis Galton, Amerika’da William Graham Sumner gibi bazı akademisyenler ve bazı kapitalistler, Almanya’da ise Ernst Haeckel gibi Darwinistler ve ardından 20. yüzyılın kanlı diktatörü Adolf Hitler gibi faşist ırkçılar sosyal Darwinizm’in acımasız ve merhametsiz kurallarının önde gelen savunucu ve uygulayıcıları oldular.

Sosyal Darwinizm kısa sürede vahşi kapitalizm adı altında haksız rekabeti en acımasız şekliyle uygulayanların; ırkçıların; emperyalistlerin; fakirleri ve yardıma muhtaçları koruma görevini yerine getirmeyen yöneticilerin kendilerini sözde savunma aracı haline geldi. Sosyal Darwinistler, zayıfların, fakirlerin, sözde “aşağı” ırktan insanların ezilmelerini; özürlülerin sağlıklı insanlar, küçük işletmelerin ise büyük şirketler karşısında yok olmalarını doğanın bir kanunu ve insanlığın ilerlemesinin tek yolu gibi göstermeye çalıştılar. Vicdansızlık olduğu kabul edilmesine rağmen, insanlık tarihi boyunca süregelen bu haksızlıkları bir anda sözde bilimsellik kılıfı altında meşru göstermek istediler. Sosyal Darwinizm merhametsizliği, bir doğa kanunu ve insanlığın sözde evriminin en önemli yoluymuş gibi anlatıyordu

Özellikle Amerikalı bazı kapitalistler oluşturdukları kıyasıya rekabet ortamını sosyal Darwinist söylemlerle kendilerince meşrulaştırdılar. Oysa bu, büyük bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Haksız ve acımasız rekabeti, sözde bilimsel bir dayanağı varmış gibi göstermeye çalışanlar sadece yalan söylüyorlardı. Örneğin Amerika’nın en büyük sermaye sahiplerinden Andrew Carnegie de bu yanılgıya kapılanlardan biriydi ve 1889’daki bir konuşmasında şöyle diyordu:

Rekabet kanunu için toplumun ödediği bedel, ucuz konforlar ve lüksler için ödediği bedel gibi büyüktür; ancak bu kanunun avantajları bedelinden daha fazladır –çünkü bu kanun sayesinde maddi gelişim mükemmeldir ve bu bize daha gelişmiş koşullar sağlamaktadır… Bu kanun kişi için bazen zor olsa da, ırk için en iyisidir, çünkü her alanda en uygun olanın hayatta kalmasını garanti etmektedir. Bu nedenle, büyük çevresel eşitsizlikler, iş imkanlarının, endüstri ve ticaretin birkaç kişinin elinde toplanması ve bunların arasında rekabet kanunu gibi koşulları kabul etmekte ve hoş karşılamaktayız. Bunlar sadece faydalı değil, aynı zamanda ırkın gelişimi için esastır.3

Görüldüğü gibi, sosyal Darwinizm’e göre tek hedef ırkın fiziksel, ekonomik ve politik açıdan gelişmesidir. Bireylerin mutluluğu, refahı, huzuru ve güvenliği önemli görülmemektedir. Acı çeken, yardım için feryat eden, çocuklarına, ailesine, yaşlı anne babasına yemek, ilaç, barınak bulamayan, zavallı, güçsüz insanlara hiçbir şekilde merhamet duyulmaz. Örneğin bu sapkın düşünceye göre, fakir ama güzel ahlaklı bir insan değerli görülmez, bu kişinin ölmesinin toplumun yararına olduğu dahi iddia edilir. Bunun yanında ise, kötü ahlaklı ama zengin bir insan “ırklarının gelişimi” için son derece önemli görülür,  koşullar ne olursa olsun o kişiye büyük değer verilir.

Sosyal Darwinizm’in ortaya koyduğu bu çarpık mantık örgüsü, bu düşünceyi savunanları ahlaki ve manevi çöküntüye sürüklemektedir. Bir başka sosyal Darwinist William Graham Sumner ise 1879’da bu sapkın akımın aldatmacalarını şöyle ifade etmiştir:

Bu alternatifin dışına çıkamayacağımız artık anlaşılsın: eşitsizlik, en uygun olanın hayatta kalması; eşitlik, uygun olmayanın hayatta kalması. İlk sayılan özellikler bir toplumu ileriye götürürken, toplumun tüm en iyi üyelerinin lehindedir; sonrakiler ise toplumu geriye götürür ve tüm en kötü üyelerin lehindedir.4

Sosyal Darwinizm’in en vahşi uygulayıcıları ise ırkçılardı. Darwinist ırkçılar arasında en tehlikelisi de elbette Nazi ideologları ve hareketin lideri olan Adolf Hitler’di. Naziler, Darwin’in teorisini kendilerine temel alarak, hem öjeni (Darwin’in kuzeni Francis Galton’un, kötü genlerin ayıklanmasıyla toplumun daha nitelikli bireylerden oluşturulabileceğine ilişkin iddiası) kanunlarını uyguladılar, hem de soykırım cinayetlerini gerçekleştirdiler. Sosyal Darwinizm’in en ağır bilançosu Nazizm eliyle oldu. Naziler, Darwinist söylemleri sanki kendilerine bir haklılık kazandıracakmış gibi paravan olarak kullandılar; Darwinist bilim adamlarının da danışmanlığı ile, aşağı ırk saydıkları Yahudileri, Çingeneleri, Doğu Avrupalıları soykırıma uğrattılar; akıl hastalarını, özürlüleri, yaşlıları gaz odalarında katlettiler. Tüm bu cinayetleri en acımasız yöntemlerle gerçekleştirdiler. 20. yüzyılda, dünyanın gözü önünde sosyal Darwinizm adına milyonlarca cinayet işlendi.

Darwin’in kuzeni Francis Galton’un önderliği ile başlayan öjeni hareketi ise, sosyal Darwinizm’in ayrı bir felaket ürünü olarak ortaya çıktı. Doğal seleksiyonu hızlandırmak için, insan eliyle bir seçilim olması gerektiğini öne süren ve böylece insan türünü daha hızlı geliştireceklerini sanan öjeni taraftarları, Amerika’dan İsveç’e kadar birçok ülkede kendilerince “gereksiz” gördükleri insanları zorla kısırlaştırdılar. Ailelerinin haberi ve izni olmadan yüz binlerce insan, kendi rızası dışında, insan yerine konmayarak ameliyat edildi. Öjeninin en zalim uygulamaları ise Nazi Almanyası’nda gerçekleşti. Naziler önce toplumdaki sakat, zeka özürlü veya kalıtsal hastalıkları olan insanları kısırlaştırdılar; sonra bununla yetinmeyerek bu mazlum insanları topluca öldürmeye başladılar. Yüz binlerce suçsuz insan, sadece eli, parmağı, bacağı olmadığı veya yaşlandığı için öldürüldü.

Naziler, zihinsel veya kalıtsal hastalığı olan çocukları önce kısırlaştırdılar, sonra gaz odalarında öldürmeye başladılar. Sadece başparmağı olmayan çocuklar dahi öjenist uygulamaların hedefi haline geldiler.

Hiç şüphesiz bu, din ahlakında kesinlikle yeri olmayan çok büyük bir zulüm ve vahşettir. Allah insanlara, ihtiyaç içinde olanları koruyup kollamalarını emretmiştir. Fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak; özürlü insanlara karşı şefkatli ve merhametli olmak, onların haklarını gözetip korumak; toplum içinde yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak din ahlakının gereği olan güzel ahlak özellikleridir. Allah’ın emrettiği ahlakı göz ardı edenler ise, hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları toplumları büyük felekatlerin içine sürüklemektedirler. Sosyal Darwinizm’in neden olduğu belalar bu gerçeğin en çarpıcı örneklerindendir.

Sosyal Darwinizm’in sözde geçerlilik kazandırdığı felaketlerden bir diğeri ise sömürgeciliktir. Sömürgeci devletlerin o dönemki bazı yöneticileri, sömürgelerine karşı takındıkları acımasız tutumlarını sosyal Darwinizm’in bilim, akıl ve mantık açısından hiçbir tutarlılığı ve geçerliliği olmayan tezleriyle kendilerince haklı göstermeye çalıştılar. “Aşağı ırk”ların “üstün ırk” tarafından kontrol altında tutulması gerektiğini, bunun doğanın bir kanunu olduğunu iddia ederek zulme dayalı emperyalist politikalarını sözde bilimsel bir temele yerleştirdiler.

20. yüzyılda meydana gelen iki büyük dünya savaşında ise taraflar sosyal Darwinizm’in çarpık mantıklarını kullanarak, savaşları kaçınılmaz olaylar gibi göstermeye çalıştılar. Masum ve zavallı insanların katledilmelerini; evlerinin, işlerinin, tarlalarının, hayvanlarının yakılıp yıkılmasını; milyonlarca insanın evlerinden, yurtlarından olmalarını; bebeklerin ve çocukların dahi umursuzca öldürülmelerini son derece mantıksız sosyal Darwinist iddialarla insanlığın gelişmesinin bir yoluymuş gibi tanıtmaya çalıştılar. 

Sonuç olarak sosyal Darwinizm 19. ve 20. yüzyılda ırkçılığın, sömürgeciliğin, haksız ve acımasız rekabetin, güçlünün güçsüzü ezmesinin ve on milyonlarca insanın öldüğü savaşların arka planındaki kışkırtıcı güç oldu. Sosyal Darwinizm’le birlikte yüzyıllardır süregelen birçok kötülük sözde bilimsellik kisvesine büründü. Nitekim evrimci paleontolog Stephen Jay Gould’un, The Mismeasure of Man (İnsanın Yanlış Ölçümü) adlı kitabında, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabı için yaptığı aşağıdaki yorum da bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir:

1859 yılında Türlerin Kökeni‘nin yayınlanmasından sonra esaret, kolonileşme, ırk farklılıkları, sınıfsal yapılar ve cinsel roller hakkındaki tartışmalar bilim bayrağı altında yürütülmeye başlandı.5

Darwin de Bir Sosyal Darwinistti

Benjamin Wiker’ın Moral Darwinism adlı kitabı

Her ne kadar günümüzde evrimciler Darwin’in adını, sosyal Darwinizm’in 20. yüzyılda doğurduğu acı sonuçlara karıştırmamaya çalışsalar da, Darwin açıkça bir sosyal Darwinistti. Özellikle İnsanın Türeyişi adlı kitabında ve özel yazışmalarında net olarak sosyal Darwinist ifadeler kullanıyordu. Darwin daha 1869’da yazar Hugo Thiel’e yazdığı bir mektupta teorisinin toplumlara uygulanmasında bir sakınca görmediğini belirtmişti:

Türlerin değişimiyle ilgili bakış açıma benzer bazı fikirlerin, ahlaki ve sosyal sorunlar üzerinde uygulandığını görüyorum. Bu konuyla çok ilgilendiğime inanmalısın. 6

Fransiscan Üniversitesi’nde bilim ve ilahiyat konusunda dersler veren, Moral Darwinism: How We Became Hedonists (Ahlaki Darwinizm: Nasıl Hazcı Olduk?) adlı kitabın yazarı Benjamin Wiker, kendisiyle yapılan bir röportajda, Darwin’in ilk sosyal Darwinist olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir:

Beğenin ya da beğenmeyin, Darwin’in İnsanın Türeyişi adlı kitabı okunduğunda aslında ilk sosyal Darwinistin ve modern öjeni hareketinin babasının kendisi olduğu açıkça anlaşılır. Sosyal Darwinizm ve öjeni, doğrudan onun doğal seleksiyon prensibini temel alır.

Darwin’in İnsanın Türeyişi adlı kitabı

Bana göre, insanların Darwinizm ve öjeni gibi konular arasında bağlantılar kuran bir kişiye itiraz etmelerinin gerçek nedeni, teorinin ahlaki çıkarımlarla lekelenmesini istememeleridir. Ancak bu çıkarımlar sadece metnin içerisinde değil, Darwinizm’in ortaya çıktığından bu yana geçen bir buçuk yüzyıllık dönemde bıraktığı sosyal ve ahlaki etkilerin içinde kanıtlanmış durumdadırlar.7

Kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi, Darwin’in birçok ifadesi ve açıklaması, onun sosyal Darwinist görüşlerin ilk kaynağı olduğunu açıkça göstermektedir. Günümüzde evrimciler, sosyal Darwinizm’in 20. yüzyıldaki ürkütücü sonuçlarından dolayı bu görüşleri açık açık kabul etmekten kaçınmaktadırlar. Ancak sosyal Darwinizm’in temel ögeleri olan rekabet, ırkçılık, ayrımcılık evrim teorisinin temelinde de yer almaktadır. Evrimciler kabul etsin veya etmesinler, Darwinizm’in benimsenmesiyle doğacak sonuçlar bunlardır. İnsanları tesadüflerin eseri olarak gören; onların biraz daha gelişmiş bir hayvan türü olduğunu zanneden, bazı ırkların diğerlerine göre daha az geliştiklerini dolayısıyla hayvanlara daha yakın olduklarını, doğanın bir mücadele, kıyasıya rekabet edilen bir yer olduğunu, güçlülerin zayıfları ezmesiyle insanlığın gelişeceğini iddia eden bir teorinin trajik sonuçlar getirmesi kaçınılmazdır. Evrimcilerin sosyal Darwinizm’i reddediyor gibi görünmeleri bir çözüm değildir. Çözüm, evrim teorisinin bilimsel olarak geçersiz olduğunun kabul edilmesindedir. Temennimiz, bu teorinin yanılgılarına aldanmış olanların da bu gerçeği görmeleridir.

Savaşın, ırkların ya da milletlerin gelişmesini sağlayan bir gereklilik olarak algılanması, Darwinist felsefenin yıkım getiren sonuçlarından biridir. En kanlı savaşlardan biri olan 2. Dünya Savaşı’nda harabeye dönmüş Fransız sokakları, bu yıkımı gözler önüne sermektedir.

Doğa Kanunlarını İnsanlara Uygulama Hatası

Darwin, evrim teorisini ortaya attığında, bilim dünyası birçok açıdan oldukça geri durumdaydı. Henüz elektron mikroskobu yoktu, dolayısıyla organizmaların detayları bilinmiyordu. Hücre basit bir leke olarak görülüyor, birçok organelden oluşan, en az bir şehir kadar kompleks bir yapıya sahip olduğu bilinmiyordu. Genetik bilimi henüz yoktu, kalıtım kanunları daha keşfedilmemişti. Birçok biyolog ve bilim adamı –bunlara Darwin de dahildir– kazanılan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılabileceğini zannedecek kadar yanlış bilgilere sahipti. (Örneğin nalbantlık yaptığı için kol kasları güçlenen bir babanın güçlü kol kaslarına sahip oğulları olacağı gibi cahilce bir inanca sahiplerdi.) Darwin, teorisini böylesine bilimsel olarak ilkel bir ortamda geliştirdi. Evrim teorisinin materyalist ve ateist düşünceye bir zemin sağlaması, bu teorinin bilimsel zayıflığına rağmen bilim dünyasının bir kısmı tarafından hemen benimsenmesine neden oldu. Ne Darwin ne de taraftarı olan bir başka evrimci, evrim teorisi için paleontoloji, biyoloji veya anatomi gibi bilim dallarının hiçbirinden bir delil sunmamıştı. Dahası, ilerleyen yıllarda ve özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan gözlem ve deneyler, elde edilen yeni bulgular bu teorinin tamamen yanlış olduğunu açıkça ortaya koydu.

Ancak evrim teorisi, bilimsel bir dayanağı olmadığı halde, içerdiği ideolojik mesajlar nedeniyle, bazı çevreler tarafından toplumsal alana da uygulandı. Soykırımlar, kitle katliamları, kardeşin kardeşi vurduğu iç savaşlar, onlarca ülkeyi yakıp yıkan büyük dünya savaşları ile geçen 20. yüzyılın simgesi haline gelen felaketlerin temelinde yer aldı. Din ahlakının insanlara kazandırdığı merhamet, şefkat, yardımlaşma, sevgi, fedakarlık gibi erdemler yerini sadece güçlülerin kazandığı, zayıfların ezilerek ortadan kaldırıldığı orman kanunlarına bıraktı. Bilimsel açıdan hiçbir geçerliliği olmayan bir teori, bütün bir yüzyılı etkisi altına aldı.

Darwin’in döneminde kullanılan ilkel mikroskoplar hücreyi basit bir leke gibi gösteriyordu.

Günümüzde kullanılan mikroskoplar ise, hücrenin ne kadar kompleks ve olağanüstü kusursuz bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir.

Sosyal Darwinistlerin en büyük yanılgılarından biri, bilimsel delili olmayan bir teoriyi toplumsal alana uygulamaya kalkışmalarıydı.

Sosyal Darwinistlerin bir diğer büyük yanılgıları ise, hayvanlar için geçerli olan kanunların insanlar için de geçerli olduğunu sanmalarıdır. İnsanlar, hayvanlardan farklı olarak şuur, akıl, vicdan ve yargı yeteneğine sahiptirler. Dolayısıyla, sosyal Darwinistlerin iddia ettiği gibi, orman kanunlarına hiçbir şekilde tabi değildirler. Allah insanı akıl, şuur ve muhakeme yeteneği ile birlikte yaratmıştır ve her insan yaşamı boyunca bu yeteneklerini en iyi şekilde kullanmakla sorumludur. Allah her insanı belli bir ömür ile yaratmıştır. Rabbimiz’in kendisi için takdir ettiği süre sona erdiğinde her insan ölecek, sonra da dünyada yaptığı her tavrın hesabını vermek üzere yeniden diriltilecektir.

Bir toplumda yardıma muhtaç durumdaki insanlar kötü muamele görür ve kendi başlarına terk edilirlerse bu, -eğer söz konusu toplumda din ahlakının gereği olan sabır ve affedicilik hakim değilse- toplumda gerilime ve öfkeye neden olur.

Doğada, bazı canlılar, içinde bulundukları koşullara uyum sağlayamadıklarında ölebilirler veya nesilleri tükenebilir. Örneğin koyu renk tüylü bir tavşan, karla kaplı bir ormanda kolaylıkla fark edilebileceği için, kısa sürede başka bir hayvanın avı olup ölebilir. Ama bu durum, Darwinistlerin iddia ettiği gibi yeni bir türün oluşmasını sağlamaz. Yani, ölen koyu renk tüylü tavşanların yerine başka bir tür, örneğin açık renk tüylü geyikler meydana gelmez. Ayrıca insanlar hayvanlardan çok farklıdırlar. İnsanlar yaşamak için doğa koşullarına adapte olmak zorunda değildirler. Bilakis, bulundukları ortamı kendi istek ve ihtiyaçlarına göre değiştirme imkan ve yeteneğine sahiptirler. Örneğin soğuk bir iklimde binalarını, ısıtma donanımlarını, kıyafetlerini iklime uydurabilirler. İnsan toplumlarında doğal seleksiyon olmaz, çünkü insan, aklı ve yetenekleriyle bu tür bir elemeyi engeller.

Bu büyük yanılgılar sosyal Darwinistlerin toplumları insanlık dışı bir bakış açısıyla değerlendirmelerine neden olmuştur. Zayıfların, bakıma muhtaç olanların, güçsüzlerin, sakatların kendi başlarına terk edilmeleriyle toplumların ilerleyeceğini düşünmeleri, bu akıl ve vicdan dışı bakış açısının önemli bir örneğidir. Oysa bencillik, zayıf ve muhtaç insanlara yardım etmemek, ilerleme değil gerileme getirir. Çünkü sosyal Darwinizm’in bakımsız ve muhtaç durumda bırakılması gerektiğini iddia ettiği kişiler akledebilen, düşünebilen bilinç sahibi insanlardır. Bu insanlar, haksızlıkla, zulümle karşı karşıya geldiklerinde, ihtiyaç içinde bırakıldıklarında -eğer din ahlakının insanlara kazandırdığı sabır, affedicilik, anlayış gibi erdemlere de sahip değillerse- kendilerine bu muameleyi yapanlara karşı büyük bir öfke ve kin duyabilirler. Öfkelerini dindirebilmek içinse yakın tarihte de birçok örneği görüldüğü gibi şiddete başvurabilirler. Bu da büyük çatışmalar ve kavgalar doğurabilir. Bunun neticesinde, tüm maddi ve manevi imkanlar bu tür çatışmaları yatıştırmaya harcanacağı için ilerleme değil, aksine sanattan teknolojiye, ekonomiden bilime kadar her alanda gerileme yaşanır.

Sosyal Darwinist uygulamalar insanlığa kin, öfke, çatışma, kavga, cinayetler ve savaştan başka bir şey getirmemiştir.

Ayrıca, öjeni taraftarlarının yaptıkları gibi, hasta veya özürlü insanların öldürülmeleri hem çok büyük bir vahşettir, hem de bu vahşetin toplumun ilerlemesine katkı sağlaması hiçbir şekilde mümkün değildir. Cinayetin bu kadar açık bir şekilde işlenmesinin ve kabul görmesinin, toplumda oluşturacağı yıkım çok büyük kayıplar getirecektir. Günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık %6’sı özürlüdür. Bu çok büyük bir sayıdır –yaklaşık yarım milyar insan. Böyle bir durumda her insan ailesinden veya çevresinden birçok kişiyi kaybedecek, yakınlarından en az birkaç kişinin öldürülmesine izin vermiş olacaktır. Bunun getireceği ağır manevi yaralar, insanların ruh sağlığını ve dengesini bozacak, büyük bir ahlaki çöküntüyü beraberinde getirecektir. Annenin çocuklarına, çocukların anne babalarına, kardeşin kardeşe güvenemediği, her an birinin diğeri hakkında ölüm izni verebileceği bir toplumda çok ciddi bir dejenerasyon ve bunalım yaşanacağı açıktır. Ayrıca, insanların sadece özürlü oldukları için öldürüldükleri bir toplum, aslında korkunç bir ahlaki çöküntü yaşıyor demektir. Böyle bir toplumun tüm manevi değerlerden yoksun olması, insanlığını tamamen yitirmiş olması gerekir. Cinayet yoluyla insanlığı geliştirdiğini iddia etmek, hiç şüphesiz, çok ciddi zihinsel ve ruhsal sorunlar yaşandığının çok önemli bir göstergesidir.

Kuşkusuz, en büyük felaketlerden biri de, “elemeye” maruz tutulan insanların çekeceği büyük acılardır. Bu acılar diğer insanların da vicdanlarında büyük yaralar oluşturur. 

İlerleyen sayfalarda da görüleceği gibi, Charles Darwin’in oldukça geri bir bilim anlayışı ile ortaya attığı evrim teorisinin toplumlara uygulanması ile gelişen sosyal Darwinizm, tamamen insan doğasına ters, uygulandığında insanlığı gerileten, aşağılayan, bunalıma ve kaosa iten, kargaşa, kin ve nefret getiren, savaşlara, cinayetlere, çatışmalara sebep olan bir dünya görüşüdür. Sosyal Darwinizm her ne kadar 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılda gerçek anlamda hakim olmuşsa da, günümüzde hala birçok alanda olumsuz etkisini göstermektedir. Evrimsel psikoloji, genetik determinizm gibi adlar altında toplumlar hala Darwinizm’in yanılgılarına göre değerlendirilmeye çalışılmaktadır. 21. yüzyılın yeni felaketlerden korunabilmesi için, sosyal Darwinizm’in tehlikeleri her yönüyle insanlığa gösterilmeli, ayrıca bu felsefeye temel oluşturan evrim teorisinin hiçbir bilimsel delili olmadığı dünyaya anlatılmalıdır.

 

Geride bıraktığımız yüzyılda yaşanan acıların, 21. yüzyılda tekrarlanmaması ve bu yüzyılın barış ve huzur dolu olması için insanlarınDarwinizm’in aldatmacaları ve tehlikeleri konusunda bilinçlendirilmeleri şarttır.

 

 

Malthus’tan Darwin’e Merhametsizliğin Tarihi 

Daha önce de belirtildiği gibi, Türlerin Kökeni adlı kitabı yazarken, Darwin’in görüşlerinden en çok etkilendiği kişilerin başında İngiliz ekonomist ve nüfus bilimci Thomas Robert Malthus geliyordu.

Malthus ilk baskısı 1798 yılında yayınlanan Essay on the Principle of Population, as it Affects the Future (Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme) adlı kitabında, insan nüfusunun her 25 yılda geometrik oranda (2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256…), yiyecek kaynaklarının ise aynı süre içinde aritmetik oranda (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9…) arttığını iddia etmişti. Yani Malthus’a göre, nüfus her 25 yılda iki katına çıkarken, yiyecek kaynakları çok daha az bir artış gösteriyordu. Malthus, üç yüzyıl içinde nüfusun yiyecek kaynaklarına oranının 4.096’ya 13 olacağını iddia etti. Yani Malthus’un bu bilimsel olmayan iddiasına göre kaynaklar, hızla artan nüfus için yetersiz kalıyor ve hayatta kalmak için ciddi bir mücadele içinde olmak sözde kaçınılmaz hale geliyordu. Darwin’in kitabının alt başlığında ifade edilen iddia da buydu: Türlerin Kökeni…. Kayırılmış Irkların Hayat Mücadelesinde Korunması…

Thomas Malthus

Malthus, Deneme’sinde nüfusun bu hızlı artışının önlenmesi gerektiğini belirterek kendince bazı çözümler öne sürdü. Malthus’a göre nüfus artışını kontrol eden iki temel faktör vardı: Izdıraplar ve kötü ahlak. Kıtlık ve salgın hastalık gibi olaylar nüfusu kontrol eden ızdıraplardı. Savaş, yeni doğan bebeklerin öldürülmesi gibi olaylar ise nüfusu kontrol eden diğer faktörlerdi. Malthus, savaş, kıtlık, hastalık ve bebek cinayetleri gibi olaylarla nüfusun hızla artışının kontrol altına alınabileceğini ve bu sayede nüfusun besin kaynakları ile dengeli bir hale gelebileceğini yazmıştı. Sağduyu ve vicdan sahibi her insanın hemfikir olacağı gibi, bu hem akıl ve mantık dışı hem de son derece vahşi bir iddiadır. Toplumların refah ve huzuru düşünülerek, gelir ve geçim kaynaklarının doğru planlanması, elbette toplumların geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak bir toplumun geleceğini, savaşlarla, katliamlarla, cinayetlerle planlamaya kalkışmak elbette kabul edilebilir bir durum değildir. Ve bunun toplumlara acı ve gözyaşı dolu felaketler getireceği açıktır.

Bunların yanı sıra Malthus’un başka mantık dışı önerileri de vardı. Örneğin işçi sınıfından veya yoksul kesimden evli çiftlerin çocuk sahibi olmamaları için gerekli tüm tedbirlerin alınması gerektiğini öne sürmüştü. Malthus’un görüşleri 1834 yılında, İngiltere’de fakirler için özel “çalışma evleri” kurulmasını sağlayan yeni bir yasayla zirveye ulaştı. Bu yasayla, çalışma evlerindeki nüfus artışını azaltmak için evli çiftlerin kesin kurallarla ayrı kalmaları sağlanıyordu.

Aslında bu uygulamaların altında yatan nedenlerden biri eskiden beri gelen sözde “aşağı sınıf”ların sürekli artan nüfusunun, daha medeni insanları “tüketeceği” korkusuydu. Elbette bu korku son derece yersizdir ve çok büyük bir yanılgının ürünüdür. Öncelikle, bir insanın, maddi durumu, toplum içindeki konumu veya dili, ırkı, cinsiyeti nedeniyle bir diğerine üstünlük kazanması söz konusu değildir. Allah, tüm insanları eşit olarak yaratmıştır. İnsanları değerli kılan sahip oldukları çeşitli imkanlar veya fiziksel özellikleri değil, gösterdikleri güzel ahlak özellikleridir.

Sosyal Darwinizm’in sapkın telkinlerine göre zayıf, güçsüz, zavallı insanlar ölüme terk edilmelidirler. Bu, dünya tarihinin gördüğü en acımasız felsefelerdendir.

Ne var ki Fransız Devrimi’nin ardından, eski itibar ve gücünü elinde tutamayacağı endişesinde olan İngiliz burjuvazisi, yoksulların sayıca artışını engelleyebilmek için Malthusçuluğa büyük bir destek vermiş ve bu yönde radikal önlemler almaktan çekinmemiştir. Bu durum, din ahlakından uzaklaşan insanların kapıldıkları yanılgıların neticelerinden biridir. Dönemin önde gelenleri, toplumlarının geleceğinin varlıklı insanların sayıca çok olmasında ve yoksul olanların ise azalmasında olduğunu sanmışlardır. Elbette bir toplumda varlıklı insanların sayısının artması, refah seviyesinin yükselmesi istenilen bir durumdur. Ancak, refah seviyesini yükseltmek için uygulanacak yöntemlerin neler olduğu son derece önemlidir. Sosyal Darwinizm’in öne sürdüğü gibi fakirleri katlederek, yoksullara zulmederek varlıklı insanların sayısını artırmaya çalışmak asla kabul edilemeyecek bir yöntemdir. Ayrıca bir toplumun gelişmesi sadece varlıklı insanların sayısının artması ile de sağlanamaz. Varlıklı, ama din ahlakının gereği olan dürüstlük, fedakarlık, tevazu, samimiyet, sabır, hoşgörü, akılcılık, çalışkanlık gibi erdemlerden yoksun olan insanların sayıca çoğalmalarının topluma fayda yerine zarar getireceği açıktır. Bu nedenle, toplumları ileri götürmek için yapılan planların hedefine ulaşması, o toplumun maddi olarak gelişirken manevi değerlere olan bağlılığının da güçlendirilmesi ile mümkündür. 

Ancak Malthus’la aynı dönemde yaşayan pek çok kişi, bu açık gerçeğin farkına varmamış ve toplumlarını sonraki yıllarda büyük bir ahlaki çöküntünün içine itecek bu sapkın görüşlere destek vermiştir.

Malthus’un yoksul nüfusun artışını önlemek için öne sürdüğü acımasız önerilerinden bazıları şunlardı:

Yoksul kesime temizliği tavsiye etmek yerine onları aksi alışkanlıklar yönünde cesaretlendirmeliyiz.Şehirlerimizdeki yolları daha dar yapmalı, evleri daha kalabalık oturulan yerler haline getirmeli ve vebanın geri dönmesi için çaba harcamalıyız. Kırsal kesimde köylerimizi durgun su kenarlarında inşa etmeli, yerleşimlerin bataklık alanlarında ve sağlıksız koşullarda da olsa yapılmasını teşvik etmeliyiz. Ancak herşeyin ötesinde, zararlı hastalıklar için alınan özel önlemleri ve bazı hastalıkları kökünden yok etmek için projeler düzenleyerek insanlığa hizmet ettiklerini düşünen hayırseverleri -ki bu insanlar hataya düşmüşlerdir- kınamalıyız.8

Malthus bebek cinayetlerini de teşvik etmekteydi:

Adalet ve takdir konularıyla usulen meşgul olmamızın nedeni, yoksulun destek isteme hakkını reddetmek içindir. Bu amaçla, hiçbir yeni doğan çocuğun yardım talep etme hakkına sahip olmaması gerektiğini açıklayarak gerekli düzenlemelerin yapılmasını teklif etmeliyim. Kıyas yapılması gerekirse, (gayrimeşru) olarak doğan çocuk toplum içinde çok az bir değere sahiptir, diğerleri ise zaman içerisinde onun yerini alacaktır. Nüfusu bu (arzu edilen) seviyede tutmak için gerekenin ötesinde doğan bütün çocuklar, yetişkinlerin ölümleri ile onlara yer açılmadığı müddetçe, ölmelidirler.9

Malthus, toplumların geleceği için yeni doğan bebeklerin katledilmesini makul görebilecek derecede sapkın bir mantık örgüsüne sahipti. Bu satırları okuyan bazı kimseler Malthus’un görüşlerinin geçmişte kaldığını ve günümüzde artık böylesine sapkın fikirlerin kabul göremeyeceğini düşünüyor olabilirler. Ama bu bir yanılgıdır. Günümüzde Çin’de nüfus planlamasının yeni doğan bebeklerin öldürülmesi yoluyla yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda, Malthus’un ve onun takipçisi olan Darwin’in sapkın görüşlerinin toplumlar üzerindeki kalıcı ve tahrip edici etkileri daha iyi anlaşılacaktır. Komünist Çin’de, din ahlakının yaşanması devlet eliyle engellenmeye çalışılmakta, devlet halkını Darwinist bir dünya görüşü ile değerlendirmektedir. Bu nedenle de yaşanan büyük toplumsal ve ahlaki çöküntünün yanı sıra; Çin’de insanlar çalışma kamplarında tüm insani koşullardan yoksun olarak zorla çalıştırılmakta; devletin izin verdiği sayıdan fazla çocuğa sahip olan ailelerin çocukları zorla toplatılıp öldürülmekte; fikir suçu nedeniyle dahi insanlar idam edilmekte, idam sahneleri toplumsal bir tören haline getirilmektedir. Çin’de yaşanılanlar, Darwinist görüşlerin etkisi altında kalan bir toplumun içine düşeceği durumun günümüzden bir örneğidir.

Malthus’un tezleri, İngiltere’de yoksulların durumunu daha da kötüleştirecek baskıcı bir yasanın hazırlanmasıyla kalmadı, sosyal sorunları daha da karmaşık ve içinden çıkılamaz bir hale getirdi. Günümüzde hala bazı çevrelerce savunulan, Darwinizm gibi 20. yüzyıla kargaşa, savaş, ırkçılık ve dinsizlik gibi belalar getiren bir teoriye öncülük eden bu tez, hiçbir bilimsel delile dayanmamaktadır. Hatta Malthus tezini ortaya koyarken, keçiler ve köpekler hakkında anlatılan, ne kadarı doğru olduğu dahi bilinmeyen bir hikayeden esinlenmiştir.

Keçilerin ve Köpeklerin Hikayesinden Darwinizm’e

Deneme‘yi yazarken Malthus’a asıl esin kaynağı olan olay Pasifik Okyanusu’ndaki bir adaya İspanyol denizci Juan Fernandez tarafından bırakıldığı söylenen keçiler ile ilgili bir hikayedir. Hikayeye göre, bu keçiler zamanla adada çoğalmışlar ve adaya uğrayan denizciler için yiyecek kaynağı haline gelmişlerdir. Keçiler bir yandan da hızla çoğalarak adadaki besin kaynaklarını tüketmeye başlamışlardır. İspanyollar ise, kendilerine saldırarak ticaretlerini engelleyen İngiliz askerlerinin bu adadaki keçilerden faydalanmalarını engellemek için adaya dişi ve erkek köpekler bırakmışlardır. Bu kez köpekler zaman içinde çoğalmışlar ve keçilerin birçoğunu öldürmüşlerdir. Fransız matematikçi ve devrimci Condorcet Townsend bu şekilde doğanın dengesinin kurulduğunu yazmış ve şöyle demiştir:

İki türün de en zayıfları doğaya borç ödeyenlerin ilki oldular; en faal ve güçlü olanlar hayatlarını korudular. İnsan türünün de sayısını düzenleyen, yiyecek miktarıdır.10

Daha önce de belirttiğimiz gibi birtakım doğal koşullar hayvanların sayısının artması veya çoğalması, neslinin tükenmesi veya korunması gibi konular üzerinde etkili olabilir. Ancak bunun insan toplumları için de geçerli olabileceğini sanmak çok ciddi bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgıyı uygulamaya koymanın ise ne kadar korkunç sonuçlara yol açabileceği, yaşanan tecrübelerle kanıtlanmıştır.

Townsend de bu düşüncelerini yürürlükte olan Yoksul Yasası’na uygulamak istedi. İngiltere’deki Yoksul Yasası’na göre fakirler aç kalmıyorlar, ancak çok fazla çalışmak zorunda bırakılıyorlardı. Townsend ise fakirleri çalışmaya zorlayan bu yasanın daha fazla zorluk ve gürültüye neden olduğunu öne sürdü. Bunun yerine fakirleri “açlıkla yola getirmenin” kendince daha makul olacağını iddia etti. Townsend’e göre, “Açlık en vahşi hayvanı dahi daha uysallaştıracak, onlara medeniyeti ve kontrol altına girmeyi öğretecek ve onları çalışmaya teşvik edecek”ti.11 Elbette bu, çok acımasız ve vicdansızca bir yaklaşımdır. Bu acımasızlığın temelinde, insanları maddi imkanlarına ve fiziksel özelliklerine göre sınıflandırma yanılgısı yer almaktadır. Din ahlakına hiçbir şekilde uygun olmayan bu ayrımcılık, tarih boyunca toplumsal düzeni bozan, kargaşa, anarşi ve çatışmaya neden olan bir unsur olmuştur.

Keçilerin ve köpeklerin hikayesi, Townsend’in ardından Malthus’un tezlerinin de temelini oluşturdu. Malthus’tan sonra Herbert Spencer tarafından ortaya konulan “en uygun olan hayatta kalır” cümlesiyle ifade edilen aldatmacanın ve ardından Darwin’in öne sürdüğü “doğal seleksiyonla evrim” yanılgısının ilham kaynağı da yine bu hikayedir.

Oysa daha önce de vurguladığımız gibi, hayvanlar için geçerli olan bazı kanunları insanlara uygulamak Townsend ile başlayan, Malthus, Spencer ve Darwin’le devam eden zincirdeki kişilerin en büyük hatalarından biri olmuştur. Bu kişiler, insanları ancak radikal ve şiddete dayalı tedbirlerle dizginlenebilen, açlık, savaş ve sefalet gibi etkenlerle kontrol altında tutulabilen vahşi varlıklar gibi görmüşlerdir. Oysa insan, akıl, sağduyu, mantık sahibi bir varlıktır. Hayvanlar gibi içgüdüleri ile değil, akıl ve vicdanıyla hareket eder.

Malthus’un İddiaları Bilimsel Verilere Dayanmamaktadır

Allah, insanlara muhtaç olanları koruyup kollamayı, şefkatli ve merhametli olmayı emretmiştir. Allah’ın emrettiği ahlakın yaşanması pek çok sorunun çözümü olacaktır.

Malthus’un teorisi tüm çarpıklıklarına rağmen, dönemin koşulları içinde bazı çevreler tarafından kabul görmüştür. Ve sonraki yüzyılı etkisi altına alan bazı sapkın ideoloji ve akımlara da temel oluşturmuştur. Bununla birlikte hiçbir bilimsel delile dayanmamaktadır ve çelişkilerle doludur. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. Malthus, kitabını yazdığı sırada elinde nüfus artışı ile ilgili kullanabileceği hiçbir veri bulunmamaktaydı. Çünkü İngiltere’deki ilk ulusal nüfus sayımı 1801 yılında, yani MalthusDeneme‘sini yazdıktan 3 yıl sonra yapılmıştı. Ayrıca Malthus, 1801 yılında yapılan nüfus sayımını da kullanamazdı, çünkü nüfus artış oranını hesaplayabilmek için önceki yıllara ait nüfus ölçümlerine de ihtiyacı vardı. Dolayısıyla nüfus artış oranını belirleyebileceği güvenilir istatistiklere sahip değildi. İddialarını tamamen varsayımlar üzerine dayandırmıştı.

2. Malthus, yiyecek kaynaklarının artış hızını hesaplayabileceği verilere de sahip değildi. Ne kadar arazinin ekili olduğunu, ne kadarından ne miktarda ürün elde edildiğini hesaplayabileceği bir yöntem o dönemde yoktu. Bu konuda da sadece tahminlerde bulunmuştu.

3. Malthus’un öne sürdüğü kural kendi içinde çelişkiliydi. Malthus, nüfusların geometrik olarak arttığını öne sürmüştü. O zaman, hayvan ve bitki nüfusu da geometrik olarak artmaktaydı ki bilindiği gibi her ikisi de insan yaşamı için temel oluşturmaktadırlar. Pratikte ne insanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler geometrik olarak çoğalmazlar. Artış oranları çevre koşullarına göre değişebilmektedir. İnsan dahil olmak üzere tüm ekosistem, son derece dengeli bir uyum içindedir. Doğadaki düzen, Malthus ve Darwin’in iddia ettiği gibi “ye veya yem ol” şeklinde özetlenebilen, sözde hayat mücadelesi iddiasından son derece uzaktır.

Kısacası Malthus’un ortaya attığı iddialar hiçbir bilimsel delile dayanmamaktadır, tam tersine yanlışlıkları ve mantıksızlıkları ispatlanmıştır. Darwin ise evrim teorisini, Malthus’un sadece birtakım varsayımlara dayalı, hayali iddiaları üzerine kurmuştur.

“Hayat Kavgadır” İddiası Doğru Değildir

Malthus’a ve Darwin’e olan bağlılıkları nedeniyle bazı Darwinistler “hayat kavgadır” düşüncesini en uç noktalara kadar taşıdılar. Bir kısmı, sadece hayvanların değil iç organlardan moleküllere kadar tüm varlıkların rekabet içinde olduklarını iddia etti. Örneğin T. H. Huxley her organizmanın moleküllerinin birbiri ile rekabet içinde olduğunu ileri sürdü. Alman embriyolog Wilhelm Roux ise organların besin için birbirleri ile mücadele ettiklerini, böbreklerin ciğerlere, kalbin beyne karşı savaştığını iddia etti.1

20. yüzyılda biyoloji alanında elde edilen bulgular ise doğada böyle bir hayat mücadelesi olmadığını göstermektedir. Bugün biyolojide esas olarak organizma içindeki rekabetten değil iş birliğinden söz edilmektedir. Örneğin biyolog Lewis Thomas Lives of Cells (Hücrelerin Hayatı) adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Bildiğimiz kadarıyla, canlı varlıklar arasındaki birlikteliklerin büyük çoğunluğu gerçekte yardım maksatlı, bir dereceye kadar simbiyotiktir (ortak yaşam); genelde düşmanları ile karşılaştıklarında, birbirlerine sinyaller ve uyarılar yolladıkları, beraber hareket ettikleri bir ilişki…2

Norman Macbeth’in Darwin Yeniden Yargılandı: Akla Başvuru adlı kitabı

Darwin Retried: An Appeal to Reason (Darwin Yeniden Yargılandı: Akla Başvuru) kitabının yazarı Norman Macbeth ise Malthus ve Darwin’in yanıldıklarını ve doğada kıyasıya bir mücadele olmadığını şöyle açıklamaktadır: Darwin, biyolog olmaktan çok (acımasız bir) sosyolog olan Malthus’tan bu fikri devraldı. Bu fikir bitkilere ve hayvanlara yönelik sevgi dolu derin bir düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmadı. Bu tip bir düşünce… her organik varlığın geometrik oranla çoğalmak için büyük çaba harcadığını ya da süregelen bir mücadelenin var olduğunu göstermez…3

Evrimci Peter Kropotkin de hayvanların aralarındaki dayanışmayı konu edindiği Mutual Aid: A Factor in Evolution (Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimde Bir Faktör) isimli kitabında Darwin ve taraftarlarının içine düştükleri yanılgıyı şöyle dile getirmektedir: Darwin ve onu izleyenler, doğayı canlıların sürekli olarak birbirleriyle savaştıkları bir yer olarak tanımladılar. Huxley’e göre hayvanlar alemi gladyatörlerin şovuna benziyordu. Hayvanlar birbirleriyle savaşmakta, en hızlı ve en kurnaz olanı ertesi gün savaşabilmek için hayatta kalmaktaydı. Ancak ilk bakışta, Huxley’in doğaya bakış açısının bilimsel olmadığı anlaşılmaktadır…4

Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan bir makalede ise doğanın mücadele yeri olduğu iddiasındaki yanılgı şöyle itiraf edilmektedir: Sorun, canlıların niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin’in teorisine göre; her canlı kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını bağlı olarak azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir.5

Tüm bu bilgiler bir kez daha göstermektedir ki, Darwin’in ilkel bilim koşulları altında ortaya koyduğu teorisi pek çok yanılgı ve aldatmaca ile doludur. Bilimin hemen her alanında yaşanan pek çok gelişme, Darwin’in evrim teorisinin geçersizliğini gözler önüne sermektedir. Bu yanılgıyı sözde bilim adına benimseyenler de, aslında bilim dışı ilkel bir teorinin savunuculuğunu üstlendikleri gerçeğini göz ardı etmemeli ve bu yanılgıdan bir an önce vazgeçmelidirler.

DİPNOTLAR

1. http://www.trufax.org/avoid/manifold.html

2. L. Thomas, The Lives of a Cell, New York: Bantam Books INC., (1974)

3. www.trufax.org/avoid/manifold.html

4. Peter Kropotkin, Mutual Aid: A Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm.

5. Bilim ve Teknik, sayı 190, s.4

Malthusçu Darwin

Darwin, Malthus’un Deneme‘sini 1838 yılında okudu ve not defterine şöyle yazdı:

Ekim 1838’de, yani sistematik bir şekilde araştırmalarıma başladıktan 15 ay sonra, sırf merakımdan Malthus’un nüfusla ilgili çalışmasını okumaya başladım. Ve hayvanlarla bitkilerde sürekli gözlemlediğim hayatta kalma mücadelesini düşündüğümde, bir an farkına vardım ki, bu koşullar altında uygun varyasyonlar korunacak ve uygun olmayanlar yok edilecekti. Bunun sonucunda ise yeni türler ortaya çıkacaktı. Burada, sonradan üzerinde çalışabileceğim bir teoriyi sonunda elde etmiştim.12

Darwin’in notlarından da anlaşıldığı üzere, doğal seleksiyonla evrim ve hayat mücadelesi kavramları Darwin’in zihninde Malthus’u okuduktan sonra şekillenmiştir. Darwin, Türlerin Kökeni‘nde Malthus’un iddialarını tamamen benimsediğini ise şu sözleriyle kabul ediyordu:

Doğal olarak, yüksek bir hızla çoğalan her organik varlık, eğer yok edilmezse, dünya kısa süre içinde tek bir çiftin soyu ile kaplanırdı. Bu istisnasız bir kuraldır. Yavaş çoğalan insan nüfusu dahi, son yirmi beş yıl içerisinde ikiye katlanmıştır ve bu oran göz önünde bulundurulduğunda, önümüzdeki birkaç bin yıl içerisinde insan soyu için gerçekten de ayakta duracak yer kalmayacaktır…13

Malthus’un çarpık mantığı çocuklar üzerinde de uygulanmış ve pek çok çocuk zor şartlar altında çalıştırılmıştır.

Darwin, Malthus’un teorisi ve doğal seleksiyon tezi arasındaki ilişkiyi ise şöyle açıklıyordu:

Hayatta kalabilen birey saysndan daha fazlas dünyaya geldikçe, tek bir bireyin ayn türün diğer bireylerine karş, ya da farkl türlerin bireyleri arasnda veya fiziksel şartlara karş, her halikarda bir hayat mücadelesi olmaldr. Bu, Malthus’un öğretisinin çeşitli derecelerde tüm hayvan ve bitki alemine uygulanmasdr…14

Darwin’in, Malthus’un sapkın görüşlerinden destek bulan bu düşünceleri ciddi bir yanılgıdır ve bilimsel hiçbir değere sahip değildir. Bunun da ötesinde, nüfus planlamasını zayıfları ve fakirleri ortadan kaldırarak sağlamayı öne süren, yeterince güçlü olmayanların yok olmaları gerektiğini ifade eden bu bakış açısı büyük bir zalimliktir. Nitekim yaşamı; huzuru, güvenliği ve anlayışı temel alan bir saha olarak değil de yalnızca hayatta kalmayı, bunun için de amansızca mücadele etmeyi gerektiren bir alan olarak gören bu bakış açısı, toplumlara büyük felaketler getirmiştir.

Malthus’tan Acımasız Dünya Görüşüne

Malthus’a göre “aşağı sınıf” kontrol altına alınmalı, ezilmeli, güçlendirilmemeli ve çalıştırılmalıydı. Bu çarpık görüş benimsendi ve işçi sınıfı en ağır şartlarda çalıştırılmaya başlandı.

Malthus ve Darwin’in görüşleri bilimsel delillere dayanmamasına rağmen büyük bir destek gördü. Bunun nedenini, her ikisinin de yaşadıkları dönemde aramak gerekir. Malthus ve Darwin, Sanayi Devrimi sonrasındaki dönemde İngiltere’de yaşamaktaydılar. İngiltere aristokrasisi, Sanayi Devrimi ile birlikte konumunu ve gücünü işçi sınıfına karşı kaybetmekten korkuyordu. Bir yandan da ucuz iş gücüne fazlasıyla ihtiyaçları vardı. Bu ikilem sonucunda yönetici sınıfın kendi çarpık anlayışı ile vardığı sonuç şu oldu: İngiltere’de “aşağı sınıf” kontrol altına alınmalı, ezilmeli, güçlendirilmemeli ve çalıştırılmalıydı. Malthus ise, hızla artan nüfusa karşı yetersiz kalan besin kaynakları tezini öne sürerken, çözümü “aşağı sınıf”ın çoğalmasını durdurmakta göstererek, hem yoksulları tehdit etmiş oluyor hem de onlara karşı katı tedbirler alınmasına neden oluyordu. Darwin Malthus’un tezini doğa bilimine ve biyolojiye uygulayarak, bu iddiaya sözde bilimsel bir görünüm kazandırmıştı.

Richard Hofstadter, Social Darwinism in American Thought (Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darwinizm) adlı kitabında Darwin’in, Malthus’un tezine verdiği destek için şöyle demiştir:

Malthusçuluk İngiltere’de çok popüler hale geldi… Bu akım aynı zamanda zenginleri, fakirlerin çektikleri acılara yönelik olarak yerine getirmeleri gereken görevlerinden kurtarmıştır. Olayların akışı içerisinde Malthus’un yanlışlığı kanıtlandı ve teori tam siyasi ekonomide yavaş yavaş ortadan kalkıyordu ki, ona Darwin’in biyolojik yaklaşımından taze destek geldi.15

Araştırmacı yazar Ian Taylor ise Malthus’la ilgili bir makalesinde, Malthus’un tezinin içerdiği dejenere fikirler için şöyle demektedir:

Ucuz iş gücüne ihtiyacı olan bazı çevreler, Malthus’un batıl görüşlerine ilk sahip çıkanlar oldu.

Tüm bunlardan alınacak ders, Allah’ı, O’nun takdirini ve müdahalesini reddeden Darwin ve diğerlerinin, Malthus’un prensibinde, ağıza alınmayacak ve saçma bilimsel önerilere yönelten, dehşet verici bir felaket ve çaresizlik bulmuş olmalarıdır. Malthus’un argümanındaki son derece belirgin zayıflıklara ve yetersizliklere rağmen, bu böyledir.16

Malthus’un “acımasız, umutsuzluk veren, saçma” iddiası bilim tarafından yalanlansa da günümüze kadar etkisini devam ettirebilmiştir. Ian Taylor In The Minds of Men (İnsanların Zihninde) adlı kitabında Malthus’la başlayan ve Hitler ile son bulan bu acımasızlık zincirini şöyle özetler:

Malthus düşüncesini, daha sonradan “en uygun olan hayatta kalır” teması halini alan kurala dayandırdı. Bu kavram, Condorcet’ten Malthus’a, Spencer’a, Wallace’a ve Darwin’e kadar uzanır. En sonunda, Adolf Hitler gibi kişileri etkilemek amacıyla hızlıca gelişti. Ancak unutmamalıyız ki herşeyin başında keçilerin ve köpeklerin hikayesi vardı.17

Görüldüğü gibi, Malthus’un zalim görüşlerinin destek görmesinin temelinde bunları, kendi acımasızlıklarına, menfaatlerine, sapkınlıklarına bir tür kılıf olarak kullanmayı isteyen bazı yöneticilerin ve liderlerin, ideolojik kaygılar taşıyan birtakım kanaat önderlerinin önemli bir payı olmuştur. Söz konusu çevrelerin kendi çıkarları uğruna destek verdikleri bu acımasız dünya görüşünün neden olduğu felaketler ise, tarihte eşi görülmemiş büyüklükte olmuştur. İlerleyen sayfalarda, Malthus’la başlayan bu merhametsiz ve acımasız dünya görüşünün, sosyal Darwinizm ismi altında nasıl güçlendirildiğini ve insanlığa nelere mal olduğunu inceleyeceğiz.

 

Darwin’in Takipçisi “Hırsız Baronlar”

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlayan ve günümüze kadar devam eden birçok tehlikeli fikir akımının, ideoloji ve uygulamanın ardında Darwinizm’in olması son derece ilginçtir. Darwinizm, birbirine zıt kutuplarda olan ideolojilerin dahi temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Nazizmin, faşizmin ve komünizmin doğuşunda ve yayılışında, ırkçı ve komünist katliamların sözde meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynayan Darwinizm, “vahşi kapitalizm”in de sözde bilimsel temelini oluşturmuştur. Özellikle Viktorya dönemi İngilteresi’nde ve “hırsız baronlar” olarak adlandırılan acımasız bazı kapitalistlerin Amerikası’nda Darwinizm, kapitalizmin merhametsiz yönüne verdiği destek nedeniyle büyük bir rağbet görmüş ve güçlendirilmiştir.

Sosyal Darwinist ahlaka göre, mağdur ve yardıma muhtaç insanlara yardım eli uzatılmamalıdır. Şüphesiz bu, son derece zalim bir fikirdir.

Vahşi kapitalizmin en önemli özelliği, daha zayıf işletmelerin ve daha zayıf insanların hiçbir sınırlandırma olmadan ezilebilecekleri, sömürülebilecekleri ve yok edilebilecekleri yanılgısıdır. Hiç şüphesiz bu, büyük bir zalimlik ve acımasızlıktır ve hiçbir şekilde kabul edilemez. Günümüzde bu yanılgı “büyük balık küçük balığı yutar” deyimiyle özetlenmektedir. Yani küçük işletmeler daima büyük işletmeler tarafından ortadan kaldırılır. Bu, Darwinizm’in iş dünyasına uyarlamasıdır.

Bunu eleştirirken, bazı kavramları netleştirmek de yerinde olacaktır. 20. yüzyılda, dünya üzerinde özellikle iki farklı ekonomik model denenmiştir: Özel mülkiyet ve serbest girişime dayalı liberal ekonomi ve devlet mülkiyetine ve planlı ekonomiye dayalı sosyalist ekonomi. Dünyanın her yerinde sosyalist ekonomiler başarısızlığa uğramış, toplumlara fakirlik ve sefalet getirmiştir. Liberal ekonomi ise, tartışılmaz bir biçimde başarı göstermiş, toplumlara ve bireylere daha fazla refah sağlamıştır.

Ancak liberal ekonomi toplumun geneline refah getirmek için tek başına yeterli değildir. Liberal ekonomi sayesinde çoğu kez toplumdaki genel ekonomik düzey yükselir, ama toplumun hepsi bu yükselişten payını alamaz. Toplumun bir kısmı fakir olarak kalır ve sosyal adaletsizlik tehlikesi baş gösterir. İşte bu tehlikenin önlenmesi ve sosyal adaletsizliğin ortadan kaldırılması için iki şey gereklidir:

1) Devletin “sosyal devlet” anlayışı gereğince fakirlere, düşkünlere, işsizlere sahip çıkması. Onlar yararına düzenlemelerde bulunması.

2) Toplumun genelinde, din ahlakının gereği olan “yardımlaşma ve dayanışma” duygularının egemen olması.

Bu iki maddeden özellikle ikincisi hayatidir, çünkü birinci maddeyi -yani devletlerin anlayışını- belirleyen de sonuçta toplumların eğilimleridir. Eğer bir toplum güçlü dini ve ahlaki değerler nedeniyle sosyal adalete önem verirse, o toplumda uygulanacak liberal ekonomi hem ekonomik kalkınma hem de sosyal adalet sağlar. Zenginler, elde ettikleri servetin bir kısmını fakirlere yardım etmek, zayıflara destek vermeye yönelik sosyal programlar düzenlemek için kullanırlar. (Nitekim Allah’ın Kuran’da bildirdiği ekonomi modeli de bu şekildedir. İslamiyet’te özel mülkiyet vardır, ama mülk sahipleri fakirlere yardım etmekle, mallarının bir kısmını “zekat” ve “sadaka” şeklinde, ihtiyaç sahiplerine yardım için kullanmakla yükümlüdürler.

Açlık çeken ya da savaş ve çatışmaların fakirleştirdiği ülkelerdeki mağdur halk, varlıklı kesimlerin yardımlarına muhtaçtır. Ancak sosyal Darwinist ahlakta insanların birbirine yardım etmesi, ihtiyaç içinde olanların gözetilmesi teşvik edilmez.

Eğer bir toplumun ahlaki değerleri dejenere olmuşsa, işte o zaman liberal ekonomi; fakirlerin ve düşkünlerin hiçbir yardım görmedikleri, aksine ezildikleri, herhangi bir sosyal yardım programının olmadığı, sosyal adaletsizliğin bir sorun değil “doğal bir durum” olarak görüldüğü “vahşi kapitalizm”e dönüşür.

Burada eleştireceğimiz ekonomi modeli de, liberal ekonomi yani özel mülkiyet ve rekabete dayalı serbest ekonomik model- değil, vahşi kapitalizmdir.

Vahşi kapitalizmin ilham kaynağı ise, ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, sosyal Darwinizm’dir.

Darwinist uygulamayı iş dünyasına ilk getirenler, Amerika’nın “hırsız baronlar” olarak anılan kesimiydi. “Hırsız baronlar”, Darwinizm’e inanıyorlardı ve Darwinizm’in “en uygun olanlar hayatta kalırlar” iddiasının, kendi acımasız uygulamalarını sözde meşrulaştırdığını sanıyorlardı.18 Sonuç ise, iş dünyasında cinayetlere kadar varabilen acımasız bir rekabetin başlaması oldu. “Hırsız baronlar”ın tek hedefi daha çok para ve güç kazanmaktı. Toplumun refahıyla hiç ilgilenmiyorlar, hatta kendi işçilerine dahi hiç değer vermiyorlardı. Darwinizm’in ekonomiye girmesiyle, milyonlarca insanın hayatı mahvoldu. Son derece düşük ücretler, çok ağır çalışma koşulları, çok uzun çalışma saatleri ve hiçbir güvenlik önleminin olmaması, işçilerin hastalanmalarına, yaralanmalarına ve hatta ölmelerine neden oluyordu.

Darwinist İşverenlerin Zalimlikleri

Sosyal Darwinist anlayışla yönetilen iş yerlerinde, düşük ücretler, çok ağır çalışma koşulları, çok uzun çalışma saatleri ve hiçbir güvenlik önleminin olmaması, işçilerin hastalanmalarına, yaralanmalarına ve hatta ölmelerine neden oluyordu.

19. yüzyılda İngiltere’de başlayarak tüm dünyaya yayılan Sanayi Devrimi ile birlikte, yeni fabrikalar kurulmuş ve bu fabrikalarda makinalar kullanılmaya başlanmıştı. Ancak, insan hayatına, özellikle de işçilerin hayatına hiç değer vermeyen bazı işletme sahipleri, gerekli güvenlik önlemlerini almadıkları için çok sık yaralanmalar oluyordu. Bu yaralanmaların çoğu ölümle ya da ellerin, parmakların veya kolların kopması gibi ciddi sakatlıklarla sonuçlanıyordu. 1900’lerde yılda bir milyon işçinin öldüğü, yaralandığı veya hastalandığı belirlenmişti.19

Hayatı boyunca fabrikada çalışan bir işçi için bir organını kaybetmek neredeyse kaçınılmaz bir sondu. İşçiler arasında yapılan araştırmalar, yarısından çoğunun çalışma hayatları boyunca, kol ve bacak kaybından, görme veya işitme kaybına kadar çok ciddi yaralanmalar geçirdiklerini veya hastalandıklarını ortaya çıkarmıştı. Örneğin sert siperlikli şapka imal eden işçiler civa zehirlenmesine uğruyorlardı. Radyumlu boya kullanan işçilerin neredeyse tamamı eninde sonunda kanser oluyorlardı.20

Bazı işverenler ise çalışma koşullarının ve yaşanan kazaların tamamen farkında olmalarına rağmen, koşulları iyileştirmek için hiçbir önlem almıyorlardı. Çelik imal eden dökümhanelerde çalışan birçok işçi 12 saatlik vardiyalarda, 40-50 derece sıcaklıkta ve çok düşük ücretlerle çalışıyordu.21 1892 yılında ABD Başkanı Benjamin Harrison ortalama bir Amerikan işçisinin her gün savaştaki bir asker kadar tehlike ile karşı karşıya olduğunu söyleyerek işçilerin maruz kaldıkları insanlık dışı muameleyi özetlemişti.22

Bazı kapitalist iş adamları insan hayatını kolay harcanabilir olarak görüyorlardı. Sadece demir yolu inşaatları sırasında, kötü koşullar nedeniyle yüzlerce insan hayatını kaybetmişti.23 İnsan hayatına hiç değer verilmediğini gösteren en çarpıcı örneklerden biri de, Amerikalı iş adamı J. P. Morgan’ın acımasızlığıdır. J.P. Morgan tanesi 3.5 dolardan 5000 adet bozuk tüfek alıp bunları tanesi 22 dolara ABD ordusuna satmıştı. Yani kendi devletinin ordusunu aldatacak, kendi askerlerinin hayatını tehlikeye atacak kadar ahlaki değerlerini yitirmişti. Tüfeklerdeki bozukluk nedeniyle onları kullanan askerlerin başparmakları kopuyordu.24 Bu tüfekler yüzünden yaralanan askerler J. P. Morgan aleyhine dava açtılar, ancak kaybettiler. Çünkü o dönemde mahkemeler genellikle “hırsız baronlar”ın lehinde karar vermekteydi. 25

19. yüzyılda fabrikalar ve diğer sanayi işletmeleri sosyal Darwinist ve vahşi kapitalist ahlakın en şiddetli uygulamalarının gerçekleştiği yerlerdi. Bu sapkın ahlaka sahip iş verenler, işçilerinin hayatını çok değersiz görüyor, sadece kendi menfaatlerini düşünüyorlardı.

Dönemin kapitalist işverenlerinden birinin, kendisine işçileri için koruyucu bir dam inşa etmesini söyleyenlere, “işçilerin kiremitlerden daha ucuz olduğu” cevabını vermesi dönemin merhametsizliğine bir başka örnektir. 26

Tüm bu zalimliğin temeli incelendiğinde, Darwinizm’in etkisi açıkça görülür. İnsanı kendilerince bir hayvan türü olarak kabul eden, bazı insanların daha az gelişmiş oldukları, hayatın mücadele yeri olduğu ve sadece gücün kazandığı yalanını kabul eden bir dünya görüşünün sonuçları elbette ki acımasızlık, merhametsizlik ve eziyettir.

Darwinizm’in İş Dünyasındaki Tahribatı

19. yüzyılda çocuklara dahi acınmıyordu. Çocuklar çok uzun saatler yorucu işlerde çalıştırılıyorlardı.

Vahşi kapitalizmin savunucuları olan iş adamlarının birçoğu aslında Allah’a inanan kişiler olarak yetiştirilmişlerdi. Ancak sonradan, Darwinizm’in sahte telkinlerinin etkisi altında kalarak, inançlarını terk etme hatasına düştüler. Örneğin 19. yüzyılda çelik endüstrisinin önde gelen isimlerinden ünlü Amerikalı iş adamı Andrew Carnegie, ilk başta Hıristiyanlığa bağlı idi, ancak sonradan Darwinizm’in aldatmacalarına kanmıştı. Carnegie otobiyografisinde kendisinin ve birçok arkadaşının nasıl Darwinizm’in etkisi altında kaldıklarını açıkça ifade ediyordu.

Oysa Carnegie’nin bir gerçek gibi gördüğü evrim teorisi baştan sona büyük bir aldatmaca ve sahtekarlıktan ibaretti. İlerleyen yıllarda bilim dünyasında yaşanan gelişmeler bu aldatmacanın gerçek yüzünü gözler önüne serdi. Ne var ki o dönemde, pek çok insan gibi bazı iş adamları da henüz bu gerçeği anlayamamışlardı. Carnegie ile aynı hataya düşen başka iş adamları da Darwinist telkinler neticesinde vahşi kapitalizmi kabullenmişlerdi. Bu durum, daha çok para kazanmak için acımasızca rekabet etmeyi, insanların hayatlarına değer vermemeyi, fedakarlıktan kaçınmayı makul görmelerine neden oldu. 

Darwinizm yanılgısına kapılmış olan Carnegie, rekabeti hayatın vazgeçilmez bir kanunu sanmış ve tüm hayat felsefesini bu yanılgının üzerine kurmuştu. Rekabet kanununun, bazı insanlar için zor olsa da, ırk için en iyisi olduğunu ve bu sayede sadece uygun olanların hayatta kaldıklarını iddia ediyordu.27

Carnegie’i ilk olarak Darwinizm’le tanıştıranlar ise New York Üniversitesi’nden bir profesörün evinde karşılaştığı “yeni bir ‘insanlık dini’ arayışında olan sözde hür ve aydınlanmış düşünürler”di.28 Carnegie’in yakın çevresindeki kişilerden biri de, Darwin’in takipçilerinden ve sosyal Darwinizm’in en önemli isimlerinden Herbert Spencer idi. Spencer, birçok önde gelen Amerikalı iş adamını etkisi altına almıştı. Söz konusu iş adamları, içinde bulundukları koşulların etkisiyle Spencer ve Darwin’in sapkın düşüncelerini benimsiyor, bunun kendilerini ve içinde yaşadıkları toplumu nasıl bir çıkmazın içine sürükleyeceğini hesaba katamıyorlardı.

Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden antropolog ve The Encyclopedia of Evolution (Evrim Ansiklopedisi)’ın yazarı Richard Milner, dönemin iş adamlarının Darwinizm’in etkisi altında kalışlarını anlatırken, Carnegie’in Darwinizm ile olan bağlantısını şöyle dile getirir:

… Carnegie ticaret hayatında, insanı ve dünyayı sömüren, rekabette ezip geçen ve yaptıklarını sosyal Darwinizm felsefesi ile meşru hale getiren, güçlü ve acımasız bir iş adamı olma yolunda yükseldi. Girişimci rekabetin, zayıfları ortadan kaldırarak topluma bir hizmette bulunduğuna inanıyordu. İş yaşamında, hayatta kalmayı başaranlar “uygundu” ve bu yüzden statülerini ve ödüllerini hak ediyorlardı. Carnegie, kapitalist etiği bir doğa kanunu haline getirdi.29

Carnegie ve onun gibi düşünen iş adamlarının, güçlü ve acımasız olmayı ticaretin bir parçası olarak görmeleri çok büyük bir hatadır. İnsanların geçimlerini sağlamaları, rahat ve konforlu bir yaşam sürebilmeleri için ticari faaliyette bulunmaları son derece doğaldır. Ancak bu esnada, diğer insanların zarar görmelerine neden olmak, kendi menfaatleri uğruna diğer insanların zor durumda kalmalarına göz yummak, kendi gücünü artırmak için daha zayıf olanları iyice ezmeye kalkışmak hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Allah insanlara her konuda olduğu gibi ticarette de dürüst ve doğru davranmalarını, ihtiyaç içinde olanların haklarını koruyup kollamalarını emretmiştir. Güçsüz olanları ezerek ve hatta onları tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyerek toplum yararının amaçlandığını öne sürmek ise büyük bir yalandan başka birşey değildir.

Carnegie, ilerleyen yıllarda da sohbetlerinde, demeçlerinde, kitaplarında, makalelerinde ve kişisel yazışmalarında hep Darwinist ifadelere yer vermiştir. Tarihçi Joseph F. Wall, Andrew Carnegie adlı kitabında bu konuda şöyle der:

Andrew Carnegie

Carnegie, yalnızca yayınlanan makale ve kitaplarında değil, aynı zamanda döneminin iş adamlarına yazdığı özel mektuplarında da sosyal Darwinist inanç sistemine sık sık atıflarda bulundu. “En uygun olanın hayatta kalması”, “ırkın gelişmesi” ve “yaşam mücadelesi” gibi cümleler kaleminden kolaylıkla dökülüyordu. Ticareti büyük bir rekabetçi mücadele olarak değerlendiriyordu.30

Sosyal Darwinizm’in telkinleri altında kalan kişilerden biri de ünlü Amerikalı sanayici John D. Rockefeller idi. Rockefeller’ın “Ticaretin büyümesi sadece uygun olanın hayatta kalması… bir doğa kanununun işlemesidir…”31 sözleri de bu durumun göstergelerinden biridir.

Darwinizm’in iş dünyası üzerindeki etkisinin en belirgin örneklerinden birini Spencer’ın Amerika seyahatinde görmek mümkündür. Richard Hofstadter, Social Darwinism in American Thought (Amerikan Düşünce Yapısında Sosyal Darwinizm) adlı kitabında bu olayı şöyle anlatmaktadır:

Her ne kadar konukları, Spencer’ın düşüncesindeki ayrıntıları tam olarak anlayamasalar da, resmi ziyafetler onun Birleşik Devletler’de ne kadar popüler olduğunu gösteriyordu. Spencer, İngiltere’ye dönmek üzere gemi güvertesindeyken, Carnegie ve Youmans’ın ellerini tutarak gazetecilere şöyle seslendi: “İşte Amerikalı en iyi iki arkadaşım.” Spencer’a göre bu hareket, hissettiği kişisel sıcaklığın nadir olarak tekrarlanacak bir göstergesiydi. Ancak bunun da ötesinde, ticari medeniyetin bakış açısı ile yeni bilimin (sosyal Darwinizm’in) uyumunu simgeliyordu.32

John D. Rockefeller

Bazı kapitalistlerin sosyal Darwinizm’i benimsemelerinin nedenlerinden biri de, bu akımın sapkın telkinlerinin fakirlerin sorumluluğunu varlıklı insanların üzerlerinden almasıydı. Ahlaki değerlerin korunduğu toplumlarda, zengin olanların fakir ve korunmaya muhtaçlara ilgi göstermesi, onlara yardımda bulunması beklenirken, sosyal Darwinizm’in merhametsiz uygulamaları ile bu erdem ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Bilim yazarı Isaac Asimov, The Golden Door: The United States from 1876 to 1918 (Altın Kapı: 1876’dan 1918’e Birleşik Devletler) adlı kitabında sosyal Darwinizm’in bu acımasız yönü için şu yorumda bulunmuştur:

Spencer, “en uygun olan hayatta kalır” ifadesini ortaya attı ve örneğin 1884’de, çalışamayacak kadar vasıfsız ya da toplum üzerine yük olan kişilerin birer yardım ve hayırseverlik objesi yapılmalarındansa öldürülmelerine izin verilmesi gerektiğini savundu. Bunu yapmak için de, uygun olmayan bireyleri ayıklamak ve ırkı güçlendirmek gerekiyordu. Bu, insanoğlunun en kötü güdülerini meşrulaştırmak için kullanılabilecek korkunç bir felsefeydi.33

Vahşi kapitalizmi uygulayan isimler Darwinizm’i desteklerken, Darwinistler de söz konusu kişileri desteklemişlerdir. Örneğin sosyal Darwinizm’in önde gelen sözcülerinden William Graham Sumner milyonerlerin toplumdaki “en uygun kişiler” oldukları iddiasını ortaya atmıştır. Ve bu nedenle özel imtiyazlara hakları olduğu, onların rekabet potasında doğal olarak seçildikleri gibi mantık dışı çıkarımlarda bulunmuştur.34 Felsefe profesörü Stephen Asma, sosyal Darwinizm’le ilgili The Humanist dergisindeki yazısında, Spencer’ın kapitalistlere verdiği desteği şöyle açıklamaktadır:

Spencer, “en uygun olan hayatta kalır” ifadesini ortaya attı, Darwin de bu ifadeyi benimseyerek Türlerin Kökeni kitabının sonraki baskılarında kullandı… Spencer’ın Amerikalı taraftarları olan girişimciler John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie’e göre sosyal hiyerarşi, doğanın sarsılmaz ve evrensel kanunlarını yansıtıyordu. Doğa, güçlünün hayatta kaldığı, zayıfın ise yok olduğu şekilde gelişiyordu. Buna göre, hayatta kalan ekonomik ve sosyal yapılar diğerlerine oranla “daha güçlü” ve daha iyiydiler. Bu yapıların yeterince güçlü olmayanları ise açıkça yok olup gittiler.35

Oysa daha önce de vurguladığımız gibi, toplumların ilerlemesini sağlayan ana unsur manevi değerler ve bu değerlerin korunmasıdır. Yardımlaşma ve dayanışma ruhunun güçlü olduğu, insanların birbirine sevgi, merhamet ve saygıyla yaklaştığı toplumlarda ekonomik koşullardaki zorluklar birlik ruhu içinde kolaylıkla aşılabilir. Ama insani ilişkilerin ortadan kalktığı, herkesin bir diğerini sadece rakip olarak gördüğü, merhametin ve anlayışın olmadığı bir toplumda, ekonomik yönden bir gelişme olsa dahi, yıpratıcı ve yıkıcı çok daha büyük sorunlar başgösterecektir. Bu nedenle yapılması gereken, toplumdaki tüm bireylerin refah seviyesini ve yaşam kalitesini artıracak çözümler oluşturmak, insanların yalnız ekonomik olarak değil manevi olarak da güven içinde olabilecekleri bir ortam meydana getirmektir. Bunun ise ancak gerçek din ahlakının yaşanmasıyla mümkün olabileceği açıktır. Din ahlakına uygun olmayan hiçbir akım ve ideoloji, geçmişte ve günümüzde pek çok örneği ile ispatlandığı üzere, insanlara özlemi içinde oldukları refah, huzur ve güveni asla sağlayamazlar.

Sosyal Darwinizm’in ve Dinsizliğin Ortak Ürünü: Vahşi Kapitalist Yapı

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler…
(Nur Suresi, 22)

Dünyanın kaynakları tüm insanlar için yeterlidir. Ancak bu kaynaklar akılcı ve vicdanlı bir şekilde kullanılmamaktadır. Dünyanın birçok yerinde yiyecekler israf edilirken, birçok ülkede insanlar açlık ve sefaletten ölmektedirler. Bu insanların adalet, sevgi ve şefkat görebilmeleri için sosyal Darwinist anlayışın tamamen ortadan kaldırılması gerekir.

Buraya kadar anlatılanlardan görüldüğü gibi, 19. yüzyılda ortaya çıkan acımasız kapitalistler, uygulamalarını Darwinizm’e dayandırmışlardır. Sadece güçlü ve zengin olanların yaşama hakkı olduğunu savunan, fakirlerin, zayıfların, sakatların, hastaların “işe yaramaz ağırlıklar” olduklarını ve dolayısıyla mümkün olduğunca sömürülmeleri gerektiğini iddia eden Darwinist kapitalistler, 19. yüzyıldan itibaren birçok ülkede zulüm sistemi kurmuşlardır. Bu acımasız rekabet ortamında insanları ezmek, sindirmek, korkutmak, yaralamak, hatta öldürmek dahi meşru sayılmış, her türlü ahlak ve kanun dışı eylem, “doğanın kanunlarına uygun” sayıldığı için engellenmemiş veya kınanmamıştır.

Bu sistem günümüzde de din ahlakının yaşanmadığı birçok ülkede devam etmektedir. Zengin ile fakirin arasındaki farkın giderek artan bir hızla açıldığı bu ülkelerde, ihtiyaç içinde olan insanların yaşadıkları koşullar görmezden gelinmektedir. Sosyal Darwinizm’in batıl telkinlerine göre fakirlerin korunması ve bakılması doğa kanunlarına aykırı kabul edildiği ve bu insanlar topluma yük olarak görüldükleri için, düşkünlere ve fakirlere yardım eli uzatılmamaktadır.

Sadece bir ülke içindeki insanların refah seviyeleri değil, ülkeler arası refah seviyesi de büyük farklılıklar göstermektedir. Özellikle Batı ülkelerinde refah seviyesi giderek artarken, birçok Üçüncü Dünya ülkesinde açlık, hastalık, sefalet ve yoksulluk hüküm sürmekte, insanlar bakımsızlıktan ve açlıktan ölmektedirler. Oysa, akılcı ve vicdanlı bir şekilde kullanıldığı takdirde, dünyanın kaynakları tüm insanlara refah sağlamaya yetecek kadar boldur.

 

 

 

19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’den insan manzaraları. Bir kesim refah ve zenginlik içindeyken, bir başka kesim büyük bir sefalet yaşıyordu.

 

 

 

 

Dünya kaynaklarının adaletli bir biçimde kullanılması, fakir ve bakıma muhtaçların, açlığa ve yoksulluğa terk edilmiş olanların insani koşullarda yaşamalarının sağlanabilmesi için, Darwinizm’in tüm dünyadaki fikri etkisinin yok edilmesi şarttır. Darwinist görüş ve anlayışın yerini, Kuran ahlakını benimseyen bir anlayış aldığında bu tür sorunlar doğal olarak çözülecektir. Çünkü sosyal Darwinizm zayıfların ezilmesini, “büyüklerin küçükleri yutmasını”, acımasızca rekabet etmeyi insanlara telkin ederken, din ahlakında merhamet, koruma, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma vardır. Örneğin Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde “Yanıbaşındaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mümin değildir” diye buyurmaktadırlar.36 Peygamber Efendimiz (sav)’in bu hikmetli sözleri, Müslümanların şefkat ve merhametlerinin göstergelerinden biridir.

 

Aradan bir yüzyıl geçmesine rağmen değişen bir şey olmadı. Oysa dünyanın imkanları tüm insanların refah içinde yaşayacakları kadar geniştir. Yapılması gereken, din ahlakının gereği olan fedakarlık, yardımlaşma ve dayanışmanın yaygınlaşmasını sağlamaktır.

 

 

 

 

Allah, birçok ayetinde insanlara sevgi, merhamet, şefkat ve fedakarlığı emretmiş, Müslümanların güzel ahlaklarından örnekler vermiştir. Sosyal Darwinizm’de zengin, varlıklı olanların yoksulları ve muhtaçları ezmeleri, onların üzerlerine basarak yükselmeleri gibi bir zulüm varken, İslam ahlakında varlıklı olanların muhtaç olanları korumaları emredilmektedir. Rabbimiz’in bu konuda bildirdiği ayetlerden bazıları şöyledir:

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler… (Nur Suresi, 22)

Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: “Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır… (Bakara Suresi, 215)

… Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun. (Hac Suresi, 28)

Ki onlar, namazlarında süreklidirler. Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için. (Mearic Suresi, 23-25)

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den korkuyoruz.”
(İnsan Suresi, 8-10)

Allah, Kuran’da yoksula ve zayıfa yardım etmeyenlerin cehennemle karşılık göreceklerini de bildirmektedir:

Suçlu-günahkarları; “Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?”
Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.
“Yoksula yedirmezdik.” (Müddessir Suresi, 41- 44)

Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin. Çünkü, o, büyük olan Allah’a iman etmiyordu. Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı. Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur. (Hakka Suresi, 32-35)

Şu önemli gerçeği de unutmamak gerekir: Herkese kazancını ve başarısını veren, tüm varlığın sahibi ve tüm kainatın hakimi olan Yüce Allah’tır. Bir insan, “hayat mücadelesinde” kıyasıya rekabet ettiği, güçsüzleri ezerek güçlendiği için  zengin olmaz. Her insana tüm mal varlığını veren Allah’tır. Allah, zenginliği insanlar arasında, onları denemek için dağıtmaktadır. Zengin bir insan, gerçekte bu mal varlığı ile denenmektedir. Allah bir ayetinde bu gerçeği şöyle bildirir:

Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)

Bu durumda insana düşen sorumluluk, Allah’ın kendisine bir nimet olarak verdiği tüm imkanları Allah’ın kendisinden razı olacağı şekilde en güzeliyle değerlendirmektir. Samimi olarak iman eden bir kimse, sahip olduğu her türlü imkanın Allah’ın bir lütfu olduğunun, Rabbimiz dilediği takdirde sahip olduğu herşeyi kendisinden alabileceği gibi isterse çok daha fazlasını da verebileceğinin bilinciyle hareket etmelidir.

Sosyal Darwinizm ve Kayırılmış Irklar Yalanı

Dünya tarihinin pek çok döneminde ırkçı toplumlara, yöneticilere ve uygulamalara rastlamak mümkündür. Ancak ırkçılığa ilk kez sözde bilimsel bir geçerlilik kazandıran kişi Darwin olmuştur. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabının alt başlığı The Preservation of Favored Races in the Struggle for Life (Hayat Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması) idi. Darwin’in “kayırılmış ırkların korunması” hakkında yazdıkları ve özellikle İnsanın Türeyişi kitabındaki bilim dışı iddiaları, Almanların Aryan ırkının, İngilizlerin ise Anglo Saksonların üstün oldukları yanılgılarını desteklemekteydi. Ayrıca, Darwin’in doğal seleksiyon teorisi, kıyasıya bir hayatta kalma mücadelesinden söz ediyordu. Bu “orman kanunu” insan toplumlarına uygulandığında, ırklar ve milletler arasında çatışma ve savaşların baş göstermesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu. Irkçı ve savaşçı yöneticilerden felsefecilere, politikacılardan bilim adamlarına kadar dönemin önde gelen birçok ismi, Darwin’in teorisini sahiplendi. North Carolina Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Karl A. Schleunes The Twisted Road to Auschwitz (Auschwitz’e Giden Dolambaçlı Yol) adlı kitabında, ırkçıların Darwin’in teorisini hemen kabullendiklerini şöyle açıklar:

1863 yılında, kırbaçlanarak işkence gören ve sonra kaçmayı başaran bir zenci köle. Bu yıllarda Amerika’da köleler genellikle kırbaçlanarak veya daha ağır yöntemlerle işkence görüyorlardı.

Darwin’in hayatta kalma mücadelesi fikri, ırkçılar tarafından hızla kabul edildi… En son (sözde) bilimsel görüşlerin meşru kıldığı bu tip bir mücadele, ırkçıların savunuculuğunu yaptıkları yüksek ve aşağı insan kavramının doğruluğunu kanıtladı… ve bunlar arasındaki mücadeleyi geçerli kıldı.37

Schleunes’in kitabında söz ettiği, “Darwin’in kuramının ırkçıların insan sınıfları ile ilgili görüşlerini doğrulaması” konusu elbette ırkçıların bakış açısını yansıtmaktadır. Irkçı fikirleri savunanlar Darwin’in ortaya attığı iddialarla, sapkın görüşlerine kendilerince bilimsel bir dayanak bulduklarını sanmışlardır. Oysa, Darwin’in iddiaları hiçbir bilimsel temele dayanmadığı gibi, kısa süre sonra teorinin geçersizliğinin bizzat bilim tarafından gözler önüne serilmesi, ırkçıların ve Darwin’in cehalet dolu görüşlerini temel alan daha pek çok akımın yanılgı içinde olduklarını göstermiştir.

20. yüzyılda, Darwinizm’den aldığı destekle, ırkçılığı en şiddetli şekilde uygulamaya koyan güç, elbette ki Nazi Almanyası’dır. Fakat sözde “bilimsel” ırkçılığın geliştiği tek yer Almanya olmadı. Başta İngiltere ve Amerika olmak üzere birçok ülkede ırkçı görüşe sahip yöneticilerin ve entelektüellerin sayısı giderek artarken, bir yandan da ırkçı yasalar ve düzenlemeler baş gösterdi.

19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında evrimcilerin neredeyse tamamı ırkçı görüşlere sahipti. Birçok bilim adamı, ırkçı görüşlerini açıkça savunmaktan çekinmiyordu. O dönemde yazılmış olan kitaplar ve makaleler bunun en somut örnekleridir. Southern Illinois Üniversitesi’nde tarih profesörü olan John S. Haller, Outcasts from Evolution: Scientific Attitudes of Racial Inferiority (Evrimden Mahrum Bırakılanlar: Irksal Aşağılanmaya Bilimsel Bakış) adlı kitabında 19. yüzyılda evrimcilerin tamamının beyaz ırkın üstünlüğü ve diğer ırkların ise aşağı ırk oldukları yalanına inandıklarını anlatır. Scientific American dergisinde bu kitap hakkında yazılan bir makalede şöyle denmektedir:

Bu, uzun süredir hakkında şüpheler olan bir konuyu delillendiren son derece önemli bir kitaptır: Kuzey Amerikalı bilim adamlarının, 19. yüzyıl boyunca (ve 20. yüzyılda da) köklü ve katı bir şekilde, neredeyse ittifakla kabul ettikleri ırkçılık… Daha en başından, Afrika kökenli Amerikalılar, bu entelektüeller tarafından bazı yönlerden ıslah edilemez, değiştirilemez ve kesinlikle aşağı olarak değerlendiriliyorlardı.38

Science dergisinde yayınlanan bir başka yazıda ise aynı kitaptaki bazı iddialar için şu yorumda bulunuluyordu:

Viktorya döneminde yeni olan şey Darwinizm’di… 1859 öncesinde, birçok bilim adamı siyahların beyazlarla aynı türden olup olmadığını sorgulamıştı. 1859’dan sonra, evrimsel plan -özellikle Afrikalı Amerikalıların beyazlarla olan yakın ilişkilerindeki mücadelelerinde hayatta kalıp kalamayacakları gibi- yeni soruların ortaya atılmasına neden oldu. Son derece önemli olan cevap her yerde yankılanan bir “hayır”dı… Afrikalı aşağı idi, çünkü maymunlarla Cermenler arasındaki “kayıp halkayı” temsil ediyordu.39

Kuşkusuz bu, hiçbir gerçeklik payı olmayan bir iddiadır. İnsanların derilerinin farklı renklerde olması, farklı ırk veya etnik kökenlere mensup olmaları, birini diğerinden daha üstün veya daha zayıf kılan bir durum değildir. 19. yüzyılda bu yanılgının hakim olmasının temel nedenlerinden biri ise, dönemin ilkel bilimsel koşulları nedeniyle çoğunluğa hakim olan cehalettir.

19 ve 20. yüzyılın ırkçı görüşleriyle tanınan bilim adamlarına verilebilecek örneklerden bir diğeri Princeton Üniversitesi’nden Amerikalı biyolog Edwin G. Conklin’dir. Conklin, diğer ırkçı Darwinistler gibi sapkın fikirlerini açıkça belirtmekten çekinmemiştir:

Herhangi bir modern ırkın Neandertal ya da Heidelberg tipleri ile karşılaştırılması şunu gösterir… Zenci ırklar, beyaz ve sarı ırklardan çok orijinal ırka (maymunsu atalara) benzemektedir. Her faktör, beyaz ırkın üstünlüğüne inananları, ırkın saflığını korumak, diğerlerinden ayrımını pekiştirmek ve sürdürmek için çaba harcamaya yöneltmelidir. 40

Oxford Ünversitesi’nden paleontoloji ve jeoloji profesörü William Sollas da 1911 yılında yayınlanan Ancient Hunters (Eski Avcılar) adlı kitabında ırkçı görüşlerini şöyle ifade etmişti:

Adalet güçlünün elindedir ve her ırka gücü oranında paylaştırılmıştır. Bir toprağı işgal için öncelik anlamı taşımamasına rağmen, orada hak talep etmeyi sağlayacak olan güç kullanımıdır. Bu nedenle, mümkün olan her yolu deneyerek güç artırımına gitmek, her ırkın olduğu kadar insan soyunun da kendine karşı bir görevidir. İster bilim, ister eğitim, ister savunma örgütlenmesi alanlarında olsun, organik dünyanın güçlü fakat lütufkar hükümdarı olan doğal seleksiyonun, bunu hızla ve sonuna kadar gerçekleştirmemesi bir ceza, doğrudan doğruya bu görevin yerine getirilmemesi olacaktır.41

Şunu belirtmek gerekir ki, adaletin güçlü olana ait olduğunu söylemek toplumsal ve toplumlar arası büyük kaoslara yol açacak ciddi bir yanlıştır. Adalet, koşulları ve imkanları her ne olursa olsun, rengine, diline ve cinsiyetine bakılmadan tüm insanların eşit olarak yararlanmaları gereken bir kavramdır. Gerçek adalet de budur. Darwinist ırkçıların öne sürdüğü gibi “adaletin yalnızca güçlü olanlar için geçerli olduğu” iddiası doğruyu hiçbir şekilde yansıtmayan bir haksızlık ve adaletsizliktir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, her birey kendisi ve içinde yaşadığı toplum için herşeyin daha güzelini, daha iyisini, daha kalitelisini elde etmek isteyebilir. Bunun için özel emek de sarfedebilir. Ama bunu yaparken başkalarına zarar vermeyi göze almak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunun aksini iddia etmek hem akla hem de vicdana aykırıdır.

20. yüzyılın ortalarına doğru, ırkçılık ABD’nin bazı bölgelerinde yeniden tırmanışa geçti. Şiddete dayalı bir ideolojiye sahip olan Klu Klux Klan örgütü, ABD’de ırkçılığın önde gelen savunucularındandı. Beyaz ırkın üstünlüğü yalanını savunan ve siyahların sözde ikinci sınıf insan oldukları gibi yanılgılar öne süren bu örgütün faaliyetleri pek çok masum insanın hayatını kaybetmesine neden oldu.

İlerleyen tarihlerde de, ırkçı olmadıklarını söyleyen evrimcilerin dahi yazılarında -evrime olan inançlarının doğal bir sonucu olarak- ırkçı görüşlere rastlanmaktadır. Bunlardan biri olan evrimci paleontolog George Gaylord Simpson, her ne kadar kendisine ırkçı denmesine kesinlikle karşı çıksa da, Science dergisinde yayınlanan bir makalesinde evrim sonucunda ırksal farklılıklar oluştuğunu ve bazı ırkların diğerlerine göre daha gelişmiş veya daha ilkel olduklarını iddia etmiştir:

Evrim, farklı topluluklarda farklı hızlarda ilerler. Bu nedenle birçok hayvan grubunda bazı türler daha yavaş evrimleşirler. Dolayısıyla bu türler bugün bazı özellikleri ve hatta genel yapıları açısından daha ilkeldirler. Birçoklarının sorduğu gibi, insan ırkları içerisinde, benzer şekilde, bir yönden ya da genelde, ilkel olanların olup olmadığını sormak doğaldır. Aslında, bir ırkta bir özelliğin diğerine oranla daha gelişmiş ya da daha ilkel olduğunu bulmak mümkündür.42

Simpson tarafından ifade edilen bu batıl görüş hiçbir bilimsel dayanağı olmamasına rağmen farklı çevreler tarafından ideolojik kaygılarla benimsendi. Dönemin diğer bilim adamları da yazılarında, konuşmalarında ve kitaplarında evrim teorisinin bilim dışı iddialarını savunurken, bir yandan da ırkçılığa destek veriyorlardı. 20. yüzyılın ilk yarısının önde gelen ırkçı ve evrimci antropologlarından ve o dönemin Amerikan Doğa Tarihi Müzesi başkanı Henry Fairfield Osborn da “The Evolution of Human Races” (İnsan Irklarının Evrimi) başlıklı yazısında ırklar arasında kıyaslar yaparak hiçbir bilimsel delile dayanmayan birtakım çıkarımlar öne sürmüştür:

Ortalama yetişkin bir zencinin zeka standardı, Homo sapiens (insan) türüne ait on bir yaşındaki bir genç ile benzerdir.43

Bu bilim adamlarının ifadelerinde de görüldüğü gibi, 19. ve 20. yüzyılda evrimci bilim adamları çoğunlukla ırkçıydılar ve bu sapkın görüşlerinin taşıdığı tehlikeler görmezden geliniyordu. Amerikalı bilim adamı James Ferguson, 19. yüzyılda başlayan sözde bilimsel evrimsel ırkçılığın dünya üzerindeki tahrip edici etkisi hakkında şunları söylemektedir:

19. yüzyıl Avrupası’nda ırk kavramı, gelişen beşeri bilimler için bir endişe unsuruydu… İlk fiziksel antropologlar, 1930’larda Almanya’da ve günümüzde Güney Afrika’da geleneksel ırkçılığı körükleyen -Aryan üstünlüğü- kavramının gelişmesine yardımcı oldular.44

Evrimci Stephen Jay Gould ise, bir makalesinde evrimci antropologların ırkçı görüşleri için şöyle demektedir:

Irkların tanımlanması ve derecelendirilmesi konusundaki tutkusunu değerlendirmedikçe… 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı antropoloji tarihini yeterince anlayamayız.45

Evrim teorisinin sözde bilimsel geçerlilik kazandırmasıyla, 19. ve 20. yüzyıl bilim adamları hiçbir çekinme ve tereddüt duymadan, “aşağı” ırklar, insanlardan çok maymunlara daha yakın olan ırklar gibi hayali kavramlardan söz edebilmişlerdi. Hitler gibi zalim ırkçı diktatörler ise, bu ortamı fırsat bilerek milyonlarca insanı kendince “aşağı”, “yetersiz”, “kusurlu”, “hasta” oldukları için katlettiler.

Darwin de Irkçıydı

Darwinistlerin aşağı ırk olarak gördükleri Aborijinler, diğer insanlardan farkı olmayan bir ırktır. Sağda 2000 Olimpiyat ateşini yakan Aborijin kökenli ünlü atlet Cathy Freeman.

20. yüzyıl ırkçılığın acımasızlığına ve merhametsizliğine birçok kereler şahit olduğu için, günümüzde evrimcilerin büyük bir çoğunluğu, 19. yüzyıl evrimcilerinin aksine ırkçılığa karşı olduklarını söylerler. Darwin’in adını da ırkçılık iddialarından kendilerince temizlemeye çalışırlar. Darwin’le ilgili yazıların birçoğunda Darwin’e sözde köleliğe karşı çıkan, müşfik, iyi niyetli, merhametli bir insan olduğu izlenimi verilmek için özel bir çaba harcandığı görülür. Oysa, Darwin gerçek anlamda ırkçıdır ve doğal seleksiyon teorisinin insanlar arasında ırk ayrımına ve ırklar arasındaki çatışmaya bilimsel bir gerekçe olduğu yanılgısına inanmaktadır. Darwin’in kitaplarında, bazı mektuplarında ve özel notlarında ırkçılığına dair açık ifadeler bulunmaktadır. 19. yüzyıl evrimcilerinin neredeyse tamamının ırkçı olmalarının en önemli nedenlerinden biri, fikri önderleri olan Darwin’in de ırkçı görüşlere sahip olmasıdır. Örneğin Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında zenciler ve Aborijinler gibi bazı ırkların sözde aşağı ırklar olduklarını ve hayatta kalma mücadelesi içinde, gelecekte elenerek ortadan kalkacaklarını iddia etmiştir:

Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.46

Darwin, yukarıdaki sözlerinde bazı ırkları gorillerle bir tutmuş, “medeni insan ırkları”nın “vahşi ırkları” yok edeceklerini, onları yeryüzünden tamamen sileceklerini iddia etmiştir. Yani Darwin yakın bir gelecekte meydana gelecek olan soykırımlardan, ırk katliamlarından söz etmektedir. Nitekim Darwin’in bu felaket dolu “öngörüleri” gerçekleşmiş, evrim teorisini kendilerine sözde bilimsel bir destek olarak gören ırkçılar, 20. yüzyılda büyük katliamlar yapmışlardır. Nazilerin II. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 40 milyon insanı katletmeleri, Güney Afrika’daki apartheid sistemi (Güney Afrika hükümetince uygulanan Avrupalı ırkların diğerlerine göre ayrıcalıklara sahip olması sistemi), Avrupa’da Türklere ve diğer yabancılara yönelik ırkçı saldırılar, ABD’de zencilere, Avustralya’da ise Aborijinlere yönelik ırk ayrımcılığı, Avrupa’nın birçok ülkesinde zaman zaman tırmanışa geçen neo-Nazi hareketleri hep Darwinizm’in ırkçılığa verdiği sözde bilimsel desteği kullanarak güç bulmuştur. (Faşizm, ırkçılık ve Darwinizm bağlantısı hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm’in Kanlı İdeolojisi: Faşizm, Vural Yayıncılık, Mayıs 2001)

Darwin’in The Voyage of the Beagle (Beagle’ın Yolculuğu) adlı kitabı

Darwin’in ırkçı ifadeleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin Türlerin Kökeni‘nden önce yayınlanan The Voyage of the Beagle (Beagle’ın Yolculuğu) adlı kitabında, Beagle adlı gemiyle yaptığı yolculuk sırasında karşılaştığı Tierra del Fuego yerlilerinden, az gelişmiş, geri kalmış insan ırkları olarak söz etmekte ve şöyle demektedir:

Bu istisnasız, hayatım boyunca gözlemlediğim en tuhaf ve en ilginç manzaraydı (Tierre del Feugo yerlilerini ilk kez görmek). Bir vahşi ile medeni insan arasındaki farklılığın bu denli büyük olacağına inanmazdım. Fark, vahşi bir hayvanla evcil bir hayvan arasındaki farktan çok daha büyük. Eminim ki tüm dünya aransa, daha aşağı seviyede bir insan bulunamazdı.47

Darwin, kendince “barbar” olarak nitelendirdiği Patagonia yerlilerini ise şöyle tarif etmektedir:

… Belki de hiçbir şey, insanda bir barbarı kendi ininde görmek kadar büyük şaşkınlık uyandıramaz – bu insanın en aşağı ve en vahşi halidir. İnsanın aklı geçmiş yüzyıllara doğru gidiyor ve sonra soruyor, atalarımız bunlar gibi insanlar olabilir mi? Hareketleri ve ifadeleri, evcilleştirilmiş hayvanlardan daha az anlaşılırdı… Vahşi ve medeni insan arasındaki farkı tarif etmenin veya tasvir etmenin mümkün olduğuna inanmıyorum.48

Darwin, yazdığı bir mektubunda ise yine Tierre del Feugo yerlileri için şu tanımlamada bulunmuştur:

Tierra del Feugo’da, çıplak, boyalı, tir tir titreyen ve görünüşü insanı adeta afallatan vahşi adamı ilk gördüğümde, atalarımın az çok buna benzer varlıklar olmaları gerektiğini düşündüm. O zaman bu bana çok iğrenç gelmişti. Hatta bu bana, şu anki inancım olan kıyas götürmeyecek kadar uzak atalarımın tüylü vahşi hayvanlar olduğu fikrinden bile daha iğrenç gelmişti. Maymunlar temiz kalpli hayvanlardır. (Darwin’in Charles Kingsley’e Mektubu) 49

Tüm bu sözler Darwin’in ırkçılığının önemli göstergeleridir. Darwin, bazı insan ırklarını olabildiğince aşağılarken, maymunları “temiz kalpli hayvanlar” ifadesiyle insanlaştırmakta ve övmekteydi. Darwin’in ırkçılığının göstergeleri sadece bunlar da değildi; “aşağı” ırkların yok edilmeleri gerektiğini, bunun doğal seleksiyonun bir sonucu olduğunu ve medeniyetin ilerleyişine büyük katkı sağladığını açıkça savunuyordu. Darwin bu akıl ve vicdan dışı düşüncelerini Temmuz 1881 tarihinde W. Graham adlı bir bilim adamına yazdığı mektubunda şöyle dile getiriyordu:

Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından yok edileceğini görüyorum.”50

Görüldüğü gibi Darwin’in ırkçı hezeyanları, yüksek bir ahlaka ve şanlı bir tarihe sahip Türk Milleti’ne kadar uzanmıştır. (Darwin’in Türk Milleti ile ilgili asılsız ve düşmanca açıklamalarının, tarihi ve bilimsel açıdan nasıl geçersiz kılındığını Harun Yahya’nın Evrim Teorisinin Irkçı Yüzü: Darwin’in Türk Düşmanlığı adlı kitabından okuyabilirsiniz. Kültür Yayıncılık, İstanbul, Ekim 2001)

Darwin, kendi sapkın düşüncelerine göre “aşağı ırk” olarak gördüğü milletlerin yok edilmesini öngörerek, hem evrim teorisinin ırkçılığa verdiği desteği gösteriyor, hem de 20. yüzyılda meydana gelecek olan ırk savaşlarının, katliamların ve soykırımların sözde bilimsel temelini oluşturuyordu.

Evrimciler büyük bir çaba ile Darwin’in adının ırkçılıkla birlikte anılmasını engellemeye çalışsalar da, Harvard Üniversitesi’nden Stephen Jay Gould, Türlerin Kökeni kitabına atıfta bulunarak, Darwin’in ırkçılığa verdiği desteği kabul etmektedir:

1904 yılında Güney Batı Afrika’da özgürlük isteyen köleler vahşi bir şekilde bastırıldılar.

1859’dan önce ırkçılık hakkında biyolojik tartışmalara rastlanıyor olabilir, ancak evrim teorisinin kabul edilmesiyle bunlar büyük bir önem kazanarak arttılar.51

Sadece Darwin değil, Thomas Huxley gibi evrim teorisinin en önde gelen savunucuları da ırkçıydı. Huxley, Amerikan İç Savaşı’ndan kısa süre sonra, zenci kölelerin özgürlüklerine kavuşmalarının ardından şöyle yazmıştı:

Çevresindeki olayların farkında olan mantıklı hiçbir insan, ortalama bir zencinin beyaz insan ile eşit ya da ondan biraz aşağı olduğuna inanmaz. Tüm bu yetersizlikler çıkarıldığında, çıkık çeneli akrabamızın -kayırmanın ve zalimliğin olmadığı eşit bir ortamda, ısırıkların değil de düşüncelerin kullanıldığı bir yarışmada olduğumuzu varsayarsak- büyük beyinli ve küçük çeneli rakibine karşı başarıyla mücadele edebileceğini düşünmek gerçekten de aklın almayacağı bir düşüncedir.52

Huxley, kendince zenci ırkından kendince insanlardan değil de hayvanlardan söz eder gibi bahsetmekte, zencilerin düşünce yarışında mutlaka geri kalacakları gibi asılsız ve defalarca aksi ispatlanmış bir iddiada bulunmaktadır. Bu da evrim teorisinin gerçek yüzünü göstermesi açısından son derece önemlidir.

1800’lerin ortalarında evrim teorisiyle birlikte ortaya atılan ırkçılık tohumları, 1900’lerin ortalarına doğru asıl sonuçlarını vermeye başladı. En şiddetli olarak Almanya’da Nasyonel Sosyalizm ile birlikte kendini gösterdi. Darwin’in çağdaşı ve evrim teorisinin ateşli bir savunucusu olan Friedrich Nietzsche, Almanya’da “süper insan” ve “efendi ırk” gibi asılsız kavramları popüler hale getirdi. Nazizm ise kaçınılmaz bir sondu. Hitler ve Naziler, Darwin’in orman kanununu, milli politika haline getirdiler ve arkalarında 40 milyon ölü bıraktılar. (Bu konu “Darwin-Nazizm Koalisyonunun Sonucu: 40 Milyon Ölü” başlıklı bölümde detaylarıyla incelenecektir.)

Genetik Açıdan İnsanlar Arasında Irk Ayrımı Yoktur

1902 yılında asılarak öldürülen iki zenci genç. Bu gençler farklı ırktan oldukları için ırkçılar tarafından öldürülmüşlerdi. Oysa 21. yüzyılda anlaşıldı ki, biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar bulunmamaktadır.

Özellikle son 10 yıldır genetik biliminde elde edilen bulgular, biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığını ortaya çıkardı. Bilim adamlarının birçoğu ise bu konuda hemfikirdiler. Örneğin Atlanta’da yapılan Bilimin İlerlemesi Kongresi’nde (Advancement of Science Convention) bilim adamları şöyle bir açıklamada bulundular:

Irk, tarihe geçmiş olaylarla şartlandırılmış algılarımızın ürünü olan sosyal bir kurgudur. Hiçbir biyolojik gerçekliği yoktur.53

Genetik araştırmalarda, ırklar arasındaki genetik farklılıkların çok küçük olduğu, genlere bakılarak ırkların ayırt edilemeyeceği ortaya çıktı. Konu hakkında araştırma yapan bilim adamları aynı grup içinde yer alan insanlar arasında dahi genetik olarak %0.2 fark olduğunu belirtmektedirler. Irksal farklılıkları belirleyen deri rengi, göz şekli gibi özellikler ise bu %0.2’nin sadece %6’sını oluşturmaktadır. Bu da genetik olarak ırklar arasında sadece %0.012 fark olduğu anlamına gelmektedir.54 Diğer bir deyişle ırksal farklılıklar kesinlikle önemsiz denecek kadar azdır.

New York Times gazetesinin 22 Ağustos 2000 tarihli sayısında Natalie Angier imzasıyla yayınlanan “Do Races Differ? Not Really, DNA Shows” (Irklar Farklı mı? DNA’nın Gösterdiğine Göre Pek Değil) başlıklı yazıda bu son bulgular şöyle özetlenmektedir:

Bilim adamları uzun yıllar boyunca, toplum tarafından kabul edilen ırksal kategorilerin genetik düzeye yansımadığından şüphe ettiler.

Ancak, araştırmacılar -insan vücudunun- neredeyse her hücresinin kalbinde saklanan ve genetik materyalin tamamlayıcısı olan insan genomunu daha yakından inceledikçe, insanları “ırk” yoluyla birbirinden ayırt etmek için kullanılan standart etiketlerin çok az veya hiçbir biyolojik anlam ifade etmediğine daha fazla ikna oldular.

İlk bakışta bir kişinin Kafkasyalı, Afrikalı ya da Asyalı olup olmadığını söylemenin kolay olduğunu ancak, görünenin altındaki özelliklere inildiğinde ve genom, ‘ırkın’ DNA özellikleri için tarandığında bu kolaylığın ortadan kalktığını söylüyorlar.55

Milliyet, 13 Şubat 2001

New York Times gazetesinde yayınlanan “Irklar Farklı mı? DNA’nın Gösterdiğine Göre Pek Değil” başlıklı yazı.

İnsan Genomu Projesi’ni yürüten Celera Genomics Şirketi’nin başkanı J. Craig Venter da ırkın bilimsel değil sosyal bir kavram olduğunu söylemektedir.56 Dr. Venter ve National Institutes of Health’de çalışan bilim adamları, insan genomunun tüm dizisinin (sekansının) taslağını biraraya getirdiklerini ve sadece tek bir insan ırkı olduğu sonucuna vardıklarını belirtmektedirler.

Manhattan North General Hospital’ın başkanı Dr. Harold P. Freeman ise, biyoloji ve ırk konusundaki çalışmalarının sonucunu şöyle özetlemektedir:

Irk açısından konuştuğumuzda, genlerinizin yüzde kaçının dış görünümünüze yansıdığını sorarsanız, buna verilecek cevap %0.01 civarında olacaktır. Bu genetik yapınızın çok çok düşük düzeydeki bir yansımasıdır.57

Aynı sonuca varan bilim adamlarından bir diğeri ise Washington Üniversitesi’nden biyoloji profesörü Alan R. Templeton’dır. Templeton farklı halklardan insanların DNA’larını analiz etmiştir. Analizler sonucunda, insan türünde çok fazla genetik varyasyon varken, bu varyasyonların çoğunun bireysel olduğunu gözlemlemiştir. Her ne kadar halklar arasında bazı varyasyonlar varsa da, bu varyasyonların çok küçük olduklarını belirlemiştir. Templeton vardığı sonuçları -evrime olan önyargılı inancını korumakla birlikte- şöyle özetlemektedir:

Irk, toplumda kültürel, politik ve ekonomik bir kavramdır, ancak biyolojik bir kavram değildir. Ne yazık ki birçok insan –genetik farklılıkların– insan ırkının özü olduğu gibi yanlış bir kanıya sahiptir… Ben konuya biraz objektiflik katmak istedim. Bu oldukça tarafsız analiz sonucuna göre, insanlığın birbirinden gerçekten farklı alt gruplara bölünmesi gibi birşey söz konusu değildir. 58

 

Böylece Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya soybağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da (Müminun Suresi, 101)
 

 

Templeton’ın elde ettiği sonuçlara göre, Avrupalılarla Aşağı Saharalı Afrikalılar arasında ve Avrupalılarla Melanezyalılar (Kuzey Doğu Avustralya adalarının sakinleri) arasındaki genetik benzerlik, Afrikalılarla Melanezyalılar arasında olduğundan daha fazladır. Oysa Aşağı Saharalı Afrikalılarla Melanezyalılar siyah derili olmaları, saçlarının cinsi, kafatası ve yüz şekilleri ile birbirlerine daha çok benzemektedirler. Bunlar bir ırkı tanımlarken kullanılan özelliklerdir, ancak genetik olarak bu insanlar birbirlerine daha az benzerler. Templeton bu bulgunun gösterdiği gibi, “ırksal özelliklerin” genlerde görülmediğini belirtmektedir.59

 

Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır. (Rum Suresi, 22)
 

 

Popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası adlı kitapta da şu sonuca varılmaktadır:

Boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu olan genler dışta tutulursa, insan “ırkları” derilerinin altında olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür. 60

Kitap hakkında bir değerlendirmenin yer aldığı Time dergisinde ise konuyla ilgili olarak şunlar söylenmektedir:

Aslında bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin “hiçbir bilimsel temeli” olmadığını söylüyorlar. Zorluklara rağmen bilimciler, efsane yıkıcı birtakım keşiflerde bulundular. Bunlardan biri daha kitabın kapağında yer alıyor: Dünyanın genetik çeşitliliğinin renkli haritasında, yelpazenin bir ucunda Afrika vardır, diğer ucunda da Avustralya. Avustralyalı Aborijinler ve Orta-Sahralı Afrikalılar deri rengi ve vücut biçimi gibi dış özellikleri paylaştıkları için, onların çok yakından ilintili oldukları geniş ölçüde kabul gördü. Ama genleri, farklı bir öykü anlatıyor. Avustralyalılar tüm insanlar içinde Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları çok andırırlar.61

Irkçı Uygulamalardan Örnekler Nijeryalı Küçük Kobay Kız

Bazı ilaç firmalarının Afrika, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika ülkeleri vatandaşları üzerinde yeni ürettikleri ilaçları denedikleri ve bu deneyler esnasında ahlak ve meslek kurallarının ihlal edildiği bilinen bir gerçektir. Bunun geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan örneklerinden biri dünyaca ünlü bir ilaç firması tarafından gerçekleştirilen bir uygulama oldu. 1996 yılında Nijerya’nın Kano şehrinde yaşayan 10 yaşında ve sadece 18.5 kilo ağırlığındaki küçük bir kız, menenjitten dolayı korkunç ağrılar çekiyordu. Söz konusu Amerikan ilaç firmasının kurduğu kampta henüz izni alınmamış bir antibiyotik çocuklar üzerinde deneniyordu. Denenen ilaç, bu firma için çok önemliydi; borsa analizlerinde, öngörülen tüm kullanım alanları için izin alınması halinde, ilacın şirkete her yıl 1 milyar dolar getireceği tahmininde bulunuluyordu. Deneyler için Amerika’da hasta bulamayan şirket, Kano’ya gelmişti. Küçük kız bu firmanın uzmanları tarafından bir tür kobay olarak kullanıldı.

Doktorlar, küçük kıza günde 56 miligram bu ilaçtan vermeye başladılar. İlaca başladıktan bir gün sonra küçük kız öldü. Washington Post gazetesi yaptığı araştırmalar neticesinde, Afrika, Asya, Doğu Avrupa ve Güney Amerika’da ticari çıkar amacıyla yürütülen ilaç denemelerinin giderek yaygınlaştığını gösterdi. Bazı Amerikan firmaları, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nin sıkı kurallarından kaçmak için bu ülkelerdeki doktorlarla iş birliğine gidiyor ve on binlerce Üçüncü Dünya ülkesi vatandaşını deneylerde kullanıyorlardı. Nijerya’daki menenjit deneyinde olduğu gibi, söz konusu firmanın sözcüleri deneylerin gerekli izinler alınarak gerçekleştiğini söylese de uzmanlar olayın birçok bakımdan tıp ahlakına ve geçerli kurallara sığmadığını belirttiler. Örneğin bu tür deneylerin genelde en az 1 yıl sürmesi gerekirken Nijerya’daki deney sadece 6 hafta sürmüştü. Öte yandan Amerika’da menenjit hastalarına, ilaçlar genellikle etkisini çok çabuk gösteren damar içi enjeksiyon yoluyla verilirken, Nijerya’daki deneylerde bu ilacın ağızdan alınan ve daha önce çocuklar üzerinde hiç denenmemiş bir türü kullanılmıştı. Yine, bu tür deneylerde, ilacın olumlu etki göstermemesi durumunda hemen kesilmesi ve başka bir ilaca geçilmesi gerekirken, ilacı üreten firmanın uzmanları küçük kıza, ölene kadar bu ilaçtan vermeye devam etmişlerdi.

Söz konusu ilacın çocuklarda kullanılmasına hiçbir zaman izin çıkmaması, yetişkinlerde kullanılmasının ise karaciğer rahatsızlıkları ve ölümlere yol açtığı gerekçesiyle Amerika’da kısıtlanması ve Avrupa’da tümden yasaklanması, ilacın ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir.1

Darwin’in Mezar Hırsızları

Günümüzde de Aborijinlere yönelik ayrımcı uygulamalar devam etmektedir. Yukarıda Aborijinler elinden topraklarının alınmasını protesto ederken görülmektedir.

Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayınlanmasından sonra, bazı hevesli Darwinistler, insanın sözde evrimindeki “kayıp halkaları” aramaya başladılar. Irkçı evrimciler, Avustralyalı Aborijin yerlilerinin insanın evrimindeki ilkel aşamalardan biri olduklarına inanıyorlardı. Kendilerince bu yanılgılarını kanıtlamak için, Aborijinlerin cesetleri mezarlarından kaçırılmaya, Amerika ve Avrupa’daki müzelere satılmaya başlandı. 1991 yılında Avustralya’da yayınlanan haftalık The Bulletin‘da David Monaghan imzası ile şok edici bilgiler yayınlandı.2 Monaghan 18 ay bu konu üzerinde çalışmış, Londra’da araştırmalar yapmış ve 8 Ekim 1990 tarihinde İngiltere’de yayınlanan “Darwin’s Body-Snatchers” (Darwin’in Mezar Hırsızları) isimli bir belgesel hazırlamıştı. Gazeteci Monaghan’ın, The Bulletin‘da yayınlanan yazısında verilen bilgilerden bazıları şöyleydi:

• İngiliz ve Amerikalı evrimciler, sözde “aşağı insan” örnekleri toplama işini oldukça genişletmişlerdi. Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’nde farklı ırklardan 15.000 insana ait kalıntı vardı. (Elbette topladıkları bu örnekler, hiçbir şekilde onların iddia ettikleri gibi aşağı ırktan insanlar değildi. Bunlar, farklı fizyolojik yapılara sahip farklı etnik köken ve ırka ait olan insanlardı.)

• Müze müdürlerinin yanı sıra, İngiliz biliminin önde gelen isimleri de bu mezar hırsızlığı ticaretine karışmışlardı.3 Anatomist Richard Owen, antropolog Sir Arthur Keith ve Darwin’in kendisi bu kişilerin arasındaydı. Darwin, bir mektubunda, eğer bu isteği onları kızdırmazsa, dört tam kan Tazmanyalı Aborijin’in kafatasını istediğini söylüyordu. Müzeler sadece iskeletlerle değil, derilerle de ilgileniyorlardı. Bunları sergilenecek ilginç malzemeler olarak görüyorlardı.

• Tuzlanmış Aborijin beyinlerine de büyük bir rağbet vardı, bu beyinleri kendilerince Aborijinlerin aşağı ırk olduklarını kanıtlamak için istiyorlardı.

• Aborijinlere ait kafataslarının, bu insanlar öldürülerek elde edildiğine dair hiçbir şüphe bulunmamaktadır.

• 1874 yılından itibaren 20 yıl boyunca Sidney’deki Avustralya Müzesi’nde müdürlük yapan Edward Ramsay, yayınladığı müze kitapçığında Aborijinlerden “Avustralya hayvanları” olarak söz ediyordu. Kitapçıkta mezarlardan nasıl Aborijinlere ait cesetlerin çalınacağını anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni öldürülen Aborijinlerin kafataslarındaki kurşunların nasıl çıkarılacağını anlatıyordu. Birçok kafatası koleksiyoncusu onun tavsiyelerine göre çalıştı. Bungee Siyahlarının kafataslarını istedikten dört hafta sonra, genç bir bilim öğrencisi ona iki kafatası yolladı ve bu kafataslarının kabilelerinin son iki üyesi olduğunu ve yeni vurulduklarını söyledi.4

• Alman evrimci Amalie Dietrich Avustralya’ya geldiğinde benzin istasyonu sahiplerine Aborijinleri vurmalarını tavsiye etti ve vurdukları Aborijinleri müzesi için almak istediğini söyledi. 5

Aborijinlere uygulanan katliamları ve kötü muameleyi belgeyen bir başka çalışma ise, Avustralya Çevre ve Kültür Mirası Bakanı Sharman Stone tarafından yazılan Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973(Avustralyalı Aborijinlere Yönelik Resmi Politikayı Etkileyen Yaklaşımların Dokümanter Tarihi, 1697-1973) adlı kitaptır. Yazarın birkaç yorumu dışında kitap parlamento tutanakları, mahkeme kayıtları, editörlere gelen mektuplar, antropolojik raporlar gibi belgelerden oluşmaktadır.

Sharman Stone, kitapta, Darwin’in teorisi ile Aborijinlerin katledilmesi arasında şöyle bir bağlantı kurmaktadır:

1859’da, Charles Darwin’in kitabı Türlerin Kökeni ile birlikte biyolojik (ve dolayısıyla sosyal) evrim halkın anlayabileceği şekilde anlatılmaya başladı. Eğitimli kişiler kendi aralarında medeniyetin tek doğrusal  süreç olduğunu ve ırkların bu doğrunun üzerinde aşağı ya da yukarı hareket ettiğini tartışmaya başladılar. Avrupalı adam “hayatta kalmaya en uygundu… (Aborijinler ise,) doğa kanunu gereği dinozorlar ve dodo kuşu gibi eninde sonunda yok olacaklardı. Ellerindeki olaylarla destekledikleri bu teori, siyah ırkın çoğaldığının fark edildiği yirminci yüzyılın belli bir bölümüne kadar kabul görmeye ve anılmaya devam etti. Bu zamana kadar, ihmal ve cinayeti haklı göstermek için kullanılabiliyordu.6

Sir ünvanı alan ilk Aborijin, Sir Douglas Nicholls ve eşi.

Yazarın da belirttiği gibi, bazı Avrupalı Darwinistler, Aborijinlerin sürekli ölmesini, bu ırkın “doğa kanunlarının bir gereği olarak” yok olmaya mahkum olduğunun delili olarak gösteriyorlardı. Ancak, 20. yüzyılda bu sözde delillerinin geçersiz olduğu anlaşıldı. Çünkü Aborijinlerin ölme nedenleri doğa kanunları değil, gördükleri kötü muamele idi. Ayrıca, siyah derili insanların sayısının oldukça hızla arttığının görülmesi ile, Darwinistlerin bu iddialarının da doğru olmadığı anlaşıldı.

1861 yılında, Yüksek Heyet’in yaptığı bir soruşturmada bir polis memurunun verdiği cevaplar, Aborijinlere kötü muamelenin Darwinist ve ırkçı temellerini ve o dönemde bunun son derece doğal karşılandığını görmek açısından önemlidir. Bu görevli şöyle demektedir:

Eğer biz siyahları cezalandırmazsak, onlar bunu bir zayıflık göstergesi olarak görürler… Bu hangi ırkın en güçlü olduğu ile ilgili bir konu –eğer onlara boyun eğersek bunun için bizi küçük görebilirler.7

Stone’un aktardığına göre, 1880 yılında yayınlanan bir gazete haberinde de şöyle deniyordu:

Yapabileceğimiz hiçbir şey, bu dünyadaki gelişimimizi yöneten gizemli ve değişmez kanunları değiştirmeyecektir. Bu kanunlar sayesinde Avustralya’nın yerli ırkı, beyaz adamın oraya varışı ile birlikte ölüme mahkum olmuştur. Bize düşen ve yapmamız gereken tek şey ise bunların oluşmasına olabilecek en az vahşeti kullanarak yardımcı olmaktır. Siyahları korku ile yönetmeliyiz…8

Bu satırlar, sosyal Darwinist bakış açısının temelinde yer alan acımasızlığı bir kez daha gözler önüne sermektedir. Yalnızca derilerinin renkleri farklı olduğu ve birtakım farklı fizyolojik özelliklere sahip oldukları için bu insanları, kendilerince bir tür hayvan olarak görmeleri ve bu insanlara hayvanlara dahi layık görülmeyecek bir muamelede bulunmaları sosyal Darwinistlerin zalimliğinin delillerinden yalnızca biridir. Yine 1880 yılında bir gazeteye yazılan mektupta, sosyal Darwinistlerin Aborijinlere yaptığı zulüm şöyle anlatılıyordu:

Açıkça söylemek gerekirse, bu bizim Aborijinlerle nasıl mücadele ettiğimizi gösteriyor: Aborijin yerlilerinin oturdukları yeni bölgeleri işgal ettikten sonra, onlara o bölgede rastlanabilecek vahşi hayvanlar ya da kuşlar gibi davrandık. Yaşamları ve malları, ağları ve kanoları, Avrupalılar tarafından, tamamen kendi istekleri doğrultusunda kullanılmak üzere ellerinden alındı. Yiyecekleri alındı, çocukları zorla çalındı, kadınları tamamen beyaz adamların kaprisi nedeniyle götürüldü. En küçük bir direnişe silahlarla karşılık verildi… Eğlenmek isteyenler, yerli siyahları hiçbir engellemeye maruz kalmaksızın öldürdüler, onlara tecavüz ettiler ve onları soydular. Bunlar kontrolden çıkmıştı ve sömürge yönetimi işledikleri suçların sonuçlarından onları kurtarmak için her zaman yanı başlarındaydı.9

Burada anlatılanlar, Darwinist ırkçılığın karanlık ve acımasız yüzünün sadece çok küçük bir parçasıdır. Ancak dinsizliğin kabusunu, Darwinizm’in insanlığa getirdiği felaketleri görmek açısından oldukça yeterlidir.

DİPNOTLAR

1. Yeni Binyıl Gazetesi, 20.12.2000

2. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s. 30-38

3. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.33

4. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.34.

5. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.33

6. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974

7. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s. 83

8. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s.96

9. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s.93

 

 

Rekapitülasyon teorisi ve Irkçılık

Ernst Haeckel

Alman ateist ve evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından ortaya atılan rekapitülasyon teorisine göre, canl embriyolar gelişim süreçleri boyunca sözde atalarnn geçirmiş olduklar evrimsel süreci tekrarlamaktadırlar. Bu akıl dışı iddiaya göre örneğin insan embriyosu anne karnndaki gelişimi srasnda önce balk, sonra sürüngen özellikleri göstermekte, en son olarak da insana dönüşmektedir. Uzun yıllar boyunca evrim teorisinin bir delili gibi gösterilen bu iddianın bilimsel olmadığı, tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu anlaşılmıştır.1

Ernst Haeckel, ortaya attğ bilim dışı teorisini kendince desteklemek için sahte çizimler yapmş; balk ve insan embriyolarn birbirine benzetmeye çalşmştr. Sahtekarlğnn ortaya çkmasndan sonra yaptğ savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlklar yaptğn belirtmekten başka bir şey olmamştr.2
Ancak Haeckel’in ortaya attığı ve çizim sahtekarlıkları yaparak savunduğu bu hayal ürünü senaryo, başta Almanya olmak üzere birçok ülkede ırkçılığa sözde bilimsel bir zemin hazırlamıştır.

Rekapitülasyon teorisinin bilim dışı iddialarına göre, insanın embriyo döneminde veya çocukluğunda sahip olduğu özellikler, sözde evrimsel atalarının yetişkinlerinden kalan özelliklerdir. Örneğin Haeckel ve takipçileri “medeni” bir insanın çocukluğunun, “vahşi” insanın yetişkinleri ile aynı zeka ve tavır özelliklerine sahip olduğunu iddia etmişler ve bu iddialarını kendilerince beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlamak için kullanmışlardır. Stephen Jay Gould Ever Since Darwin (Darwin’den Beri) adlı kitabında rekapitülasyon teorisinin ırkçılığa verdiği desteği şöyle özetler:

Ernst Haeckel ve sahte embriyo çizimleri

Rekapitülasyon, Haeckel’in en gözde görüşüydü… Haeckel ve meslektaşları rekapitülasyonu, Kuzey Avrupa’lı beyazların ırksal üstünlüğünü onaylamak amacıyla da gündeme getirdiler… Herbert Spencer, “uygarlaşmamış toplumların zihinsel özelliklerinin… medeni toplumların çocuklarında yeniden ortaya çıkan özellikler” olduğunu yazdı. Carl Vogt, 1864 yılında bunu daha sert şekilde ifade ederek şöyle dedi: “Yetişkin bir zenci, zihinsel yetenekleri açısından çocukla aynı özellikleri taşır…”3

Elbete Spencer, Vogt ve benzerlerinin ortaya attıkları bu iddia hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktaydı. Hiçbir bilimsel dayanğı olmayan bu iddialar, zaman içinde bizzat bilimin kendisi tarafından çürütüldü ve tarihin tozlu sayfaları arasına terk edildi. Gould, Natural History dergisinde yayınlanan “Dr. Down’s Syndrome” (Dr. Down Sendromu) adlı yazısında ise şöyle demiştir:

Bu teori genellikle, “birey oluş soy oluşun tekrarıdır” sözleriyle ifade edilir. Anlamı, daha yüksek hayvanların, embriyolarının gelişim süreçlerinde ataları olan aşağı canlıların yetişkin formlarını temsil eden bir dizi aşamadan geçtikleridir. Rekapitülasyon beyaz bilim adamlarının yaygın ırkçılığına uygun bir odak noktası sağlamıştır. 4

Air War College International Security Studies Core (Uluslararası Güvenlik Çalışmaları Merkezi) başkanı Profesör George J. Stein ise American Scientist dergisinde yayınlanan “Biological Science and the Roots of Nazism” (Biyolojik Bilim ve Nazizmin Kökleri) başlıklı makalesinde, “Aslında Haeckel ve sosyal Darwinist meslektaşları nasyonel sosyalizmin temel önermeleri olan fikirleri geliştirmişlerdir” diyerek, Haeckel-sosyal Darwinizm–ırkçılık arasındaki tehlikeli ilişkiyi özetlemektedir. 5

DİPNOTLAR

1. Keith S. Thompson, “Ontogeny and Phylogeny Recapitulated”, American Scientist, vol 76, Mayıs/Haziran 1988, s.273

2. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s.204

3. Stephen Jay Gould, “Racism and Recapitulation,” Ever Since Darwin adlı kitabın 27. bölümü, (New York, W.W. Norton & Co., 1977), s. 217

4. Stephen Jay Gould, “Dr. Down’s Syndrome”, Natural History, vol.89, Nisan 1980, s.144

5. George J. Stein, “Biological Science and the Roots of Nazism,” American Scientist, Vol. 76, Jan/Feb. 1988, s. 56.

Yeni Emperyalizm ve Sosyal Darwinizm

Adam Willaerts’in bir İngiliz gemisinin Doğu Hindistan’a hareketini gösteren tablosu.

Sömürgecilik, Darwin’den çok daha önce, 16. yüzyılda Avrupa ülkelerinde gelişmeye başlamıştı. Ancak ırkçılık gibi, sömürgecilik de Darwin’in teorisinden güç buldu ve farklı bir hedef edindi. 16. yüzyıl ve sonrasında, özellikle de Sanayi Devrimi’nin ardından, Avrupa devletlerinin farklı kıtalara ve ülkelere yayılmalarındaki amaç daha çok ticari idi. Avrupalılar ürettikleri mallar için pazar arayışına girmişlerdi ve çözümü farklı kıtalardaki ülkelere hakim olmakta görmüşlerdi. 19. yüzyıldaki emperyalist girişimler ise daha farklı nedenler içeriyordu. Bu nedenle bu dönemdeki emperyalist hareketler “Yeni Emperyalizm” olarak anılmaktadır.

Sosyal Darwinist telkinler yeni emperyalizmin dünya görüşüne tamamen hakimdi. Yeni emperyalizme yol açan Darwinist nedenlerden biri üstünlük yarışıydı. Birbirleriyle rekabete giren İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve diğerleri, sözde “hayat mücadelesinde” üstün gelmek ve “en güçlü” millet olabilmek için daha çok toprak edinmeleri gerektiği yanılgısına kapılmışlardı.

İkinci neden ise, diğer ırklara karşı üstünlüğün kanıtlanması yanılgısı idi. “Üstün ırk” olduklarını iddia eden Anglo-Saksonlar ve Aryanlar, “aşağı ırk” saydıkları Afrikalıları, Asyalıları veya Avustralya yerlilerini kontrolleri altına almayı, onların iş güçlerini, zenginlik kaynaklarını ve imkanlarını sömürmeyi kendilerince doğal hakları olarak görüyorlardı. Böylece, ekonomik kaygılardan çok Darwinist hedefler sonucunda 19. yüzyıl emperyalizmi gelişti.62

Britannica Ansiklopedisi‘nin 1946 baskısında yeni emperyalizmin sosyal Darwinist kökenleri için şöyle denmektedir:

19. yüzyıl sonundaki bu yeni emperyalizm dönemi, manevi desteğini, tüm Avrupa’yı kasıp kavuran Bismarkçılık, sosyal Darwinizm ve güç ve başarıyı yücelten benzer tüm teorilerden aldı. Irkçı teoriler, geleneksel ahlaki değerlere (Hıristiyanlık gibi) karşı, dönemin neredeyse en baskın inancı haline gelmekte olan bu yeni düşünceye “bilim” ve “doğa” yoluyla meşruiyet kazandırmış gibi görünmektedir. 63

Sosyal Darwinizm’in, 19. yüzyıl yeni emperyalizminin gerçek kökeni olduğu birçok araştırmacı ve yazar tarafından kabul edilmektedir. Örneğin tarih profesörü Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution (Darwin ve Darwinci Devrim) adlı kitabında, sosyal Darwinizm’in ırkçılık ve emperyalizm ile olan yakın bağlantısı için şunları söylemektedir:

Sosyal Darwinizm genelde şöyle anlaşılmıştır: rekabeti, gücü ve şiddeti, gelenek, töre ve din ahlakının üzerinde yücelten bir felsefe. Böylece, radikal milliyetçiliğin, emperyalizmin, militarizmin, diktatörlüğün, kahramanlık kültlerinin, üstün insan ve “efendi ırk” inancının bir çeşit bavulu haline gelmiştir.64

Ünlü Alman tarihçi Wehler de sosyal Darwinizm’in bu yönünü şu sözleri ile ifade etmektedir:

 

Üstte, İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’da, İngiliz Kraliyet ailesinin geçişi görülmektedir. Altta ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Filistin topraklarını işgal eden İngiliz kuvvetlerinin gelişi görülmektedir. Osmanlı yönetimi altında asırlarca huzur ve güvenliğin hakim olduğu Filistin topraklarında, sömürge yönetimiyle birlikte kargaşa, çatışma ve zulüm başlamıştır.

 

 

Sosyal Darwinizm, işçi veya sömürge halklarının özgürlük isteklerinin, var olma mücadelesi içerisindeki ikinci sınıf insanların gereksiz protestosu olarak algılanıp bir kenara atılmasına imkan verdi. Sosyal Darwinizm’e, yönetenlerin çıkarlarıyla bağlantısındaki bu gücü kazandıran şey, “reddedilemez” bir bilimsel hava içerisinde sunulan uygulama çeşitliliğiydi. Bir ideoloji olarak emperyalizmi desteklediği için, endüstrileşmiş milletler içerisindeki taraftarlarınca canlı tutuluyordu. 65

Alman General Bernhardi’nin 1912 yılında Britain as Germany’s Vassal(Almanya’nın Tebası olarak Britanya) adlı kitapta Alman emperyalizmi için yazdığı satırlarda sosyal Darwinist görüşleri görmek mümkündür:

Dünya medeniyeti yararına, Almanya’nın sömürge imparatorluğunu genişletmek bizim görevimizdir. Yalnızca bu şekilde, dünya genelinde Alman medeniyetini politik ya da en azından ulusal olarak birleştirebiliriz. Ancak bu şekilde Alman medeniyetinin insanlığın gelişiminde en gerekli faktör olduğu kabul görecektir. Dünya çapında yeni bölgeler elde etmek için tüm gücümüzle çaba harcamalıyız çünkü Almanya’yı gelecekte doğacak milyonlarca Alman için korumalı, onlar için yiyecek ve iş sağlamalıyız. Onlar Alman göğünün altında, Alman hayatı yaşamalıdırlar.66

Darwinist telkinlerin etkisiyle güç bulan emperyalizmin neden olduğu daha çok toprak ele geçirme hırsı, emperyalist ülkeler arasında çatışmalara neden oldu. Yine Darwizm’in yanılgılarına dayanılarak ele geçirilen topraklarda yerli halkların sözde “aşağı ırk”dan insanlar olarak değerlendirilmeleri nedeniyle büyük zulümler yaşandı. Söz konusu topraklara sözde medeniyet götürmek için yola çıktıklarını öne süren emperyalistler, Darwinizm temelli sapkın bakış açıları yüzünden, pek çok acı ve göz yaşına neden oldular.

Sosyal Darwinizm ve Irklar Arası Çatışma

Allah’ın yeryüzünde farklı ırklar, kabileler, uluslar yaratmasının hikmetlerinden biri, bunlar arasında kültürel alışveriş ve dolayısıyla küresel bir kültürel zenginlik olmasıdır. Allah, farklı insan topluluklarını “birbirleri ile tanışmaları için” yaratmış olduğunu Kuran’da haber vermektedir. (Hucurat Suresi, 13)

Sosyal Darwinizm’in batıl dünya görüşüne göre ise insanlar tanışmak için değil çatışmak için vardır. Buna göre, insanlığın ilerlemesinin en önemli yolu ırklar ve uluslar arasındaki çatışmadır. Sosyal Darwinistlerin mantık dışı öngörülerine göre, ırklar arasındaki çatışmada üstün gelebilmek için yeni buluşlar yapılacak, sonuçta da daha “medeni” ve “üstün” olanlar galip gelecek ve böylece insanlık gelişecektir. İnsanların savaşarak, cinayet işleyerek, katliam yaparak, diğerlerini ezerek ve onlara zulmederek ilerleyeceklerini öne sürmek vahşetin savunuculuğunu yapmaktan başka bir şey değildir. İnsanlar veya toplumlar arasında zaman zaman çeşitli anlaşmazlıklar veya sorunlar başgösterebilir. Ancak tüm sorunlar barışçıl yöntemler izlenerek rahatlıkla çözüme kavuşturulabilir. Şiddete başvurarak çözümün oluşabileceğini düşünmek, sorunun daha da içinden çıkılmaz bir hal almasından başka birşeye yaramayacaktır. Ya da -daha önce de belirttiğimiz gibi- milletlerin kendi menfaatlerini ve geleceklerini koruyacak tedbirler almak istemeleri, haklı bir taleptir. Ancak diğer milletlerin haklarını yok sayarak veya kendi mefaatlerinin diğerlerini yok etmekte olduğuna inanarak bir politika belirlenmesi hem mantık hem de vicdan dışıdır.

Günümüz evrimcilerinin “insancıl” ve ırkçılığa karşı biri olarak tanıtmaya çalıştıkları Darwin de ırklar arası çatışmayı savunmuş ve bu çatışmada üstün gelecek olanların kendince “medeni” olanlar olacağı yalanını ortaya atmıştır. Darwin’in ve diğer evrimcilerin bahsettikleri medeniler ise elbette ki “beyaz ırk”tır. Darwin’in İnsanın Türeyişi kitabındaki bazı ifadeleri şöyledir:

Medeni uluslar barbarlarla karşılaştıklarında, ölümcül iklimin yerli ırka yardım ettiği yerler dışında, mücadele kısa sürecektir… Birbirleriyle rekabet eden ulusların başarıya ulaşmasındaki en önemli faktör medeniyet düzeyleri gibi gözükmektedir. 67

Darwin kitabının başka yerlerinde olduğu gibi, bu ifadelerinde de “barbarlar” ile “medeniler”in çatışmasından söz etmekte ve üstünlüğün medenilere ait olacağını iddia etmektedir. Bu hayal ürünü varsayımları nedeniyle de neredeyse bir asır boyunca devam edecek kaos ve acılara zemin hazırlamıştır.

Darwin’den sonra da pek çok Darwinist, ırklar arası çatışmayı adeta bilimsel bir gerçekmiş gibi dile getirmişlerdir. Örneğin 19. yüzyılın evrimci teorisyenlerinden ve Francis Galton’ın takipçisi olarak kabul edilen Karl Pearson’ın National Life from the Standpoint of Science (Bilim Açısından Milli Hayat) adlı kitabından alınan aşağıdaki ifadeleri, 19. yüzyıl Darwinistlerinin ırklar arası çatışmalara bakış açılarını ve yeni emperyalizmin ardındaki nedenleri görmek açısından önemlidir. Pearson, diğer sosyal Darwinistler gibi, ırklar arası çatışmanın gerekli olduğunu iddia etmekte, bir ırk içindeki mücadelenin evrim için yeterli olmayacağını sanmaktadır. Pearson’ın hiçbir bilimsel doğruluğu olmayan bu iddialarından bazıları şöyledir:

Amerikan tarihindeki en buhranl iki dönemden biri 1861-65 yllar arasnda gerçekleşen Kuzey-Güney Savaşı’dır. Savaş, köleliğin kaldrlmasn isteyen Kuzey eyaletleriyle köleliğin sürmesini savunan Güney eyaletleri arasnda olmuştur. Beyaz ırkın üstünlüğü iddiası, insanları sadece diğer bir ırkla değil kendi ırkıyla da dört yıl boyunca savaşacak konuma getirmiştir. Kuzey eyaletlerinin savaşı kazanmasıyla Amerika’da kölelik yasaklanmıştır.

Kötü ırk hakkında söylediklerim bana göre aşağı insan ırkları için geçerli. Kaç yüzyıldır, kaç bin yıldır, zenci Afrikalılar Afrika’da beyaz adam tarafından rahatsız edilmeden büyük topraklara sahip oldular? Buna rağmen aralarındaki kabile çatışmaları Aryan ırkı ile biraz bile kıyaslanabilecek bir medeniyet oluşturmadı. İstediğiniz gibi onları eğitip yetiştirin, ırkı değiştirme konusunda başarılı olabileceğinize inanmıyorum. Tarih bana yüksek seviyede medeniyet oluşturmak için sadece ve sadece tek bir yol gösteriyor, ırkın ırkla mücadelesi ve fiziksel ve zihinsel olarak uygun olan ırkın hayatta kalması…68

Pearson ve benzerlerinin bu tür sapkın açıklamaları, emperyalistlere sözde bilimsel bir destek sağlamıştır. Afrika kıtasını, Asya’nın önemli bir bölümünü işgal eden, Avustralya yerlilerine türlü zulümde bulunan bazı Avrupa devletleri, işgallerinin doğanın bir kanunu ve insanoğlunun gelişmesinin tek yolu olduğunu iddia etmişlerdir. (Bu iddianın bilimsel hiçbir dayanağı olmadığı ise bilim dünyasında yaşanan ilerlemeler ile bizzat bilim tarafından ispatlanmıştır.) Pearson’a göre, tarih boyunca bilinçsizce yapılan savaşlar artık bilinçli ve önceden planlı olarak yapılmalıdır:

… Irkın ırka ve milletin millete karşı bir mücadelesi var. İlk zamanlarında bu mücadele barbar kabilelerin kör ve bilinçsiz bir mücadelesiydi. Günümüzde, medeni beyaz adamın durumunda, çok daha bilinçli ve milleti sürekli değişen çevreye daha uygun hale getirecek şekilde dikkatlice yönlendirilmiş bir mücadele var. Ulus, mücadelenin nasıl ve nereye doğru yürütüleceğini önceden görebilmelidir…

Sizden ulusa, diğer uluslarla gerek ordu gerek ticaret ve gerekse ekonomik süreçleri kullanarak sürekli bir mücadele içinde bulunan organize bir bütün olarak bakmanızı istemiştim. Ve sizden her türlü mücadeleye tamamen kötü bir şey olarak bakmamanızı istemiştim. Çünkü mücadele dünya tarihi boyunca insanın ilerleyişinin kaynağı olmuştur.69

Irklar ve milletler arasındaki çatışmaların, savaşların ve kavgaların ilerlemenin bir yolu olduğuna inanan, kendi ırkı ve milleti dışındaki ırk ve milletleri “aşağı” gören bu sapkın mantık, 19. yüzyılda dünyanın dört bir yanında büyük toprakları egemenliği altına aldı. Bazı emperyalist Avrupa devletleri, işgal ettikleri topraklardaki halklara karşı son derece acımasız davrandılar. Uygulamalarında bu halkları insan olarak görmedikleri, küçümsedikleri, aşağı ve zayıf gördükleri, kendileriyle eşit haklara sahip olmalarını kabul etmedikleri açıkça görülüyordu. 19. yüzyılda gelişen yeni emperyalizm, sosyal Darwinizm’in dünya çapında bir uygulaması oldu.

Darwinizm’in telkinlerinin bu kadar destek görmesinin nedenlerinden biri de dönemin Avrupa ülkelerinde insanların din ahlakından uzaklaşmış olmalarıdır. Din ahlakı insanların barış içinde yaşamalarını gerektirir. Allah insanlara birbirlerine karşı affedici ve hoşgörülü olmalarını emretmiştir. Yeryüzünde düzeni bozmak, savaşı ve çatışmaları kışkırtmak ise Allah Katında büyük sorumluluğu olan kötülüklerdir. Allah Kuran’da, yeryüzünde bozgunculuğu, insanlara zarar verilmesini sevmediğini haber vermiştir:

O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)

Sömürgelerdeki Acımasız Uygulamalar

Hindistan’daki İngiliz askerleri tören sırasında

Sömürgeci devletlerin önde gelenlerine hakim olan sosyal Darwinist görüşler, onların sömürgelerindeki halklara uyguladıkları politikalarda da kendini gösteriyordu. Bu halkları insan saymayan, kendilerince ilkel birer ara geçiş formu olarak gören bu yönetimler, hakim oldukları ülkelere çoğu zaman acı, yıkım, mutsuzluk getirdiler. Bu ülkelerin acımasız politikalarında sosyal Darwinizm en önemli etmenlerden biridir. Daha önce de belirtildiği gibi, bazı milletlerin mevcut üstün ırk iddiaları ve kibirleri ile gelen saldırgan, acımasız, diğer milletleri aşağı gören uygulamaları sosyal Darwinizm ile sahte bir meşruiyet kazanmıştır. Söz konusu ülkeler bu tür politikalarında kendilerince yaptıklarını haklı görüyorlar, bu da hırs ve saldırganlıklarını artırıyordu.

Afyon Savaşı bunun ilginç bir örneğiydi. İngiltere daha 19. yüzyılın başlarında Çin’e afyon satmaya başlamıştı. Oysa, İngiltere’de afyon üretilmesi, satışı ve kullanımı yasaktı. Kendi insanlarını böyle bir beladan titizlikle koruyan dönemin İngiliz yöneticileri, kısa sürede bu ülkenin insanlarını afyon bağlımlısı haline getirdiler. İmparatorun oğlu dahi aşırı afyondan ölünce, İmparator İngilizlerin ülkeye afyon sokmalarına bir son vermeye karar verdi. Hükümet görevlisi Lin Zexu (Lin Tse-Hsü) Doğu Hindistan Şirketi’nin en büyük ticaret limanı olan Canton’a, afyon ithalatına bir son vermeleri için görüşmek üzere gönderildi. İngiliz tüccarlar iş birliğine yanaşmadıkları için Zexu afyon depolarını kapattırdı. Bu, hemen ardından askeri bir müdahale getirdi. Çinliler kesin bir yenilgiye uğradılar ve çok aşağılayıcı bir anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldılar: Bu anlaşmaya göre Çin’de afyon ticareti yasal sayılacaktı. Lin Zexu ise hükümetteki görevinden alındı ve sürgüne gönderildi.

Üstte: Özgürlük isteyen Hintlileri ağır bir saldırı ile bastıran İngilizler Solda: Windsor Dükü Prens Edward, Koiyahur Mihracesi’nden hediyeler kabul ederken.

Altta: Hint ordusu için asker seçen İngiliz askeri.

Portekizliler ise sözde “üstünlüklerini” Angola halkını köleleştirerek gösterdiler. Bu bölgede yaşayan halkın büyük bölümünü gemilerle kaçırdılar ve beş yıllığına “sözleşmeli” işçiler olarak deniz aşırı yerlere gönderdiler. Ancak “işçilerin” çok az bir kısmı sözleşmenin sonunu görebilecek kadar yaşadı.70 İşgal edilen yerlerin hemen hemen hepsinde işgalci devletler uygun gördükleri topraklara ve kaynaklara el koydular, kendi ülkelerinden gelen yerleşimcilere veya şirketlere bu yerleri verdiler. Yerlerinden edilen yerli halka ise hiç ilgi gösterilmedi. Bu halkların paraları, iş güçleri, malları ve maden kaynakları sonuna kadar sömürüldü.

İngilizler, sömürgelerinden aldıkları pamuk, çay, maden cevherleri gibi ham maddeleri İngiltere’ye getiriyorlardı. Daha sonra bu ham maddelerle üretilen mallar tekrar sömürgelere getirilerek çok yüksek fiyatlara satılıyordu. Hindistan’dan alınan pamuk İngiltere’de işleniyor ve tekrar Hindistan’a satılıyordu. Asıl ilginç olan ise Hindistan’da Hint pamuğunun satışının yasaklanmış olmasıydı, yani sadece İngilizlerin sattığı pamuk kullanılabiliyordu. Ayrıca Hintliler, sadece İngilizlerin ürettikleri tuzu satın alabiliyorlardı.

Yeni emperyalizmin bir başka haksız uygulaması da, egemenlik altına alınan ülkelerin yöneticilerine saygısız davranılması, bu kişilerin önemsenmemesidir. Oysa önceki dönemlerde, Kraliçe Elizabeth’ten Napoleon’a kadar tüm yöneticiler yabancı liderlere eşit şekilde davranmışlardı. Ne var ki, 19. yüzyılda Avrupalılarda giderek güçlenen “kendini üstün görme saplantısı”, kabalık ve küstahlık getirdi.

Asıl ilginç olan ise Darwinist emperyalistlerin, başka milletleri sömürürken, bunu kendilerince “aşağı ırkların” ve “geri kalmışların” yükünü üstlenmek olarak göstermeleriydi. İddialarına göre dünyanın gelişmesi için, üstün ırkın düzeninin tüm dünyaya yayılması, aşağı olanların kalkındırılmaları gerekiyordu. Diğer bir deyişle, sömürgeci güçler işgal ettikleri topraklara “medeniyet” götürdükleri iddiasındaydılar. Ancak uygulamaları ve politikaları onların bu sözde “iyi niyetli” iddialarının gerçekleri yansıtmadığını gösteriyordu. Sosyal Darwinist düşüncelere sahip 19. ve 20. yüzyıl sömürgeci devletleri, gittikleri ülkelere refah, mutluluk, kültür ve medeniyet değil, kargaşa, kavga, korku ve aşağılanma getirdiler. Sömürgeciliğin sömürge ülkelere bazı yararlar sağladığı kabul edilse de, zararları çok daha fazlaydı.

Karl Pearson’ın aşağıda yer alan acımasız, insanlıktan, merhametten uzak sözleri sosyal Darwinizm’e dayalı ırkçı ve emperyalist görüşlerin tam bir özeti niteliğindedir:

Üstte: Windsor Dükü Prens Edward, Koiyahur Mihracesi’nden hediyeler kabul ederken.

Altta:Çuval yarışı yaparak, Kraliçe Viktorya’nın doğum gününü kutlayan İngiliz askerlerini eğlendiren Zululular.

Mücadele acı çekmektir, ciddi anlamda acı çekmek demektir. Ancak mücadele ve acı, beyaz adamın şu anda eriştiği gelişimin aşamaları olmuştur. Artık mağaralarda yaşamıyor, köklerle ve kabuklu yemişlerle beslenmiyor olması gerçeği bunu açıklıyor. Gelişimin, en uygun olan ırkın hayatta kalmasına bağlı olması -bu bazılarınıza aşırı derecede karanlık geliyor olabilir- hayatta kalma mücadelesine kendini affettiren özellikleri kazandırmaktadır. İyi metal, kızgın metal potasından çıkar. Kılıcın sabana dönüşeceği, Amerikalı, Alman ve İngiliz tacirlerin dünya pazarlarında artık ham madde ve yiyecek için rekabet etmeyecekleri, beyaz adamla siyah adamın aralarındaki toprağı paylaşacakları ve her birinin toprağı istediği gibi işleyebileceği bir zamanı ümit edebilirsiniz. Ancak bana inanın ki, o gün geldiğinde insanoğlu artık ilerlemeyecektir. Aşağı ırkın doğurganlığını kontrol edecek hiçbir şey olmayacaktır; acımasız kalıtım kanunu doğal seleksiyon tarafından kontrol edilmeyecek ve yönlendirilmeyecektir. İnsanoğlu durağanlaşacaktır… Gelişim yolu ulusların enkazları ile kaplandı; mükemmeliyete giden dar yolu bulamayan aşağı ırkların ve mağdurların izleri her yerde. Yine de bu ölü insanlar, doğrusu, insanoğlunun günümüzdeki daha yüksek entelektüel seviyesine ve daha derin duygusal yaşamına yükselmesinde işe yarayan atlama taşlarıdır.71

Dünyadaki ulusların çoğunu aşağı gören, onların acılarını, ölümlerini sözde evrimleşme yolunda bir basamak olarak kabul eden bu “dünya görüşü”nün tüm insanlık için ne kadar büyük bir tehlike olacağı açıktır. Bu kitap boyunca dikkat çekilen tehlike de budur. Eğer bir fikri, ne kadar tehlikeli olursa olsun veya ne kadar bilim ve mantık dışı olursa olsun, birileri el birliği ile bilimsel bir gerçek gibi sunar ve yoğun propagandasını yaparsa, o zaman bu fikir ve ürünleri, bir süre sonra konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan insanlar tarafından kabul görmeye başlayacaktır. İşte Darwinizm’in tehlikesi bunda gizlidir. 19. ve 20. yüzyılda “hayatta kalma mücadelesi”, “üstün ve aşağı ırklar arası çatışmalar” gibi kavramların doğruluğuna inanan insanlar, bu iddiaları kendilerine siper ederek her türlü acımasızlığı yapmışlar veya yapanlara ses çıkarmamışlardır. Bunun sonucunda ise Hitler, Mussolini, Franco gibi hasta ruhlu, ırkçı, saldırgan, öfkeli, merhametsiz diktatörler ortaya çıkmış, milyonlar bu insanların sözlerine alkış tutmuş, on milyonlar ise bu zalimlerin ideolojileri yüzünden acı, sefalet ve korku içinde yaşamış ve ölmüştür.

Fransızlar 1827 yılında Cezayir’i işgale başladılar. Sömürgecilik anlayışının bir gereği olarak kendileri dışındaki milletleri ikinci sınıf insanlar olarak gören dönemin Fransızları, Cezayir’de baskıya ve şiddete dayanan bir sistem kurdular. İlk önce Arapça konuşmak ve eğitim görmek yasaklandı. Resmi konuşma dili sadece Fransızca olarak kabul edildi. Daha sonra Cezayir ekonomik olarak tam anlamıyla Fransa’ya bağımlı hale getirildi. Direnişler ise çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Cezayir halkına yapılan işkence ve kötü muamelenin bir resmi.

 

 

 

Soldaki küçük resim: 1919 yılında, Nebraska’da 5.000 kişilik beyaz bir güruh, adliye sarayını kuşatarak siyah bir tutukluyu ele geçirdiler. Güruh, siyah adamı sakatlayana kadar dövdü, daha sonra 1000 kereden fazla ateş etti ve son olarak cesedini yaktı. Büyük resim: Indiana’da 1930 yılında Thomas Shipp ve Abraham Smith adlı iki siyah genç linç edildiler. Binlerce silahlı, beyzbol sopalı beyaz, iki genci öldürene kadar dövdüler ve sonra astılar. 1930’larda Ku Klux Klan giderek daha da yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu linç olayları, ırkçılığın getirdiği kin ve acımasızlığı gösteren sayısız örnekten ikisidir.

 

Sosyal Darwinizm ve Savaş

Sosyal Darwinizm’in ırklar arası çatışmanın milletlerin ilerlemesini sağlayacağı aldatmacası, savaşlara da zemin hazırlamıştır. Sosyal Darwinizm’in yaygın olduğu Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, savaş, zayıfların elenmesi, güçlülerin hayatta kalması, insan ırkının gelişebilmesi, ağırlık ve yük olarak görülen insanların yok edilmesi için sözde “en uygun yol” olarak görülüyordu.

Tarih boyunca insanlık birçok savaş yaşamıştır. Ancak bu savaşlar, genellikle sınırlarda, sivil halk doğrudan hedef alınmaksızın, savaşan ülkelerin orduları arasında gerçekleşirdi. Sosyal Darwinist amaçlarla yapılan savaşlarda ise asıl hedef halktı. Çünkü amaç sözde “uygun” olmayan, kendilerince “aşağı” olan halkı yok etmek ve “gereksiz fazla olan nüfusu” azaltmaktı.

 

 

Çatışmanın, insanın doğasında olduğunu öne süren Darwinist mantık, barış ve huzur içinde yaşamak yerine, milletleri savaşa teşvik etmektedir. Ancak savaşın masum sivil halk üzerindeki sonuçları ortadadır.

 

 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, savaşın Darwinist dayanaklarının anlatıldığı yazılara ve konuşmalara sık sık rastlanıyordu. New York Amerikan Doğa Tarihi Müzesi dergisi Natural History‘nin baş editörü Richard Milner, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman entelektüellerin Darwinci ve savaşçı görüşleri için şöyle demektedir:

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman aydınlar doğal seleksiyonun karşı konulamaz bir güç, onları hakimiyet için kanlı mücadeleye mecbur bırakan bir doğa kanunu olduğuna inandılar. Siyasi ve askeri ders kitapları, Darwin’in teorilerini, dünya hakimiyeti için yapılan araştırmanın “bilimsel” bir temeli olarak geliştirdiler. Alman bilim adamları ve biyoloji profesörleri ise buna tam destek verdiler.72

General F. von Bernhardi de aynı yıllarda The Next War (Bir Sonraki Savaş) adlı kitabında sosyal Darwinizm propagandası yapmış ve savaşı övmüştü. Savaşın biyolojik bir zorunluluk olduğunu iddia eden Bernhardi, dünyayı uygun olmayanlardan temizlemenin en iyi yolunun savaş olduğunu iddia etmişti. Bernhardi “Savaş, öncelikli önemi olan biyolojik bir zorunluluktur, insanlığın hayatında vazgeçilemez bir düzenleyici unsurdur. Savaş, gücü artırır ve insanın ilerleyişini teşvik eder” diyordu.73

 

 

Sosyal Darwinist mantık, acımasız Nazi sömürüsünün de dayanağı olmuştur. Nazi işgali döneminde, Rus halkından milyonlarca kişi köle işçi olarak sınır dışı edilirken, milyonlarca kişi de keyfi olarak idam edilmişti.

 

 

Savaşın “düzenleyici bir unsur” olduğunu öne sürmek ne akıl ve mantıkla ne de bilimsel verilerle açıklanabilir bir durum değildir. Savaş büyük can ve mal kayıplarına sebep olan, toplumların geleceği üzerinde telafi edilmesi zor tahriplere neden olan yıkıcı bir güçtür.

Buna rağmen sürekli savaşmayı, katliamlar yapmayı sözde medeniyetin bir gerekliliği olarak görenler, savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ediyorlardı. Örneğin Bernhardi kitabının bir başka yerinde şöyle yazıyordu:

Savaşın insanlara yaşattığı acı sonuçlara rağmen, genç insanların savaşmaya mecbur edilmeleri, Darwinizm’in kirli yüzüdür.

Savaş, yalnızca ulusların yaşamları için gerekli bir unsur değil aynı zamanda, gerçekten medenileşmiş bir ulusun en yüksek güç ve canlılık bulduğu kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır… Savaş biyolojik açıdan haklı kararlar verir, çünkü kararları nesnelerin doğasına dayanmaktadır… Bu yalnızca biyolojik bir kanun olmaktan öte, ahlaki bir yükümlülük ve uygarlığın vazgeçilmez bir parçasıdır!74

Hiç şüphesiz bu telkinlere aldananların en büyük yanılgılarından biri insanın yapısının savaşmaya uygun olduğunu ve savaşmanın insanlar için kaçınılmaz olduğunu düşünmeleriydi. Onlara göre insanlar savaştıkça enerji ve canlılık kazanmaktaydılar. Oysa bu büyük bir yalandır. Allah insanları, barıştan huzur bulacak bir yapıda yaratmıştır. Kaos ve çatışma insanın ruhunda büyük gerilim ve tedirginliklere neden olur. İnsanın sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan en hızlı ilerleyişi huzur ve güvenliğin hakim olduğu ortamlarda mümkündür. Savaş ve çatışma ise yalnızca yıkım ve kayıp getirir. Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution (Darwin ve Darwinci Devrim) adlı kitabında, sosyal Darwinizm’in savaşa bakış açısı için şu yorumda bulunur:

Generaller için, öncelikli olan savaş ihtiyaçlarıydı, emperyalist maceralar ve ulusal deneyler ardından geliyordu. Diğerleri için ise durum tam tersiydi: Emperyalist ve milliyetçi tutkular savaşı ve militarizmi getirdi. Hatta öyleleri de vardı ki, savaşın üstünlüklerini, militarizm ve milliyetçilik gibi sorumluluklar olmaksızın da seviyorlardı; bu en saf ve en ön yargısız haliyle sosyal Darwinizm idi.75

Evrimci antropolog ve Darwin’in yaşam öyküsünün yazarı Sir Arthur Keith de, savaş taraftarı olduğunu açıkça ifade etmiş, kişisel olarak barışı sevmesine rağmen böyle bir deneyimin, yani barışın sonuçlarından korktuğunu söyleyerek oldukça çarpık bir bakış açısı sergilemiştir. Beş yüzyıl devam eden barış döneminden sonra dünyanın, “kaç sonbahar boyunca budanmamış ve sonsuz yıllar boyunca kontrol edilmeyen aşırı bir büyüme ile isyan etmiş bir meyve bahçesi”ne dönüşeceği gibi mantık dışı bir öngörüde bulunmuştur.76

İnsanlar, savaşı yaşamadıkları sürece, savaşın ne kadar büyük bir felaket olduğunu düşünemeyebilirler. Ancak unutmamak gerekir ki, savaşlar milyonlarca masum insan için büyük üzüntüler, kayıplar ve acılar demektir. Dünyayı savaşların ve çatışmaların olmadığı, huzur ve güven dolu bir yer haline getirmenin yolu din ahlakına uygun olmayan ideolojilerin fikren ortadan kaldırılması ve Allah’ın emri olan güzel ahlakın yaygınlaştırılmasıdır.

 

Keith’in sözleri, Darwinist telkinlerin insanları ne kadar acımasızlaştırabildiğinin bir göstergesidir. Keith, dünyanın zaman zaman “budanması” gerektiğine, yani dünyanın güçlenmesine sözde engel olan “unsurların” kesilip atılması gerektiğine inanıyordu. Açıkça vahşetin savunuculuğunu yapıyordu. Keith’in sözünü ettiği “budama” savaşlardı. Savaşlarda ölenler, yani Keith’in “atılması gerekenler” olarak gördükleri ise zavallı kadınlar ve erkeklerle, masum çocuklardı. Darwinizm’in aldatmacalarına kananların, bu masumlar için acıma, sevgi, şefkat duymaları mümkün değildir. Çünkü inandıkları teori, onlara beyaz ırkı geliştirip güçlendirmek için gerekirse, zayıf görülenlerin yok edilebileceği vicdansızlığını telkin etmektedir. Bu da tarih boyunca eşine az rastlanır zalimliklerin yaşanmasında neden olmuştur.

1906 yılında linç edilen Afrikalı Amerikalılar.

Allah sevgisi ve O’nun yarattığı insanlara karşı merhamet ve acıma hissi hakim olmadığı sürece, insanlık bu tür dramları yaşamaya devam edecektir.

İşte sosyal Darwinizm’in savaş hakkındaki bu sapkın yorumları, 19. yüzyıldan itibaren aralıksız devam eden savaşların, iç çatışmaların, kavgaların ve katliamların temel nedenlerindendir. Sosyal Darwinizm hakkında hiçbir şey bilmeyen bazı insanlar bile, temeli bu teoriye dayanan savaş çığırtkanlığının sonucunda, sosyal Darwinizm’in etkisi altına girmişlerdir.

20. yüzyılın başlarında ise sadece bir grup marjinal ideolog değil, gazetecilerden akademisyenlere ve politikacılardan bürokratlara kadar birçok kişi savaşın gerekliliğine inanma yanılgısına kapılmıştı.77 Yani kadınların, çocukların, yaşlıların, muhtaç durumdaki insanların yok edilmeleri, genç insanların umursuzca cepheye sürülmeleri sözde “insanlık yararına” teşvik ediliyordu.

Bu görüşler en üst makamlar tarafından da paylaşılıyordu. Örneğin Alman Şansölyesi Bethmann-Hollweg, Birinci Dünya Savaşı başladığında orta sınıf arasında yaygın olan Slavlar ve Cermenler arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu hakkındaki görüşü paylaşıyordu.78 Kaiser’in de aynı görüşleri paylaştığı bilinmekteydi. Birçok tarihçinin de kabul ettiği gibi, savaşın kaçınılmaz olduğu, aşağı ırkların temizlenmesi için doğal ve faydalı olduğu yönündeki vicdan dışı iddia, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerinden biriydi.

Faşizmin öncüsü sayılan Alman felsefeci Nietzsche, Almanya’da sosyal Darwinizm’in en önde gelen savunucularından biriydi. Nietzsche’nin sözlerinde de, Bernhardi ile aynı nedenlerden savaş taraftarı olduğu açıkça görülüyordu. Nietzsche’ye göre ideal toplumsal sistem, savaşı merkez almalıydı: “Erkekler savaş için eğitilecekler ve kadınlar ise savaşçıların tekrar dünyaya gelmesi için çalışacaklar; bunun dışındaki herşey ahmaklıktır.”79 Nietzsche’nin sapkın bakış açısına göre hayat sadece savaştan ibaretti ve herşey savaş içindi.

Sosyal Darwinist felsefenin hakim olduğu 20. yüzyıl, savaşların ve çatışmaların yüceltildiği bir yüzyıl oldu. Ve işte bu nedenle tarihe kanlı bir yüzyıl olarak geçti. Dünyanın pek çok yerinde milyonlarca insanın yüzünden acı ifadesi on yıllarca eksilmedi.

Hem Darwin’in hem de Nietzsche’nin büyük bir hayranı olan Hitler de, onların savaşçı fikirlerini uygulamaya koyan fanatik bir sosyal Darwinistti. Hitler, militarist düşüncelerini evrim teorisi ile birleştirerek şöyle demişti:

Doğanın tamamı güç ve zayıflık arasındaki sürekli çatışma ve güçlünün zayıf üzerindeki sonsuza kadar süren zaferidir.80

Hitler ve benzerlerinin iddia ettikleri bu fikirler, aslında büyük bir cehaletin ürünüydü. Militarist ve saldırgan düşüncelerini, kendilerince evrim teorisiyle birlikte bilimsel bir zemine oturttuklarını zannedenler sadece kendilerini aldatmaktaydılar. Ne var ki bu aldanışa peşlerinden sürükledikleri on binlerce insanla, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir yıkımın mimarı oldular.

Yazar -ve Siyonist hareketin öncülerinden- Max Nordau “The Philosophy and Morals of War” (Savaşın Felsefesi ve Ahlakı) adlı makalesinde Darwin’in, savaş taraftarlarının en önde gelen ismi olduğunu söyler:

Tüm savaş taraftarları arasındaki en büyük otorite Darwin’dir. Evrim teorisinin ilanından sonra, doğal barbarlıklarını Darwin’in ismi ile gizleyebiliyorlar ve kalplerinin derinlerindeki zalim içgüdülerini bilimin son sözü olarak gösterebiliyorlardı.81

Columbia Üniversitesi’nde tarih dersleri veren Jacques Barzun ise, Darwin, Marx, Wagner adlı kitabında Darwinizm’in ulaştığı her yerde militarizmi ve savaşçılığı ateşlediğini ve savaşı bir sembol haline getirdiğini belirtmiştir:

Savaş, dünyadaki insani işlerin sembolü, imajı, teşviği, sebebi ve dili haline gelmiştir. 1870-1914 dönemi edebiyatının önemli bir kısmını incelememiş olan bir kişi, kan dökmek için yapılan bitmez tükenmez gayretin bu boyutlarda olduğunun farkına varamaz. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan militanlar savaşı adeta şiirleştirmiş, savaş beklentisinden büyük haz duymuşlardır. İnsanlığın varoluş amacının sadece hayat mücadelesi olduğunu ve bu mücadelede kaybedenlerin ölmesinin de doğal karşılanması gerektiğini savunmuşlardır….82

Barzun yine aynı kitabında sosyal Darwinizm’in ırkçı, savaşçı ve çatışmacı yönünün 19. yüzyıl sonlarından itibaren özellikle Avrupa’yı nasıl etkisi altına aldığını şöyle açıklamıştır:

1870 ve 1914 yılları arasında her Avrupa ülkesinde silahlanmayı isteyen bir savaş partisi, acımasız bir rekabet isteyen bireyci bir parti, geri kalmış insanlar üzerinde serbest bir el isteyen emperyalist bir parti, yabancılara karşı içten tasfiyeyi sağlayacak olan sosyalist bir parti vardı… Bu partilerin tümü zaferi kutladıklarında ya da yenildiklerinde hatta daha önce, bilimin tekrar canlanması anlamına gelen Spencer (sosyal Darwinizm’in kurucusu) ve Darwin’i desteklemişlerdi. Irk biyolojikti, sosyolojikti; Darwinciydi.83

Pek çok akademisyen ve yazarın eserlerinde tespit edip dile getirdiği bu Darwinist aldatmacalar, 20. yüzyılın neden savaşların, katliamların, soykırımların yüzyılı olduğunu açıklayan ifadelerdir.

 

 

Yapılan savaşlarda mağdur olanlar sadece sivil halk değildir. Kan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen batıl bir felsefe sonucu, savaşmaya zorlanan askerler de, savaşın zalim görüntülerinin bir parçası olmuşlardır.

 

 

Allah Katında Üstünlük Irka Göre Değil Takvaya Göredir

Irkçılığın dehşeti sadece Naziler ile sınırlı değildir. Dünyanın birçok yerinde ırkçılık nedeniyle büyük felaketler yaşanmış, yüzbinlerce insan ırkçılık yüzünden öldürülmüş, aşağılanmış, evlerinden, ailelerinden zorla alınarak köleleştirilmiş ve sözde hayvan muamelesi görerek sonunda ölüme terk edilmiş, ilaç deneylerinde kobay olarak kullanılmış, hayatları hiçe sayılmıştır. Bu kitapta verilen örnekler, ırkçılığa dayalı vahşetin ve acımasızlığın belgelenebilmiş olan örneklerinden sadece birkaçıdır.

Siyah bir avukata saldıran beyaz öğrenciler. Irkçılık; öfke, kin, saldırganlık ve çatışma sebebidir. Bu öğrenciler, hiç suçu olmayan bir insanı sadece derisinin rengi yüzünden öldürebilecek kadar insanlıktan çıkmışlardır. Onları bu hale getiren ise, bilerek veya bilmeden, telkini altında yaşadıkları sosyal Darwinizm’dir. Üstte, 1930 yılında Alabama’da bir yolcu otobüsü. Beyaz olmayanlar için “Colored Passengers” (beyaz olmayan yolcular) ifadesi ile belirtilerek ayrı bir bölüm yapılmış.

 

 

Materyalist bir teori olan Darwinizm’in öngördüğü toplum yapısının nasıl olduğunun iyi tespit edilmesi gerekir. Sosyal Darwinizm, diğer tüm materyalist toplumsal teoriler gibi, insanın sadece kendisine karşı sorumlu ve kendi çıkarları için yaşayan bencil bir varlık olduğunu öne sürdüğü için, hiçbir zaman bireylere ve topluma güzel ahlak ve mutluluk kazandıramaz. İnsanın güzel ahlak ve mutluluk kazanması için, bencil hırslarından vazgeçmesi gerekir. Bunun nasıl olacağını insana öğreten ise Rabbimiz’in emri olan din ahlakıdır. Kuran’da, insana Allah’a karşı olan sorumlulukları ve O’nun rızası için uyması gereken ahlaki değerler bildirilmiştir.

İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının…
(Maide Suresi, 2)

Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)

 

Eğer bir insan Allah’ın emirlerine, Allah’ın indirdiği Kitap’a iman eder ve uyarsa, o zaman insanlara karşı sevgi, merhamet, şefkat duyguları ile dolu olur.

Allah’tan korkan, Allah’ı seven ve O’nun emirlerine itaat eden kişiler, insanları Allah’ın yarattığı birer varlık olarak sever, onlar arasında ırklarına, milletlerine, tiplerine, renklerine, dillerine göre bir ayırım yapmazlar. Her birinde Allah’ın yarattığı bir güzellik görür, bu güzellikten zevk alırlar. İnançları nedeniyle sevecen, merhametli, koruyucu insanlar olurlar. Ne var ki Darwinizm’in yalanları ile beyni yıkanan bir insan diğer ırklardan, milletlerden nefret eder, onları ezmekten, hatta yok etmekten zevk alır, çevresine daima gerilim, mutsuzluk ve korku getirir. İşte 19. ve 20. yüzyılda görülen ırkçılık ve emperyalizm, Darwinist dünya görüşünün bir sonucudur.

Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
(Bakara Suresi, 112)
 

Allah, Kuran’da ırklara göre ayırım yapılmasını yasaklamış, insanların ahlakları ve imanları ile Allah Katında üstünlük elde edebileceklerini bildirmiştir:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

 

Darwin-Hitler Koalisyonunun Sonucu:
40 Milyon Ölü

Sosyal Darwinizm hakkında buraya kadar anlatılanlardan sonra, dünya tarihinin en büyük soykırımlarından birinin mimarı olan ve tarihe en acımasız ve zalim hükümetlerden biri olarak geçen Nazilerin de sosyal Darwinizm’e sıkı sıkıya bağlı olduklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.

Hitler’in ve Nazi ideologlarının yazıları, konuşma metinleri ve diğer dokümanlar incelendiğinde, ırkçı, saldırgan ve savaşçı politikalarını Darwinizm üzerine kurdukları açıkça görülmektedir.

A. Hitler

Hitler’in aynı hayvan yetiştiricileri gibi insan soyunu ıslah edebileceğini sanması; Aryan ırkını “kirlettiğini” düşündüğü ırkların, kalıtımsal hastalığı olanların ve zayıfların yok edilmeleri gerektiğini iddia etmesi; milyonlarca insanın katlini acımasızca emretmesi onun insanları hayvan gibi gördüğünün ve Darwinizm’e olan bağlılığının delillerinden birkaçıdır. Nazi soykırımından sağ olarak kurtulan kişilerden biri olan Alexander Kimel, “Nazi Terörü” başlıklı makalesinde, sosyal Darwinizm ve Nazi bağlantısını vurgular ve sosyal Darwinizm’e inanan Nazilerin, insanlara nasıl olup da acımadan hayvan muamelesi yapabildiklerini şöyle açıklar:

Nazizm, sosyal Darwinizm’i kabul ederek insanları hayvanlarla eşit hale getirdi, ellerindeki bireysel seçim yapma özgürlüğünü, kendileri için düşünebilme yeteneğini aldı. Acımasızlık, terör, yalan ve insanın insan tarafından acımasızca istismar edilmesi bir davranış normu haline geldi. Eğer insanları hayvanlar gibi aynı doğal seleksiyon kanunları yönetiyorsa, insanın bilincindeki ilahi kıvılcım alındığında insanlara hayvanlar gibi davranılabilir: Suni olarak üretilebilir ve büyükbaş hayvanlar gibi muamele görebilirler. Örneğin savaş ve savaşın umursamaz idaresi çok büyük kayıplar getirmişti. Hitler ise, durumu kayıpları engelleyerek değil, üreme metodlarını geliştirerek düzeltmeye çalışmıştı. Ausschwitz’de (Nazi Doktoru) Mengele, ikizler üzerinde, onları öldürerek, kesip biçerek, üreme metodlarının nasıl geliştirileceğine, Alman kadınlarının doğum randımanının nasıl iki katına çıkartılabileceğine dair “bilimsel” deneyler yürüttü. Almanlar üreyen hayvanlar gibi görüldü, S.S. onların çobanları ve Führerleri de eğitici efendileri idi. Almanlar ödül kazanmış büyükbaş hayvanlar, diğer uluslar sıradan büyükbaş hayvanlar ve Yahudiler ise zararlı böcekler olarak kabul edilmiş ve öyle muamele görmüşlerdir..84

Nazilerin asırlar boyunca örneği görülmemiş bir soykırım gerçekleştirirken temel aldıkları sapkın bakış açısı buydu. Hitler’in savunduğu “üstün ırk” aldatmacası, bir biyolojik “tür”ün içinde yer alan grupların eşitsizliği yalanına dayanıyordu. Yani Hitler’e ve taraftarlarına göre, bazı türler evrimde ilerlemiş ama bu türler içindeki bazı bireyler veya gruplar geri kalmışlardı. Irkçılığın zeminini oluşturan bu sapkın iddia Darwin’in teorisinin en temel noktalarından biriydi. Prof. Karl A. Schleunes, Ausschwitz hakkındaki kitabında Darwin’in teorisinin, ırkçılığa sözde bilimsel bir destek sağladığını şöyle kabul eder:

Nazi zulmünden en çok payını alanlardan biri de aç, kimsesiz ve bakımsız kalan çocuklardı.

Darwin’in, hayatta kalma mücadelesi fikri, ırkçıların üstün ve aşağı insan ve millet kavramını haklı gösterdi ve bunlar arasındaki mücadeleyi onayladı.85

Evrimci bilim adamları tam da Nazilerin istedikleri gibi teorik bir çerçeve çiziyorlardı. Örneğin hayvan davranış biliminin kurucusu sayılan evrimci Konrad Lorenz, ırkların arındırılmasını biyolojik yapılarla kıyaslıyor ve şöyle diyordu:

Aynı kanserde olduğu gibi, en iyi tedavi asalakların kökünü en kısa sürede kurutmaktır. Her zaman toplum için sorun olan aşağı halkların olumsuz sosyal etkilerine karşı öjenist korunma yöntemlerin uygulanması zorunludur… Bu aşağı unsurlar, (sağlıklı) bir toplumun içinden etkin bir biçimde ayıklanmadıklarında -tıpkı kötü huylu bir tümörün hücrelerinin tüm insan vücudunda hızla çoğalmasına izin verilmesi gibi– hem kendilerini hem de onları barındıran bünyeyi yok ederler.86

Farklı ırkları veya toplum içindeki zayıf ve muhtaç insanları bir tür “kanser” gibi görmek ve onları amansızca temizlemek istemek, açıklanması mümkün olmayan bir ilkellik ve vahşettir. Nazi ideologları bu vahşeti, Darwinizm’in aldatmacalarını öne sürerek sözde bilimsellik maskesi altına gizlemeye çalışmışlardır. Race and Reich (Irk ve Kral) adlı kitabın yazarı J. Tenenbaum, Nazi politikalarının Darwinizm ile nasıl şekillendiğini şöyle özetler:

Mücadele, seleksiyon ve en uygun olanın hayatta kalması… tüm bu kavramlar ve gözlemler Darwin tarafından ortaya atıldı. Ancak daha önce de, on dokuzuncu yüzyıl Alman sosyal felsefesinde bu kavramlar kabul görmeye başlamıştı… Bunun bir neticesi olarak, Almanların üstün ırk oldukları inancına dayalı tüm dünyaya hakim olma doktrini gelişti. Bu doktrin aynı zamanda Alman Devleti ile zayıf uluslar arasındaki “çekiç ve örs” ilişkisine dayandırılmıştı.87

Tenenbaum, Nazilerin, politik sistemlerini, hiçbir noktasını eksik bırakmadan tamamen Darwinizm’e göre belirlediklerini açıkladıktan sonra şöyle devam eder:

Hitler, Nuremberg mitingi sırasında

Siyasi sözlükleri, toprak, mücadele, seleksiyon ve neslin tükenmesi gibi kelimelerle doluydu. Mantıklarının kıyası açıkça şöyle ifade edilmişti: Dünya, farklı ulusların toprak için mücadele ettiği balta girmemiş bir ormandır. Daha güçlü olan kazanır, daha zayıf olan ölür ya da öldürülür…88

Hitler, 1933 yılında Nuremberg mitinginde, “üstün ırkların aşağı ırkları idare ettiğini… bunun doğada görülen bir hak olduğunu ve tek mantıklı hak olduğunu” ileri sürerken, bunu bir doğa kanunu olarak gördüğünü iddia ediyordu.89 Ama elbette bu iddiası ile, tarihin en büyük yalanlarından birinin savunuculuğunu yapıyordu.

Hitler’in, “Ulusun Kaderi Hakkında” başlıklı konuşmasındaki sözleri de Darwinist görüşlerinin bir özetidir:

Yaşamın en temel motivasyon faktörleri arasında, kendi kendini muhafaza ve gelecek nesillerin korunması yer alır. Siyaset, insanların hayatta kalabilmek için verdikleri mücadeleden başka bir şey değildir. Bu şiddetli yaşama arzusu evrenseldir ve tüm ulusu yönlendirir. Yaşamak için duyulan istek, çatışmaya sürüklemelidir, çünkü bu istek tatmin edilemez olmakla birlikte yaşamın temelidir. Yaşanacak alan sınırlıdır. Bu, yüzden insaniyetten ziyade acımasızlık yaşamda esastır! İnsan, ihtilaflar ve süregelen mücadele sonucunda dünyanın sahibi olmuştur. Bu insanlığın değil, güç ve hakimiyeti kazanan kuvvetin üstünlüğüdür. Irklar arasında farklılıklar vardır. Dünya, kültürünü seçkin sınıftan (elitlerden) almıştır. Bugün ne görüyorsak hepsi Aryanların çalışmalarının ve başarılarının birer sonucudur. Ancak her ırkın içinde sonuca götüren asıl faktör, yetiştirmeyi başardığı önemli şahsiyetlerdir. İnsanlığın şeklini demokratik çoğunluklar değil, önemli şahsiyetler belirlemiştir.90

1945 Almanya’sından bir görüntü

Hitler’in hezeyanlarının açıkça görüldüğü bu sapkın fikirler, o dönemde pek çok kişiyi etkisi altına almıştı. Cehaletin de etkisiyle on binler, Hitler’in hayal ürünü bu varsayımların takipçisi oldu. Daha önce de vurguladığımız gibi, toplumları ilerleten, çatışma dürtüsü veya hayatta kalabilmek için verilen acımasız mücadele değildir. Her toplum daha varlıklı ve güzel bir yaşam için gayret eder, ama bu gayretin başarıya ulaşması, söz konusu toplumun manevi ve ahlaki değerlere olan bağlılığı ile doğru orantılıdır. Başkalarını yok etmeye çalışmak, bitmek bilmeyen şiddet ve saldırganlık her zaman tüm taraflara yıkım getirir. Irklar arasındaki fiziksel veya kültürel farklılıklar ise bunların birini diğerine üstün kılacak özellikler değildir. Tam tersine bu farklılıklar, barış ve güvenliğin hakim olduğu ortamlarda kültürel zenginliği sağlayan değerli unsurlardır.

Din ahlakı da bu farklılıkları kültürel bir zenginliğe dönüştürmeyi gerekli kılar. Allah, insanlara koşullar ne olursa olsun affedici olmayı, adaletten asla ayrılmamayı, diğer insanlara şefkatle ve merhametle yaklaşmayı emretmiştir. İman edenler,    Allah’ın farklı ırklar ve milletler yaratmasının pek çok hikmeti olduğunu bilir, kardeşlik ve dayanışma ruhuyla hareket ederler. İnsanları ırklarına göre sınıflandırmaya kalkışmak, mensup olduğu ırk nedeniyle –hiçbir haklı gerekçesi olmamasına rağmen- övünüp kibirlenmek ise iman etmeyenlerin ve şirk koşanların özellikleridir. Bir ayette inkar edenlerin, kendi soylarını öfke ile koruma tutkuları şu şekilde bildirilir:

Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, ‘öfkeli soy koruyuculuğu’nu (hamiyeti), cahiliyenin ‘öfkeli soy koruyuculuğunu’ kılıp-kışkırttıkları zaman… (Fetih Suresi, 26)

Hitler ise ruhsal dengesizliğinin de etkisiyle bu sapkın görüşlerini savunmaya devam etmiş, Darwin’in teorisinin kendi görüşleri ile bu derece paralel olmasını batıl fikirlerini yaymak için sözde iyi bir malzeme olarak görmüştür. Hitler’in Darwinizm’e olan bağlılığı daha 1925 yılında yayınlanan Kavgam adlı kitabında görülmektedir. Örneğin kitabının 4. bölümünde, Darwinizm’in, başarılı bir Almanya için tek temel olduğunu belirtmiştir. Darwin: Before and After (Darwin: Önce ve Sonra) kitabının yazarı Clarck, Hitler’in Darwinizm’e olan bağlılığı için şu yorumda bulunur:

Hitler’in sosyal Darwinist açıklamalara sıkça yer verdiği kitabı: Kavgam

Evrimsel fikirler -oldukça açık bir şekilde– Mein Kampf‘ın (Kavgam) en kötü bölümlerinin ve (Hitler’in) halka yaptığı konuşmaların kaynağıdır. Hitler, üstün ırkın her zaman aşağı ırka üstün geleceği sonucuna varmıştır.91

The Day Nazi Germany Died (Nazi Almanyası’nın Öldüğü Gün) adlı kitabın yazarı Beate Wilder-Smith de, Nazi doktrininin temel unsurunun ne olduğunu şöyle açıklar:

Nazi teorisinin ve doktrininin en önemli prensiplerinden biri… evrim teorisinin (ve) …tüm biyolojinin yukarıya doğru evrimleştiği ve daha az gelişmiş türlerin faal bir şekilde kökünün kurutulması gerektiği (ve) …doğal seleksiyona yardımcı olunabileceği ve olunması gerektiğidir… bu yüzden (Naziler), “az gelişmiş” olarak değerlendirdikleri Yahudileri ve… siyahları yok etmek için siyasi yasaları uygulamaya koydular…92

Prof. George J. Stein ise, American Scientist dergisindeki “Biological Science and the Roots of Nazism” (Biyolojik Bilim ve Nazizmin Kökleri) başlıklı yazısında, Hitler’in sosyal Darwinist görüşleri hakkında şöyle yazar:

… Alman sosyal Darwinizm’i Almanya’nın her yerinde yaygın biçimde biliniyor ve kabul ediliyor, bundan daha önemlisi bilim adamları da dahil olmak üzere çoğu Alman tarafından bilimsel açıdan doğru olduğu düşünülüyordu. Daha yakın zamanda nasyonal sosyalizm ve Hitler üzerine yapılan akademik çalışmalar bu gerçeği fark etmeye başladı… (Darwin’in teorisini uygulamaları) Nazizm’in en belirgin özelliğiydi. Nasyonal sosyalist “biyo-politika”… Radikal eşitsizliğe dair mistik-biyolojik bir politikadır; var olmak için sonsuz bir mücadeleye dayanır ve en uygun olanın hayatta kalmasını doğa kanunu olarak kabul eder ve doğal seleksiyonu bir kamu politikası haline getirmek için devlet gücünü kullanır…93

Prof. Stein, yazısında, Alman sosyal Darwinizmi’nin temelinde, insanın hayvandan farklı bir canlı olmadığı iddiasının bulunduğunu belirtir ve şöyle der:

Alman sosyal Darwinizmi’nin ana hatlarıyla özeti şöyleydi… insan, üstün veya insani özelliklere sahip değildi ve sadece doğanın bir parçasıydı. Diğer yandan, Almanlar biyolojik açıdan daha üstün bir topluluğun üyeleriydiler… Siyaset, biyoloji kanunlarının yalın bir uygulamasıydı. Aslında, Haeckel ve yandaşları olan sosyal Darwinistler, nasyonal sosyalizmin temel varsayımları halini alacak olan fikirleri geliştirdiler… Devletin kurum olarak işi, öjeni ve yapay seleksiyondu…94

Stein’ın yazısında açıkça ifade ettiği Nasyonel Sosyalistlerin bu yanılgıları, onlarca ülkenin dahil olmak zorunda kaldığı bir dünya savaşına zemin hazırladı. Darwin’in hayal ürünü teorilerinin desteğiyle gelişip güç bulan Nazizm, dünya tarihinde eşine az rastlanılır bir felaketin mimarı oldu. Bu öylesine büyük bir felaketti ki, milyonlarca insan hayatını kaybetti, şehirler haritalardan silindi. En büyük zararı ise, Nazi ideologların propagandalarında daha çok güç kazanacağını ve ilerleyeceğini iddia ettikleri Alman toplumu aldı. Çatışmanın, savaşın, acımasızlığın, diğer milletleri yok etmeye kalkışmanın bir milleti asla ilerletmeyeceği bir kez daha görülmüş oldu.

Hitler ise yaşadığı süre boyunca Nazilerin kendilerine ve diğer insanlara bakış açısını özetleyen, “Biz Naziler… barbarız. Barbar olmak istiyoruz. Bu onurlu bir ünvan ve bununla dünyayı gençleştireceğiz.”95 sözleriyle yanılgılarından hiç vazgeçmedi.

Sir Arthur Keith’in ifadesiyle, evrimci olan Hitler, Almanya’nın deneyimini evrim teorisine uydurmak için bilinçli olarak çabalamıştı.96 Keith ayrıca evrim teorisi, Hitler ve savaş üçgeni için şunları söyler:

Eğer savaş evrimin çocuğu ise –ve böyle olduğuna inanıyorum– bu durumda evrim, “çıldırmış” ve kabilelerin, ulusların ve farklı ırkların birbirleriyle rekabetlerinde öylesine acımasız olmuştur ki, ilerlemeyi engelleyici bir rol üstlenmiştir. Evrimsel kanunların insan doğasına zorla kabul ettirdiği yaptırımlardan onu kurtarmak dışında, savaştan kurtulmanın hiçbir yolu yoktur.97

Peter Hoffman ise, Hitler’s Personal Security (Hitler’in Kişisel Güvenliği) adlı kitabında Hitler’in Darwinist görüşleri için şöyle demektedir:

Hitler mücadeleye, her insanı diğerlerine üstün gelmek için çabalamaya zorlayan Darwinci bir prensip olarak inandı; mücadele olmaksızın çürür ve yok olurlardı… Nisan 1945’te aldığı yenilgide bile Hitler, güçlünün hayatta kalmasına olan inancını dile getirdi ve Slavların daha güçlü olduklarını ispatladıklarını duyurdu.98

Kısacası birçok tarihçinin ve araştırmacının görüşlerinden anlaşıldığı, aynı zamanda Hitler’in yazılarında ve konuşmalarında da açıkça görüldüğü gibi Nazizm, Darwinizm’den güç ve kaynak bulmuştu. Hitler ve diğer Nazi önde gelenleri, birçok sözde bilimsel argüman kullanarak, tüm kişisel psikopatlık, acımasızlık ve zalimliklerini, Darwinizm’e dayandırarak kendilerince meşrulaştırmışlardı. Aslında böylesine bir ideoloji ve psikoloji geliştirmelerine neden olan kültürel ortam da, büyük ölçüde sosyal Darwinizm’in izlerini taşıyordu. İlerleyen sayfalarda da inceleyeceğimiz gibi, Ernst Haeckel gibi koyu Darwinistlerin eliyle Almanya’ya giren sosyal Darwinizm, 20. yüzyılın ilk yarısında tüm Alman toplumunu derinden etkilemiş, dejenere etmiş ve Nazizme kapılmalarına neden olan en önemli zihinsel temeli oluşturmuştu.

Nazi Almanyası’nda Evrim ve Savaş

Sosyal Darwinizm’in sapkın telkinlerine göre savaş, toplumları ilerleten ve en uygun olanların seçilmesini, zayıfların ise elenmesini sağlayan bir yoldur. Bu çarpık akım, savaşı sadece zayıf ırkları yok ettiği için değil, aynı zamanda “üstün ırk” içindeki zayıf üyeleri yok ettiği için de pozitif bir güç olarak kabul eder. Bu nedenle sosyal Darwinizm, savaşı onaylar ve teşvik eder. Naziler de aynı sosyal Darwinist mantıkla savaşçılığı benimsemişlerdir. Robert Clark,Darwin: Before and After (Darwin: Öncesi ve Sonrası) adlı kitabında, Hitler’in savaşa bakış açısı ile ilgili olarak Kavgam‘ı kaynak göstererek aşağıdaki bilgileri aktarmaktadır:

19 Ağustos 1942: Fransız sahili Dieppe’deki Nazi garnizonu tarafından katledilen insanlar. Üstte (sağda), Norveç cephesindeki yoğun savaş ortamında ağır silah taşıyan Almanlar. Sosyal Darwinist mantık, geçtiğimiz yüzyılda pek çok insanın savaşlarda ölmesine, pek çok ülkenin de yıkıma uğramasına sebep olmuştur.
 

 

 

Hitler’in Milletler Cemiyeti’ne, savaşa ve barışa yaklaşımı aynı prensiplere dayanmaktadır. “Bir dünya mahkemesi… bir şaka olurdu…. Doğa tamamen gücün ve zayıfın kuvvetli bir mücadelesidir, güçlünün zayıf üzerindeki sonsuz zaferidir. Eğer böyle olmasaydı, doğanın genelinde çürüme (bozulma) dışında bir şey olmazdı. Bu en temel kanunu ihlal eden devletler bozulmaya uğrar. Yaşayacak olan savaşmalıdır. Daimi mücadelenin yaşamın bir kanunu olduğu bu dünyada, savaşmak istemeyen ise yaşama hakkına sahip değildir.” Başka türlü düşünen, doğayı “aşağılamış” olur. “Keder, mutsuzluk ve hastalık da aldığı sert karşılıktır”.99

Çatışmacı ideoloji ve savaş histerisi, sosyal Darwinizm’le birlikte güçlenmiş, Darwinist telkinler, bu eğilimleri körükleyen ve tüm bir toplum tarafından benimsenmesine neden olan çok güçlü ve etkili bir katalizör olmuştur. Irkçılık, çatışma ve savaş özlemi, böylece ilk kez sözde bilimsel bir dayanak bulmuş ve bilimin otoritesine dayanarak topluma reddedilemez bir gerçek gibi sunulmuştur. Nazi döneminin evrimci teorisyenlerinden Dr. Albert Edward Wiggam’ın, 1922 yılında yayınlanan kitabında yazdıkları, o sıralar Alman fikir dünyasında oldukça sık rastlanan “aldatmacalar”dan birini yansıtması açısından dikkat çekicidir:

Bir zamanlar insanların beyinleri, kuzenleri olan insanımsı canlılardan çok az daha büyüktü. Ama tekmeleyerek, ısırarak, savaşarak… ve düşmanlarını kurnazlıkla alt ederek ve bunları yapacak kapasiteye sahip olmayanları öldürerek insanların beyinleri büyüdü ve hacim olarak olmasa da çeviklik ve akıl bakımından gelişti.100

3-4 milyon insanın öldüğü Auschwitz kampında açlıktan ölen veya ölmek üzere olan insanlar. Nazilerin sosyal Darwinizm ile destekledikleri sözde üstün ırk saplantıları, milyonlarca masum insanın bu şekilde ölmesine neden oldu.

Birçok Alman ideoloğu, savaş ve çatışmanın insanı geliştirerek evrime yardımcı olduğu sapkınlığına inanıyordu. Ari ırkın sözde üstünlüğüne inanan Naziler, ırklarını kendilerince daha da üstün hale getirmek için, II. Dünya Savaşı’nı ateşlediler ve 40 milyon insanın ölümüne neden oldular.

Tamamen hasta bir zihnin ürünü olan bu hayali “evrimsel tarih”ten çıkarılan sonuç ise açıktı: Nazilerin batıl bakış açılarına göre, savaş uzun vadede olumlu bir şeydi, çünkü evrimciler insanoğlunun yalnızca ölümcül çekişmelerle ilerlediğini iddia ediyorlardı. Hitler ve Rosenberg gibi diğer Nazi ideologları da, günümüz medeniyetinin sürekli savaşlarla meydana geldiğini iddia etmişlerdi. Dönemin bazı sözde bilim adamları da bu çarpık görüşün kendilerince savunuculuğunu üstlenmişlerdi. Örneğin Darwinizm’in Almanya’daki bilinen savunucularından, Berlin Üniversitesi profesörü Haeckel, özellikle Eski Yunan’ın savaşçı şehir devleti olan Sparta’yı övmüş, Spartalıların seçilmiş bir ırk olduklarını ve bu yüzden başarılı ve üstün olduklarını iddia etmiştir. “Olağanüstü derecede sağlıklı ve güçlü çocuklar dışındakileri öldürmelerinin, Spartalılara sürekli bir güç ve dinçlik verdiğini” söylemiştir.101 Spartalıların acımasız ve vahşet dolu bu uygulamalarını dahi makul gören Haeckel’e göre, Almanya da “Sparta geleneğini izlemeliydi, çünkü fiziksel olarak bozukluğu olan ve hastalıklı bebeklerin öldürülmesi, hem öldürülen bebeklerin hem de toplumun yararına bir uygulama” idi. Haeckel’in vicdan dışı ve son derece zalimane bu önerileri, Darwinizm’in bilim dışı iddialarının nasıl sapkın bir mantık örgüsüne temel teşkil ettiğini göstermesi açısından önemli bir örnektir. Haeckel ve Darwinizm’e göre, tüm hayatların eşit değerde olduğu ya da korunması gerektiği yalnızca “geleneksel bir dogma” idi ve sözde bilimsel gerçeklere aykırı düşüyordu.102 Akıl ve mantık sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği bu iddialar, bir dönem Almanyası’nın önde gelenleri tarafından şiddetle benimsenmişti.

Sosyal Darwinizm, sadece Almanya’da değildi, dünyanın pek çok yerinde, İlahi dinlerin öğrettiği güzel ahlakı, bu ahlakta yer alan merhamet, koruma, yardımlaşma, acıma, sabır gösterme gibi erdemleri reddediyordu. Bu erdemlerin yerine ise, çıkarına uymayanı öldürmek, yok etmek, acımasız ve merhametsiz olmak gibi -gerçekte insanlığın en büyük saptırıcısı olan şeytana ait- özelliklerin üstün olduğunu iddia ediyordu. Nazilerin Yahudi düşmanlığının kökeninde de, İlahi dinlere duydukları nefret vardı.

Neo-Nazizmin dünyada sürmekte olan varlığı, bizlere bu hastalıklı ideolojinin halen büyük bir tehlike olmaya devam ettiğini göstermektedir. Unutmamak gerekir ki, her ne isim altında olursa olsun, sosyal Darwinizm’in insanlık için uygun gördüğü yaşam şeklinde sadece çatışma, kavga, mücadele, çekişme, kan dökme, savaş, acı çekme ve korku vardır. Auschwitz gibi ölüm kampları, sosyal Darwinizm’in uygulama alanlarıdır; Darwinizm kaçınılmaz olarak sosyal Darwinizm’i getirir. Sosyal Darwinizm’in yeniden egemen olduğu bir dünyada ise, yeni Auschwitzler görmek kaçınılmazdır.

Hitler, Sosyal Darwinist Olduğu İçin Zalimdi

Koyu bir Darwinist olan Hitler ve diğer Nazi önde gelenleri yaptıkları katliamlardan, insanlara yıllar boyunca yaşattıkları dehşetten dolayı bir suçluluk duymuyorlar, hatta kendilerini sözde birer kahraman olarak görüyorlardı. Çünkü insanoğlunun evrimini sağlayan, gelecekte “evrimleşerek gelişmiş nesillerin” müteşşekkir olacağı birer kurtarıcı olduklarını zannediyorlardı. Oysa bu bir yalan ve aldatmacaydı.

 

 

 

1940 yılında Alman işgalciler tarafından asılarak, halka teşhir edilen üç Yugoslav

 

 

 

 

Hitler’in sapkın ideolojisine göre toplama kampları, masum insanların katledildikleri, işkence gördükleri yerler değil, üstün ırkın korunması için hastalıklı, zayıf, kötü unsurların izole edildikleri karantina yerleriydi. Hitler, hastalıklı bir ruha ve düşünce yapısına sahipti. Bu hastalıklı zihnin ürünü olan tehlikeli fikirlerini, sosyal Darwinizm’in telkinleri ile genişletip uygulamaya koymuştu. Böylece Darwinizm, tarihin en büyük yıkımını getiren, insanlara en büyük acıları ve korkuları yaşatan bir soykırımın ve yıllar süren bir savaşın temel felsefesini oluşturan sahte bir bilim olarak tarihe geçti. Hitler ise bu sahte bilimin uygulayıcısı bir zalim olarak.

Ünlü Faşizm Koalisyonu: Darwin – Haeckel-Hitler

Tarihe, Charles Darwin’in ve sosyal Darwinizm’in Almanya’daki bir numaralı temsilcisi olarak geçen Ernst Haeckel, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabını okuduktan sonra şu yorumu yapmıştı:

Darwin’in mükemmel bir şekilde birleştirilmiş doğa kavramında ve evrim doktrininin güçlü temelinde, biyolojik çalışmalarımın başlangıcından beri beni rahatsız eden tüm şüphelerimin çözümünü buldum.1

Darwin’in kitabı ile şüphelerinden arındığını sanan Haeckelelbette yanılıyordu.Dönenim ilkel bilim koşulları içinde şekillenen evrim teorisi, hayatın başlangıcı başta olmak üzere hiçbir konu hakkında geçerli, tutarlı ve daha da önemlisi bilimsel bir bilgi ortaya koyamamıştır. Haeckel, The Wonders of Life(Hayatın Mucizeleri) adlı kitabında, Darwinizm’e dayalı olarak geliştirdiği insan ırkları hakkındaki batıl görüşlerini şöyle özetlemişti:

Her ne kadar, üstün ve aşağı ırklardaki insanların zihinsel yaşamları ve medeniyetleri arasında büyük farklılıklar biliniyorsa da, bunlar genelde, bir kural olarak, önemsenmezler ve bu yüzden de farklı seviyelerdeki yaşam değeri yanlış olarak hesaplanır. Aşağı ırklar, (Veddahlar veya Avustralya zencileri) psikolojik bakımdan, Avrupalılardan ziyade memelilere (maymun ve köpekler) daha yakındırlar. Bu yüzden, onların yaşamları için tamamen farklı bir değer saptamamız gerekir… Medeni adamın derin düşünen zihni ile vahşinin düşüncesiz hayvan ruhu arasındaki uçurum çok büyüktür, vahşiyi köpeğin ruhundan ayıran uçurumdan da büyüktür.2 

Haeckel’ın bu iddiaları hiçbir bilimsel delile dayanmıyordu. Buna rağmen çarpık ve sapkın inanışları olan pek çok insan tarafından adeta bilimsel bir gerçekmiş gibi sahiplenildi. Öte yandan Haeckel, evrim teorisinden, monizm adını verdiği bir çeşit materyalist bir inanış oluşturdu. Monizm denilen bu sapkın düşünce, ruhun varlığını tamamen reddediyor ve herşeyi maddeye indirgiyordu. Haeckel, şöyle diyordu:

İlk kez doğanın birliğini kavrayabildik, böylece artık en karmaşık organik olaylara bile mekanik-nedensel bir açıklama getirebiliriz. Sonuç olarak “canlı ve cansız bedenler arasında herhangi bir fark yoktur.” Tüm doğal olaylar, havaya atılan bir taş veya sülüğen (boya, kozmetik ve ecza sanayinde kullanılan bir tür maden) oluşturmak için birleşen kükürt veya civa, bitkilerin büyümesi ve çiçek açması, hayvanların çoğalmaları veya hareketleri, insanın düşünmesi ve olayları algılaması birbirinden farkı olmayan mekanik olaylardır.3 

Materyalist bir bakış açısıyla pek çok sorunun cevabını bulduğunu sanan Haeckel aslında sadece kendini kandırıyordu. Canlı ve cansız bir beden arasında bir fark olmadığını, herşeyin mekanik bir açıklaması olduğunu öne süren materyalist görüş, 21. yüzyılda ilerleyen bilim ve yapılan araştırmalarla çok büyük bir darbe almış ve materyalizmin sözde bilimsel dayanaklarının her biri yerle bir olmuştur. Yapılan her yeni buluş, bilimsel her ilerleme bir kez daha evrenin kusursuz bir tasarımın eseri olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Evren materyalistlerin iddia ettiği gibi, ezeli ve ebedi değildir, mekanik gelişimler ve etkileşimler sonucu ortaya çıkmamıştır. Evreni ve içindekileri kusursuz bir denge ile yoktan yaratan Allah’tır ve Rabbimiz’in takdir ettiği vakit geldiğinde tüm insanlar ve varlıklar gibi evrenin de sonu olacaktır.

Özürlü veya sakat doğan bebekler şefkat duyulması, korunup kollanması gereken varlıklardır.

Ancak koyu materyalist olan Haeckel, sapkın düşünce yapısı nedeniyle, İlahi dinleri ve din ahlakının gereği olan insancıllığı ve merhameti reddediyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi öjeni vahşetini savunarak Spartalılar (M.Ö. 9. yüzyılda kurulmuş, sanatı, felsefeyi ve edebiyatı reddeden, sadece askeri güce dayanan bir Yunan şehir devletiydi) tarafından uygulanan “insanın suni seleksiyonu”nu kendince övüyordu. Spartalılar döneminde, özel bir kanun uyarınca tüm yeni doğan çocuklar dikkatli bir incelemeye ve seçilime tabi tutuluyorlardı. Zayıf, hasta veya fiziksel olarak kusurları olanları acımasızca katlediyorlardı. Sadece sağlıkları mükemmel olan ve güçlü çocukların yaşamalarına izin veriliyordu. Haeckel de Spartalıların masum bebekleri katletmeyi öngören bu vahşi uygulamalarını destekliyordu.4

Haeckel kendisini eleştirenlere ise şöyle karşılık veriyordu:

Her yıl, tedavi edilemez hastalıkların kalıtsal yüküyle doğan binlerce sakat, sağır-dilsiz ve geri zekalı çocuğa, suni olarak bakmanın ve yetiştirmenin insanlığa ne gibi bir faydası var?5 

Kuşkusuz Haeckel’in öne sürdüğü, son derece çarpık bir mantık örgüsüdür. Sevgi, merhamet ve şefkat hislerini yalnızca kendilerine fayda getirecek olanlara yöneltmek insanlık dışı bir yaklaşımdır. Bu, materyalizmin ve Darwinizm’in insanlara verdiği telkinlerin neticesinde oluşan çok bencilce bir tutumdur. Din ahlakı yaşandığında ise insanlar, hiçbir menfaatleri olmasa dahi ihtiyaç içinde olana şefkat duyar, onu sevgi ve merhamet hisleri ile koruyup kollarlar. Gerçek insaniyet de budur. Örneğin Kuran’da müminlerin kendilerinden önce yoksulları, esirleri, ihtiyaç içinde olanları düşünüp yemeklerini onlara verdikleri ve bunu yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için yaptıkları bildirilmektedir:

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.” (İnsan Suresi, 8-9)

Öte yandan Haeckel’in öncülüğünü yaptığı monistler, yalnızca fiziksel olanların değil, bazı karakteristik özelliklerin de genetik kusurlardan kaynaklanabileceğini iddia ediyor ve kusurlu buldukları herkesin suni seleksiyon ile ortadan kaldırılmaları gerektiğini savunuyorlardı.

Haeckel’in kitapları, Nazi öjeni programının kabul edilmesinde önemli rol oynadı. Özellikle, Haeckel’in öğrencisi olan ve hayat hikayesini yazan Wilhelm Bölsche, Hitler’e Haeckel’in sosyal Darwinist fikirlerini doğrudan aktardı. Ayrıca, 1904’ten 1944’e kadar yayınlanan ve öjeni aldatmacaları ile sahte Nazi bilimini yaymak için kullanılan en temel organ haline gelen Archiv für Rassen und Gesellschaftsbiologie (Irksal ve Sosyal Biyoloji Arşivi) düzenli olarak Haeckel’in, eserlerindeki tehlikeli fikirlerinden alıntılar yaptı.6

Tarihçi Daniel Gasman’ın ifadesiyle, “Hitler’in tarih, politika, din, Hıristiyanlık, doğa, öjeni, bilim, sanat ve evrim hakkındaki görüşlerinin büyük bölümü, eklektik (seçmeci) ve farklı birçok kaynaktan olmalarına karşın, Haeckelinkiler ile uyuşuyordu ve sıkça aynı dilde ifade ediliyorlardı.” 7

Haeckel’in sapkınlıklarından biri de, intihar ve ötenaziyi savunuyor olmasıydı. Haeckel’in hezeyanlarına göre insan, sadece anne ve babasının arasındaki cinsel bağlılığın bir sonucu olarak var olmuştu ve bu yüzden de yaşam çok külfetli bir hal aldığında bu kişi yaşamdan ayrılabilirdi. Haeckel bu çarpık düşüncelerini şöyle ifade etmekteydi:

Eğer bu durumda yaşam koşulları, döllenmiş yumurtadan kendi hatası olmaksızın gelişmiş zavallı varlığın üzerine çok fazla baskı yaparsa, eğer iyi olarak ümit edilen yerine sadece bakım ve ihtiyaç, hastalık ve her türlü sefalet gelirse, bu kişinin tartışmasız olarak ölüm yoluyla ızdıraplarına son verme hakkı vardır… Bir kişinin dayanılmaz acılarına gönüllü bir ölümle son vermesi gerçek bir kurtuluş eylemidir.8

Oysa insan kör tesadüfler sonucu meydana gelmiş bir varlık değildir. İnsanı yaratan Allah’tır ve insanın yaratılışının bir amacı vardır. Bu amaç Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

İnsan, yaşamı boyunca yaptığı her hareketten sorumludur. Ve yaşadığı her anın ahirette hesabını verecektir. Haeckel gibi, insanları intihara, ölüme, cinayete sürükleyenler ise kuşkusuz hesabını veremeyecekleri büyük bir sorumluluk yüklenmektedirler.

Nazi Almanyası’nda bir kamyona yğılmış ve iskelete dönmüş cesetler, toplama kamplarnn günlük görüntülerindendi. Bu kamplarda Nazilerin sözde “aşağı rk” olarak gördükleri milyonlarca Polonyal, Çingene, Yahudi masum insan öldürüldü. Auschwitz’de Bir Çingene, Paylaşılan Acılar: Bir Çingene Ailesi Soykırımı Hatırlıyor, Nazilerin Çingene Katliamı gibi kitaplar, Nazilerin çingenelere yaptıkları zulmü gün ışığına çıkaran eserlerden sadece birkaçıdır.

Haeckel yine Wonders of Life (Yaşam Mucizeleri) adlı kitabında, yeni doğan bebeklerin sağır ve bilinçsiz doğduklarını (ki bu doğru değildir) ve bu yüzden insan ruhu taşımadıklarını iddia etmişti. Bu bilim dışı iddiasına dayanarak da “anormal olarak doğan bebeklerin öldürülmelerini” savunmuş ve sözde bunun “mantıksal olarak bir cinayet gibi kabul edilemeyeceğini” öne sürmüştü. Görüldüğü gibi Haeckel açıkça cinayeti savunuyor, çevresindeki insanları da katil olmaya yönlendiriyordu.

Haeckel sadece kişinin isteğine bağlı ötenazinin değil, rıza dışındaki ötenazinin de savunuculuğunu yapacak kadar gaddardı. Bu konudaki öfkesini şu sözlerle ifade ediyordu: “Yüzlerce, binlerce tedavi edilemez insan –deliler, cüzzamlılar, kanserliler vs.– kendilerine ve genel olarak topluma en küçük bir fayda sağlamaksızın suni olarak hayatta tutuluyorlar.”9 Haeckel’in bu duruma getirdiği acımasız “çözüm” ise şöyleydi:

Bu kötülükten kurtulmanın yolu, tek dozluk acısız ve hızlı etki eden zehirin… yetkili bir kurulun gözetimi altında kullanılmasıdır.10

Haeckel’in savunduğu vahşetin Almanya üzerinde çok yıkıcı etkileri oldu. Çalışmaları, Almanya’da yaklaşık 300 bin ruh hastasının, fiziksel sakatlığı olan insanların, tedavisi mümkün olmayan hastaların ve kendilerince diğer “istenmeyen” insanların acımasızca katledildiği T4 adlı ötenazi programının öncülüğünü yaptı.

Haeckel ve Hitler’in zalimliklerinin, teşvik ettikleri ve izin verdikleri cinayetlerin tek bir kaynağı vardı: Sosyal Darwinizm.

Darwin-Haeckel-Hitler koalisyonunun sonucunda ortaya çıkan öjeni, ötenazi, zorla kısırlaştırma, toplama kampları, ırk hijyeni, gaz odaları ile 20. yüzyılın ortalarında insanlık tarihinin en büyük ve acımasız zulümleri yaşandı.

Sosyal Darwinistlerin Kısırlaştırma ve
Öldürme Yasaları

Sosyal Darwinizm’in en geniş çaplı ve en acımasız uygulamalarından bir diğeri de öjenidir. (İnsan ırkının kalıtım yoluyla ıslahına çalışan sözde bilim dalı.) İlk olarak Charles Darwin’in kuzeni Francis Galton tarafından 1883 yılında kullanılan öjeni (eugenics) terimi, Yunanca iki kelimenin birleşmesinden oluşur; eu (iyi) ve genet (doğum). İki kelime biraraya geldiğinde “doğuştan iyi oluş”, “kalıtımsal soyluluk” anlamlarında kullanılmaktadır. Ancak bu kavram, anlamında yer aldığı gibi iyilik değil, tam tersine büyük bir vahşet ve zalimlik içermektedir.

1914′ deki öjeni eğitim sınıfından bir fotoğraf

Öjeni taraftarları sadece kendi ırklarının veya kendi sınıflarının korunmaları ve geliştirilmeleri gerektiğini iddia etmişler ve diğer ırktan veya sınıftan insanların “suni seleksiyon”a tabi tutulmaları gerektiğini sanmışlardır. Örneğin öjeni teorisinin kurucusu sayılan İngiliz Francis Galton’a göre, korunması gerekenler sadece İngiltere’nin yüksek sınıfıdır. Bunun için de Galton, yoksul, hasta, güçsüz, yeteneksiz insanların çoğalmalarının engellenmesi gerektiğini öne sürmüştür.

Naziler ise, Aryan ırkına mensup sağlıklı insanlar dışındaki insanların devlete ve topluma yük olduklarını ve kısırlaştırma veya öldürme yoluyla ortadan kaldırılmaları gerektiğini iddia etmişler ve bu düşüncelerini uygulamaya koymuşlardır. Naziler, öjeni politikası dahilinde yüz binlerce insanı kısırlaştırırken, hasta, sakat, zihinsel özürlü, yaşlı, yeteneksiz, kimsesiz olduğu için yüz binlerce insanı da gaz odalarına göndererek, aç bırakarak veya ilaç vererek öldürmüşlerdir.

Öjeni savunucularının en ciddi yanılgılarından biri, insanların karakterlerine has özelliklerin büyük bir çoğunluğunu kalıtımsal sanmaları veya kasıtlı olarak bu iddiada bulunmalarıdır. Örneğin Galton dahil olmak üzere öjeni taraftarlarına göre tembellik, yoksulluk gibi istenmeyen özellikler kalıtımsaldır. Tembel insanların tembel çocukları olacağını sandıkları için, bu insanların evlenmelerine ve çocuk sahibi olmalarına engel olmaya çalışmışlardır. Evrimcilerin bu derece mantık dışı ve saçma bir iddiayı dahi sözde bilim adına savunabilmeleri oldukça ilginçtir.

Darwinistlerin sözde bilim adına savundukları öjeni, pek çok insanın büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Bu zalimliğin tarihi gelişiminin incelenmesi, söz konusu vahşeti savunanların temel dayanaklarının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Darwin’in öjeniyi nasıl kendince sözde bilim adına savunup teşvik ettiğinin kendi sözleriyle ortaya konulması bu açıdan son derece önemlidir. Aslında Öjeni sapkınlığının temeli Platon’un Devlet adlı eserine kadar uzansa da, Darwinizm ile birlikte sözde bilimsel bir görünüm kazanmış, hatta neredeyse bir bilim dalı haline gelmiştir. Galton’dan büyük ölçüde etkilenen ve önceki sayfalarda ırkçı görüşlerine yer verdiğimiz Karl Pearson, öjeninin kaynağının evrim teorisi olduğunu şöyle ifade etmektedir:

… Modern öjeni düşüncesi yalnızca 19. yüzyılda uyandı. Bu yüzyıl sırasında öjeniye ilginin artmasının birkaç nedeni vardır. En önemli neden ise evrim teorisidir. Öjeni terimini de keşfeden Francis Galton, fikirlerini kuzeni Charles Darwin’in doktrinine dayandırıyordu.103

Darwin’den Kuzeni Galton’a Kalan Miras: Öjeni

Öjenistlere göre, yaşlılar da elenmesi gereken zayıf bireylerdi. Bu nedenle, yaşlılara saygı ve sevgi gösterilmiyor, toplumdan uzaklaştırılmaları gerektiğine inanılıyordu.

Öjeni sapkınlığının temelleri aslında Malthus ve Darwin ile atılmıştı. Darwin’e de esin kaynağı olan Malthus’un Deneme’sinde, öjeniye temel oluşturacak batıl telkinler bulunuyordu. Örneğin Malthus insanların damızlık hayvanlara uygulanan yöntemlerle çoğalabileceklerini iddia ediyordu:

Üreme konusuna gösterilecek dikkatle, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi insanlar arasında da belli bir dereceye kadar ilerleme kaydetmek mümkün görünüyor. Zekanın aktarılıp aktarılamayacağı şüphelidir ancak boy, güç, güzellik, ten rengi ve belki uzun ömür bile belli bir dereceye kadar nakledilebilirdir.104

Diğer pek çok açıklamasında olduğu gibi, bu sözlerinde de Malthus’un, insanları bir tür hayvan olarak değerlendirdiği açıkça görülmektedir. Malthus’un bu sapkın bakış açısı Darwin’i de etkilemiş ve Darwin de öjeni ile ilgili felaket dolu bazı öngörülerde bulunmuştu. İnsanın Türeyişi kitabında, bazı sosyal uygulamalar nedeniyle zayıf olanların elenmediklerini ve bunun da biyolojik gerilemeye neden olabileceğine dair endişelerini dile getirmişti. Darwin’in sapkın düşüncelerine göre, “yabani insanlar” ve hayvanlar arasında kusurlular hızla elenirken, medeni toplumlarda bu insanların tıp ve hayırseverler tarafından korunmaları büyük hataydı. Darwin’e göre, hayvan yetiştiricileri nasıl suni seleksiyon yoluyla soy ıslahı yaparak daha iyi özelliklere sahip hayvanlar yetiştiriyorlar, zayıf ve güçsüzleri eliyorlarsa, insan toplumlarında da öyle yapılmalıydı:

Böylelikle uygar bir toplumun zayıf üyeleri kendi türlerini çoğaltırlar. Evcil hayvanların üremeleri ile ilgilenen herkes, bunun insan ırkı için son derece zararlı olduğundan kesinlikle emindir. Bakım talebinin ya da yanlış yönlendirilmiş bakımın ne kadar kısa sürede evcil bir ırkı dejenerasyona sürükleyeceği şaşırtıcıdır. Ancak insanın durumu hariç, hiç kimse, en kötü hayvanların üremesine izin verecek kadar cahilce davranamaz.105

Yabani insanların vücutça ve kafaca zayıf olanları eleniverir ve sağ kalanlar, çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir. Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakım evleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız, her hastayı yaşatmak için en son ana dek bütün ustalıklarını gösterir… Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği yapmış hiç kimse bunun insan ırkına büyük bir zarar vereceğinden kuşku duymaz.106

Hastalıklı bir zihnin ürünü olan bu hezeyanlar, ırkçıların, öjeni savunucularının, savaş çığırtkanlarının ve insanlığı büyük belalara sürükleyen pek çok ideoloğun temel düsturu olmuştur. Darwin, İnsanın Türeyişi‘nin sonunda, “hayatta kalmak için mücadele”nin insanlık için faydalı olduğu, aksi takdirde, insanın tembelleşeceği ve hayat mücadelesinde daha yetenekli insanların daha az yeteneklilere göre üstün konuma gelemeyecekleri gibi daha pek çok bilim dışı iddia öne sürmüştür. 107

Darwin, tüm bu çarpık teorileri ile öjeni uygulamalarına zemin hazırlamıştır. Evrim teorisinin sözde bilimsel bir gerçek gibi görülmesi ise, öjenist ve ırkçı politikaların kabul edilip uygulamaya geçirilmesine neden olmuştur.

İngiltere’de Öjeni

Galton, parmak izlerinden ve yüz şekillerinden, suçluların ortak genetik özelliklerini tespit etmek gibi mantıksız ve sonuçsuz bir çalışma yapmıştı.

İngiltere’de öjeni vahşetinin öncüsü, Darwin’in daha önce de sözünü ettiğimiz kuzeni Francis Galton’dı. Darwin’in oğlu Leonard Darwin de öjeni sapkınlığının İngiltere’deki savunucularından ve uygulayıcılarındandı. Ayrıca Winston Churchill de öjeni hareketine destek verenler arasındaydı.108

Galton, “güçlü olan hayatta kalır” ilkesine uyulması ve sadece en güçlü insanlarn dünyaya katlmasna izin verilmesi gerektiğini iddia etmişti. Galton’un bu bilim ve mantık dışı tezine göre insanoğlu, insann sözde evrimini kontrol altnda tutabilecek ve hatta daha üstün bir rk meydana getirebilecek bir konumdayd. Galton, “yüksek sınıf”ın ve “yüksek ırk”ın üstünlüğü gibi sapkın fikirlere inandığını açıkça belirtmekten çekinmiyordu. Öte yandan zenci ırkının düşük zeka seviyesine sahip olduğunu da iddia etmiş ve şöyle demiştir:

… Zenciler arasında, yarım akıllı olarak adlandırmamız gerekenlerin sayısı oldukça fazladır. Amerika’da zenci kölelerden bahseden her kitap bunun örnekleriyle doludur. Ben de, Afrika’ya yaptığım seyahatler sırasında gördüğüm bu gerçek karşısında çok etkilenmiştim. Zencilerin kendileriyle ilgili konularda yaptıkları hatalar o kadar çocukça, aptalca ve basitti ki kendi türümden utanmama neden oldu.109

Bazı köpek cinslerinin bazı insan ırklarına oranla daha üst zeka seviyesine sahip olduğu110 yalanını savunacak kadar ileri gidebilen Galton, zencileri ve köleleri değerlendirirken, çok açık bir gerçeği görmezden gelmişti; kölelerle ilgili kitapların birçoğu köle sahipleri tarafından yazılmıştı. Ayrıca köleler, kendilerine tamamen yabancı bir toplum içinde, hiç bilmedikleri bir kültürde yaşamaya başladıkları için, birçok davranışı ve uygulamayı yabancılamaları son derece doğaldı. Afrika’nın bir köyüne yaşamaya giden herhangi bir Avrupalının da, onların yaşam şekillerine ve kültürlerine uyum sağlamaya çalışırken, benzer beceriksizlikler yapacağı son derece açıktır.

Daha da önemlisi, Galton’un zenciler veya diğer ülkelere göç eden kendi vatandaşları için ileri sürdüğü iddialar hiçbir bilimsel dayanağa da sahip değildir. Bunlar, dönemin ilkel koşulları içinde, materyalist dünya görüşüyle zihinleri yıkanmış bazı sözde bilim adamlarının ve düşünürlerin hayal ürünü varsayımlarına dayanılarak oluşturulmuştur.

Galton’ın ön yargılı ve tutarsız tezleri bunlarla da sınırlı değildi. Örneğin sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi için, zekası ve entelektüel seviyesi düşük kişilerin çoğalmalarının durdurulması ve diğerlerinin çoğalmalarının teşvik edilmesi gerektiğini de öne sürmüştü. Aksi takdirde sosyal bir çöküş olacağını iddia ediyordu. Oysa asıl sosyal çöküşün Galton ve benzerlerinin ortaya koydukları, katliamlara, çatışmalara ve şiddete dayalı yaşam modelinin uygulamaya konulmasıyla yaşanacağı açıktır. Galton, 1907 yılında Huxley Üniversitesi’nde verilen bir konferans sırasında, “ulusumuzun beyinleri, üst seviyeli sınıflarımızdaki insanlar arasında bulunuyor” iddiasında bulundu.111 Galton ayrıca, üst sınıfa ait çocukların doğum sırasında belirlenmelerini ve ailelerine bu çocuklar için 1000 pound ödenmesini önerdi. Üst sınıfın kadınlarına, kendi isteklerinin dışında bir erkek ve bir kız çocuk daha doğurmalarını teklif etti.112

Galton’un, kendince üst sınıf olarak gördüğü kimselerin sayıca çoğalmasının toplumu ilerleteceğine inanması akıl ve mantıkla çelişen bir düşüncedir. Üstelik bilimsel de değildir. Bir toplumu ilerleten pek çok unsur vardır. Ama bunların en önemlisi, toplumu oluşturan fertlerin ahlakı ve karakterleridir. Güzel ahlaka, güçlü bir karaktere sahip bireylerden oluşan bir toplumun ilerlemesi hızlı ve kalıcı olacaktır. Bu özelliklerin, kalıtsal olarak bireyden bireye aktarılması ise mümkün değildir. İçinde yaşadığı toplumun gerçekten ilerlemesini isteyen kişinin öncelik vermesi gereken asıl konu, çeşitli kültürel ve eğitsel programlarla bireylerin manen güçlenmesini sağlamak olmalıdır. Galton ve benzerlerinin, etkin oldukları ülkelerde, insanlara adeta hayvan muamelesi yaparak zenginleri çoğaltmak fakirleri azaltmak istemeleri, bunun için cinayeti dahi meşrulaştırmaya çalışmaları hem büyük bir zalimlik hem de tarifi mümkün olmayan bir cehalettir.

Buna rağmen, Galton’ın da yönlendirmesiyle, İngiltere’de öjeni hareketinin ilk faaliyeti doğum kontrolü üzerine olmuştur. Bu, sadece evrim teorisinin yanılgılarına kapılanlar tarafından sözde “aşağı insanlar” olarak görülen “fakir” halkı ve yine kendilerince “aşağı” ırktan insanları hedef alan bir çalışmadır.

1920’ler ve 30’larda, fakir halkın nüfusunun sürekli artarken, orta ve yüksek sınıfın nüfus artışının azaldığı ve bunun büyük bir tehlike olduğu düşünülüyordu. Örneğin Julian Huxley, 1925 yılında Nature dergisinde şöyle yazmıştı:

İstenilenlerin oranı düşerken, istenilmeyenlerin oranı artıyor. Bu durum ele alınmalıdır.113

Öjenistlere göre “istenilenler” ile “istenilmeyenler”in arasındaki dengeyi kurmak için atılacak ilk adım sözde “ırk hijyeni” idi. Irk hijyeni için öncelikle kimlerin istenilen kimlerin istenilmeyen olduğunu belirlemek gerekiyordu. Bu ayrımı yapmak için oldukça ilkel ve akılalmaz yollara başvuruluyordu. Örneğin, İngiltere ve ABD’de insanların kafatasları ölçülmeye başlandı. Galton’ın da önderliğinde başlatılan kampanyalarla insanların kafataslarının büyüklüğü ölçülüyor, buna göre sözde zekaları belirleniyordu. Ancak, kafatası ölçülerinin zeka ile doğrudan bir bağlantısının olmadığı bilim tarafından sonradan ortaya konacaktı.

Kafatası ölçümlerinden sonra zeka testleri kullanılmaya başlandı. Zeka testlerinin sonuçlarına göre insanların kısırlaştırılmalarına, hayat boyu gözetim ve kontrol altında tutulmalarına karar verildi. Ancak ilerleyen yıllarda, kullanılan zeka testlerinin de güvenilir sonuçlar vermediği anlaşıldı. Dahası, bu test sonuçları değerlendirilirken kişilerin yetiştikleri çevrenin koşulları, aldıkları eğitim gibi faktörler hiç göz önünde bulundurulmuyor, sadece o kişilerin kalıtımsal olarak zeki olup olmadıkları sonucuna varılıyordu. Bunlar, hiçbir güvenilirliği olmayan, dönemin bilimsel cehaletini yansıtan değerlendirmelerdi. Zaten amaç da aslında güvenilir sonuçlar elde etmek değil, bir şekilde “istenilmeyen” kitleyi, yani fakirleri, hastaları ve “aşağı” görülen ırkları ortadan kaldırmak veya izole etmekti.

ABD’de Öjeni

Öjeninin önde gelen isimlerinden H. Laughlin, “ırksal temizlik bilimi” konusunda yaptığı çalışmalar nedeniyle Heidelberg Üniversitesi’nden onur ödülü almıştı. Söz konusu haberi yayınlayan gazete küpürü.

New York’taki Öjeni Kayıt Ofisi (ERO) ve Charles B. Davenport

Galton’un ölümüyle birlikte öjeni hareketinin öncülüğü Amerika’ya geçti. Henry Goddard, Henry Fairfield Osborn, Harry Laughlin ve Madison Grant, Galton’ın Amerikalı varislerinden sadece birkaçıydı.

Öjeni vahşetini ABD’de destekleyenlerin başında Rockefeller Enstitüsü ve Carnegie Vakfı gelmekteydi. Rockefeller Enstitüsü, Almanya’da öjeni hareketinin öncülerinden Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nü finanse etti ve ırk hijyeni konusunu takıntı haline getirmiş olan Prof. Dr. Ernst Rüdin’e 1920’lerde genetik araştırmaları için özel bir bina tahsis etti. Alman Akıl Hastalarını Temizleme Hareketi büyük ölçüde Rockefeller Enstitüsü tarafından desteklendi. Ayrıca Rockefeller Enstitüsü’nden Nobel Ödüllü Dr. Alexis Carrel, Almanların yaptığı bu katliamı coşkuyla alkışlamış ve akıl hastaları ile mahkumların topluca katledilmeleri gibi bir vahşeti hiç çekinmeden savunmuştur.114

Öjeni sapkınlığı, Amerika’da pek çok eyalette zorunlu kısırlaştırma yasalarının kabul edilmesine neden olmuştur. ABD’de toplam 100 bin kişi –çoğu rızası olmadan– kısırlaştırıldı. 20. yüzyılın başında Virginia’da 8.000 kişinin “uygun” olmadıkları gerekçesi ile kısırlaştırılmaları, öjeni vahşetinin ABD’de boyutlarını gösteren sadece bir örnektir. Bu insanlık dışı uygulama 1974 yılına kadar birçok eyalette yasaldı.115

 

Öjeninin sözde bilimsel dayanağı evrim teorisidir. Öjenistlerin, evrim ve öjeni bağlantısını vurguladıkları bir poster. Posterde, “Öjeni, İnsanın Evrimini Kendisinin Yönlendirmesidir” ifadesi yer alıyor.

 

 

Amerika’daki öjeni sapkınlığının en önde gelen isimlerinden biri, genetikçi Charles B. Davenport idi. Davenport, kalıtım kanunlarıyla Darwinizm’i birleştirmeye çalışan makaleleri ile tanınıyordu. Ne var ki bu makalelerde öne sürülen iddialar birer varsayım olmaktan öteye gitmiyordu. 1906 yılında, American Breeders Association’a (Amerikan Yetiştiriciler Birliği) öjeni üzerine çalışmalar yapmaları için ısrar etti. 1910 yılında Eugenics Record Office (ERO – Öjeni Kayıt Ofisi)’i kurdu. ERO, Station for Experimental Evolution (Deneysel Evrim Merkezi) için ayrılan bütçenin %13-29’unu alıyordu. Bu, ERO’nun dönemin diğer bilimsel kuruluşlarına göre daha fazla finanse edildiğini göstermektedir. Bu kuruluş, öjeni vahşetini yaygınlaştırmak için çalışacak birçok insana eğitim verdi. Verilen derslerin başında evrim teorisi ve öjeni kanunları geliyordu. Öğrencilere ayrıca Stanford-Binet gibi öjeni uygulamalarında yoğun olarak kullanılan bazı zeka testlerinin nasıl uygulanacağı ve değerlendirileceği de öğretildi.116

Amerikan Öjeni Cemiyeti, eyalet panayırlarında, öjeni dersleri veriyor ve sözde “en uygun” ailenin seçildiği yarışmalar düzenliyordu.

ERO tarafından eğitilen kişiler, alan çalışmaları yaparak veriler toplamakla görevlendirildiler. ERO topladığı bu verilerle, uygun olmadığını düşündüğü kişilerin evlenerek çocuk sahibi olmalarını engellemeyi hedefliyordu. 1924 yılında ERO tarafından, kısırlaştırma yasasının metni hazırlandı. Bu metinde hastalıklar suç sayılıp kişilerin kısırlaştırılmaları öneriliyordu.

İnsanların kendi istekleri dışında, zorla kısırlaştırılmaları aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir. Genetik bozuklukları olanlar, farklı hastalıklara sahip olan insanlar, fiziksel özürleri olanlar, akli dengesi yerinde olmayan kişiler şefkat ve merhamet duyulması gereken mazlumlardır. Din ahlakının hakim olduğu toplumlarda bu insanlar korunup gözetilir, ihtiyaçları en iyi şekilde karşılanmaya çalışılır. Öjeni vahşetini savunanlarınkendilerince “suça eğilimli” olarak tanımladıkları kişileri zorla kısırlaştırmaya çalışmaları veya onları yok etmeyi hedeflemeleri de zalimlikten başka birşey değildir. Bu insanlar gerekli kültür programlarına dahil edilerek eğitilebilir, topluma yararlı bir hale getirilebilirler. Söz konusu kişilerin ıslah edilmelerinin zor olduğu durumlarda bile, yapılması gereken bu kişileri yok etmeye çalışmak değil, olabilecek en vicdani ve adilane çözümü oluşturabilmek olmalıdır.

Nitekim ilerleyen dönemlerde Amerikalı kanaat önderleri ve toplum içindeki sağduyu sahibi insanlar, öjeninin tam anlamıyla bir vahşet olduğu gerçeğinin farkına varmışlar ve gerekli önlemleri alarak bu vahşetin uygulamadan kaldırılmasını sağlamışlardır. Ne var ki bu esnada Naziler, kısırlaştırma ile ilgili ilk uygulamalarında Amerikan yasalarını örnek almışlar ve 2 milyon kişiyi zorla kısırlaştırmışlardır.117

Buraya kadar ele alınan örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, sosyal Darwinizm’in yalan ve aldatmacalarla dolu telkinleriyle, insanlar birbirlerine karşı duyarsızlaştırılmakta, acıma, merhamet hisleri tamamen kaldırılarak, insanların birbirlerine adeta birer hayvan gibi muamele etmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu, din ahlakının insanlara kazandırdığı güzel özelliklere ve erdemlere tamamen zıttır. Kuran’da emredilen ahlakta, zayıf, bakıma muhtaç, kimsesiz veya hasta insanların bakılması, şefkat ve fedakarlıkla korunmaları vardır. Allah, iman edenlere her koşulda, kendilerinden önce diğer insanların rahatını sağlamalarını, daima sabır göstermelerini ve hep fedakarlıkta bulunmalarını emretmektedir. Allah Kuran’da, sabır göstererek iyilikte bulunanları şöyle müjdelemektedir:

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den korkuyoruz.
Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. (İnsan Suresi, 8-12)

Nazi Almanyası’nda Öjeni

Ian Kershaw tarafından yazılan ve 1998 yılında yayınlanan Adolf Hitler’in biyografisinde, 1920’lerin Almanyası’nda sosyal Darwinizm’in, öjeninin ve faşizmin iç içe geçtikleri belirtilmekte ve şöyle denilmektedir:

Entegral nasyonalizm, nasyonal sosyalizm, sosyal Darwinizm, ırkçılık, biyolojik anti-semitizm, öjeni, seçkincilik (elitizm) farklı ölçülerde birbirleriyle karıştılar…118

Bilim tarihindeki yanlışlar üzerine çalışmalar yapan Dr. Robert Youngsonise, yaptığı bir değerlendirmede, Nazilerin katliamlarının temelinde öjeni fikrinin yer aldığını ve öjeninin tarihin en büyük bilimsel yalanlarından biri olduğunu şöyle ifade eder:

Öjeninin bu karanlık yönünün sonucu, Adolf Hitler’in saf ‘Aryanlar’ın evlenmelerini teşvik ederek ve az gelişmiş genlere sahip olduklarını iddia ettiği altı milyon insanı öldürerek ‘efendi ırk’ı üretmeyi denemesiydi. Galton’u soykırım nedeniyle, hatta bu konuyu savunmasının getireceği sonuçları öngörmedeki başarısızlığı nedeniyle suçlamak pek adil olmayacaktır. Fakat yine de Galton kesinlikle öjeninin başlıca mimarıydı ve Hitler’de bu fikir saplantı halini almıştı. Dolayısıyla, sonuçları açısından bu görüş tüm zamanların en büyük bilimsel hatalarından birisi olarak nitelendirilebilir.119

Youngson, Galton’un akla ve bilime aykırı görüşlerini, yalnızca “bilimsel bir hata” olarak nitelendirmekle aslında çok “iyi niyetli” bir yaklaşım sergilemektedir. Galton ve benzerlerinin öne sürdükleri iddialar, dünya tarihinde eşine az rastlanır vahşet ve katliamın temelini oluşturmuş korkunç bir dünya görüşüdür. Nazi Almanyası, sosyal Darwinist dünya görüşü toplumlara tam olarak uygulandığında, ne büyük felaketlerin yaşanacağını görmek açısından tarihi bir ibret vakasıdır.

Naziler, kendilerince Aryan ırkını “kirleten” her ırkı, her “aşağı”, “eksik”, “kusurlu” ve “hasta” insanı öldürmeyi bir devlet politikası olarak kabul etmişlerdi. Hitler bu acımasızlığın nedenini kendince şöyle açıklıyordu:

Aryan ırkından olmadıkları için birçok çocuk ilgisiz, sevgisiz bırakılıyor, hatta türlü bahanelerle öldürülmeye veya kısırlaştırılmaya çalışılıyordu.

Çürüyecek insanlar… doğa uzun vadede zararlı öğeleri ortadan kaldırır. İnsan, tüm canlıların karşılıklı olarak birbirlerini yok etmelerini isteyen bu doğa kanunu karşısında tiksintiye kapılabilir. Kuş, bir yusufçuk tarafından kapılır, yusufçuk ise daha sonradan kendinden daha büyük bir kuş tarafından yutulacak diğer bir kuş tarafından yutulur… Doğanın kurallarını bilmek onlara uymamıza olanak sağlar.120

Hitler doğadaki ekolojik dengeyi sağlayan bazı olaylara bakarak, bunun insanlar için de geçerli olduğunu öne sürerken büyük bir yanılgıya kapılmıştı. Hayvanların bir diğerini yem olarak görmesi, insanların da kendilerinden güçsüz gördüklerini acımasızca yok etmeleri anlamına gelmez.

Hayvanlar şuuru olmayan varlıklardır. İnsanlar ise akıl, şuur ve vicdan sahibidirler ve iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı birbirinden ayırt etmek yeteneğine, olayları değerlendirme kabiliyetine sahiptirler. İnsanların hayvani bir yaşam sürmesi gerektiğini iddia edenler ise ancak Hitler gibi ruhsal dengesizliklerine kendilerince meşru  zemin oluşturmaya çalışanlardır. Nitekim Hitler, bu aldatmacaları ne kadar büyük bir saplantı haline getirdiğini şu sözleri ile de ifade ediyordu:

Eğer kutsal bir emri kabul edebilirsem o şu olacaktır: “Sen türleri koruyacaksın.” Bireyin yaşamına çok yüksek bir fiyat biçilmemelidir. Eğer birey doğanın gözünde önemliyse, doğa onu korumak için gerekli ilgiyi gösterecektir. Bir sineğin bıraktığı milyonlarca yumurta içerisinden, çok azı yumurtadan çıkar, ama yine de sinek ırkı gelişir.121

Oysa her insan hayatı, ırkı, cinsiyeti ve dili ne olursa olsun değerlidir. Vicdan sahibi bir insanın yapması gereken de, ırkına veya sahip olduğu fiziksel özelliklerine bakmadan tüm insanları korumak için elinden geleni yapmasıdır. Hitler’in ve diğer Nazi ideologlarının insan hayatını bu derece değersiz görmelerinin ve diğer milletlere karşı duydukları kin ve intikam duygularının insanlığın başına ne büyük felaketler getirdiğini ise II. Dünya Savaşı tüm insanlara göstermiştir. Ayrıca Hitler’in sapkın dünya görüşü yalnızca diğer ırklar için değil, Hitler’in kendi vatandaşları için de büyük bir belaya dönüşmüştür. Almanya’da yaygın bir şekilde uygulamaya geçirilen öjeni bunun örneklerinden biridir.

• Almanya’da Öjeni Hareketinin Tırmanışı

Kaiser-Wilhelm Enstitüsü’nün öjeni ile ilgili çalışmalarından bir örnek

1900 yılında, Alman sanayici Alfred Krupp tarafından en iyi makale yarışması düzenlendi. Yarışmada, “İç Politikayı Geliştirmek ve Yasalara Uygulamak İçin Darwinizm’in İlkelerinden Neler Öğrenebiliriz?” konusu üzerine yazılan en iyi makaleye ödül verilecekti.

Yarışmayı Wilhelm Schallmeyer kazandı. Schallmeyer, kültür toplumunu, ahlakı ve hatta “doğru” ve “yanlış”ı kendince yaşam mücadelesi kavramı ile açıklamaya çalışıyordu. Tüm kanunların bu kavramlara uygun hale getirilmesi gerektiğini; böylece beyaz ırkın Avustralya Aborijinleri ile aynı seviyeye düşmesinin engelleneceğini; toplum, fiziksel ve zihinsel açıdan zayıf insanları korudukça, gerilemenin kaçınılmaz olduğunu iddia ediyordu. Irksal hijyen vahşetinin Almanya’daki kurucusu ve sosyal Darwinist Dr. Alfred Ploetz, Schallmeyer’in çarpık fikirlerinin tamamını desteklediğini ve beyaz ırkın korunması gerektiğini açıkladı. Örneğin savaş zamanlarında ırkın korunabilmesi için, sadece ırksal açıdan aşağı olan kişilerin ön cepheye gönderilmesini ısrarla savundu. Ön safta savaşan askerler genellikle öldürüldükleri için, sözde “işe yaramayan zayıflar” ölürken, üstün olanların hayatta kalacaklarını iddia ediyordu. Daha da ileri giderek, doğumlar sırasında bir doktor grubunun hazır bulunmasını ve bebeğin yaşamak için yeteri kadar uygun olup olmadığına karar vermelerini, eğer uygun değilse çocuğu öldürmelerini önerdi.122

Yukarıdaki dehşet verici öneriler, Nazi iktidarından önce öjeni hareketinin atılmış ilk adımlarıydı. 14 Temmuz 1933 tarihinde, Nazi partisini iktidara getiren Mart seçimlerinden sadece 4 ay sonra, öjeni ve sözde “zihinsel hijyen” hareketi gittikçe yaygınlaşmaya başladı. O tarihten önce, öjenik amaçlarla kısırlaştırma uygulansa dahi kanuna aykırı idi. Ancak artık “Gelecek Nesillerde Kalıtımsal Hastalıkların Önlenmesi Yasası”, daha da iyi bilinen adı ile “Kısırlaştırma Yasası” kapsamında öjenik vahşetin serbestçe uygulanmasına izin veriliyordu. Bu zorbalığın baş mimarı, Münih Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü olan Kaiser-Wilhelm Enstitüsü Başkanı profesör Ernst Rudin idi. Rudin, Kısırlaştırma Yasası kabul edildikten kısa süre sonra, Nazi partisinden bazı avukat ve uzmanlarla birlikte, yasanın anlamını ve amaçlarını anlatan bir açıklama yayınladı. Yasanın amacı özetle, Alman idealine ulaşabilmek için ulusun, “saf olmayan ve istenmeyen” unsurlardan temizlenmesinin sağlanmasıydı.

Zavallı ve korunmaya muhtaç konumdaki bu insanların, öjeni dehşetinin ön gördüğü insanlık dışı muamelelere tabi tutulmaları ancak sosyal Darwinizm’in yalanları ile aldanmış kimseler tarafından kabul edilebilir bir durumdur. Bu insanların her biri yardım görmesi gereken hastalıklara ve acizliklere sahiptir. Aciz konumdaki insanlara diledikleri gibi davranabileceklerini düşünen Naziler, iktidarda oldukları dönem boyunca dehşet verici sahnelerin yaşanmasına neden olmuşlardır.

Almanya’da uygulamaya konulan bu ilkel yasaya göre, kısırlaştırma kişinin rızası olmadan da yapılabiliyordu. Resmi bir doktor, polisin yardımı ile, gerekirse zor kullanarak kısırlaştırmaya kanunen hak sahibiydi. Amerikalı sosyal Darwinist, ırkçı ve Nazi taraftarı Lothrop Stoddard, Into the Darkness – Nazi Germany Today (Karanlığa Doğru – Günümüzde Nazi Almanyası) adlı kitabında, Almanya’ya yaptığı bir ziyareti sırasında öjeni mahkemeleri hakkındaki izlenimlerinden söz etmektedir. Stoddard, halk sağlık hizmetlerinin verem bölümünden bir görevli ile yaptığı bir sohbette kendisine şunların söylendiğini ifade eder:

Veremli bir hastaya uygulanan tedavi o kişinin sosyal değerine göre belirleniyor. Eğer değerli bir vatandaş ise ve tedavisi mümkünse hiçbir harcamadan kaçınılmıyor. Eğer tedavi edilemez olduğuna karar verilirse yaşatmaya yönelik hiçbir şey yapılmıyor. Çünkü onu yaşatmak ne kendisine ne de topluma bir yarar getirmeyecek. Almanya ancak belli sayıda insanı doyurabilir. Biz Nasyonel Sosyalistler sadece sosyal ve biyolojik değeri olan insanlara bakmakla sorumluyuz.123

İslam ahlakında ise insanlar, maddi imkanları, mevkileri ve konumları ne olursa olsun tedavi olanaklarından eşit olarak faydalanma hakkına sahiptirler. Bir insanı fiziksel olarak bazı kusurları olduğu ya da varlıklı olmadığı için ölüme terk etmek, açıkça cinayet işlemektir. Bunu toplumsal alanda uygulamaya kalkışmak ise toplu katliam yapmak anlamına gelir.

Nazi Almanyası’nda, Kısırlaştırma Yasası giderek daha da genişletildi. 24 Kasım 1933 tarihinde, “kamu ahlakına karşı gelmeyi alışkanlık haline getirenler”in de kısırlaştırılmalarına karar verildi. Nazilerin “ırksal kirlenme tezleri”, böylece “kamu ahlakına karşı gelme suçu”nu da kapsıyordu. İlerleyen yıllar, Nasyonel Sosyalistlerin korkunç planlarının sadece kısırlaştırmadan ibaret olmadığını da gösterecekti.

• Nuremberg Yasaları

Nazilerin asıl hedefi için, Kısırlaştırma Yasası yeterli değildi. Sözde “arındırılmış Aryan ırkı”nı oluşturabilmek için, 1935 yılında Nuremberg Yasaları çıkartıldı. Bu yasalar, vahşetin ve ilkelliğin tescillenmiş haliydi. Söz konusu yasalarla, Aryan ırkının sözde arındırılacağı saplantısı kabullenilmişti.

Irk arındırma çalışmaları, ilk olarak devlet memurlarının soylarının araştırılması ile başladı. Aryan ırkına ait olmadığı düşünülen memurlar emekli olmaya mecbur edildiler. Nuremberg Yasaları Alman halkını ikiye ayırıyordu; devlete tabi olanlar ve siyasi haklar da dahil olmak üzere tam vatandaşlık hakkına sahip olanlar. Yahudiler, Çingeneler ve diğer ırklardan kişiler ise sadece tabi olanlardı, vatandaşlık haklarına sahip değillerdi. Nuremberg Yasaları’nın ikincisi olan “Alman Kanını ve Alman Onurunu Koruma Yasası” (kısaca “Kan Koruma Yasası” olarak bilinir) ulusun sözde ırk saflığını garanti altına almayı amaçlıyordu. Yeni yasaya göre, Alman vatandaşları ile Alman tabileri arasında evlilik yapılması suç sayılıyordu. Bunun da ötesinde bu yasa, “istenmeyen bireyler”in izole edilmeleri için gelecekteki uygulamalara bir temel oluşturmaktaydı.

• Üstün Irkı Belirleme Programları

Öjeni programında ilk adım, Nazilerin yanılgılarına göre üstün ve korunacak olan ırkın hangi özelliklere sahip olduğunu belirlemekti. Buna göre üstün ırkın özellikleri şöyleydi:

Sarışın, uzun boylu, uzun kafataslı, dar yüzlü, güçlü çeneli, yüksek kemerli dar burunlu, yumuşak saçlı, aralıklı açık renkli gözlü ve pembe-beyaz cilt rengine sahip.124

Hastalıklı ve saplantılı bir zihnin ürünü olduğu hemen anlaşılan bu ve benzeri kıstaslar hem bilime aykırıdır hem de ahlaken kabul edilebilir değildir. Daha önce de vurguladığımız gibi, insanları tenlerinin, gözlerinin, saçlarının rengine göre ayrıma tabi tutmak hiçbir mantıki veya ahlaki değer ile açıklanamaz.

 

 

Kafatası ölçümleri, saç renginin tespiti, ciğer hacmi ölçümleri ve parmak izleri öjenist amaçlar için kullanılıyor, “üstün” olmadığı düşünülen kişiler bu şekilde tespit ediliyordu.

 

 

 

 

Belirlenen bu akıl dışı kıstaslara rağmen, Nazilerin, ırkları birbirinden ayırmaları o kadar kolay olmuyordu. Bunun için kafatası ölçmek, bilimsel değeri olmayan bazı zeka testleri uygulamak dahil olmak üzere pek çok ilkel metodla insanlar üzerinde çeşitli ölçümler yaptılar. Gerekli üstün ırk özelliklerine sahip olduklarını düşündükleri kadınlar özel evlerde tutuldular ve bu ilkellik devam ettiği süre boyunca Nazi subayları tarafından hamile bırakıldılar. Bu gayri ahlaki “insan yetiştirme çiftlikleri”nde, babaları belli olmayan çocuklar dünyaya geldi. Bu çocuklar sözde üstün Alman ırkının gelecek nesli idi. Ancak, bu çiftliklerde hiç beklenmedik bir sonuç elde edildi. Bu çiftliklerde doğan çocukların IQ ortalamaları, anne babalarının ortalamalarından daha düşüktü.125

• T4 Ötenazi Programı: “Bilimsel” Cinayetler

Naziler tüm bu yasalarla birlikte çok daha inanılmaz uygulamaların temellerini atmış oldular. İnsanlık için utanç verici olan bu uygulamalardan biri de “zihinsel hastaların toplu katliamı” olarak açıklanabilecek olan “T4 Ötenazi Programı”ydı. Program adını, uygulamanın yürütüldüğü merkezin Berlin’deki adresinin baş harflerinden almaktaydı: Tiergartenstrasse 4.

Nazi Almanyası’nda ötenazi, sözde ırk temizliğini sağlamak için kısırlaştırmadan sonra başvurulan ikinci yöntem haline gelmişti. T4 ötenazi programı dahilinde, tedavisi mümkün olmayan, fiziksel veya zihinsel özürlü, ruhsal sorunları olan insanlar ve yaşlılar öldürüldüler. Bir yanda gaz odalarında masum bebekler, kadınlar, yaşlılar yalnızca farklı ırktan oldukları için soykırıma tabi tutulurken, diğer yanda aynı ırktan olmalarına rağmen zayıf ve güçsüz görüldükleri için binlerce mazlum acımasızca katlediliyordu. Hitler bu acımasız programı 1939 yılında başlattı ve 1941 yılına kadar resmi olarak bu uygulama devam etti. Ancak cinayetler 1945 yılında Nazilerin yenilgisine kadar gayri resmi olarak sürdürüldü.

Hitler, Nazi Almanyası için, gençlerin taşıdığı önemin farkındaydı. Nazizmin sapkın telkinleri ile yetişen yeni nesilin, Hitler’in takipçisi olması planlanıyordu. Bu nedenle, Hitler’in propaganda mühendislerinin özel ihtisas alanlarından biri de gençler oldu. Üstün fiziksel özelliklere sahip bazı gençler özel öjeni kamplarında biraraya toplanıyor ve bu kamplar özel üreme çiftlikleri gibi kullanılıyordu. Son derece sapkın ve ahlak dışı bu yöntemle, Alman halkının daha saf ve daha üstün bir hale geleceğine inanılmıştı. Öte yandan genç beyinler, Nazizmin sapkın fikirleri ile yıkanıyor, gençler körü körüne bu ideolojiye bağlanıyorlardı. Daha çocuk yaşlarından itibaren, Nazizmin batıl telkinleri ile zehirlenen bu gençler, neyin doğru neyin yanlış olduğunu dahi ayırt edemez bir hale getiriliyorlardı.
 

T4, “Geheime Reichssache” (Gizli Alman Hükümeti Meseleleri) olarak bilinen emir ve önlemleri de içeriyordu ve bunların yerine getirilmesinde görevli olan kişiler sessiz kalmaya mecburdular. Nazi dönemindeki ötenazi uygulamaları konusunda fazla bilgi edinilememesinin en önemli nedenlerinden biri, bu program dahilinde eğitilen ve kullanılan personelin daha sonra savaşın en tehlikeli cephelerine asker olarak gönderilmeleriydi. Bunlardan biri Yugoslavya cephesiydi. Bu ülkedeki direnişi yürüten Partizanlar, esir almak yerine tüm düşman askerlerini öldürmeleriyle tanınıyorlardı. Ötenazi tanıklarının büyük bir çoğunluğu da bu cepheye gönderilerek ortadan kaldırılmıştı.

Almanya’da sözde “Irksal Temizlik”in kurucusu olan Alfred Ploetz, Fundamental Outline of Racial Hygiene (Irksal Temizliğin Temel Taslağı) adlı kitabında, hastaların ve engellilerin öldürülmesinden ilk bahseden kişilerden biri oldu. Ploetz’in sapkın mantık örgüsüne göre, zayıfların ve hastaların korunmaları ve bakılmaları “ırkın korunması ve temizliği” açısından son derece yanlıştı. Bu sapkın düşünceye göre, zayıflar elenmeleri gereken yerde korunup yaşatılıyorlardı. (Oysa sağlıklı bir toplumda yapılması gereken budur. Zayıf olanlar korunur ve kollanır.) Ploetz, özürlü veya kusurlu doğan bir bebeğin, Doktorlar Kurulu tarafından verilecek az dozda morfinle hemen öldürülmesi gerektiğini öne sürecek kadar da  zalimdi.

Ploetz’i diğerleri de izledi. 1922 yılında hukukçu Karl Binding ve psikiyatrist Alfred Hoche The Release of the Destruction of Life Devoid of Value (Değersiz Hayatın Yok Edilme İzni) adında ötenaziyi savunan bir kitap yayınladılar. Kitapta, hastaların ve özürlülerin hem kendilerine hem de topluma yük olduklarını ve ölmelerinin büyük bir kayıp olmayacağını, bu “işe yaramaz” insanları hayatta tutmanın maliyetinin çok yüksek olduğunu ve devletin bu parayı çok daha verimli konulara harcayabileceğini iddia ettiler. Kendilerince çözüm olarak fiziksel ve zihinsel özürlülerin öldürülmeleri gerektiğini ileri sürdüler ve bunun için dini ve kanuni engellerin ortadan kaldırılmasını istediler.126 Hoche’un akıl dışı varsayımlarından biri de, insan hayatının korunması ile ilgili ahlaki değerlerin yakında yok olacağı, “gereksiz” hayatların yok edilmesinin toplumun hayatta kalabilmesi için bir zorunluluk haline geleceği idi.127

Hitler’in her türlü politikasının, insanları ölüme ve vahşete götürdüğünü temsil eden 1945 yılına ait bir karikatür.

Bunun ne derece korkunç bir öneri olduğunu daha iyi anlamak için, söz konusu kimselerin öne sürdükleri modellerin uygulamaya konulduğu bir toplumda bulunduğunuzu düşünmek yeterli olacaktır. Kulakları duymayan bir kız kardeşiniz, gözleri görmeyen anneniz, ruhsal sorunları olan bir komşunuz, ayakları tutmayan büyükbabanız, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa sahip olan büyükanneniz, yaşlanan babanız gözlerinizin önünde ölüme götürülse ve bu vahşeti yapanlar bunu sözde bilim adına, toplumun iyiliği için yaptıklarını iddia etseler ne düşünürdünüz? Hiç şüphesiz bu iddialarının hiçbir bilimsel yanı olmadığını gayet iyi anlar, sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanların katledilmelerinin büyük bir zalimlik olduğunu bilirdiniz. Bu iddiaların, bunalımlı zihinlerin ürünü hezeyanlar olduğunu kavramanız hiç de zor olmazdı. Uygulanan vahşetin size ve tüm tanıdıklarınıza tarifi mümkün olmayan acılar yaşatacağı da açıktır. İşte başta Nazi Almanyası olmak üzere öjeni histerisine kapılan pek çok toplumda bu tarz acılar yaşanmış, bu cinayetler söz konusu toplumların vicdanlarında derin yaralar açmıştır.

Unutulmamalıdır ki, evrimcilerin yaşanan zulümlerin büyüklüğünü göz ardı edip insanlara unutturmaya çalışmaları veya bu cinayetleri yok saymak için gayret etmeleri boşunadır. Üstü ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, gerçekler ortadadır. Darwinizm’in aldatmacalarının oluşturduğu ideolojik zemin nedeniyle insanlık çok büyük acılar yaşamış, büyük kayıplar vermiştir.

Aynı dönemde ötenazi vahşeti sadece Almanya’da değil başta ABD olmak üzere birçok ülkede yaygınlaşmaya başladı. ABD’de Rockefeller Enstitüsü’nden, Dr. Alexis Carrel’in, 1935 yılında Man The Unknown (Bilinmeyen İnsan) adlı kitabı yayınlandı ve bu kitap üç yıl içinde 9 ayrı dile çevrildi. Carrel, kitabının “The Remaking of Man” (İnsanın Yeniden Yapılması) adlı son bölümünde, toplumsal sorunlara sözde çözüm olarak öjeni ve ötenaziyi gösterdi. Zihinsel hastaların ve suçluların, uygun gazların bulundurulduğu küçük ötenazi enstitülerinde öldürülmeleri gerektiğini söyleyerek cinayeti şu sözlerle savunmaya çalışıyordu: 

Çok sayıda özürlü ve suçlu olması çözülmemiş bir sorundur. Bunlar, normal nüfus için büyük bir yüktür. Daha önce de dikkat çektiğim gibi, hapishanelerin ve akıl hastanelerinin bakımını sağlamak ve halkı gansgterlerden ve akıl hastalarından korumak için çok büyük meblağlara gerek vardır. Neden bu gereksiz ve zararlı varlıkları koruyoruz? Anormal olanlar, normal olanların gelişimini engellemektedir. Bu gerçekle dürüstçe yüzleşmek gerekir. Toplum neden suçlulardan ve akıl hastalarından daha ekonomik bir yaklaşımla kurtulmuyor? Sorumluyu sorumsuzdan ayırmaya çalışmaya, suçluyu cezalandırmaya, suç işlemesine rağmen ahlaki olarak masum olduğu düşünülenleri ayrı tutmaya devam edemeyiz.

Biz insanları yargılayacak yeterlilikte değiliz. Ancak toplum, sorun çıkaran tehlikeli unsurlara karşı korunmalıdır. Bu nasıl yapılabilir? Elbette, gerçek sağlığın daha büyük ve bilimsel açıdan daha gelişmiş hastaneler yaparak sağlanamayacağı gibi, daha büyük ve daha rahat hapishaneler inşa ederek bunu başaramayız. Almanya’da Hükümet aşağı türlerin, akıl hastalarının ve suçluların çoğalmasına karşı etkin önlemler almıştır. İdeal çözüm, bu tipteki tüm bireylerin tehlikeli oldukları ispat edildikten hemen sonra ortadan kaldırılmalarıdır…

Bu arada suçlulara karşı da çok etkin bir mücadele vermek gerekiyor. Belki de hapishaneler kaldırılmalıdır. Daha küçük ve az maliyetli kurumlar bunların yerini alabilir. Önemsiz suçlardan hüküm giymiş suçluların –daha sonrasında kısa süreli hastanede kalmaları şartıyla- kamçılanarak ya da başka bilimsel yöntemlerle ıslah edilmeleri düzenin sağlanması için büyük olasılıkla yeterli olacaktır. Daha büyük suçlar işleyenler gerekli gazların bulundurulduğu küçük ötenazi kurumlarında insanca ve az masraflı yöntemlerle yok edilmelidirler. Benzer yöntem, ceza gerektiren bir suçu bulunan, akli dengesi yerinde olmayan kişilere de uygulanabilir. Modern toplum kendini normal bireylere uygun olacak şekilde organize etme konusunda tereddüte kapılmamalıdır. Felsefi sistemler ve duygusal ön yargılar böyle bir gereksinime yol açmamalıdır. İnsan kişiliğinin gelişimi uygarlaşmanın nihai amacıdır.128

Dr. Carrell, kitabında suçluların ve topluma zarar verdiği düşünülen insanların katledilmelerinin en iyi ve en “ekonomik” çözüm olduğunu iddia etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, sosyal Darwinizm, toplumun sorunlarına çözüm ararken, olayların insani boyutlarını göz önünde bulundurmamakta, son derece mekanik, insaniyetsiz, acımasız ve zalim, insan vicdanıyla asla bağdaşmayan önlemler öne sürmektedir. İnsanların, özellikle de sözde “istenmeyen” insanların, hayvan veya eşya gibi kabul edilmesi gerektiğini iddia etmektedir.

Burada şu konuya açıklama getirmek gerekir: Suçla ve suç işleyenlerle mücadele, toplumlar için son derece önemlidir. Bu mücadele muhakkak fikri alanda yürütülmelidir. Hem suç işlemeye zemin hazırlayan ortamlar ortadan kaldırılmalı hem de suç işleyen insanlar çeşitli kültürel ve eğitsel programlar ile topluma kazandırılmaya çalışılmalıdır. Darwinizm’in insanı bir tür hayvan olarak gösteren yalanları, her türlü suça zemin hazırlamakta; cinayeti, hırsızlığı, tecavüzü, saldırganlığı ve her türlü kötülüğü sözde meşrulaştırmaktadır. İnsanlara önce suç işlemeyi kendilerince makul göstermek, sonra da suç işledikleri için onları katlederek cezalandırmayı öne sürmek, açıklaması olmayan bir durumdur. Bu nedenle, yeterince bilgi sahibi olmadıkları ya da bu iddiaların neden olabileceği felaketleri düşünmedikleri için evrim teorisini savunmaya devam edenlerin tehlikenin boyutlarının farkına varmaları son derece önemlidir. Suç işleyenleri “öldürmek” yoluyla topluma refah getirmeye çalışmak son derece vahşi, ilkel ve barbar bir yöntemdir. Suç oranını ve suçlu insanların sayısını azaltmanın en etkin ve kalıcı yolu, toplumu manevi açıdan güçlendirmek, bilgilendirmek, yaşam koşullarını geliştirmek, refah düzeyini artırmaktır. En önemlisi, toplumun dini inancını, Allah korkusunu ve sevgisini güçlendirmektir.  Allah’tan korkan, öldükten sonra, dünya hayatında yaptıklarının karşılığını ceza veya mükafat olarak alacağını bilen, Allah’ı seven bir insan, Allah’ın yarattıklarını da sever. Diğer insanlara sevgi ve saygı duyar, daima güzel ahlak gösterir. Bu anlayış bir toplumda ne kadar yerleşik olursa, o toplum o kadar çok refah ve huzur içinde olur, gelişip ilerler.

• Hitler’in Cinayetlere İzin Veren Gizli Emri

“Hitler’in Emri” olarak anılan bu yetki belgesinde, Hitler, Nazi doktorlarına gerekli gördükleri hastaları öldürme yetkisi vermektedir. Bu yetki, Nazi doktorlarının işledikleri suçlara sözde “yasal” bir temel oluşturmuştur.

Nazi Almanyası’nda çıkartılan ırkçı yasalardan sonra, sıra, halka öjeni uygulamalarını, özellikle ötenaziyi kabul ettirebilmeye gelmişti. Bunun için çok çeşitli propaganda yöntemleri kullanıldı. Bu yöntemlerin başında filmler geliyordu. Amaç, insanları “bu kadar çok işe yaramaz insanı yaşatmak için neden bu kadar çok çaba harcansın ki” yalanına inandırabilmekti. Gazetelerde, zihinsel özürlüler için ne kadar para harcandığına ve bu paranın başka hangi yararlı işlerde kullanılabileceğine dair haberler ve yazılar yayınlandı. Başlatılan kampanya o kadar büyüktü ki, okul kitaplarına kadar ulaştı.129

1938’lerin sonunda Almanya’da ilk ötenazi uygulamaları başladı. 1938’in sonlarına doğru Leipzig’den Knauer adında bir adam Adolf Hitler’e bir mektup gönderdi. Mektupta, kör, geri zekalı ve eksik uzuvları ile doğan çocuğunun hayatına son vermek için bir doktor istediğini yazdı. Mektubuna cevap olarak Hitler özel doktoru Profesör Karl Brandt’i Leipzig’e yolladı ve sonuç olarak çocuk, doktorlar tarafından öldürüldü.130

Hitler, Dr. Karl Brandt ve Philip Bouhler’e özel durumlarda ötenaziye izin verme yetkisi verdi. “Hitler’in Emri” olarak anılan yetki belgesinde şöyle deniyordu:

Bouhler ve Dr. Brandt, ismen belirlenecek olan bazı doktorların yetkilerini genişletmekten sorumludurlar. Buna göre, hastalık durumlarının tetkik edilmesi sonrasında insan sağduyusu –bu hastalar için- merhametli bir ölüm için karar verebilecektir.
İmza, A. Hitler. 131

Cinayeti günlük hayatın bir parçası haline getiren bu yetki, Nazi Almanyası’nın psikiyatristleri tarafından işlenen suçlara “yasal” temel oluşturmakla kalmamış, daha sonra Nuremberg davalarında ve diğer bazı davalarda, sanıkların bu yetkiyi bir emir olarak yorumlamaları, yaptıkları katliamları sözde hafifleten bir neden olarak öne sürülmüştür.

• T4 Ötenazi Programı Nasıl Uygulandı?

Hadamar Öldürme Merkezi’ndeki insan yakan fırınların tüten bacası.

1939 yılının ortalarında ötenazi programı ile ilgili hazırlıkların son safhası başlatılmıştı. Psikiyatri komitesi ve danışmanlar tarafından hazırlanan anketler Ekim ayında, akıl hastalıkları ile ilgili hastane ve kuruluşlara gönderildi. Anketteki sorular şunları içeriyordu: “Hastanın ismi, medeni durumu, milliyeti, en yakın akrabası, düzenli olarak ziyaret ediliyor mu, ziyaretçileri kimler, finansal sorumluluğu kime ait, ne kadar zamandır hastanede kalıyor, ne kadar zamandır hasta, teşhis, başlıca belirtiler, yatalak mı, zapt altında mı, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan veya şikayetten dolayı mı yatıyor, savaş yaralısı mı? Ve hastanın ırkı.” Bu anketler T4 programı içinde görev yapan öncü gruplar tarafından dağıtılıyordu.

T4 sisteminde, 4 öncü grup kurulmuştu ve herhangi bir soruşturma durumunda bu gruplar asıl kaynağı gizlemiş olacaklardı. T4’ün asıl ekibinden gelen emirleri bu öncü gruplar uyguluyorlardı. Herhangi bir hastane veya aile, ölüm emrini veya şeklini araştırdığında bu asıl gruba ulaşması, 4 öncü grubun ardında herhangi birini bulması mümkün değildi.

Bu dört gruba paralel olarak çalışan bir başka grup daha vardı ki, bunlar özellikle çocukların öldürülmesi konusunda uzmanlaşmışlardı. Bu grubun adı Realms Committee for Scientific Approach to Severe Illness due to Heredity and Constitution (Kalıtımsal ve Bünyeye Bağlı Olan Ciddi Hastalıklara Bilimsel Yaklaşım için Halk Komitesi) idi ve bu kuruluşa bağlı olarak çalışan iki alt grup daha vardı.Charitable Company for the Transport of The Sick (Hastaların Taşınması için Yardımseverler Birliği) adında olan organizasyon hastaları, öldürme merkezlerine taşımakla görevliydi. Charitable Foundation for Institutional Care (Kurumsal Bakım için Yardımseverler Vakfı) adındaki organizasyon ise son hazırlık ve düzenlemeleri yapmakla görevliydi.

Bernburg Öldürme Merkezi’nin farklı açılardan çekilmiş fotoğrafları.

Nazilerin insafsız uygulamalarından biri de, öldürülen hastaların ailelerinden “cinayetin masrafları”nın alınmasıydı; ancak aileler ödemeleri yakınlarının öldürülmeleri için yaptıklarını bilmiyorlardı.

Gelen anketler, akıl hastanesinde o hastalardan sorumlu olan doktor veya psikiyatristler tarafından dolduruluyordu. Anketler geri geldiğinde T4’ün psikiyatristleri ve diğer uzmanları tarafından değerlendiriliyordu. Hiçbir hasta muayene edilmiyor ve görülmüyordu. Bir hastanın öldürülüp öldürülmeyeceğine, bu anketlerdeki bilgilere göre karar veriliyordu.

Anketler gönderilmeye başlandığında bazı akıl hastaneleri ve uygun binalar, öldürme merkezleri ve cinayet eğitim okulları olarak kullanılmak üzere yeniden düzenlendiler. Binaların içindeki ölüm odaları, duş yerleri gibi kamufle edildiler.

Bu dehşet verici sistem şöyle işliyordu: Anket cevapları geldikten sonra, ölümüne karar verilen hastaların kaldıkları kuruma bir bildirge gönderiliyor ve savaş yaralılarına yer açılması veya bu hastaların daha iyi tedavi edilebilmeleri için başka yere alınacakları bildiriliyordu. Bu hastalar, öncü organizasyonlardan biri olan ve hastaları taşımakla görevli olan kuruluş tarafından toplanıyor ve öldürme merkezlerinden birine götürülüyorlardı. Bu merkezlere gelişlerinden sonraki birkaç saat içinde ise öldürülüyorlardı.

Öldürülenler sadece zihinsel açıdan tedavisi mümkün olmayan hastalar değildi. Ötenazi uygulaması hız kazandıkça, Naziler diğer kendilerince “istenmeyen” bireyleri de bu uygulamaya dahil ettiler. Ruhsal bozukluğu olanlar, şizofrenler, yaşlılıktan dolayı halsizlik çekenler, saralılar, felç, parkinson, doku sertleşmesi ve beyin tümörü gibi diğer organik nörolojik hastalığı olanlar için de ölüm emirleri verildi. Çocuklar da aynı şekilde öldürülüyorlardı, yetimhaneler ve ıslahevleri, katledilecek yeni adaylar için detaylıca araştırılıyordu.

Şu önemli noktayı belirtmek gerekir ki, öldürülen hastaların %50’si eğer yaşamalarına izin verilseydi iyileşme imkanı olan hastalardı.132

Daha önce de belirtildiği gibi, T4 operasyonlarını ve ölüm merkezlerini gizlemek için bunların sıradan akıl hastaneleri gibi görünmesine büyük bir önem verilmişti. Bu gerçek, Nuremberg davalarında KdF’nin (bu terim Führer’in Şansölyesi anlamında kullanılmaktadır) II. biriminin şefi ve ötenazi programının infazından sorumlu asıl kişilerden biri olan Viktor Brack tarafından itiraf edilmişti. Brack, Nuremberg davalarında, ölüm odalarına girerken hastaların ellerinde havlu ve sabun olduğunu ve gerçekten duş alacaklarını sandıklarını belirtti. Duşlardan ise, su yerine öldürücü gaz veriliyordu.

 

 

Büyük resimde, Bernburg Psikiyatri Hastanesi’nin maketi görülmektedir. Mavi oklar, ölüm bölgesine giden hastaların taşındığı yolu, daire içine alınan bina ise ölülerin yakıldığı yerleri ve gaz odalarını göstermektedir. Sağdaki resim: Sosyal bilimler alanında profesör olan Dr. Käthe Leichte 1940’ta Ravensbrück toplama kampına sevk edildi ve 1942’de gestapolar tarafından Bernburg Ötenazi Enstitüsü’nde zehirli gaz verilerek öldürüldü. Soldaki resim: Bir zooloji profesörünün kızı olan Margarita Singer ötenazi programı çerçevesinde öldürüldü.

 

 

 

Cinayetleri gerçekleştiren öğrencileri, Hitler’e bağlı yüksek rütbeli Nazi subayları seçiyordu ve bu kişiler çok katı bir şekilde eğitiliyorlardı. İlk başlarda cinayetleri izliyorlar, eğitimleri ilerledikçe hastaları odalara taşımaya ve ölüm gazını hastaların bulunduğu odaya vermeye başlıyorlardı. Bunun ardından hastaların can çekişmelerini izliyor ve öldüklerine emin olduktan sonra odaları havalandırıp cesetleri kaldırıyorlardı. Bu şekilde binlerce masum insanı katlettiler.

Tüm bu cinayetler çok sıkı güvenlik önlemleri altında gerçekleştiriliyor, dışarı en küçük bilgi sızdırılmaması için her türlü tedbir alınıyordu. Çünkü bu binalarda öldürülen kişiler, “başka ırktan” insanlar da değillerdi. Çoğu Alman veya Avusturyalı idi. Eğer Alman halkı, kendi vatandaşlarının bu şekilde öldürüldüklerini öğrenirse, Nazilerin bunu açıklamaları zor olacağı için her türlü güvenlik önlemi alınıyordu.

Bir tür cellat haline gelen öğrenciler, bir süre sonra cinayet işlemeye alışıyorlar, bu insanların yalvarışlarından, çığlıklarından ve can çekişmelerinden etkilenmemeye başlıyorlardı. Bu süreç içinde ise eğitmenleri tarafından çok dikkatli olarak gözlemleniyorlar, reaksiyonları not ediliyor ve buna göre haklarında rapor yazılıyordu. Ayrıca, bu öğrenciler kendi milletlerinden insanları sadece hasta oldukları için bu kadar kolay öldürebiliyorlarsa, sözde “aşağı ırktan” insanları daha kolay öldürebilecekleri hesaplanarak, ilerideki “daha geniş çaplı” uygulamalar için eğitiliyorlardı. Bu cinayetleri işlemeye dayanamayan veya tepki gösteren öğrenciler ise savaşın ön cephlerine gönderiliyorlar ve dahil oldukları bölüğün komutanı tarafından “intihar mangasına” alınıyorlardı.

Cellat olmak için eğitilen öğrenciler, yanık insan eti kokusuna, ölmekte olan insanların çığlıklarına ve can çekişmelerine karşı dayanıklı, ölüme götürdükleri insanlarla sanki duşa gidiyorlarmış gibi rahatça konuşabilen, soğukkanlı, “kusursuz katiller” olarak yetiştiriliyorlardı. Öğrenciler çeşitli şekillerde ödüllendiriliyor ve böylece teşvik ediliyorlardı. “Çeşitli ödüllerin” dışında, 2. Sınıf Alman Demir Haç Nişanı alıyorlardı. Bu nişanın verilme nedeni olarak ise, “Alman Hükümetinin Gizli Meseleleri” gösteriliyordu.

Halk zaman içinde bu enstitülerde neler olduğunu anlamaya başlayınca protestolar başladı. Bunun üzerine Hitler’in cinayetleri durdurma emri verdiği bildirildi. Ancak cinayetler durmadı, sadece yöntem değişikliğine gidildi. Artık öldürücü iğne veya aç bırakma gibi yöntemler kullanılıyor ve ölüler toplu olarak gömülüyordu. Bu şekilde ötenazi vahşeti savaş boyunca devam etti.

• Özel Hareket 14f13

 

 

 

 

Ötenazi programı dahilinde öldürülenlerin anısına inşa edilen bir anıt. altta: Milliyet gazetesi, 10 Ekim 2003 tarihli haber.

 

 

 

 

 

Pek çok “istenmeyen” akıl hastası ve sözde “faydasız insan” katledildi

kten sonra T4 programı, 14f13 kodu altında çalışma alanını genişletti. Program, akıl hastaneleri ve araştırma enstitüleri ile sınırlıyken şimdi, genellikle kaldıkları yerlerdeki koşullardan dolayı hastalanan Alman ve Avusturyalı mahkumlar ile toplama kamplarındaki Yahudilere, Polonyalılara ve Çingenelere yönelmişti. 14f13 operasyonunun başlangıç tarihi Aralık 1941’dir. Psikiyatristlerden oluşan özel komisyonlar T4 Berlin ekibine eklenmişti ve bu kişiler, hasta ve kendilerince istenmeyen şahısları seçerek, tıbbi bölümlerin ve hasta karargahlarının temizlenmesi amacıyla toplama kamplarına göndermişlerdi. Seçilen hastalar genellikle altı ölüm merkezinden birine yollanıyor ve orada öldürülüyorlardı. Toplama kamplarından seçilen insanlar genellikle çalışma kapasitelerine göre ayrılıyor, çalışamayacak durumda olanlar ölüme gönderiliyordu.

1943 yılında, öldürme istasyonlarından biri olan Hadamar’da çocuklar da öldürülmeye başlandı. Ancak bunların arasında kötürüm ya da zihinsel olarak engelli olanların dışında, barınaklarda, genç evlerinde ve yetimhanelerde kalanlar da vardı.133

Merhametsizliğin ve Acımasızlığın Kökeni Dinsizliktir

… Hayır adına her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir. (Nisa Suresi, 127)

Nazi Almanyası, sosyal Darwinist düşüncelerin pratikte uygulanması ile, bir toplumun ne hale geleceğinin, insanların ne tür zalimliklere maruz kalacağının açık bir göstergesidir. Irkçı teorileri eleştiren The Emperor’s New Clothes (İmparator’un Yeni Kıyafetleri) isimli kitabın yazarı evrimsel biyoloji profesörü Joseph L. Graves Jr., Darwinizm’in yol açtığı Nazi Almanyası trajedisi için şu yorumda bulunur:

Nazi Almanyası’nın yaşadığı trajedi, öjeninin, ırksal hiyerarşinin ve sosyal Darwinizm’in iddialarının benimsenmesi durumunda neler olabileceğinin en açık örneğidir.134

Bu kimselerin nasıl olup da bu kadar büyük bir kin, nefret, duyarsızlık, acımasızlık ile dolu oldukları, nasıl olup da insan düşmanı katillere dönüştükleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu sorunun cevabı açıktır: Darwinist öğretiye göre eğitilmiş, insanı değersiz bir hayvandan farksız gören, yaşamın bir mücadele alanı olduğunu zanneden ve bu mücadelede ayakta kalmak için her türlü kötülüğü kendince meşru gören insanların acımasız bir toplum düzeni oluşturmaları kaçınılmazdır. İnsanı, Allah’ın yarattığı ve ruhundan üflediği, vicdan ve akıl sahibi, değerli bir varlık olarak görmeyi reddeden, insanın hayvan ve bitkilerden farksız bir organizma olduğunu sananların, toplu cinayetler işlemeleri, zavallı insanların yalvarışlarından ve çektikleri acılardan hiç etkilenmemeleri son derece doğaldır. Böyle bir insan kendisine veya çıkarlarına bir zarar geleceğini düşündüğünde diğerlerini hiç acımadan, merhamet etmeden kolaylıkla öldürebilir, onları mutsuzluk, fakirlik, yokluk ve zulüm içinde bir hayata terk edebilir. Bu kadar zalim birinin, hastaları koruması, düşkünlere yardım etmesi, fedakarlıkta bulunması beklenemez. Böyle biri hasta ve yaşlı olan anne-babasını dahi korumayacaktır. Sakat kardeşine bakmayı gereksiz bir zaman, enerji ve para kaybı olarak görebilecektir. Bu sapkın dünya görüşü yaygınlaşırsa, yöneticilerden aile bireylerine, doktorlardan eğitim görevlilerine kadar her insan, bu sapkınlığın etkisi altında davranacaktır. Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda, fedakarlık, sabır, merhamet, şefkat, sevgi, saygı, vefa gibi erdemlerin yaşanması mümkün değildir. Gerçek din ahlakının hakim olmaması her topluma benzer yıkım ve felaketler getirmiştir.

Kadınları Aşağı Gören Bir Teori 

Sosyal Darwinizm’in ırkçılığa, faşizme ve emperyalizme -ve diğer yandan da komünizme- sağladığı sözde bilimsel destek genelde bilinen ve çokça yazılan bir konudur. Pek bilinmeyen bir gerçek ise, Charles Darwin de dahil olmak üzere pek çok Darwinist’in, kadınların hem biyolojik hem de zihinsel olarak erkeklerden aşağı oldukları yanılgısına inanmasıdır. Darwinistlerin erkekler ile kadınlar arasında var olduğunu iddia ettikleri zihinsel fark o kadar önemli boyutlardadır ki, bazı evrimciler kadın ve erkeği iki farklı fiziksel türe ayırmışlardır; erkekler Homo frontalis, kadınlar ise Homo parietalis.137

Darwin’in, kadınları kendince “aşağı” bir tür olarak tanımlamasının nedeni, doğal seleksiyona dayalı bir dünya görüşüne sahip olmasıdır. Darwinistlerin bu bilim ve akıl dışı görüşüne göre erkekler kadınlara oranla, savaşmak, eş bulmak, yiyecek ve giyecek edinmek için rekabet etmek gibi konularda daha çok seçilime uğramaktadırlar; kadınlar ise tarih boyunca bu tür seçilimlerden uzak kalmışlardır. Bu bilimsel dayanağı olmayan çıkarıma göre, doğal seleksiyon erkekler üzerinde çok büyük bir güç uyguladığı için, erkekler her alanda daha üstün konuma gelmişler, kadınlara göre daha çok evrimleşmişlerdir. İlerleyen sayfalarda da inceleneceği gibi, Darwin’in bu çıkarımı bilimsel bulgulara dayanmamaktadır, tamamen evrimci ön yargıların sonucunda hayali olarak ortaya atılmıştır.

 

 

Darwin, evliliği “bir köpeğin arkadaşlığındansa bir kadınınki daha iyidir” düşüncesiyle kabul ettiğini belirtmiştir. Bu sözleri Darwin’in kadınlara bakış açısının bir özetidir. Aşağıda Darwin ve eşinin bulunduğu bir resim görülmektedir.

 

 

 

Birçok araştırmacı, Darwin’in doğal seleksiyon hakkındaki görüşlerinin cinsiyet ayrımcılığını teşvik ettiğini ortaya koymaktadır. Örneğin tarih ve felsefe profesörü Evelleen Richards, “Darwin’in kadınların doğası hakkındaki görüşlerinin evrim teorisine de yansıdığı ve bu nedenle nesiller boyunca (sözde) bilimsel kadın ayrımcılığını beslediği” sonucuna varmıştır.138 Evrimci bilim yazarı Elaine Morgan ise, Darwin’in biyoloji, etnoloji ve diğer bazı bilim dallarını kullanarak, erkekleri, kadınların “aşağı ve değiştirilemez şekilde ikinci sınıf olduklarını” düşünmeleri için teşvik ettiğini belirtir.139

Evrimci bilim adamı John R. Durant’ın belirttiği gibi, ırkçılık ve cinsiyet ayrımı evrim teorisinin belli başlı sonuçlarından ikisidir:

Darwin, görüşünü hayvan ve insanların görünümleriyle ilgili bazı gözlemlere dayandırdı. Küçük beyinleri ve kavrayışı daha kuvvetli kollarıyla mantıktan çok içgüdünün hakim olduğu bir yaşam sürdükleri söylenen vahşiler, doğa ve insan arasında orta bir konuma yerleştirilmişlerdir. Daha sonra Darwin bu sıralamayı, çocukları ve doğuştan geri zekalı kişileri ve aynı zamanda kadınları da dahil etmek amacıyla genişletmiştir. Darwin, kadınların sezgi, hızlı algılama ve belki taklit gibi güçlerinin, aşağı ırkların, dolayısıyla eski ve aşağı medeniyet düzeyinden insanların özelliklerine benzer olduğunu düşünüyordu.140

Durant’ın söz ettiği Darwin’in yanılgıları, İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle geçmektedir:

 

İnsan, Allah’ın yarattığı ve ona ruhundan üflediği bir varlıktır. Bu nedenle, hayvanlardan farklı olarak sevgi, şefkat, merhamet, saygı gibi duygulara sahiptir.

… Size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir… (Rum Suresi, 21)
 

Genellikle kadınlarda, sezgi, hızlı kavrama ve belki taklit gücü gibi özelliklerin, erkeklere oranla çok daha belirgin olduğu itiraf edilir; ancak bu yeteneklerden -en azından- bazıları, aşağı ırklara ve bu nedenle de eski ve aşağı medeniyet düzeyine ait özelliklerdir.141

Darwin’in kadınlar ve evlilik hakkındaki genel düşünceleri de göz önünde bulundurulduğunda, kadınları ikinci sınıf varlıklar olarak gördüğü ve onları küçümsediği açıkça görülmektedir. Darwin bu bilim dışı görüşünü teorisine de yansıtmıştı. Evliliğin neden yararlı olduğunu kendince şöyle açıklıyordu:

Çocuklar, daimi bir arkadaş, ilgi gösterecek (ileri yaşta arkadaş), sevilecek ve oyun oynanacak biri… Herşeye rağmen bir köpekten daha iyi bir şey. Ev ve evle ilgilenecek bir kişi. Müzik ve havadan sudan konuşmalar. Bunlar sağlık için iyi şeylerdir.142

Kısacası Darwin, evliliği “bir kadının arkadaşlığı ne de olsa bir köpeğin arkadaşlığından daha iyidir” mantığı ile gerekli görüyordu. Darwin evlilikle ilgili ifadelerinde, bütün hayatını birlikte geçirecek iki insanın arasındaki dostluk, sevgi, saygı, bağlılık, sadakat, yakınlık, samimiyet ve güven gibi özelliklerden hiç söz etmiyordu. Darwin evlilik için ayrıca şunları söylemekteydi:

Allah kadınlarla erkekleri eşit olarak yaratmıştır. İmanın kendisine kazandırdığı akılla hareket eden bir kişi, kadın olsun erkek olsun güzel başarılar kazanabilir.

Zaman kaybı; akşamları okuyamazsın, şişmanlık ve tembellik, endişe ve sorumluluk, kitaplar vs. için daha az para ayırmak, eğer çok çocukluysanız geçim sağlama baskısı… belki karım Londra’yı sevmeyecek, o zaman ceza, uyuşuk ve tembel bir aptalla sürgün hayatı olacak.143

İnsanların hayvanlardan temel bir farkı olmadığını, özellikle kadınların ve çocukların hayvanlara daha yakın varlıklar olduğunu sanan bir insan için bu akıl ve vicdan dışı ifadeler son derece doğaldır. Eşini ve çocuklarını aşağı bir tür olarak gören bir insan elbette ki onlara sevgi, saygı duymayacak; onlar için fedakarlıkta bulunmak, onlara güzellikler sunmak istemeyecek; menfaatine uygun olmadığı sürece onlarla ilgilenmeyecektir. Aslında Darwin’in ifadeleri, Darwinist ahlakta insan sevgisinin, yakınlık ve dostluğun yaşanamayacağını bir kez daha göstermektedir.

Darwin, kendince erkeklerin kadınlara göre daha üstün oldukları iddiasını ise şöyle ifade etmiştir:

İki cinsin zihinsel güçleri arasındaki en temel farklılığı, erkeklerin derin düşünme, mantık, hayal gücü veya sadece duyu ve ellerin kullanımını gerektiren her işte kadınlardan daha yüksek mevkilere ulaşmaları göstermektedir. Şiir, resim, heykeltraşlık, müzik, tarih, bilim ve felsefe konularında önde gelen kadın ve erkeklerin listesi yapılmış olsaydı, iki listeyi karşılaştırabilmek mümkün olmazdı. Bay Galton’un, Hereditary Genius (Kalıtsal Dahi) adlı kitabında çok iyi ifade ettiği gibi, eğer erkekler, birçok konuda, kadınlar üzerinde tartışılmaz bir üstünlüğe sahip iseler, o zaman erkeklerin ortalama zihin gücünün kadınlarınkinden yüksek olması gereklidir sonucunu, ortalamalardan sapma kanunundan çıkarabiliriz.144

Kuşkusuz Darwin bu yanılgıyı öne sürerken, hiçbir bilimsel delile dayanmıyordu. Darwin’in kadınlar hakkındaki bu taraflı ve ön yargılı iddiaları, hızla Darwin’in çağdaşı bilim adamları arasında yayıldı.

 

Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)

 

Cenevre Üniversitesi’nde doğa tarihi profesörü olan materyalist Carl Vogt, Darwin’in vardığı bütün sonuçları –hiçbir bilimsel değerlendirmeye tabi tutmadan- kabul ediyor ve “çocuk, kadın ve bunak beyazın yetişkin bir zenci ile aynı zihinsel özelliklere ve kişiliğe sahip olduğunu, dolayısıyla bunların aşağı sınıftan olduklarını iddia ediyordu.145 Vogt daha da ileri gitmiş ve kadınların erkeklerden çok, aşağı hayvanlara daha yakın oldukları yalanını öne sürmüştü. Vogt’un yanılgılarına göre, kadın, evrimi erken durduğu için “gelişimi engellenmiş bir erkekti”.146 Vogt’un bir başka sapkın iddiasına göre de, medeniyet ilerledikçe kadınla erkek arasındaki uçurum daha da açılıyordu, örneğin Avrupa’nın ileri toplumlarında bu fark çok daha büyüktü.147 Darwin, Vogt’un hezeyanlarından oldukça etkilenmişti ve onu en önemli taraftarları arasında saymaktan onur duyuyordu.148

Tarihin pek çok devrinde ve Darwin’in yaşadığı dönemde, -toplumların cehaleti ve geri kalmışlığı nedeniyle- kadınların birçok alanda geri planda tutulmaya çalışıldıkları ve bunun büyük oranda gerçekleştiği doğrudur. Ancak bu tamamen yerleşik kültürden, toplumun ve çevrenin etkisinden kaynaklanan bir durumdur. Darwin ve taraftarlarının iddia ettikleri gibi asla biyolojik bir geride kalma değildir. Allah, kadını ve erkeği eşit olarak yaratmıştır. Erkeğin kadına üstün olduğunu iddia edip, kadınları bu yolla baskı altına alıp onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapmak, din ahlakının yaşanmadığı toplumlara has bir ilkelliktir. Günümüzde, eşit fırsatlar verildiğinde kadınların da en az erkekler kadar başarılı, zeki ve yetenekli oldukları bilinmektedir ve bunun sayısız örneği bulunmaktadır.

Kafatası Ölçümlerine Dayanan Cinsiyet Ayrımcılığı

Bazı evrimci bilim adamları, kadınların daha “aşağı” olduklarını göstermek için kendilerince kadınların beyin kapasitelerinin daha küçük olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. İlk önceleri, kadınların kafatası ölçülerini almak gibi son derece aşağılayıcı ve mantık dışı yöntemlere başvurdular. Beyin ne kadar büyükse zekanın da o kadar gelişmiş olduğunu sandıkları için (bunun bilimsel açıdan geçerli bir kıyas olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir), kafataslarını kıyaslayarak kadınların aşağı olduklarını kanıtlayacaklarını iddia ettiler. Bu, aslında Darwin’in kitabında söz ettiği bilim dışı yöntemlerden biriydi:

Farklı zihinsel yetenekler aşamalı olarak kendi kendilerine geliştiklerinde, beynin büyüyeceği neredeyse kesindir… İnsan beyninin vücuduna göre büyük oranı -aynı oran goril ve orangutanınki ile kıyaslandığında- insanın gelişmiş zihinsel güçleriyle yakından bağlantılıdır… İnsan beyninin büyüklüğü ile zihinsel yeteneklerin gelişimi arasında -vahşilerin ve medeni ırkların, eski ve günümüz insanlarının kafataslarının karşılaştırılması ve tüm omurgalı serisinin benzerlikleriyle desteklenen- bir çeşit yakın ilişki bulunur.149

Darwin’in içinde bulunduğu ilkel bilim koşullarında öne sürdüğü iddiasına göre, kafatası ölçüleri ve beyin hacimleri üzerine yapılan çalışmaların neticeleri evrim teorisini destekleyen veriler ortaya koyacaktı. Ne var ki, bilimsel veriler ve araştırmalar bu iddianın tam tersini ortaya koydu. Farklı kafatası ölçüleri ya da beyin hacimleri hiçbir şekilde evrimi destekleyici bilgi sunmuyordu. Nitekim bu ölçümlerin bilimsel açıdan geçerli bir kıyas olmadığı bugün artık kesin olarak kabul edilmektedir.

Aryan olup olmadıklarının anlaşılması için pergel ve cetvel kullanılarak kafatasları ölçülen Almanlar.

Kadınların sözde aşağı cins olduklarını kraniyolojiyi (kafatası bilimini) kullanarak kendince ispatlayabileceğini sanan bilim adamlarından biri de Paul Broca’ydı. Fiziksel antropolojinin kurucularından sayılan Broca, insan gruplarının kafataslarını ölçerek onlara değer biçmek gibi ilkel yöntemler kullanan ve bu ilkelliği savunan biriydi.150 Broca, yaptığı sözde bilimsel ölçümlerin ardından şu çarpık mantığı öne sürmüştü: Genel olarak beyin, yaşlılara oranla yetişkinlerde, vasat bir erkeğe göre seçkin bir erkekte ve aşağı ırklara göre üstün ırklarda daha büyüktür… Diğer şeyler eşit olduğu durumda, zekanın gelişmesiyle beynin hacmi arasında önemli bir ilişki bulunmaktadır.151

Broca özellikle kadınlarla erkekler arasındaki zihin ve kafatası yapısı farklılıkları ile de ilgileniyordu. Topladığı kafatası ölçümlerini ön yargılı yorumlarla değerlendirmiş ve kadınların zihinsel olarak daha aşağı oldukları varsayımını ortaya koymuştu.152 Broca ayrıca, kadınlarla erkekler arasındaki beyin farklılığının kendi döneminde dahi giderek daha büyük hale geldiğini iddia etmişti. Oysa bu iddiasını delillendirebileceği bilimsel bir verisi yoktu. Bu iddiasını kendince destekleyebilmek için bir başka bilim dışı varsayım ortaya atmıştı: Ona göre bu artan farklılığın nedeni, baskın erkekle pasif kadın üzerinde farklılaşan evrimsel baskıydı.153

Broca’nın ortaya koyduğu sonuçların bilimsel bir değer taşımadığı günümüz evrimcileri tarafından da itiraf edilmektedir. Gould, Broca’nın bilimsel olmayan bu sonuçları için şu yorumu yapmıştır:

Broca’nın verileri özenle seçilerek biraraya getirilmiş ve daha sonra, önceki sonuçlar doğrultusunda bilinçsizce kullanılmışlardır.154

Başka bir deyişle Broca, elde ettiği verileri evrim teorisinin aldatmacalarına göre “bilinçsizce” ve ön yargıyla yorumlamıştı.

Kafatası ölçülerini kullanarak kadınları kendince aşağı gören evrimciler arasında sosyal psikolojinin kurucularından Gustave Le Bon da vardı. Le Bon şöyle diyordu:

En zeki ırklarda… çok sayıda kadının beyninin büyüklüğü, en gelişmiş erkek beyninden çok gorillerinkine daha yakındır. Bu aşağılık o kadar belirgindir ki, hiç kimse bir an için bile buna karşı çıkmaz; tartışmaya değecek olan sadece bu durumun derecesidir… Kadınlar… insan evriminin en aşağı formlarını temsil ederler ve… yetişkin, medeni bir erkekten çok, çocuklara ve vahşilere daha yakındırlar. Kararsızlık, tutarsızlık, düşüncesizlik, mantıksızlık ve muhakeme yetersizliği gibi konularda üstünlük sergilerler. Şüphesiz ki, seçkin kadınlar da vardır… ancak onlara, çift başlı bir goril gibi ucubelerin doğumu kadar ender rastlanır; sonuç olarak, onları tamamen göz ardı edebiliriz.155

Darwinistler, diğer pek çok iddialarında olduğu gibi kadınlar hakkındaki iddialarında da yanılmaktadırlar. Kadınların müşfik, sevecen, merhametli, ince düşünceli yapıları onları evrimcilerin sandığı gibi geri bırakan değil tam tersine daha da üstün kılan özelliklerdir. İnsanı bir tür hayvan gibi görmeye kodlanmış olan evrimciler, bu tarz insani özellikleri kendilerince geri kalmışlık olarak değerlendiriyor olabilirler. Ancak bunlar insanın yaşam kalitesini artıran çok önemli ve güzel özelliklerdir. Sanat, edebiyat, teknoloji gibi pek çok alanda gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlayan, evrimcilerin varlığını asla kabul etmek istemedikleri söz konusu insani özelliklerdir.

Bilim Darwin’i Bir Kez Daha Yalanlıyor

Her ne kadar Darwin ve bazı çağdaşları, kafatası ölçümleri yaparak insanları ırklarına ve cinsiyetlerine göre “aşağı” veya “üstün” diye sınıflandırmış olsalar da, Darwin’in pek çok iddiası gibi bu da günümüzde bilim tarafından geçersiz kılınmıştır. Kafatası ve beyin büyüklüğünün zeka veya zihinsel kapasite ile bir ilgisinin olmadığı anlaşılmıştır.

Beyin büyüklüğü ile zekanın doğru orantılı olmadığı aslında doğada açıkça görülmektedir. Örneğin fillerin ve balinaların beyinleri insana göre çok daha büyüktür. Ancak insanın tüm bu canlılardan daha zeki olduğu açıktır. Bunun dışında günümüzde insanların kafatası hacimleri 700 cc ile 2.200 cc arasında değişiklik göstermektedir.156 Fakat bu farklılıklar, insanların zekaları arasındaki farklılığı belirler nitelikte değildir.

Kafatası ölçümleri dışında, genetik bilimi de Darwin’in kadın ve erkek arasındaki farklılıklarla ilgili iddialarının doğru olmadığını ortaya çıkarmıştır. Kalıtım kanunlarına göre erkek, hem kız hem de erkek çocuklarına genlerini aktarabilmektedir. Eğer erkek, Darwin’in iddia ettiği gibi biyolojik olarak “üstün” özelliklere sahipse, o zaman onun kız çocuğu da biyolojik olarak aynı üstün özelliklere sahip olabilecek, dolayısıyla hem kadınlar hem de erkekler aynı özellikleri paylaşabilecektir. Ancak Darwin ve çağdaşları genetik bilimi hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Hatta Darwin, bir türün elde ettiği özelliklerin sadece bir cinsten geldiğini öne sürebilecek kadar bu konuda bilgisizdi.157 Darwin ayrıca dahilik, hayal gücü ve mantık gibi üstün özelliklerin kızdan çok erkek çocuğa aktarıldığını öne sürecek kadar cahilce açıklamalarda bulunmuştu.158

 

 

 

 

Darwin’in tezleri bilimsel bulgulara değil, yaşadığı Viktorya döneminin kültürüne ve ilkel bilim anlayışına dayanıyordu.

 

 

 

 

Kuran Ahlakına Göre Kadın ve Erkek Eşittir,
Üstünlük Ahlaka Göredir

…Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam…
(Al-I imran Suresi, 195)

Kuran ahlakında, erkek ve kadın arasında hiçbir fark yoktur. Allah Kuran’da kadınlara ve erkeklere eşit sorumluluklar yüklemiş, hepsini aynı konulardan sorumlu tutmuştur. Bir insanı Allah Katında üstün kılan, kadın veya erkek olması değil, Allah korkusu, Allah’a olan derin sevgi ve bağlılığı ve güzel ahlakıdır. Rabbimiz bir ayetinde, kadın olsun erkek olsun iyi ve güzel davranışlarda bulunan kimselerin en güzel şekilde ahlaklarının karşılığını alacaklarını şöyle haber vermiştir:

Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)

Allah Kuran’da kadın olsun erkek olsun iman eden bir kimsenin sahip olması gereken özellikleri şöyle açıklamıştır:

Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

Allah’ın ayette bildirdiği gibi her insanın, cinsiyeti göz önünde bulundurulmaksızın, sorumlulukları aynıdır. Bu sorumlulukları eksiksiz yerine getiren, yalnızca Allah’a yönelip dönen ve Allah’tan korkup sakınan erkek ve kadınları Allah şu şekilde müjdelemiştir:

Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevab verdi: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam… (Al-i İmran Suresi, 195)

Darwinistlerin kıstas olarak aldıkları zihinsel özellikler de, Allah’ın insanlara cinsiyet ayrımı olmaksızın verdiği yeteneklerdir. Allah bir ayette “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir…” (Enfal Suresi, 29) buyurmaktadır. Allah’ın ayette bildirdiği gibi, muhakeme yeteneği ve dolayısıyla akıl, cinsiyete göre değil, Allah korkusuna göre gelişir.

İmanın kendisine kazandırdığı akıl ile hareket eden her insan, kadın olsun erkek olsun, pek çok konuda başarı elde edebilir, üstün özellikler kazanabilir. Samimi olarak iman eden bir kişi ise en çok Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için çaba harcar.

Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.(Kehf Suresi, 30)

 

Darwinizm ve Ahlaki Çöküntü 

Ahlaki dejenerasyonda sürekli artış; birkaç jenerasyon önce ayıplanan, kötülenen, yasaklanan, onaylanmayan davranışların zaman içinde yavaş yavaş kabul görmeye başlaması, hatta bir süre sonra özenilen, yaygınca uygulanan bir davranış haline gelmesi çoğu insanın fark etmediği ama son derece önemli bir sorundur. Toplum içinde saldırganlığın, sahtekarlığın artması, eşlerin birbirlerini kolayca aldatabilmeleri, hatta kimi zaman her iki tarafın bunu kabul etmesi, boşanmaların artması, yakın zamana kadar ahlaksızlık olarak bilinen yaşam şekillerinin ve davranışların “farklı seçim”, “marjinallik” adı altında sözde meşru görülüp yaygınlaşması, homoseksüellik gibi sapkınlıkların kabul görmesi, uyuşturucu ve alkol bağımlılığında ciddi bir artış olması, soygun, dolandırıcılık, yankesicilik gibi olayların sayısının artması, insanların daha kolay cinayet işler hale gelmeleri, suç oranlarının ve suça eğilimin artması, insanların birbirlerine sevgi ve saygılarının kalmaması, dedikodunun yaygınlaşması, ahlaki dejenerasyonun ortaya çıkış şekillerinden sadece birkaçıdır. Özellikle bazı Batılı ülkelerin içinde bulunduğu durum, söz konusu dejenerasyonun ne derece tehlikeli olduğunu açıkça göstermektedir.

Phillip E. Johnson ve kitabı Darwinizm’i Yenmek

Tüm bu olumsuzlukların kökeninde, insanların niçin var oldukları sorusuna verdikleri yanlış cevaplar yatmaktadır. İnsan gerçekte, kendisini yoktan yaratmış olan Yüce Allah’ı tanımak için vardır. İnsanın kalbi, ancak Allah’ı anarak huzur bulur; Allah “… Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Rad Suresi, 28)buyurarak, insanların yanlış yerlerde aradıkları huzurun tek gerçek kaynağını bildirmektedir. İnsana dünya üzerinde mutluluk ve huzur verecek olan yaşam biçimi de, Allah’ın insanlara emrettiği din ahlakıdır.

İşte bu gerçeğin göz ardı edilmesi, ahlaki dejenerasyon meydana getirmekte, bu da mutsuz, ümitsiz, depresif insanlar oluşturmaktadır.

Bu ahlaki çürümeyi meydana getiren en büyük etkenlerden biri de, insanı Allah’ın kulu olarak değil, tesadüfen ortaya çıkmış bencil bir hayvan olarak tanımlayan Darwinist ideolojidir. Bu bilim ve akıl dışı iddiaya göre, insanın, hayvanlardan farklı kanunlara ve ahlaki değerlere sahip olması beklenmemelidir. Hayat bir mücadele yeridir ve insan hayatta kalabilmek ve başarılı olabilmek için diğer insanlarla kıyasıya mücadele etmeli, acımasız olmalıdır. Bu ise güzel ahlaka dair özelliklerin hiçe sayılması demektir. California Berkeley Üniversitesi profesörü Phillip E. Johnson, Defeating Darwinism (Darwinizm’i Yenmek) adlı kitabında, 1960’lı yıllardan itibaren, dini inançların zayıflaması ve materyalist dünya görüşünün hakim olmasıyla, toplum hayatında ortaya çıkan olumsuzluklardan şöyle söz etmektedir:

1960’ların İkinci Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni oluşturduğunu söylemek neredeyse doğru olacaktır; bu bazı insanların Allah’tan kopup ayrılmalarının bildirgesidir. Bu tür bir bildirimin arkasından çok daha ileri boyutlarda ahlaki ve hukuki sorunlar doğması beklenmelidir, gerçekten de böyle oldu… 159

Michael Denton ise, 20. yüzyıla damgasını vuran belaların Darwinizm göz önünde bulundurulmadan değerlendirilemeyeceğini belirtir ve şöyle der:

Darwinist devrim olmadan yirminci yüzyıl anlaşılamaz. Son seksen yıl içinde dünyayı etkisi altına alan negatif sosyal ve politik akımlar, Darwinizm’in entelektüel yaptırımı olmaksızın gerçekleşemezdi. On dokuzuncu yüzyılda giderek artan seküler bakış açısının, başlangıçta evrimin kabulünü kolaylaştırdığını söylerken, günümüzde yirminci yüzyılın agnostik (bilinemezci) ve şüpheci bakış açısından, büyük olasılıkla herşeyden çok Darwinizm’in sorumlu olduğunu hatırlamak yerinde olacaktır. Bir zamanlar materyalizmin sonucu olan (teori), günümüzde onun dayanak noktası halini almıştır.160

Bu noktada, Darwinizm’in ahlaki çöküntü ve dejenerasyona zemin hazırlayan iddialarının maddeler halinde incelenmesi yerinde olacaktır.

Darwinizm Ateizme Temel Oluşturur

Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda öfke, saldırganlık, şiddet artar. İnsanlar, şefkat, merhamet, affedicilik, sabır, hoşgörü gibi Allah’ın emri olan ahlaki özelliklerden uzaklaşırlar.

Darwinizm’in materyalist çevreler tarafından büyük bir kararlılıkla savunulmasının en önemli nedeni, Darwinizm’in ateist yönüdür.

Ateizm, eski çağlardan beri var olmuştur. Ancak Darwinizm ile birlikte, ateistler asırlardır cevap veremedikleri “canlılar ve insan nasıl var oldu” sorusuna, sözde bilimsel bir cevap bulduklarını sandılar. Evrendeki düzen ve dengenin tesadüflerin sonucu olduğunu ileri sürüyor, kainatta hiçbir amaç bulunmadığını iddia ediyorlardı. Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgu, tespit ve sonuçlar evrim teorisinin tezlerini ve ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.

Darwinizm’in kaçınılmaz olarak ateizmle sonuçlandığını birçok evrimci ve materyalist de kabul etmektedir. Bunu ilk kez açık bir şekilde Thomas Huxley ifade etmiş, evrim teorisi tamamen kabul edildiğinde, dine inanılmayacağını söylemişti.

Cornell Üniversitesi’nde tarih profesörü olan William Provine, aynı zamanda bir evrimcidir. Provine, evrim teorisine inanan birinin hayat görüşünün dinle tamamen çeliştiğini açıklar.161

American Association for the Advancement of Atheism (Ateizmin İlerletilmesi İçin Amerikan Birliği) başkanı Charles Smith ise, “Evrim Ateizmdir” diyerek aynı gerçeği kabul eder.162

Berkeley Üniversitesi profesörlerinden Phillip Johnson, evrim teorisinin ateist ve din ahlakına uygun olmayan fikir akımları için taşıdığı önemi şöyle açıklamaktadır:

… Darwinizm’in kabul edilmesi Allah’ın varlığının inkar edilmesi anlamına geliyordu ve sonuç olarak Allah’ın vahyine dayalı dinin yerine evrimsel natüralizme (materyalizme) dayalı sapkın bir inanç oluşturuldu. Bu sapkın inanç sadece bilimin değil, hükümetlerin, hukukun ve ahlakın da temel inancını oluşturdu, modernizmin temel felsefesi sayıldı.163

Johnson’ın da belirttiği gibi, Darwinizm’e ve materyalizme körü körüne inanan birçok bilim adamı, kendilerince bilimi,   Allah’ı inkar etmenin bir aracı olarak kullanmayı kendilerine en önemli hedef olarak belirlemişlerdir. Oysa bilim, Allah’ın varlığının delillerini insanlara gösteren değerli bir araçtır. Bunun en önemli göstergelerinden biri de, özellikle son yirmi yıl içinde bilim dünyasında, yaratılış gerçeğini savunan bilim adamlarının sayısında büyük artış olmasıdır. Yapılan her araştırma, inceleme ve buluş, elde edilen her yeni bilgi tüm evrende son derece hassas ve bir o kadar da kusursuz bir dengenin varlığını göstermekte, kainatın üstün ve yüce bir Aklın eseri olduğunu ortaya koymaktadır. Bu Akıl, her türlü eksiklikten ve noksanlıktan münezzeh, üstün güç sahibi yüce Allah’tır.

Moleküler biyolog Michael Denton, Darwinizm’in dinsizliği getirdiğini ve insanın kendisine bakış açısında büyük tahribata neden olduğunu ise şöyle açıklar:

Darwinist teori, insanın Allah ile bağını kopardığı ve onu amacı ve sonu olmayan bir evrenin içinde başıboş bıraktığı için etkisi bu derece derinden yıpratıcı olmuştur. Günümüzde, insanların insanlığa bakış açılarını ve evrendeki yerlerini bu derece derinden, olumsuz yönde etkileyen başka bir fikir bulunmamaktadır.

Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac Suresi, 74)

Darwin’in yeni ve devrimci (aynı zamanda akıl ve bilim dışı) görüşü, dünya üzerindeki yaşamın tüm çeşitliliğinin –daha önceden inanıldığı gibi Allah’ın yaratmasının değil- doğal ve gelişigüzel süreçlerin sonucunda meydana geldiğini ileri sürmektedir. (Allah’ı tenzih ederiz.) Bu sapkın iddianın kabulü… Batı toplumunun sekülerizasyonunda kesin bir rol oynamıştır…164

Toplumların Allah’a olan inançlarının kaybolması veya zayıflaması, o toplumlar için en büyük manevi yıkımdır. Allah korkusu olmayan, ölümden sonra gerçek sonsuz hayatlarına kavuşacaklarını, dünyada yaptıklarına göre cennet veya cehennem ile karşılık göreceklerini inkar eden insanlar, son derece tehlikeli, güvenilmez, saldırgan, suça eğilimli, merhametsiz ve çıkarcı olabilmektedirler. Allah’tan korkmayan bir insan için hiçbir konuda sınır yoktur. Yasalar tarafından cezalandırılmayacağını veya bir şekilde bu tür cezalardan kurtulacağını düşündüğü sürece her türlü ahlaksızlığı ve kanunsuzluğu yapabilir, toplum içinde her türlü huzursuzluğa neden olabilir, insanları dolandırabilir, canlarını yakabilir ve benzeri birçok zulümde bulunabilir.

Allah korkusu ve Allah sevgisi ise, insanların güzel ahlakı yaşamalarını, Allah’ın hoşnut olacağı şekilde davranmalarını sağlar. Bu bir toplumu hem ilerletir, hem de güçlendirir. Aksi durumda ise çatışmalar, kavgalar, savaşlar, acımasızlıklar, adaletsizlikler son bulmaz.

Allah, insanlara iyiliği, güzelliği, adaleti, dürüstlüğü ve düzeni emreder. Allah, Kuran’da şöyle buyurmaktadır:

Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka İlahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.” (Araf Suresi, 85)

O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.
(Araf Suresi, 86)

Darwinizm İnsanın Başıboş ve Amaçsız Olduğu Yalanını Öne Sürer

Evrimci George Gaylord Simpson’ın aşağıdaki sözleri, Darwinizm’in insan hakkındaki tamamen yanılgılar üzerine kurulu bakış açısınıı en açık şekilde özetlemektedir:

İnsan, evrende anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Ama bilinçsiz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Böylece dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur.165

Klasik Darwinist yalanlarından biri olan bu iddia, toplumsal çöküntünün temelinde yer alan önemli nedenlerden biridir. Darwinistler, insanın dünyaya gelişini kendisinin başardığı yanılgısını öne sürerken tek bir bilimsel delil dahi sunamamakta, ideolojik nedenlerle bu aldatmacayı ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Bu gerçek dışı iddiaya göre, insanın varlığının önceden belirlenmiş hiçbir amacı yoktur. Bu sözde amaçsız varlık, zaten bir gün ölecek ve yok olacaktır. Oysa gerçek böyle değildir. Allah insanı yoktan yaratmıştır. İnsanın yaratılışının belirli bir amacı vardır ve bu amaç Kuran’da bildirilmiştir. Allah insanları Kendisi’ne kulluk etmeleri için yaratmıştır. Her insan dünyada kaderinde belirlenmiş olan süre kadar kalacak ve bu süre bitip öldükten sonra da yeniden diriltilecektir. Ve her insan ahiret gününde, dünyadayken yaptıklarından sorguya çekilecektir. Evrimcilerin tüm güçleri ile bu gerçeği reddetmeye, unutmaya ve unutturmaya çalışmaları da bu gerçeği hiçbir şekilde değiştirmez. Dünyadayken bu hatalarından dönmedikleri müddetçe, Allah’ı ve ahiret gününü inkar edenlerin, insanın amaçsız bir varlık olduğunu öne sürenlerin hesap günü geldiğinde yaşayacakları pişmanlık çok büyük olacaktır. Rabbimiz bu pişmanlığı Kuran’da şöyle haber vermiştir:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” (Enam Suresi, 27)

İnsanlara amaçsız olduklarının telkininin verilmesi, onları büyük bir bunalıma ve boşluğa sürüklemektedir. Bu yalana inananlar hayatı çok anlamsız ve gereksiz görmekte, bu ise büyük bir manevi çöküntüye neden olmaktır. Günümüzün önde gelen evrim savunucularından Richard Dawkins’in akıl ve mantık dışı iddiaları da, söz konusu materyalist bakış açısının tipik bir örneğidir. Dawkins, insanların birer gen makinası olduklarını ve varoluşlarının tek amacının bu genleri bir sonraki nesle aktarmak olduğunu iddia eder. Dawkins’e göre, ne evrenin ne de insanın varoluşunun başka bir amacı yoktur. Bu sapkınlığa göre tüm evren ve insanlar rastlantıların ve kaosun ürünüdürler. Bu batıl inancın insanları ümitsizliğe ve mutsuzluğa sürükleyeceği çok açıktır. Ölümle birlikte yok olup gideceğini düşünen bir insan için dünyadaki hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Dostlukların, sevginin, yaptığı iyiliklerin, yaşadıklarının hiçbir karşılığı ve devamı olmayacağını zanneden bir insana hiçbir güzellik zevk vermeyecektir.

Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Biz’e döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?
(Müminun Suresi, 115)

Bunun da ötesinde, bu çarpık mantık örgüsü nedeniyle insanlar işledikleri kötülüklerin de karşılığını almayacaklarını düşüneceklerdir. Bu da insanların bir şekilde örtbas edebileceklerini düşündükleri ya da cezalandırılmayacağını sandıkları kötülükleri hiç sakınmadan işlemelerine neden olacaktır. Yalan söylemekten, ikiyüzlü davranmaktan, dedikodu yapmaktan, haksız kazanç sağlamaktan, acımasızlıktan, hırsızlıktan ve hatta cinayet işlemekten dahi sakınmayacak hale geleceklerdir. Böyle sapkın bir düşünceye kapılmış olan insanların sayıca arttığı toplumlarda ise düzenden ve istikrardan söz etmenin mümkün olmayacağı açıktır.

Darwinist telkinlerin insan ruhunun üzerinde yaptığı tahribatın en dikkat çekici örneklerinden biri, Dawkins’in, Unweaving The Rainbow (Gökkuşağını Sökmek) isimli kitabının önsözünde şu sözlerle ifade edilmektedir:

İlk kitabımın yayımcısı, kitabı okuduktan sonra, verdiği soğuk ve kasvetli mesajdan çok bunaldığını ve üç gece boyunca uyuyamadığını itiraf etti. Bazıları da bana sabahları uyanmaya nasıl katlanabildiğimi soruyor. Uzak bir ülkeden bir öğretmen ise bana sitem dolu bir mektup gönderdi. Mektubunda, aynı kitabı okuyan bir öğrencisinin kendisine gözyaşları içinde geldiğini ve hayatın boş ve amaçsız olduğu düşüncesinin onu olumsuz yönde etkilediğini yazıyordu. Öğretmen, diğerlerinin de aynı “hiçlik karamsarlığı”ndan etkilenmemeleri için, öğrencisine kitabı başkalarına göstermemesini tavsiye etmiş. 166

Dawkins’in bu itirafında da görüldüğü gibi, Darwinizm’in insanlara telkin ettiği karamsarlık ve amaçsızlık, toplumlar için büyük bir tehlikedir. Bu tehlikenin en önemli yönlerinden biri, insanlara sadece Dawkins’in öne sürdüğü gibi “kasvet verici gerçeği” sunması değil, aksine “kasvet verici bir yalan” sunması ve onları “neşe verici gerçekten” koparmaya çalışmasıdır. Bu neşe, mutluluk ve huzur verici gerçek, insanın yalnız, başıboş, terk edilmiş, amaçsız bir varlık olmadığı, kendisini yaratmış olan Allah’ın belirlediği bir amaca sahip olduğu gerçeğidir.

Allah’ın insanları bir amaç için yarattığını unutan toplumlar ise ahlaki ve manevi çöküntüye uğramaya mahkumdurlar. Uyuşturucu ve alkol bağımlılarının, intihara teşebbüs edenlerin, içine kapanarak adeta “hayata küsenlerin”, depresyon, stres gibi psikolojik rahatsızlıkları olan insanların büyük bir kısmı, hayatlarının gerçek amacını bilmeyen insanlardır.

Prof. Fred Hoyle bir evrimci olmasına rağmen, Türlerin Kökeni ile gelen nihilistik (hayatın amaçsız ve insan değerlerinin önemsiz olduğu yanılgısı) felsefenin tehlikesi için şöyle der:

Türlerin Kökeni‘nin yayınlanmasının ardından sözde eğitimli görüşlerin benimsemeyi tercih ettiği nihilist felsefenin insanlığı otomatik olarak kendini yok etme sürecine teslim ettiği düşüncesi hiç aklımdan çıkmıyor. O zaman felaketler için geri sayım başlamıştı.167

Allah her insanı Kendisi’ne kulluk etmesi için yaratmış ve ona Kendi ruhundan üflemiştir. İnsan, cansız maddelerden rastlantılar sonucunda oluşmuş bir varlık değildir. İnsan, Yüce Allah’ın yarattığı, akıl ve vicdan verdiği, türlü nimetler bahşettiği bir varlıktır. Darwinistlerin ve materyalistlerin amaçsız ve başıboş sandıkları insanın aslında çok önemli, çok üstün ve değerli bir amacı vardır: Kendisini yaratan, yoktan var eden, bir hiçken kendisine can ve bilinç veren Yüce Rabbimiz’i hayatının her anında hoşnut etmek, Rabbimiz’in emirlerine büyük bir titizlikle ve şevkle uymak, bunun karşılığında ise Allah’ın rahmetini ve sonsuza kadar sürecek olan cennetini kazanmayı umut etmektir. İnsanın asıl hayatı ölümünden sonra başlayacak olan ahiret hayatıdır. İnsan dünyada, cenneti kazanmak için yaşar.

Allah insanların başıboş olmadıklarını Kuran ayetlerinde şöyle bildirir:

İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet Suresi, 36)

Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? (Müminun Suresi, 115)

Sosyal Darwinizm’in ‘İnsan Hayvandır’ Yalanı

Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

Darwinizm’e göre, insan bir hayvan türüdür. Bu akıl ve bilim dışı iddiaya kananlar da, insanın tüm özelliklerinin sözde “hayvan ataları”ndan miras kaldığını öne sürerler. Bu ise, bir insanın kendisine ve diğer insanlara bakış açısı üzerinde çok tehlikeli etkiler yapar. İnsan, bir hayvan türü olarak gördüğü diğer insanlara değer vermez, düşüncelerini önemsemez, hayatlarını değersiz görür. Bir insanın ölümünü bir sineğin veya köpeğin ölümünden daha önemli görmez. Bir insanın aç veya muhtaç konumda olması, onu hayvan olarak gören ve hayvanların da zaten çatışma ve rekabet yoluyla geliştiğini düşünen bir insanı rahatsız etmez. Böyle korkunç bir bakış açısı insanların birbirlerine olan sevgi ve saygılarını da tamamen ortadan kaldırır. İşte bu nedenlerdir ki, Darwinizm’in yanılgılarına aldanmış olanların bir kez daha düşünmeleri ve bu aldatmacanın nelere malolabileceğini göz ardı etmemeleri önemlidir.

George Gaylord Simpson, Darwinizm’in insana bakış açısı hakkında şöyle der:

Darwin’in dünyasında, insanın, farklı bir hayvan türü olarak tanımlanmasının dışında özel hiçbir statüsü yoktur. Kelimenin tam anlamıyla doğanın bir parçasıdır ve ondan ayrı değildir. Yaşayan her türlü canlıya –amip, bağırsak kurdu, pire, deniz yosunu, meşe ağacı veya maymun– ilişki dereceleri farklı bile olsa, benzerlik göstermektedir. Karşılaştırmak gerekirse, maymunlar gibi kardeşlere sahip olmaktansa, bağırsak kurdu gibi kırk iki kuzene sahip olmak bize daha az empati (duygu paylaşımı) hissettirebilir.168

Oysa bu hem bilim hem de akıl ve mantık dışı bir iddiadır. İnsanlar ve hayvanlar Allah’ın yarattığı iki farklı varlıktır. Hayvanlar, hayvani iç güdülerle hareket ederler ve şuursuzdurlar. İnsan ise muhakeme yeteneği olan, şuur sahibi bir varlıktır. İnsanın bir tür hayvan olduğunu iddia edenlerin yapmaya çalıştıkları ise, orman kanunlarını insan toplumlarına uygulamaya çalışmaktır. Bu ise, insanların huzur ve refahını sağlayan her türlü güzelliği ortadan kaldıran korkutucu bir kaosa neden olur.

Darwin de mektuplarından birinde bu çarpık bakış açısını ifade etmiş ve insanın hayvanlardan evrimleşmesi yalanına dayanarak fikirlerinin herhangi bir değeri olup olmayacağını sorgulamıştır. Darwin’in sözleri şöyledir:

Richard Dawkins’in Blind Watchmaker (Kör Saatçi) adlı kitabı

Aşağı hayvanlardan gelişmiş olan insan zihninin inandığı şeylerin, herhangi bir değeri ya da güvenilirliği olup olmadığı konusunda aklıma her zaman korkunç bir şüphe gelir. Bir maymunun zihnindeki inançlara –tabi eğer varsa- hiç kimse güvenir miydi?169

Darwin’in sözleri, evrimcilerin insana bakış açılarının ne kadar dehşet verici olduğunun bir özeti niteliğindedir. Darwin’in bu hezeyanı Batı dünyasının önemli bir kesiminde giderek egemen olmuştur ve günümüzde pek çok ülkede, hatta okullarda okutulan ders kitaplarında dahi, insanlara hayvan oldukları telkini verilmektedir. Örneğin 1994 basımı Biology,Visualizing Life (Biyoloji: Yaşamı Hayal Etmek) adlı ders kitabında şöyle denmektedir:

Siz bir hayvansınız, yer solucanları, dinozorlar, kelebekler ve deniz yıldızları ile ortak bir mirası paylaşıyorsunuz.170

Bilim ve teoloji konularında üniversitede dersler veren ve Moral Darwinism: How We Became Hedonists? (Ahlaki Darwinizm: Nasıl Hazcılar Haline Geldik?) adlı kitabın yazarı Benjamin Wiker, Darwin’den önce ve sonra insana bakış açısında nasıl büyük bir sapma olduğunu belirtir. İnsanlarla hayvanlar arasındaki aşılmaz farklılıkların göz ardı edilerek, insanların hayvanlarla bir tutulma yanılgısının nasıl yaygınlaştığını ise şöyle anlatır:

… Geleneksel ahlakın tümü olmasa bile çoğunluğu, insanların farklı bir tür olduğu varsayımına dayandırılır. Bu nedenle, cinayetin yasaklanması insan doğası açısından tanımlanmaktadır. Öldürmeyin! Neyi öldürmeyin? Aphidleri mi (küçük bir böcek türü)? Karınca yiyenleri mi? Orangutanları mı? Hayır, başka bir masum insanı öldürmeyin. Ancak Darwinizm’le birlikte, insanoğlu ve diğer hayvanlar arasındaki tür ayrımı tamamen bulanıklaşır. Artık çizilmesi gereken ahlaki bir çizgi yoktur, çünkü türlerin çizgisi silinmiştir.

Richard Dawkins ve Peter Singer gibi Darwinistler bu sapkınlığı tüm detaylarıyla itiraf etmekte ve propagandasını yapmaktadırlar. Dawkins, Blind Watchmaker (Kör Saatçi) adlı kitabında şunları söylemektedir:

 

 

 

Sosyal Darwinist felsefe nedeniyle mağdur halkın yaşadıklarına bir örnek. Günümüzde yaşanan terör olayları da Darwinist ahlakın bir sonucudur. Ruh sahibi insanları hayvanlarla eş tutan Darwinizm, insanlığa kan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir.

 

 

 

Kendimizi evrimsel yelpazede yer alan bir hayvan olarak gördüğümüzde, artık ahlakımızın ya tüm canlılar için geçerli olduğunu kabul etmeliyiz ya da ahlakımızın herhangi bir temeli olduğunu reddetmeliyiz. Genellikle Darwinistler, her ikisi için de tutarsız bir durum sunarlar. Bazı hayvanların insanlar ile aynı ahlaki düzeyde olduklarını düşünürler. Bazı açılardan ise insanoğlunu herhangi bir hayvan olarak ele alırlar. Bir taraftan, hayvan hakları için mücadele eder, diğer bir taraftan ise deforme olmuş, yaşlı ve güçsüz insanoğlunun, evcil hayvanlara gösterdiğimiz şefkatin “dışında tutulması” gerektiğini iddia ederler.171

Görüldüğü gibi evrim teorisini insanı bir tür hayvan olarak sunmak istemesinin ana nedenlerinden biri, tüm ahlaki değerlerin ortadan kalktığı bir dünya özlemidir. Eğer insan, Darwinizm’in iddia ettiği gibi bir hayvan türü ise, ki bu hiçbir şekilde doğru değildir, o zaman ahlaki hiçbir değerin hatta ahlak kavramının dahi insanlar için bir önemi kalmamaktadır. Bunun bir topluma vereceği zararın boyutları ise tahmin edilenin ötesinde olabilir. İşte bu nedenle, tüm insanlık Darwinizm’e ve bu bilim sahtekarlığının aldatmacalarına karşı son derece dikkatli olmalıdır.

Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl Suresi, 90)

Darwinizm, sözde insanların hayvanlardan farksız olduklarını öne sürdüğünde, bunu sadece fiziksel ve biyolojik anlamda iddia etmemekte, insan ve hayvan davranışlarının da birbirinden farksız olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu durumda insana sözde hayvan atalarından miras kaldığı iddia edilen şiddet, saldırganlık, bencillik, acımasız rekabet, tecavüz, homoseksüellik gibi kötü özellik ve davranışlar, insan için adeta “doğal davranışlar” statüsüne getirilmektedir. Örneğin evrimci bilim adamı J. P. Darlington şöyle demektedir:

Birinci nokta; bencillik ve şiddet doğuştandır, en uzak atalarımızdan bize miras kalmıştır. O zaman şiddet insanlar için doğaldır; evrimin bir ürünüdür.172

Bu durumda insanların her türlü suçu işlemesi normal karşılanmakta, suç işlemek mazur görülmekte, hatta çoğu zaman cezalandırılmaması gerektiği iddia edilmektedir. Gould, Ever Since Darwin (Darwin’den Bu Yana) adlı kitabında, kriminoloji uzmanı İtalyan profesör Cesare Lombroso ile başlayan bu görüş için şöyle der:

Suçluluğa ilişkin biyolojik kuramlar pek yeni sayılmazdı, ama Cesare Lombroso (İtalyan bir hekim) bu tartışmaya yepyeni, evrimsel bir yön verdi. Doğuştan suçlular sadece zihinsel dengesi bozuk ya da hasta değillerdi; daha önceki bir evrimsel aşamaya geri düşmüş, sözcüğün tam anlamıyla soya çekmişlerdi. İlkel ve maymunsu atalarımızın kalıtsal özellikleri genetik repertuarımızda korunur. Bazı bireyler normalden çok fazla atasal özelliğe sahip olarak doğar. Davranışları geçmişin bazı yabanıl toplumları için uygun olsa bile, bugün bu davranışlara suç diyoruz. Doğuştan suçluya acıyabiliriz çünkü kendine hakim olamaz. 173

Lombroso’nun fikrini açıklayan evrimci Gould’un ifadelerinde açıkça görüldüğü gibi, suç işlemek tamamen insanın iradesi dışında olan, insanlara sözde hayvan atalarından miras bir davranış gibi kabul edilmektedir. Oysa bu gerçek dışı bir iddiadır.       Allah her insanı, kendisine sürekli kötülüğü emreden nefsi ve o kötülükten korunup sakınmasını, iyilikte bulunmasını emreden vicdanı ile birlikte yaratmıştır. Ayetlerde şöyle buyurulmuştur:

Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)

Dolayısıyla her insan, yaptığı hareketin iyi mi kötü mü, davranışının güzel mi çirkin mi olduğunun bilincindedir. Ve her insan kötü olandan sakınmak, iyi olanı yapmakla sorumludur. İyilikte bulunan insanlar güzel tavırlarının karşılığını en güzel şekilde alacakları gibi, kötülükte bulunanlar da yaptıkları kötülüğün cezasını mutlaka çekeceklerdir. Her türlü suçu ve ahlaksızlığı meşru gösteren evrim teorisi ise, insanları hem dünyada hem de ahirette büyük bir felaketin içine sürüklemektedir.

İnsan hayvan değildir. İnsan, Allah’ın kendisine ruhundan üflediği, akla, iradeye, vicdana, sağduyuya, doğruyu yanlıştan ayırma anlayışına sahip, düşünebilen, karar verebilen, yargılayabilen, ceza ve mükafat verebilen, yaşadıklarından ders çıkarabilen, Allah’ın imtihan ettiği bir varlıktır. Bu özelliklerin hiçbiri diğer canlılarda bulunmamaktadır ve bulunamaz da. Çünkü bunlar insanın fiziksel yapısı ile, genleri ile ilgili özellikleri değildir. Tüm bunlar insanın ruhuna ait özelliklerdir.

Öyleyse, ruh ve akıl sahibi olan insan bu gerçeği hissetmeli, ona göre onurlu, iradeli ve vicdanına uygun bir yaşam sürmelidir.

“Hayat Mücadelesi” Yalanının Getirdiği Kötü Ahlak

Daha önce de belirttiğimiz gibi Darwinizm’in en temel yanılgılarından biri, “hayat mücadelesi” ve “güçlü olanın hayatta kalması” ifadeleriyle özetlenen iddiadır. Evrimcilerin gerçek dışı iddialarına göre, hayat, insan dahil tüm canlılar için bir mücadele, kavga ve rekabet yeridir. Böyle bir dünyada sevgi, saygı, iş birliği, fedakarlık gibi güzel ahlak özelliklerine yer yoktur.

Charles Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında insanın bugünkü konumuna mücadele ile geldiği ve ilerlemek için mücadeleye devam etmesinin şart olduğu, hiçbir kanun ile bu ilerlemenin durdurulmaması gerektiği yalanını öne sürmüştür:

İnsanoğlu, diğer tüm hayvanlar gibi, günümüzdeki yüksek durumuna şüphesiz ki hızlı üremesinin sonucunda yaşam mücadelesi vererek gelmiştir ve eğer daha yükseğe doğru ilerleyecekse, zorlu bir mücadelenin içinde yer alması gerekmektedir.

Aksi takdirde, kısa süre içinde uyuşukluğa kapılacak ve daha yüksek yeteneklere sahip olan insanlar bu savaşta yeterince başarılı olamayacaklardır. Bundan dolayı, doğal artma oranımız hiçbir yöntem ile yok edilmemelidir. Bu bizi çeşitli kötülüklere yönlendirse de. Tüm insanlar için açık rekabet olmalıdır.174

Darwinizm’in getirdiği karanlık dünyada önemli olan, bir insanın hayatı boyunca kıyasıya bir mücadele içinde olmasıdır. Oysa bu ne bilimsel geçerliliği olan ne de akla ve mantığa uygun olan bir iddiadır. Bu tehlikeli telkinlerin uygulamaya geçirilmesiyle meydana gelecek ortamda dürüstlük, kahramanlık, fedakarlık, sadakat yerine; sahtekarlık, egoistlik, yalancılık, vefasızlık gibi özellikler geçerli olacaktır ve ancak bu kötü özelliklere sahip olanlar kazanacaktır. Darwinizm’in bu çarpık dünya ve ahlak anlayışının dayandırıldığı temeller evrimciler tarafından satır aralarında sık sık dile getirilmekte ve insanlara telkin edilmektedir.

 

 

 

Yandaki grafikte, 30 yıl içinde işlenen suç oranlarındaki büyük artış görülmektedir. Toplumlar din ahlakından uzaklaştıkça, ahlaki çöküntü ve suç işleme oranı da artmaktadır.
 

 

 

 

Örneğin Yale Üniversitesi’nden biyoloji doktoru Lorraine Lee Larison Cudmore, “The Center of Life” (Hayatın Merkezi) adlı bir makalesinde evrimci hayat görüşünde merhamet ve acımaya yer olmadığını açıkça itiraf etmektedir:

Evrim, sert ve kaçınılmazdır. Merhamete veya dürüst bir mücadeleye yer yoktur. Çok fazla organizma doğar, bu yüzden de, bunların birçoğunun ölmesi gerekecektir. Önemli olan, ayrılan bir sonraki kişiden daha çok sizin genlerinizi taşıyan çocuk bırakıp bırakmadığınızdır.175

Kitabın diğer bölümlerinde incelenen ırkçılık, vahşi kapitalizm, öjeni gibi sosyal Darwinizm’in güçlendirdiği sapkın ve tehlikeli düşünce ve uygulamaların hepsi, Darwinizm’in hayatta kalma mücadelesi ve güçlü olan yaşar yanılgılarının birer sonucudurlar. Oysa hayat bir mücadele yeri değildir. İnsanın tek mücadelesi kendi nefsiyle ve diğer kötülüklerle olmalıdır. İnsan kendi kişiliğindeki ve çevresindeki kötülüklerle mücadele ederek hem kendinde hem de insanlar arasında sevgi, merhamet, şefkat, barış, güven, saygı, sadakat, neşe, huzur gibi güzellikleri hakim etmeye çalışmalıdır. Allah’ın hoşnut olduğu ve insanlar için seçtiği din ahlakı da bunu gerektirmektedir.

İnsanları bir hayvan türü olarak gören Darwinist anlayışa göre, insanların hiçbir değeri yoktur. Sosyal Darwinist mantıkta, acı çeken, zorluk ve korku içinde olan insanların kurtarılması için hiçbir şey yapılmaz. Bu insanlar yardımsız ve korumasız bırakılırlar. İslam ahlakında ise, her mümin diğer insanların huzuru, güvenliği ve refahı için çaba göstermekle sorumludur.

 

 

Sosyal Darwinizm İnsan Hayatına Değer Vermez

Darwinizm’in “hayat mücadelesi” dogması ve insanların birer hayvan oldukları yalanı, uygulamaya konulduğunda, insan hayatı değersizleşir. Herhangi bir sebeple insan öldürmek, bir insanı açlığa, ölüme terk etmek, savaş çıkarmak, katliam yapmak, terör eylemi gerçekleştirmek, akıl hastası, özürlü olduğu veya başka bir ırktan olduğu için insanları yok etmek, “makul” ve kolay hale gelir.

Bu sapkın mantığa uyarak insan hayatına değer vermeyenlerden biri, Amerikalı sosyal Darwinist profesör E. A. Ross’tur. Ross’un çarpık iddialarına göre, “Hıristiyanlığın ortaya attığı toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik kültü, gerizekalıların ve aptalların üremelerine ve çoğalmalarına yarayan koruyucu bir kalkanın gelişmesine” neden olmuştur. Ve yine Ross’a göre, “Devlet, sakatları, örneğin sağır dilsizleri koruma altına almakta, sonra da bunlar üreyerek sakat bir ırk oluşturmakta”dır. Tüm bunlara sözde doğal evrimsel gelişmeyi engelledikleri için karşı çıkan Ross’a göre, “dünyayı düzeltmenin yegane yolu, tüm aptalları, beceriksizleri ve sakatları” kendi hallerine bırakarak, doğal seleksiyon süreci içinde ayıklanmalarını beklemektir.176

Bunun ne kadar acımasız bir düşünce olduğu açıkça ortadadır. İnsan vicdan sahibi bir varlıktır ve vicdanı zayıfları, düşkünleri, fakirleri, muhtaçları korumasını emreder. Aksi takdirde, eğer insan “insan gibi düşünme” yeteneğini yitirirse, bu kez gerçekten hayvandan daha aşağı bir konuma gelir. Çünkü hayvanlar arasında dahi büyük bir dayanışma ve yardımlaşma vardır. (Detaylı bilgi için bkz. Canlılarda Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık)

Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır. (Şura Suresi, 42)

Ross, insana değer vermeyen tek sosyal Darwinist değildir. Onun dehşet verici düşüncelerine sahip çıkan pek çok Darwinist bulunmaktadır. Örneğin Princeton Üniversitesi’nde biyoetik profesörü olan evrimsel psikolog Peter Singer, ciddi fiziksel sakatlığı olan insanların yaşama değer görülmemeleri gerektiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Bu zalimliğini de şu acımasız sözleri ile ifade etmiştir: “Eğer ciddi şekilde sakat bir insan çocuğunu insan olmayan bir hayvanla örneğin köpek veya domuzla kıyaslarsak… insan olmayanın her zaman daha üstün özellikleri olduğunu görürüz… Sadece insan çocuğun Homo sapiens türüne ait olması gerçeği, bu çocuğun bir domuzdan veya köpekten daha farklı muamele görmesine neden olur. Ancak türün bir üyesi olmak tek başına ahlakla ilgili değildir.”177

Singer, Darwinist vahşette daha da ileri gitmiş ve zihinsel özürlülerin yiyecek amaçlı veya bilimsel deneyler için öldürülebileceğini söylemiştir. Şüphesiz bu çok iğrenç bir vahşettir. Ancak Darwinist mantıkta bu tarz iğrençlikler ve vahşet dahi savunulabilmektedir. Singer’ın sözleri şöyledir:

Zihinsel özürlülerin yaşam hakları yoktur ve bu yüzden- insan etine yönelik bir istek geliştirmemiz gerekirse- yiyecek için ya da bilimsel deney amaçlı olarak öldürülebilirler.178

Right To Die Society (Ölme Hakkı Cemiyeti) eski başkanı Joseph Fletcher da, zihinsel özürlüler için benzer iddialarda bulunmaktadır:

En düşük düzeyde zekaya ya da zihinsel yeteneğe sahip olmayan kişiler, kaç organı çalışırsa çalışsın, her ne kadar yaşam fonksiyonları otomatik olarak yerine gelirse gelsin, insan değildirler… Zeka özürlülerin herhangi bir sorumlulukları yoktur, hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Bu, zeka özürlü kişilerin insan olmadığı anlamına gelir.179

Yeni doğan bebeklerin öldürülmesi ise, insan hayatına değer vermeyen Darwinizm’in makul gördüğü acımasız, vahşi uygulamalardan bir diğeridir. Darwinizm, eğer yeni doğan bebeğe bakmak o anne baba için güçlük ise, onları hayat mücadelesinde geriletecekse, evrimsel açıdan bu bebeğin öldürülmesinin gerekli olduğunu ileri sürebilecek kadar vicdansızca bir düşünceyi savunmaktadır. Örneğin Darwin, yeni doğan bebeklerin öldürülmesinin hayvanlarda sıkça görüldüğünü ve bunun nüfus kontrolünde önemli bir faktör olduğunu iddia etmiştir. Evrimci Barbara Burke, Science dergisindeki bir yazısında bu konu hakkında şöyle der:

Bazı hayvan türleri içerisinde, çocuk öldürme doğal bir davranış olarak görülür. Bu, insanlar için de, primat atalarımızdan kalma bir özellik olarak doğal görülebilir mi?… Charles Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında, yeni doğan bebeklerin öldürülmesinin, insan tarihi boyunca, nüfus artışının önlenmesi için kullanılan tüm yöntemlerin arasında muhtemelen en önemlisi olduğunu yazmıştır.180

Haeckel gibi Darwinistler ise, öjeni bölümünde de incelendiği gibi intiharı teşvik etmişler, hayatın dayanılmaz olduğunu düşünenlerin, intihar ederek hayatlarını sona erdirme hakkına sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak Allah, insanlara canlarına kıymayı haram kılmıştır.

Öjeni, ötenazi ve ırkçılık gibi bölümlerde de incelediğimiz tüm bu vahşi uygulama ve inançlar, Darwinizm’in insan hayatına hiç önem vermeyen bir ideoloji olduğunu gösteren örneklerdir. Ve bilimsel hiçbir değeri olmayan hezeyanlar üzerine inşa edilmiştir.

Oysa her insanın hayatı büyük bir önem taşır. Kuran ahlakında insanlar birbirlerini çok değerli ve önemli görürler ve birbirleri için fedakarlıklarda bulunurlar. Bir mümin, kendi ihtiyacı olsa dahi, yemeğini diğerine verir:

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan Suresi, 8)

Müslümanlar yoksulları ve yetimleri korumakla, onların mallarını adaletle onlara vermekle, yolda kalmışlara yardım etmekle, zayıf bırakılmış kadınları, erkekleri, çocukları ve yaşlıları korumakla yükümlüdürler. Allah, örneğin, bir ayetinde anne babaya “öf” bile denmemesini emretmiş (İsra Suresi, 23) ve bütün insanlara birbirlerine sözün en güzelini söylemelerini buyurmuştur. (İsra Suresi, 53) Bir başka ayette ise Allah “… Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…” (Maide Suresi, 32) buyurmaktadır.

Herkesin birbirini ruh ve akıl sahibi, değerli, önemli insanlar olarak gördüğü bir toplumun barış, huzur, güvenlik, sevgi ve saygı ile dolacağı açık bir gerçektir.

Doğal Seleksiyon Uygulayacağınız Diyerek Yapılan Katliam

1999 tarihinde ABD’nin Colorado eyaletinde Columbine Lisesi’nin iki öğrencisi, 18 yaşındaki Eric Harris ve 17 yaşındaki Dylan Klebold, okullarına silahlı ve bombalı saldırıda bulundular; 12 öğrenciyi ve 1 öğretmeni 30 dakika içinde öldürdükten sonra intihar ettiler.

Olaydan hemen sonra iki saldırgan öğrencinin evlerinde yapılan araştırmalarda çok ilginç belge ve bilgilere ulaşıldı. İkisi de bu saldırıyı en az bir yıl öncesinden planlamışlardı. Denver’daki Westword adlı bir internet gazetesinde yayınlanan 26 Nisan 1998 girişli yazılarından birinde Eric Harris, kendisinin ve Klebold’un okulda “doğal seleksiyon uygulayacaklarını” yazıyordu:

“Doğal Seleksiyon yapacağız” diyerek arkadaşlarını katleden bu çocuklar, günlüklerine kendilerinin daha çok evrimleştiklerini ve bu yüzden diğerlerinden daha üstün olduklarını yazmışlardı.

Nisan (1999 yılının) ayı içinde bir gün ben ve V (arkadaşı Klebold’u yazılarında Vodka takma adıyla isimlendiriyor) intikam alacağız ve doğal seleksiyonu birkaç aşama daha yukarıya çekeceğiz. Şu silahları kullanacağız; gürültülü cırcır böceği silahı, WD40 tenekelerine yapıştırılmış gürültülü cırcır böcekleri, şarapnel yüklü boru bombaları, alev bombaları, klor gazı bombaları ve sis bombaları ile dolu bir terörist çantası.1

Bunların yanı sıra saldırı anında Harris’in üzerindeki t-shirt’ün üzerinde “DOĞAL SELEKSİYON” yazıyordu.2

Harris ve Klebold’un yazdıklarından anlaşıldığına göre, bu saldırı Columbine Lisesi’ndeki “daha aşağı” gördükleri öğretmenlere ve öğrencilere yönelik bir intikam saldırısıydı.3

Yazılarının çoğunda Eric sürekli olarak doğal seleksiyon ve üstünlük hislerinden söz ediyordu. Bu saldırı için önceden hazırladıkları üç video çekiminde ise ikisi de kendilerinin nasıl diğerlerine göre “daha evrimleşmiş” olduklarından ve “insanlığın üstünde” olmanın nasıl bir duygu olduğundan söz ediyorlardı.4

Gerçekten de bunları yazdıktan tam bir yıl sonra, Harris ve Klebold bahsettiklerine benzer silahlarla birlikte Columbine Lisesi’ne girdiler ve öğrencileri öldürmeye başladılar. Her ikisi de okulda Hitler’e olan hayranlıkları ile tanınıyor, t-shirtlerinin üzerinde swastika amblemleri (gamalı haç) yer alıyordu. Ayrıca saldırıyı gerçekleştirdikleri gün Hitler’in 110. doğum günüydü.

Burada sözü edilen çocuklar, o güne kadar bu tür bir saldırı eyleminde bulunacakları tahmin edilmeyen, sıradan gibi görünen, iyi ailelere mensup iki lise öğrencisidir. Ayrıca günlüklerinden anlaşıldığı üzere bu kişiler aileleri ile iyi geçinmekte, onlarla hiçbir sorunları bulunmamaktadır.

Bu gençleri böyle psikopatça bir saldırı düzenlemeye iten, karakterlerindeki saldırgan, anormal yapıyı, aldıkları eğitimle destekleyebilmiş olmalarıdır. Kendilerini dışladıklarını düşünen arkadaşları ile sorunlarını çözmek için, okulda öğrendikleri “doğal seleksiyon” kavramına başvurmuşlardır. Hayatın kıyasıya bir mücadele yeri olduğu, hayatta kalmak için savaşmak gerektiği, güçlülerin zayıfları ezdiği, insan hayatının bir değeri olmadığı, insanın hayvandan farksız olduğu gibi gerçek dışı telkinlerle “eğitilen” insanların bu tür eylemler yapmaları ve bunu doğal seleksiyona bağlamaları şaşırtıcı olmayan bir sonuçtur.

Aldıkları eğitim neticesinde elde ettikleri hayat görüşü, Darwinizm’in insanlara empoze ettiği hayat görüşüdür. Ders kitaplarında ve sınıflarında doğal seleksiyonu, acımasız rekabeti öğrenen ve bunu hayatta kalmanın tek yolu zannedenler, kin, nefret, acımasızlık, düşmanlık, insanları korkutma gibi ahlak ve akıl dışı hislerini makul görebilmektedirler. Ve buna bağlı olarak benzer eylemlerde bulunabilmektedirler.

“Doğal seleksiyon” gibi dogmalar yerine, Kuran ahlakının öğrettiği değerlerle eğitildiklerinde ise, gençler -ve tüm toplum- nefret, kin, çatışma, kavga yerine, affedici olmayı, sevgi ve şefkat duymayı, dost olmayı, barışçılığı, huzuru kendilerine hedef edineceklerdir. Ahlaki dejenerasyonun çözümü, dejenerasyona neden olan felsefeyi fikren ortadan kaldırmak ve yerine Kuran’ın emrettiği ahlaki değerleri yerleştirmektir.

DİPNOTLAR

1. CNN, “Columbine Killer Envisioned Crashing Plane in NYC, 6 Aralık 2001, http://edition.cnn.com/2001/US/12/05/columbine.diary/

2. Denver Rocky Mountain News, 25 Haziran 1999, s. 4A, 14A

3. Antonio Mendoza, “High School Armageddon”, http://www.mayhem.net/Crime/columbine.html

4. Antonio Mendoza, High School Armageddon, http://www.mayhem.net/Crime/columbine.html

Evrimsel Psikoloji Yanılgısı 

Darwin’in Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyişi adlı kitaplarının yayınlanmasının ardından pek çok evrimci, insanın sosyal davranışlarının, hislerinin, yargılarının, fikirlerinin, kısacası insan ruhuna ait özelliklerin evrim tarafından nasıl şekillendirilmiş olabileceği üzerine spekülasyonlar yapmaya başladı. Darwin de bu evrimciler arasındaydı. En yaygın yanılgıya göre, eğer bedenlerimizin görünümü ve işleyişi evrimle şekillendirildiyse, o zaman bu bedenle gösterdiğimiz davranışlar da evrimle şekillendirilmiş olmalıydı. Böylece, canlıların biyolojik yapılarının dahi evrimle nasıl meydana geldiğini açıklayamayan evrimciler, insan ruhuna ait özelliklerin sözde evrimine dair hikayeler uydurmaya başladılar.

E. O. Wilson ve kitabı Sosyobiyoloji: Yeni Sentez

Darwin daha Türlerin Kökeni’nde gelecekte psikolojinin temelinin evrime dayanacağını iddia ediyor ve bu hayali iddiasını şöyle ifade ediyordu:

Uzak gelecekte çok daha önemli araştırmalara açık alanlar görüyorum. Psikoloji yeni bir temel üzerine kurulacak; zihinsel güç ve kapasitenin, kademe kademe kazanılmasına dayanan bir temel. İnsanın kökeni ve tarihi aydınlanacak.181

Hayvan ve insan davranışlarının kökenini evrimsel olarak açıklamak için ilk kapsamlı girişim Harvard Üniversitesi’nden böcek bilimci Edward O. Wilson’dan geldi. Wilson bu girişimi tüm başarısızlığına rağmen, “sosyobiyoloji” olarak adlandırdı.

Wilson, 1975 yılında yayınladığı Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji: Yeni Sentez) adlı kitabında, hayvan davranışlarının tamamının biyolojik bir temeli olduğunu iddia etti. Bu yanılgısını biyolojik evrime dayandıran Wilson, hayvanların ve insanların davranışlarını kontrol eden özel genler bulunduğunu sanıyordu. Wilson’ın asıl uzmanlık konusu böceklerdi ve kitabının ilk 26 bölümünde böceklerden söz ediyordu. Kitabın 27. bölümünde ise bu iddialarını insanlara uyarlamaya kalkışmıştı. 1978 yılında Human Nature (İnsan Doğası) adlı kitabında da, kin, saldrganlk, yabanc korkusu, uyumluluk, homoseksüellik, erkeklerle kadnlar arasndaki karakteristik farkllklar gibi insan davranışlarından sorumlu genler olduğuna dair spekülasyonlara geniş yer verdi. Wilson’ın kitaplarında ve yazılarında ortaya koyduğu bu iddialar hiçbir zaman bir spekülasyon olmaktan ileriye gidemedi. Wilson ve takipçilerinin iddiaları bilimsel bulgular tarafından hiçbir zaman desteklenmedi. Tam tersine, bilimsel veri ve bulguların her biri Wilson ve onunla aynı fikirde olanların yanıldıklarını ortaya koydu.

Wilson’ın, bir diğer bilim dışı iddiası da, canlıların sadece gen taşımakla sorumlu araçlar oldukları ve en önemli görevlerinin bu genleri taşıyıp gelecek nesillere aktarmak olduğuydu. Wilson’ın bilim dışı görüşlerine göre, evrim genlerin evrimiydi, doğal seleksiyon genleri seçiyordu, dolayısıyla en önemli şey genlerdi. Wilson, Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji; Yeni Sentez) adlı kitabında, hiçbir bilimsel değer taşımayan bu iddiasını şöyle ifade ediyordu:

Darwinist anlamda, canlı kendisi için yaşamaz. Temel fonksiyonu başka canlılar üretmek dahi değildir; genleri üretir ve genlerin geçici taşıyıcısı olarak hizmet verir. Eşeysel üreme ile meydana gelen her canlı, o türü oluşturan genlerin özgün ve tesadüfi bir alt kümesidir. Doğal seleksiyon, bazı genlerin aynı kromozomdaki diğer genlere üstün gelerek, gelecek nesillerde temsilcilik kazandığı bir süreçtir. Bu araç, mümkün olan en az biyokimyasal karmaşayla genleri koruyacak ve yayacak olan makinenin bir parçasıdır. Samuel Buler’ın ünlü, “bir tavuk sadece bir yumurtanın başka bir yumurta üretme yoludur” deyişi modernize edilmiştir: organizma sadece DNA’nın daha fazla DNA üretmesinin bir yoludur. 182

Wilson’ın iddialarının hiçbir bilimsel dayanağı yoktu. İddiaları evrimci ön yargılarının bir sonucuydu sadece. Evrimciler arasında dahi Wilson’ın spekülasyonlarına itiraz edenler oldu. Bunlardan biri Stephen Jay Gould idi:

Ancak Wilson çok daha güçlü iddialarda bulunuyor. 27. Bölüm… insan davranışlarındaki –kindarlık, saldırganlık, yabancı düşmanlığı, uyumluluk, homoseksüellik ve batı toplumunda kadın ve erkek arasındaki karakteristik özellikler gibi- tipik ve değişken nitelikler için genlerin bulunduğu hakkında geniş çaplı bir spekülasyondur. 183

Wilson ile başlayan insan davranışları hakkındaki evrimci spekülasyonlar, Richard Dawkins ile en akıl almaz ve mantık dışı noktalara kadar ulaştı.

Dawkins ve Bencil Genleri Taşıyan Robotlar

Sosyobiyolojinin ve günümüzdeki uzantısı olan evrimsel psikolojinin genler hakkındaki bilim dışı iddialarının sonucunda, Oxford Üniversitesi’nden evrimci zoolog Richard Dawkins tarafından popülerleştirilen “bencil gen” aldatmacası ortaya çıktı.

Dawkins gibi evrimcilere göre, bir canlının en önemli hedefi hayatta kalmak, üremek ve böylece genlerini koruyarak gelecek nesillere aktarabilmektir. Bu iddianın temeli ise tamamen hayali bir senaryoya dayanmaktadır.

Genler, atomlardan oluşan cansız ve akılsız yapılardır. Genlerden, kararlar veren, seçimler yapan şuurlu varlıklar gibi söz etmek mantık dışıdır. Evrimsel psikoloji ise bu mantıksızlık üzerine kuruludur.

Vahşet ve saldırganlık, insanlara sözde hayvan atalarından miras kalan ve genlerinde kodlu olan davranışlar değildir. Bunlar, vicdansızlığın, dinsizliğin getirdiği kötü ahlak özellikleridir.

 

 

Evrim teorisinin bu senaryosuna göre, bir zamanlar cansız kimyasal maddeler, her nasıl olduysa kendilerini organize etmişler ve kendi kendini kopyalayabilen DNA bazlı bir sistem oluşturmuşlardır. Bu hayali kimyasal çorbadan çıkan ilk organizma ise çoğalmak dışında pek bir işe yaramayan bir gendir. Bu gen nasıl olduysa kendini kopyalamaya “karar vermiş”, bu işe başlamış ve yeni genler üretmiştir. Bu kopyalamalar sırasında meydana gelen hatalar sonucunda ise farklı özelliklere sahip genler oluşmuştur. Bir zaman sonra ise, her nasıl olduysa bu genetik malzemeler çeşitli bedenler geliştirmeyi “öğrenmişler” ve böylece kendilerini taşıyacak ve daha etkili şekilde üretebilecek makineler üretmişlerdir. En iyi bedeni kodlayan genler, bu sayede diğerlerine göre daha etkili olacak şekilde kopyalanmışlardır. Evrimciler nedenini ve nasılını hiçbir şekilde açıklayamadıkları bu masalın sonucunda, bu bedenlerin zaman içinde, şekil ve fonksiyon açısından daha da geliştiğini iddia ederler. Hiçbir bilimsel delili olmayan, gerçekleşmesi imkansız olan bu hikaye modern Darwinizm’in temel iddialarından biridir. Oysa evrimciler de gayet iyi bilmektedirler ki, değil insan bedeninin tek bir organı, bu organı meydana getiren hücrelerin, bu hücrelerin yapı taşlarının tek bir parçasının dahi kendi kendine oluşması mümkün değildir.

Dawkins ise, evrim teorisinin bu masalından yola çıkarak, evrimin, aslında genler arasındaki rekabet olduğunu iddia etmiş ve buna bağlı olarak insana karşı olan sapkın bakış açısını The Selfish Gene (Bencil Gen) adlı kitabında şöyle özetlemiştir:

Bizler, genler olarak bilinen bencil molekülleri korumak için gözü kapalı olarak programlanmış, hayatta kalan makineler, robot araçlarız. Bu, beni hala hayret içinde bırakan bir gerçektir. Bunu yıllardır biliyor olmama rağmen, hiçbir zaman bu fikre tamamen alışamadım. Arzularımdan biri, başkalarını da hayret içinde bırakmayı başarabilmektir.184

Yukarıda da görüldüğü gibi Dawkins’in mantık dışı iddiasına göre, insan sadece “gen taşıyan bir robot”tur. Bu dünyadaki tek varoluş amacı ise, taşıdığı genlerini çoğaltmak, onu diğer genlerle rekabetinde desteklemek ve sonraki nesillere aktarmaktır. İnsan ruhunun varlığını görmezden gelerek insanı mekanik bir araca benzeten bu iddianın hiçbir gerçekçi yönü olmadığı açıkça ortadadır.

Buna karşı insana materyalist bir açıklama getirmek isteyen çoğu evrimci, Dawkins’in hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan bu teorisini desteklemiştir. Wilson da Human Nature adlı kitabında insanın sadece genleri ile bir önem ve amaç kazandığını iddia etmektedir:

… Bizimki de dahil olmak üzere hiçbir tür, genetik tarihi (yani evrim) tarafından oluşturulan zorunluluklar dışında bir amaca sahip değildir… Bir tür kendi biyolojik doğası dışında herhangi bir amaca sahip değildir.185

Bilimsel dayanağı olmayan bu materyalist inanca göre eğer tek amaç genlerin devamı ise, genleri korumakla görevli insanın hiçbir ahlaki değeri olamaz. Genlerinin çıkarları için olabildiğince bencil ve acımasız olmalıdır. Dawkins ve taraftarlarına göre, bu rekabette kazanacak olan bencil olanlardır. Dawkins bu sapkın Darwinist görüşü Bencil Gen adlı kitabında şöyle özetler:

Doğada sadece ölümüne rekabet yoktur. Birçok canlı hem yavrularına hem de diğer hayvanlara karşı son derece özverili davranışlar göstermektedir.

Biz ve diğer tüm hayvanlar, genlerimiz tarafından oluşturulan makineleriz. Başarılı Chicago gangsterleri gibi genlerimiz, bazı durumlarda milyonlarca yıldır, oldukça rekabetçi bir dünyada, hayatta kaldılar… Bu bize genlerimizden bazı nitelikler bekleme hakkı kazandırıyor. Başarılı bir genden beklenen en önemli niteliğin zalim bir bencillik olduğunu iddia ediyorum. Bu gen bencilliği, insanların davranışlarında da bencilliğe neden olacaktır. Yine de, göreceğimiz gibi, bir genin bencil amaçlarına sınırlı bir fedakarlık göstererek de ulaşabileceği bazı özel durumlar vardır. Son cümledeki ‘özel’ ve ‘sınırlı’ kelimeleri önemlidir. Her ne kadar aksine inanmak istesek de, türlerin evrensel sevgi ve yardımlaşması evrimsel açıdan anlam ifade etmeyen kavramlardır.186

Dawkins’in cehalet ürünü bu teorisine göre, insanın taşıdığı genler bencil olduğuna göre, insan da bencildir. Bu durumda “bencil robotların”, bencil genlerini korumak ve çoğaltmak için her türlü yolu denemeleri beklenecektir. Bu tür varlıkların çıkarları için cinayet işlememeleri, hırsızlık yapmamaları, tecavüz etmemeleri için hiçbir neden kalmamaktadır. “Bencil makinelerin” ahlak kuralları olması, sağduyulu, vicdanlı davranmaları beklenemez. Örneğin bir insanın çıkarı için bir başkasını öldürmesi, bu durumda bir suç veya ahlaksızlık değil, genetik bir zorunluluktur. Genler bencil olduğu için davranışlar da bencildir. Görüldüğü gibi Dawkins’in insana bakış açısı son derece önemli tehlikeler, toplum ahlakını parçalamaya yönelik korkunç telkinler içermektedir.

Oysa ki, bencil gen iddiası son derece mantıksız ve saçmadır. Dawkins ve benzerleri genleri adeta bilinç, irade ve güç sahibi varlıklar olarak anlatmaktadırlar. Oysa genler, uzun DNA zincirleridir. DNA ise fosfat ve şeker ile birbirine tutturulmuş uzun bir nükleik asit merdivenidir. Yani uzun bir moleküldür. Nasıl H2O veya H2SO4 (sülfürik asit) birer molekülse, DNA da öyle bir moleküldür. Nasıl “bencil su”, “bencil tuz” veya “kıskanç sülfürik asit”ten söz edemezsek, bencil genlerden de söz edemeyiz.

Evrimciler, insanı bir madde yığınından ibaret gibi göstermeye ve bu madde yığınının bir yerine bir şekilde şuur atfetmeye çalışmaktadırlar. Genlere şuur atfedecek kadar tutarsız bir iddia ileri sürmeleri ise, evrim teorisinin içinde düştüğü durumu göstermesi açısından ibret vericidir. Eskiden tahtadan veya taştan yapılma putlarda akıl ve bilinç olduğunu zanneden putperestliğin yerini, günümüzde moleküllerde, bu molekülleri oluşturan cansız atomlarda akıl ve bilinç olduğunu iddia eden Darwinizm almıştır.

Evrimin bir başka çıkmazı: Fedakar “Genler”

Evrim teorisinin yalanlarına göre doğada sadece güçlülerin hayatta kaldığı, kıyasıya bir mücadele ortamı vardır. Ancak doğadaki canlılar gözlemlendiklerinde, birçoğunun birbirlerine yardımcı oldukları, birbirleri için fedakarlıkta bulundukları, hatta diğerlerinin iyiliği için kendi hayatlarını dahi tehlikeye attıkları görülmektedir. Wilson, evrim teorisinin temel iddiası ile çelişen bu gerçeği açıklamak için bazı temelsiz varsayımlar öne sürmüş ve bu sözde açıklamaları sosyobiyolojinin temelini oluşturmuştu. Wilson açıklamalarını, W. D. Hamilton’ın, “akraba seçilimi” adını verdiği bir başka aldatmacaya dayandırmıştı. Bu aldatmacaya göre, yavrusunu veya kendi sürüsünden bir başka canlıyı koruyan, onun için fedakarlıkta bulunan bir canlı, aslında kendi “bencil genlerini” korumaktadır. Amaç, genleri bir sonraki nesle aktarmak olduğuna ve bir annenin genleri yavrusunda da bulunduğuna göre, yavrusunu hayatı pahasına koruyan anne, aslında kendi genlerini korumuş olur. Yani fedakarlığı aslında bencilliğindendir!

Anneler, evrimcilerin iddia ettiği gibi genlerini korumak için değil, sevgi, şefkat ve koruma duygularıyla çocukları için fedakarlıkta bulunurlar.

Bu son derece saçma bir iddiadır. Herşeyden önce, doğadaki hiçbir hayvan genlerinin farkında olabileceği bir şuura sahip değildir, dolayısıyla onları korumak gibi bir fikre de sahip olamaz. Dahası, yavrusunda veya kuzenlerinde de kendisine ait genlerden olduğunu bilmesi mümkün değildir ki, bunun için hayatını feda etsin. Genlerin, bir canlıyı bu yönde yönlendirmesi asla mümkün değildir. Genler, önceki sayfalarda da belirtildiği gibi şuursuz molekül zincirleridir.

Ayrıca, hayvanlar sadece kendi genlerini taşıyan hayvanlara değil, diğerlerine de yardım edebilmektedirler. Doğada bunun birçok örneği bulunmaktadır. Bu ise evrimci iddialarla açıklanamayacak bir davranıştır; çünkü fedakarlıkta bulunan canlının, genlerini koruduğu iddiası tamamen anlamsız kalmaktadır.

Kaldı ki genleri koruma hissinin bu canlıların genetik yapılarında kodlu olduğunu iddia etmek de evrimcilerin sorunlarını çözmez. Çünkü bu kez, böylesine kompleks bir davranışın genlere nasıl kodlandığı sorusu gelecektir. Evrim teorisi tesadüf mekanizmaları ile tek bir genin dahi nasıl oluştuğunu açıklayamazken, bu genlere kodlanan bilgilerin nasıl olup da tesadüfen oluştuğunu açıklaması kesinlikle mümkün değildir. Canlıların genlerinde kodlanmış olan her bilgi bir bilincin eseridir. Bu, sonsuz bir ilim ve akıl sahibi olan Allah’ın yaratmasıdır.

Sosyobiyologlar doğadaki canlıların özverili davranışlarıyla ilgili iddianın aynısını insanlara da uygulamaya kalkışmaktadırlar. Yani evrimcilerin hayal ürünü iddialarına göre, bir anne çocuğunu tehlikelerden koruduğunda, gerektiğinde onun için canını hiç düşünmeden feda ettiğinde, bu anne aslında genlerini koruma endişesi taşımaktadır. Evrimcilerin insan ruhuna ait özelliklerin varlığını kabul etmemeleri, tüm bunları evrim teorisiyle açıklamaya çalışmaları hiçbir bilimsel delile dayanmamaktadır. Evrimciler bu mantık dışı iddiaları ile insan ruhunu, bilincini ve vicdanını yok saymaktadırlar. Oysa insan, ruha, akla, vicdana, düşünme ve yargı yeteneklerine sahip, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edebilen şuurlu bir varlıktır. Bir anne ise, çocuğu için fedakarlıkta bulunduğunda, çocuğunu sevdiği, ona şefkat ve merhamet duyduğu, onu zayıf gördüğü ve koruma sorumluluğunu üstlendiği için fedakarlıkta bulunmaktadır. Örneğin bir anne, çocuğu acı çektiğinde, kendisini onun yerine koyar ve bu onu üzer, endişelendirir, çocuğunun acısını dindirebilmek için her türlü fedakarlığa hazır olur. Bunlar -bazı evrimcilerin hikayelerinde iddia ettikleri gibi- “gen taşıyan bir makine”nin veya bir “robot”un sahip olamayacağı özelliklerdir.

Aslında evrimciler de, insan ruhuna ait özellikleri evrim teorisinin tezleri ile açıklayamayacaklarının farkındadırlar. Örneğin evrimci Robert Wallace, The Genesis Factor (Başlangıç Faktörü) adlı kitabının sonunda şöyle demektedir:

İnsanın, sadece genetik olarak üremeyi hedefleyen akıllı bir egoist olduğuna inanmıyorum. İnsan budur. Ancak sadece bu değildir. Açıkça çok daha fazladır. Bunun kanıtı çok basit ve boldur. İnsan ruhunun ölçülemez bir derinliği olduğunu görebilmek için birinin Johann Pachelbel’in “D Majör Canon” adlı bestesini dinlemesi yeterlidir…187

Wallace’ın dikkat çektiği nokta son derece önemlidir. Evrimcilerin gerçek dışı insan tanımına göre, insan sadece gen taşımakla görevli bir makinedir. Böyle bir varlığın dinlediği müzikten zevk alması, bir film izlediğinde eğlenmesi, hatta böyle bir film meydana getirmesi, kitap yazması, kitap okuması, okuduklarını öğrenmesi, fikir alışverişinde bulunması imkansızdır. İnsanın, evrimcilerin anlattıklarından çok daha farklı bir yaratılışta olduğu çok açıktır ve her insan bunun delilini kendisinde görmektedir. İnsan gibi derin bir düşünce kapasitesine sahip, ruhunda yüzlerce duygu ve zevki yaşayabilen bir varlığın nasıl var olduğu ve özelliklerinin kökeninin ne olduğu, evrimcilerin bilim dışı iddialarla asla cevaplayamayacakları sorulardır.

Evrimsel Psikolojinin Savunduğu Vahşet Bebek Cinayetleri

Gazeteler 1996-1997 yıllarında bebek cinayetleriyle ilgili şok edici iki vakayı bildiriyordu. Birinde on sekiz yaşında iki kolejli genç bir otel odasında bebeklerini dünyaya getirdiler, onu öldürdüler ve sonra cesedi çöpe attılar. Diğerinde ise on sekiz yaşındaki genç kız, okul balosunu bırakarak banyoda doğum yaptı, bebeği ölü olarak bir çöp kutusuna attı ve dans salonuna geri döndü. İki olay da cinayet suçlamasıyla yargıya intikal etti.

Çoğunluk bu olayların nedenini ahlaki çöküntüye veya zihinsel bozukluğa bağlarken, Massachussetts Enstitüsü Psikoloji kürsüsünde psikoloji profesörü olan Steven Pinker’ın korku verici bir açıklaması vardı: Genetik zorunluluk. New York Times‘da makalesi yayınlanan Pinker, bebeği doğduğu günde öldürmenin zihinsel bir hastalık olmadığını, çünkü “tarih boyunca bunun birçok kültürde uygulandığını ve kabul edildiğini” iddia etti:

Bir bebeği öldürmek ahlak dışı bir eylemdir ve genellikle ahlaksızlığa karşı öfkemizi, ona hastalık diyerek ifade ederiz. Ancak normal insan güdüleri her zaman ahlaki değildir. Bebek öldürmek sinirsel devrelerin bozuk olmasının veya kötü yetiştirilmenin bir sonucu olmak zorunda değil…1

Pinker’ın yukarıdaki sözlerinde en çok dikkat çeken kısım, “normal bir insan davranışı her zaman ahlaka uygun olmak durumunda değildir” ifadesidir. Bu, Pinker’ın olaylara bakış açısındaki anormalliği göstermektedir. Yani Pinker’a göre bazı davranışlar ahlak dışı olsalar da, insanlara özgü “normal” davranışlar oldukları için mazur görülebilmelidir. Elbette bu kabul edilebilir bir iddia değildir. Çünkü bu durumda, yeni doğan bebeğin öldürülmesi Pinker’a göre –şartlar gerekli kıldığında- sözde “normal” bir insan davranışıdır. Evrimcilerin tamamen hayal ürünü olan iddialarına göre, ilkel koşullar altında annelerin mevcut yavrularına yeterli bakımı sağlamak ve yeni doğan bebeklerini beslemek arasında zor bir tercih yapmaları gerekmekteydi. Buna göre “eğer bebek hasta doğduysa ve hayatta kalması pek muhtemel değil ise, o zaman kusurluları ortadan kaldırarak tekrar denemeye devam edebilirler”di. Halbuki bu varsayım ne bilimseldir ne de gerçeği yansıtmaktadır. Bu rağmen Darwinist zihniyet, Pinker’ı bu vahşeti savunmaya itmektedir.

Pinker ve benzerlerin öne sürdükleri iddianın toplum düzeninde ne büyük bir tahribata yol açacağı açıktır. Ahlaki olaylarda genetik zorunluluk kavramı ortaya konduğunda, o zaman cinayet işleyen bir insan “bunu yapmak zorundaydım, genlerim bana bunu yaptırdı” diyecektir. Böyle bir durumda ise, genler cezalandırılamayacaklarına göre, ortada suç ve suçlu kalmayacaktır. Pinker, iddialarında insan aklını ve vicdanını yok saymakta, herşeyi genlere göre açıklayabileceğini zannetmektedir. Toplumdan tepki aldığında ise, ifadelerinde bazı değişiklikler yapmakta ancak bu kez kendi içinde çelişmektedir.
Pinker’ı eleştiren kişilerden biri olan Andrew Ferguson, The Weekly Standard adlı gazetede şöyle yazmaktadır:

Bizim bunu ahlaki bir dehşet olarak değil de,… genetik olarak kodlanmış evrimsel bir adaptasyon olarak görmemizi sağlıyorlar.4

Önemli olan, Pinker’ın söz konusu iddialarını hiçbir bilimsel delile dayanmamasına rağmen savunabilmesidir. Bunlar sadece evrimcilerin batıl dünya görüşlerine dayalı spekülasyonlardır. Nitekim Pinker’ın iddialarına getirilen eleştirilerden biri de budur. Örneğin Andrew Ferguson, Pinker’ın mantığını eleştirmiş ve iddialarına hiçbir delil veremediğini belirtmiştir. Aslında evrimsel psikolojinin tamamı delilsiz spekülasyonlara, hayal gücüne dayalı hikayelerden oluşmaktadır. Philip Johnson The Wedge of Truth adlı kitabında şöyle der:

Temel olarak, evrimsel psikoloji, ilkel kültürler hakkındaki bölük pörçük kanıta dayanarak yapılan bir spekülasyon dağı ile sürdürülüyor.5

Andrew Ferguson ise, eleştirisinde bu konu hakkında şu tespiti yapmaktadır:

Varsayım gerçek haline getiriliyor; daha sonra gerçek daha fazla varsayımda bulunmak için bir temel oluşturuyor, bu da bir başka gerçeğe dönüşüyor ve bu böyle devam ediyor.6 

DİPNOTLAR

1. Steven Pinker, “Why They Kill Their Newborns”, New York Times, 2 Kasım 1997

2. Michael Kelly, “Arguing for Infanticide”, Washington Post, 6 Kasım 1997

3. Steven Pinker, “Arguing Against Infanticide”, Washington Post, 21 Kasım 1997

4. Andrew Ferguson, “How Steven Pinker’s Mind Works”, The Weekly Standard, 12 Ocak 1998, s. 16

5. Philip Johnson, The Wedge of Truth, Intervarsity Press, Illinois, 2000, s. 113

6. Andrew Ferguson, “How Steven Pinker’s Mind Works”, The Weekly Standard, 12 Ocak 1998, s. 16

Genetik Determinizm’in Çöküşü

… Herşeyi ‘sapasağlam ve yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatıdır…(Neml Suresi, 88)

İnsan genomunun diziliminin ve analizinin yayınlanması ile birlikte, DNA’nın çok büyük bir güce sahip olduğuna ve genlerin kim olduğumuzun belirlenmesinde çok önemli bir rolü bulunduğuna dair yaygın bir kanaat oluştu. Neredeyse her gün gazetelerde genlerimizin sözde kontrol ettiği bir özelliğimizin haberi ile karşılaşmaya başladık. “Bilim Adamları Dahilik Genine Nişan Alıyor”; “Kennedy Trajedileri Risk Alma Genine Bağlandı”; “Bilim Adamları Erkek Kardeşler Üzerindeki Araştırmaların ‘Homoseksüel Geni’ Olduğunu Kanıtladığını Söylüyor”… Şizofreniden kıskançlığa, alkolizmden televizyon seyretme alışkanlığına kadar herşeyin geninin bulunduğuna dair haberler sık sık bilimsel ve bilimsel olmayan yayınlarda yer alıyor.

Tüm bu haber başlıklarına bakan insanlar ise, insan genomu hakkında bir şeyler öğrendikçe, insanın zekasından karakterine, başarılarından başarısızlıklarına kadar her türlü özelliğinin genlerinde kodlu olduğunu göreceğimizi sandılar. Bazı kimseler, hayatlarımızın bir formülden ibaret olduğu yanılgısına inanmaya başladı.

Şunu belirtmek gerekir ki, insan genomu üzerine yapılan çalışmalar son derece değerli çalışmalardır. Ayrıca insanın genetik yapısı üzerinde yürütülen incelemeler, bazı fiziksel hastalıklar hakkında önemli bilgilerin elde edilmesine de aracı olmuştur. Ancak, İnsan Genomu Projesi’ni yönetenler ve konuyla ilgilenen bilim adamlarının da açıkça ifade ettikleri gibi, bu durum, genlere gerçek dışı bazı roller yüklemeye kalkışmayı hiçbir şekilde açıklayamaz. Yapılan araştırmalar insanların karakterlerinde, davranışlarında ve akıl yürütmelerinde genlerin dikkate alınmayacak kadar küçük bir rolü olduğunu, her karakter için bir gen olmasının ise imkansız olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin Institute of Science in Society’den (Cemiyette Bilim Enstitüsü) Mae-Wan Ho, “The Human Genome Map, The Death of Genetic Determinism and Beyond” (İnsan Genom Haritası, Genetik Determinizmin Sonu ve Sonrası) başlıklı makalesinde şöyle diyor:

Genlerin sayısı, son on yıldır ileri sürülen, genlerin sadece vücudumuzun yapısını ve hangi hastalıklara yakalanacağımızı değil aynı zamanda davranışlarımızı, zihinsel yeteneklerimizi, cinsel tercihlerimizi ve suça eğilimi de belirlediği yönündeki aşırı derecede mantıksız iddiayı destekleyebilecek kadar yeterli değildir.188

İnsan Genomu Projesi’ni yürüten iki kuruluştan biri olan National Human Genome Research Institute (Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsü) başkanı Francis S. Collins de, insanı insan yapanın, genleri olmadığını çok açık ve kesin bir dille açıklamaktadır. Collins, “Have No Fear. Genes Aren’t Everything” (Korkmayın. Genler Herşey Değildir) başlıklı yazısında şunları söylemektedir:

Sana ruhtan sorarlar; de ki: “Ruh, Rabbim’in emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.” (İsra Suresi, 85)

Neyse ki, insan genomu üzerindeki on yıllık yoğun çalışma, genetik determinizm ile ilgili korkuların yersiz olduğunu gösteren yeteri kadar delil sundu. Açık olarak gösterdi ki, biz insanlar genetik parçalarımızın toplamından çok daha fazlasıyız. Söylemeye gerek yok, genlerimiz insanın gelişiminde ve birçok insan hastalığının ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamaktadır. Ancak, tek yumurta ve çift yumurta ikizleri üzerinde, düşük ve yüksek teknoloji ile yapılan moleküler çalışmalar, insan tecrübesinde genlerin herşeyi belirleyen faktör olmadığını kesinleştirdi.189

Collins aynı makalesinde, genlerin insan davranışları üzerinde de önemli bir etkisi olmadığını belirtmektedir. Bir suçlunun DNA’sına bakılarak, “genetik olarak suça eğilimli mi” diye incelenmesinin ve buna göre ceza belirlenmesinin ise haksız sonuçlar ortaya çıkarabildiğini açıklamaktadır:

Peki zeka ve saldırgan davranış gibi hastalıklarla ilgili olmayan özellikler?… Şiddetle ilgili bir genin bulunmasının bin yıllık özgür irade anlayışımız üzerinde çok derin bir etkisi olabilirdi ve adalet terazisini iki tehlikeli yönde eğebilirdi. Eğer şiddet içeren bir suç işleyen biri bu gene sahipse, avukatı DNA savunmasını kullanabilirdi (“eğer bu suç genlerdeyse, kişi temizdir!”) ve savunma, hakim ve jüri tarafından eylemlerinden sorumlu görülmeyebilirdi. Bununla birlikte, hiç şiddet eyleminde bulunmamış ancak şiddet geni bulunan birinin hayatının geri kalan bölümünde suç zanlısı olarak görüldüğü (hatta modern cüzzamlılar kampına gönderildiği) bir senaryo da düşünülebilir.

Eğer genler gerçekten davranışları kontrol etselerdi, kaybettiğimiz tek şey adalet sistemimiz ve bu sistemin en önemli kuralı olan eşit koruma olmayacaktı. Bu durumda eşit fırsat kavramımız nasıl ayakta kalırdı? Peki ya erdem düşüncesi ne olurdu? Gattaca adlı filmde betimlenen ürkütücü “genotokrasi”yi düşünün. Çocukların, doğduklarından hemen sonra, DNA’larında yazılı zihinsel yeteneklerine ve meslek potansiyellerine göre kastlara ayrıldıkları bir dünya.190

Collins makalesinde, insanlara ait davranışların genlerde kodlu olduğu iddiasının mantıksızlığını, biyolog John Joe McFadden’dan alıntı yaptığı bir benzetme ile şöyle anlatmaktadır:

Hiç şüphesiz, Allah, Kendisi’ne şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
(Nisa Suresi, 116)

Biyolog John Joe McFadden tarafından sunulan bir benzetmeyi kullanırsak; özgün davranışlarımızı ve zihnimizin diğer ürünlerini kodlayan genleri aramak, İmparator Konçertosunu bulmak için bir kemanın tellerini veya piyanonun tuşlarını incelemeye benzemektedir. Aslında, insan genomu, yaklaşık 30 bin genimizden her birinin, moleküler biyoloji olarak bilinen fevkalade ve muazzam konserde çalan özel bir enstrümanı temsil ettiği en büyük orkestralardan biri olarak düşünülebilir. Her enstrüman önemlidir ve her biri doğru (ve oldukça karmaşık) sesi oluşturmak için ahenk içinde olmalıdır. Benzer şekilde, genler de beynin gelişmesi için son derece önemlidir ve fonksiyonel nöronlar ve sinir ileticiler üretebilmek için “ahenk içinde” olmalıdırlar. Ancak bu kesin olarak genlerin akıl oluşturduğu anlamına gelmemektedir, aynı bir viyola veya pikolonun (küçük flüt) sonat yapamaması gibi.191

Collins, yazısının sonunu ise çok önemli bir gerçeğe ayırmaktadır. İnsanı insan yapan özelliklerin DNA’dan kaynaklanmadığını bilmemizin başka bir önemli nedeni daha var diyen Collins, Allah’ın üstün yaratışına dikkat çekmektedir:

Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru. (Al-I İmran suresi, 191)

Birçoğumuz için, DNA’nın insanlığımızın esas maddesi olduğu fikrini reddetmek için bilimin mekaniğinin dışında çok güçlü bir neden daha var. Bu, çok büyük bir gücün varlığına olan inançtır… bazı bilim adamları ve yazarlar manevi eğilimi tamamen hurafe olarak kabul etmektedirler. (Hiç şüphesiz bu onların çok büyük bir yanılgısıdır.) Nitekim Richard Dawkins, “bizler DNA tarafından inşa edilmiş ve amacı aynı DNA’nın kopyalarını üretmek olan makineleriz. Bu her canlı nesnenin yaşamak için tek nedenidir” tespitinde bulunmuştur. Gerçekten öyle mi? İnsan olmayı, bir bakteri veya böcek olmaktan ayıran bir şey yok mu?

Genetik ve moleküler biyoloji, her çağda ve tüm insan kültürlerinde ortak olan evrensel doğru ve yanlış anlayışının nasıl ortaya çıktığını açıklayabilir mi? Yunanca’da agape (merhamet-sevgi) denen bencil olmayan sevginin nedenini açıklayabilir mi? DNA’mız riske girecek olsa bile başkaları için fedakarlıkta bulunmanın nedenini açıklayabilir mi? Evrimsel psikologlar genlerin etkin olarak yayılmasını engelleyen insan davranışları için çeşitli açıklamalar sunarken, bu iddialar bize gerçek dışı geliyor.

Bilimin varlığımızın sırlarını tek başına elinde bulundurduğu fikri tek başına bir din haline geldi… Bilim elbette ki doğayı anlamanın doğru yolu; ancak bilim bize, insan kimliğinin, doğanın ve bununla beraber bilimin alanı dışında kalan başka yönleri olduğunu inkar etmemiz için hiçbir sebep vermez.192

Collins’in de dikkat çektiği gibi, şekerden, fosfattan ve karbon-hidrojen-azot-oksijen bileşiklerinden oluşan molekül zincirlerinin insana sevgi, bağlılık, sanattan zevk alma, sevinme, annelik hissi, sahiplenme, hırs, fedakarlık gibi hisler kazandırmaları imkansızdır. İnsan, ruhu yok sayıldığında, sadece bir et ve kemik yığınıdır. Bu et ve kemik yığınının düşünmesini, matematik hesapları yapmasını, yediği yemeğin lezzetinden zevk almasını, görmediği bir dostunu özlemesini, gördüğü bir güzellikten hoşlanmasını sağlayan, kendileri de maddesel varlıklar olan genler değildir. İnsan, Allah’ın yarattığı, bedeninden ayrı olarak ruh verdiği bir varlıktır. İnsan, bedeninden, genlerinden, beyninden ve hücrelerinden çok daha ayrı, farklı bir varlıktır. İnsanın ruh sahibi bir varlık olduğu Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale’den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 7-9)

İnsanın ruhu, Allah’ın Kendisi’nden üflediği ruhtur. Allah’ın varlığını ve insanın sahip olduğu metafizik özellikleri kabul etmek istemeyen evrimci materyalistler, “herşey genlerde kodlu” yalanını öne sürerek insanları bu gerçekten uzak tutmak istemektedirler. Oysa, genlerin insan ruhunu yaratamayacakları açıkça ortadadır; buna körü körüne saplanmışlardır.

Bu sapkın inanç aslında yeni de değildir. Tarih boyunca “putperestlik” olarak bilinmiştir. Antik putperestler nasıl tahtadan oydukları putların, kendi ilahları olduğunu iddia ediyorlarsa, evrim teorisi de genleri sahte ilahlar olarak kabul etmekte, herşeyin amacı ve yaratıcısı olduğunu iddia etmektedir.    (Allah’ı tenzih ederiz.) Ancak bu son derece ilkel ve dogmatik bakış açısı -evrim teorisine dayanak sağlaması umulan- bilimsel bulgularla çürütülmüştür. Genlerle ilgili en önemli ve tarihi araştırmanın başındaki bilim adamı olan Collins dahi, evrimcilerin sözde ilah ilan ettikleri genlerin hiçbir güçleri olmadığını ve insanın genlerin ötesinde metafizik bir varlığı olduğunu açıkça belirtmektedir.

Putperestlik, yani hiçbir gücü olmayan maddesel varlıklara ilahlık atfetmek, tarih boyunca süregelen bir inkarcı geleneğidir. Günümüzde ise bu geleneği evrimci zihniyet ile sürdürmektedirler. Allah Kuran’da, hiçbir gücü olmayan varlıkları ilah edinenler için şöyle bildirmektedir:

O’nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)

Allah, inkarcıların kapıldıkları bu inancın sapkınlığını bir başka ayette şöyle açıklamaktadır:

De ki: “O’nun dışında (ilah olarak) öne sürdüklerinizi çağırın, onlar sizden ne zararı uzaklaştırabilirler, ne de (onu yararınıza) dönüştürebilirler. (İsra Suresi, 56)

Allah’ın akıl sahibi insanlara emri ise şudur:

Allah’tan başka, sana yararı da, zararı da olmayan(ilahlar)a tapma. Eğer sen (bunun aksini) yapacak olursan, bu durumda gerçekten zulmedenlerden olursun. (Yunus Suresi, 106)

Sonuç

Ahlaki Çöküntü, Ekonomik Çöküntüyü de Geçti!…”, “Çocuk Fahişeler…”, “Genç İngilizlere Göre Tecavüz Doğal”, “Finlandiya’da 400 Eşcinsel ve Lezbiyen Çift Evlendi”, “Gay Düğünü”, “Öfke Dinmiyor” “Yolsuzlukların Ardı Arkası Kesilmiyor”, “Yolsuzluk Bunalımı”, “Uyuşturucuya Başlama Yaşı 13 Oldu”, “Bırakın Uyuşturucu Serbest Kalsın!”, “Zulüm Her Yerde”, “Kıtlıkta Savaş”, “Kabusa Dur Diyen Yok”, “Savaş, Skandal, Ayaklanmalar Yılı”, “Sırplar Nazilere Özendi”, “Sivilleri Tankla Ezdiler”, “Yeryüzü Barut Fıçısı Gibi”, “Dünya Ateş ve Gözyaşına Boğuldu”, “Suç Patlaması”, “Su Gibi Alkol Tüketiliyor”, “Avrupa Gençliği Alkole Teslim”, “ABD Şiddeti Önleyemiyor”, “İnsanlık Kalmamış”, “Manevi Çöküş”, “Amerikalı Gençler Ahlaki Çöküntüde”, “İnsanlık Yalnızlığa Koşuyor” …

… Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)

Bunlar farklı tarihlerde farklı gazetelerdeki manşetlerden bazı örnekler; hemen her gün gazete ve televizyon haberlerinde karşılaştığımız türden bazı haberler. Bunlar ve benzeri haberlerin sayısı o kadar fazla ki, artık insanların büyük bir çoğunluğu bu tür olaylara alışmış durumda. Pek çok insan, dünyanın dört bir yanında sürekli kargaşa, çatışma, anarşi olmasını, aynı ülkenin insanlarının dahi birbirleriyle çekişme içinde olmalarını, ardı arkası kesilmeyen yolsuzlukları, fakir ve muhtaçlara yardım elinin uzatılmamasını, stres, depresyon gibi ruhsal sıkıntıların giderek yaygınlaşmasını, intiharların sayısının artmasını yadırgamıyor. Sanki neredeyse tüm dünya; çatışmacı, kavgacı, uzlaşmaz, sıkıntı ve gerilim dolu, haksızlığın, adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir yaşamı benimsemiş ve herkes bunu kabullenmiş gibi.

Bu kabullenmişliğin temel nedenlerinden biri, tüm bu olumsuzlukların sözde “doğal” sanılması, “insan doğası”nın adeta kaçınılmaz sonuçları gibi görülmesidir. Oysa gerçekte bunlar insanlığa egemen olan batıl bir “dünya görüşünün” getirdiği sonuçlardır. Bu batıl görüş materyalist ve Darwinist dünya görüşüdür. Bu kitapta incelediğimiz sosyal Darwinizm ise bu görüşün çok önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.

İnsanların çoğu farkında olsalar da olmasalar da, Darwinist-materyalist bir yaşama yönlendirilmektedirler. Fakir insanların veya “Üçüncü Dünya Ülkeleri” halklarının sefaletine karşı üzüntü veya kaygı duyulmaması, zulme maruz kalan insanlara karşı duyarsız olunması, bencil bir yaşam şeklinin hakim olması, kindar, intikamcı, kavgacı, rekabetçi ahlakın yaygınlaşması, hatta özellikle iş dünyasında bunların makbul sayılması, insanların diğer insanlara sevgi ve saygı duymamaları bu dünya görüşünün başlıca belirtileridir. Kitap boyunca da incelendiği gibi, Darwinist-materyalist görüş tecavüzden savaşa kadar her türlü vicdansızlığı meşru göstermekte ve bu yolla teşvik etmektedir.

Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? 
(Fussilet Suresi, 33)

Aslında hemen her insan, Darwinist-materyalist görüşün acısını bir şekilde çekmektedir. Irkçı saldırılara maruz kalan zenci bir öğrenciden bencil ve duyarsız çocukları tarafından bakımsız ve mahrumiyet içinde bırakılan yaşlı bir anne-babaya, işvereni tarafından sağlıksız koşullarda düşük ücretle uzun saatler çalıştırılan işçilerden hayatın boş ve amaçsız olduğunu zanneden, sorumsuz ve başıboş bir hayat yaşayarak kendini maddi ve manevi bunalıma sürükleyen genç insanlara kadar, pek çok insan mutsuz, sıkıntı ve gerilim dolu bir hayat yaşamaktadır.

Bu kısır döngünün sona ermesi, insanlığın barışa, huzura ve mutluluğa, sevgi ve saygı dolu bir dünyaya yönelmesi için gereken şey, materyalist dünya görüşünün fikren yenilgiye uğratılmasıdır. Bunun için insanların materyalizmin dayanak noktası olan Darwinizm’in bilimsel olarak çökmüş olduğunu ve Darwinizm’in uygulamaya konulması durumunda ne büyük belalara neden olacağını öğrenmeleri son derece önemlidir.

Bununla birlikte Darwinizm yanılgısına kapılmış olanların da önemli bir gerçeğin farkına varmaları gerekir. Tüm eksiklikleri ve yanlışlıklarına rağmen ısrarla savunmaya çalıştıkları evrim teorisinin bilimsel olarak hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Bugün bilim dünyasında yaşanan her gelişme bu gerçeği bir kez daha pekiştirmekte, evrim teorisi tarihin tozlu sayfalarına gömülmektedir. Üstelik tarihi pek çok tecrübe –kitap boyunca örnekleri ile açıklandığı gibi- göstermektedir ki, evrim teorisinin ortaya koyduğu yaşam modeli, zulüm, haksızlık, acımasızlık, adaletsizlik ile eşanlamlıdır ve insanlara acı, gözyaşı ve kayıptan başka birşey getirmez. Bu nedenle Darwinistlerin de evrim teorisinin teşvik ettiği kötülüklerin farkına varmaları, ön yargılarından kurtularak akıl ve bilim dışı bu teorinin savunuculuğundan bir an önce vazgeçmeleri gerekir. Umarız, bu eser söz konusu yanılgıya kapılmış olanların ne kadar ciddi bir hata içinde olduklarını kavramalarına aracı olur.

 

Kara Klan

Kara Klanın Yaşam Sahası

İnsanlar arasındaki haksızlıkları “büyük balık, küçük balığı yutar” telkiniyle makul ve doğal gibi gösteren yorumlar… “Babana bile güvenme” ve “kimsenin gözünün yaşına bakma” gibi telkinlerle, insanları acımasız bir bireyselliğe iten sözde “akıl hocaları”…

Sabır, fedakarlık, tevazu gibi güzel ahlak özelliklerini, saflık gibi göstermeye çalışan gizli ve açık telkinler…

Eğer etrafınızı biraz dikkatli incelerseniz, bu gibi telkinlerin çok yoğun ve sistemli bir biçimde yapıldığını görebilirsiniz. Dünyanın pek çok ülkesinde; bazı basın, televizyon, reklamcılık, sinema, edebiyat, mizah gibi kültürel araçlarda, bu temalar ısrarla ve hep aynı mesajlarla işlenir. Bu propagandanın mimarları, din ahlakının insanlara öğrettiği gerçekleri ve değerleri göz ardı etmeye, buna karşılık inançsızlık ve ahlaksızlığı ön plana çıkarmaya çalışırlar.

terror, drugs

İşte bu evrensel propagandanın ardında, bu kitapta inceleyeceğimiz “kara klan” vardır. Bu klanın teorisyenleri, kurdukları din ahlakının dışındaki dünyayı süslü göstermek için hummalı bir faaliyet içindedirler. Öncelikle  Allah’a olan inancı yok etmeye, insanları din ahlakının öğrettiği değerlerden uzaklaştırmaya çalışırlar. Bir yandan da insanları fuhuş ya da eşcinsellik gibi günah ve sapıklıklara özendirmeye, bunların doğal, meşru ve hatta makbul görüldüğü bir sosyal ortam oluşturmaya çalışırlar. Bu sosyal ortam, onların, kurmuş oldukları kirli ve karanlık dünyayı yaşamak için ihtiyaç duydukları yaşam sahasıdır.

Halkın önemli bir kesimi ise -klanın ahlaksızlıklarının boyutunu tam anlamı ile bilmemesine rağmen- bu durumdan çok rahatsız olmakta, ancak bu klanın neden olduğu çarpıklıklara nasıl engel olabileceğini ve bunların ne şekilde ortadan kaldırılabileceğini bilememektedir. Bu nedenle de çoğunluk, bu kara klanla ve onu karanlık felsefesi ile mücadele etmek yerine onlardan yüz çevirmeyi, kendilerine onların tarzından farklı bir yaşam kurmayı yeterli görür. Söz konusu klan mazlum halka dehşet verecek yöntemlere, sinsi politikalara ve acımasızlığa  sahiptir. Ancak, Allah’ın “… Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…” (Maide Suresi, 105) ayetiyle bildirdiği gibi, samimiyetle doğru yola uyanlar Allah’ın koruması altındadırlar ve iyilik için yürüttükleri çalışmalarda      Allah onları muhakkak başarılı kılacaktır.

İlerleyen sayfalarda daha detaylı olarak göreceğimiz üzere, kara klan insanlar üzerinde tahmin edilenin ötesinde bir etkiye sahiptir ve bu etkinin ortadan kaldırılması, klanın faaliyetlerinin deşifre edilmesi ve bu yapının dayanağı haline gelmiş ideolojilerin fikren yıkılması ile sağlanacaktır. Bu yüzden öncelikli olarak yapılması gereken, klanın biraz daha yakından tanınması, zihniyetinin, uygulamalarının ve planlarının her yönü ile açığa çıkarılması olmalıdır.

Kara Klanın Ahlaksız Dünyası

Klanın özelliklerini sıralarken, klanı biraraya getiren unsurların başında ahlaki dejenerasyon ve karanlık bir hayat olduğunu belirtmiştik. Bugün dünya geneline bakıldığında, bu dejenere yapının uluslararası bir şebeke tarafından ayakta tutulduğu açıkça görülebilir. Kimi gazeteler ve televizyonlar tarafından çoğu zaman ahlaksızlıkların modernlik ve çağdaşlık adı altında savunuluyor olmasının, ahlaksızlıkları ile ünlü kişilerin herşeye rağmen isimlerinin gündemde tutulmasının, onlara karşı gizli bir hayranlık oluşturulmaya çalışılmasının nedeni de ahlaksızlığın klanın önemli gelir kaynaklarından birisi olmasıdır. Dikkat edilirse, günümüzde ahlaksızlık propagandasının en önemli sloganları, “modernlik”, “çağdaşlık”, “cesurluk” ve “özgürlük”tür. Kuşkusuz modern bir dünya görüşüne sahip olmak, çağın gelişmelerini yakından takip etmek, yeniliğe açık olmak güzel özelliklerdir. Ancak klanın hedefi, her türlü ahlaksızlık ve sapıklığı bu süslü telkinlerin ardında, insanlara olağanmış gibi sunmaktadır. Bu nedenle başta gençler olmak üzere bazı insanlar, farkında olmadan klanın yoğun telkinleri altında, ahlaksızlığın aslında çağdaşlığın bir gereği olduğunu düşünür. Bundan çok değil on yıl önce insanların kınadıkları ve kesinlikle karşı oldukları çeşitli tavır ve davranışların, bugün artık birçok kişi tarafından olağan karşılanmaya başlanmış olması, hatta bunları eleştirmenin yanlış olduğu inancının yaygınlaşması klanın propagandasının cahil kimseler üzerinde ne kadar etkili olduğunun göstergesidir. Dünyanın pek çok yerinde bazı televizyonlarda ve kimi magazin dergilerinde sergilenen ahlaksızlıklar, bugün artık evlilik dışı ilişkilerin, fuhuşla geçimini sağlamanın, homoseksüelliğin, kumarbazlığın, yolsuzluğun, israfın son derece yaygın olduğunu göstermekte ve daha da kötüsü bu haber ve görüntülerle halkın bilinçli olmayan kesimleri de benzer bir yaşama özendirilmektedir. 

gambling

Dünyanın pek çok ülkesinde, ahlaksızlığın halkın geneline yayılması için, toplumca tanınan kişileri kullanarak özendirme propagandası yapmak oldukça etkili bir yöntemdir. Aslında ruhsal sorunları olan, büyük bir çöküntü içinde yaşayan, kültür seviyesi oldukça düşük, kavrayış yeteneğinden yoksun kimi insanlar dünya televizyonlarında, ahlaksızlıkları örnek verilerek, sözde “modern, çağdaş, cesur” insanlarmış gibi lanse edilmekte ve halka “siz de çağdaşlaşmak istiyorsanız benzerini yapın” telkini verilmektedir. Yabancı müzik kanallarında ürkütücü kıyafetler giyen, korkunç makyajlar yapan radikal müzik gruplarının sürekli gündemde tutulmasının, satanizm gibi sapkın inanışlara sahip kişilerin sık sık söyleşi programlarına çıkarılmasının, bu marjinal olarak tanımladıkları sapkın kişilerin ciddi bir kınama veya eleştiri ile karşılaşmayıp sürekli “sempatik” gibi gösterilmelerinin temelinde de aynı hedef vardır. Bu nedenle söz konusu propagandanın en “değerli” malzemeleri olan fahişeler, hırsızlar, uyuşturucu kullanıcıları kara klan tarafından ısrarla korunup kollanmaktadır. Kimi zaman çok ileri gittiği düşünülen kişiler kınanıyor gibi gösterilse de, aslında halkın bilinç altına verilen telkin tam tersi yöndedir. Çünkü bu kişiler, klan tarafından yeni “gelir kapıları” için bir tür tuzak olarak kullanılmaktadırlar. Buna karşılık bu kişiler de, klanın kendilerini her koşulda koruyacağını düşündükleri, klanın kurallarına uydukları müddetçe bir zararla karşılaşmayacaklarına inandıkları için pervasızca ahlaksızlıklarını sürdürmektedirler.

gambling

Bu ittifakın dünya genelinde oluşturduğu olumsuz etki yapılan istatistiklerin sonucunda açıkça görülmektedir. Kara klanın önemli gelir kaynaklarından biri olan uyuşturucu ticareti nedeniyle, uyuşturucunun tuzağına düşenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Yapılan araştırmalar son on yıl içinde özellikle gençler arasında uyuşturucu kullanımının daha da yaygınlaştığını, uyuşturucuya başlama yaşının ise ortaokul çağına kadar düştüğünü göstermektedir. Bundan on yıl önce, 1992 yılında yapılan bir araştırmada, İngiltere’de gençlerin %50’sinin uyuşturucu kullandığı, %30’unun ise bağımlı oldukları tespit edilmiş, bugün ise bu oranlar daha da yükselmiştir. Amerikalıların da 1988–1995 yılları arasında uyuşturucuya 57.3 milyar dolar harcadıkları tespit edilmiştir. Birleşmiş Milletler’in 90’lı yılların sonunda yaptırdığı araştırmaya göre ise, dünya genelinde 15 yaş ve üzerinde uyuşturucu kullananların sayısı yaklaşık 200 milyondur. Buna göre dünya nüfusunun yaklaşık %5’i uyuşturucu kullanmaktadır. Yine aynı araştırma, 90’larda dünya ülkelerinden en az 134’ünün uyuşturucu sorunu ile yüzyüze olduğunu, Pakistan’da, 80’lerin başında çok az olan uyuşturucu kullanıcılarının sayısının 90’larda 1.5 milyon kişiye çıktığını göstermektedir. 4

1990’ların Sonunda Dünya Genelinde Uyuşturucu Sorunu

world drug map

Klanın bir diğer gelir kaynağı olan fuhuş da hızla yayılan ahlaksızlıklardandır. Günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde çocuk denecek yaştaki kız ve erkek çocukları para karşılığında, hatta kimi zaman bizzat aileleri tarafından fuhuşa itilmektedirler. Daha korunması ve bakılması gereken bir yaşta meta olarak kullanılan bu çocukları kurtarmak için tüm dünyanın birlik olması gerekirken, Filipinler gibi fuhuşa itilen çocukların yaygın olduğu ülkeler en gözde turistik mekanlar arasında sayılmaktadır. 1995 yılında Tayland’da hükümet bütçesinin %60’ı fuhuştan karşılanmıştır. Hindistan’da ise fuhuş yapan kadınların sayısı, BM verilerine göre yaklaşık 8 milyondur.5 Dünyanın çeşitli ülkelerinden pek çok turist her yıl yalnız bu amaçla söz konusu bölgelere akın etmektedir. Amerika’da ise en az 100 bin çocuğun fuhuş ticaretinde kullanıldığı bildirilmektedir. Fuhuş suçuyla Amerikan çocuk hapishanelerinde bulunan çocukların sayısı 300 bin ile 600 bin arasında değişmektedir.6 Yine Amerika’da yaklaşık 2 milyon gencin sokaklarda yaşamını sürdürdüğü ve bunların büyük bir kısmının fuhuş yaptığı tahmin edilmektedir.7 Fuhuşla birlikte zina da yaygınlaşmakta, evlilik dışı ilişkiler son derece olağan karşılanırken, evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuklar önemli bir toplumsal sorun haline gelmektedir.

1990’larda Kokain Trafiği
world drug map

Bunların yanı sıra toplumsal çöküntünün önemli göstergelerinden olan rüşvet, yolsuzluk, tefecilik, sahtekarlık, israf, haksızlık, adalet sisteminin çökmesi gibi olaylar da klan tarafından desteklenir. Hatta bu çöküntü bazı ülkelerde kimi zaman öyle bir aşamaya gelir ki, ülkeyi yönetenlerin de içine dahil olduğu sistem tamamen klanın kontrolü altına girer. Yürütme, yargı ve yasama kurumlarında klanın hakimiyeti yoğun olarak görülür. Bazı Latin Amerika ülkeleri bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu ülkelerde dejenerasyon ve toplumsal çöküntü öyle bir aşamaya gelmiştir ki, artık uyuşturucu ticareti bizzat devlet tarafından yürütülmekte, hemen her gün faili meçhul cinayetler işlenmekte, uyuşturucu kartelleri ve benzeri suç şebekeleri adalet sistemini ve devletin güvenlik güçlerini istedikleri gibi yönlendirip kullanabilmektedirler.

Klanın menfaat sağladığı bu düzenden kuşkusuz halk hem maddi hem de manevi olarak büyük zarar görmektedir.

Bu sistem, Kuran ahlakı ile taban tabana zıt olan bir sistemdir ve verdiği zararın ortadan kaldırılması ancak din ahlakının insanlara öğrettiği erdemlerin toplum tarafından benimsenmesiyle olacaktır. Allah, Kuran’da klan tarafından teşvik edilen ahlaksızlıkların kesin olarak insanlara haram kılındığını bildirmektedir:

Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayasızlık’ ve kötü bir yoldur. Haklı bir neden olmaksızın    Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin… Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin Katında da hoş olmayanlardır. (İsra Suresi, 32-38)

Görüldüğü gibi klanlaşmış bir yapıya sahip olan bu grubun, savunuculuğunu yaptığı ve varlığını devam ettirebilmesini sağlayan yaşam tarzı, din ahlakının tamamen tersidir.

Din ahlakı insanlara vefakarlığı, dürüstlüğü, adaleti, fedakarlığı, hakkı ne pahasına olursa olsun savunmayı ve adaleti emrederken, kara klanın ahlakı insanların bencil, acımasız, çıkarcı, hilekar, dolandırıcı, yalancı olmasını gerektirir. Klanın düzeni ancak o zaman devam edebilir. Her bir klan üyesi bu kirli düzen içerisinde kendisine bir yol bulmuştur ve hayatını devam ettirebilmesi için bu yolun asla kapanmaması lazımdır. Kimileri rüşvet ve haksız kazanç ile, kimileri mazlumların hakkını ve emeğini sömürerek, kimileri fuhuş ve uyuşturucu ticareti sayesinde varlıklarını devam ettirirler. Sistemlerini devam ettirebilmeleri için çevrelerinde rüşvet verebilecekleri ve rüşvet alabilecekleri ahlakta kişilerin, fuhuş yapmayı kabul edebilecek, uyuşturucu kullanacak ve uyuşturucuyu yayacak insanların olması ve hepsinden önemlisi kimsenin bu çirkinliklere ve haksızlıklara karşı fikri mücadele yapmaya cesaret edememesi gerekir. Oysa din ahlakı hem bu pislikleri ortadan kaldırır, hem de kötülüklere karşı güçlü bir fikri mücadele içine girecek insanların yetişmesine vesile olur. Bu ise kara klanın çökmesi demektir.

hell

Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler. (Nisa Suresi, 27)

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.” (ArafSuresi, 81)

Klanın İçinden ”İş Adamına Öğütler”

hell

…Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.” (ArafSuresi, 85)

Kara klanın buraya kadar tasvir ettiğimiz yapısı, bizzat bu klanın içinde yaşananlara şahit olan bazı kimseler tarafından da zaman zaman ifade edilmektedir. Bu konudaki ilgi çekici bir “itiraf”, yayınlandığı sıralarda oldukça ses getiren Genç Bir İş Adamına isimli kitaptır. Kitabın yazarı, uzun yıllar iş dünyasında yer almış, ancak sonra bu dünyadaki ahlaki dejenerasyondan rahatsız olarak kendisine daha sade bir hayat kurmuştur. Kitabında, klanın içinde “başarılı bir iş adamı” olmak için yapılması gerekenleri hicvederek anlatmaktadır.

Ancak elbette tüm iş dünyasını veya her iş adamını söz konusu kitapta yer alan bilgilere göre değerlendirmek doğru değildir. Pek çok iş adamı, dürüstlükten ve ahlaki değerlerden hiçbir taviz vermeden kendi alanlarında büyük başarılar elde etmektedir. Bununla birlikte, bu kitapta yer alan ahlaksızlıkların iş dünyası içinde yayılmasını isteyen bir gücün varlığı da göz ardı edilemez.

Kitapta anlatılan dünya, kara klanın oluşturmak istediği yapının küçük bir modelidir. Genç İş Bir Adamına adlı kitaba göre, bir iş adamının ilk yapması gereken, “ruhunu satmak ve vicdanını susturmak”tır:

Ruhunu sat. Hemen, bir an önce sat ve kurtul. Nerede ve nasıl mı satmalısın? Piyasa seni bulacak merak etme! Ondan sonrası daha kolaydır.8

Vicdan; okyanusları aşar gelirsin, buna takılırsın. Psikiyatristlere “düşersin”. Hint felsefelerine sarılırsın. Uzak yerlere seyahat edersin. Okullar, hastaneler… yaptırırsın. Olmaz. Olmaz. Olmaz. Ama korkma. Sebat et. Zamanla vicdanını da kandırırsın… İş adamının ağzından bu nakaratlar düşmez. Aslında ikna etmeye çalıştığı vicdanıdır. Vicdan. O başkalarının görmediğini gören, yüreğindeki bir çift göz… Ruhunu sattığın gün vicdanını da sattığını zannetme. Ruh satılır. Vicdanını ise yavaş yavaş boğmalısın. Bir köpek yavrusunu boğar gibi. .9

Peki neden kara klana dahil olan bir iş adamı ruhunu satmak ve vicdanını öldürmek zorundadır? Bunun nedeni, klanın söz konusu dünyasının sadece hile, sahtekarlık, acımasızlık ve bencillik gerektirmesidir. Aynı kitapta, bu karanlık dünyanın gerektirdiği ahlak şöyle tasvir edilir:

En büyük hile dürüstlüktür. En büyük yalanını, “ne kadar doğru konuşuyor, ne kadar dürüst ve açık bir adam” dedikleri zaman söylemelisin.

Yalancı ve ikiyüzlü olmalısın. Böyle olmadığına herkesi inandırabilmenin yolu, ilk önce kendini kandırmaktan geçer… Bir iş adamı hele, en tepelere oynayan bir iş adamı, ruhunu bir ömür boyu geri almamacasına terk eder.10

business_unhappinessbusiness_unhappinessKıskançlık birinci sınıf bir histir. Saldırganlık, şehvet veya gurur gibi…Kıskançlık en güvendiğin dürtülerinden biri olsun. Yaşat onu. Besle…Saldırganlık, hırs, kıskançlık gibi duygularına yabancılaşma. Kariyerini bu duygular besler. Yumuşakça dürtülerine, merhamete, sevgiye, hasrete yabancılaş. 11

Aynı kitapta söz konusu karanlık dünyaya girmenin en birinci şartı ise şöyle açıklanır: “Allah’ın varlığını ve birliğini inkar etmek.”12 Kitabın yazarına göre bu karanlık dünyaya girmek isteyenler, ruhlarını, vicdanlarını ve Allah inancını terk etmek zorundadırlar.

Çünkü Allah’a inanan ve O’na karşı sorumluluğunun bilincinde olan bir insan; günahtan, zulümden ve her türlü ahlaksızlıktan kaçınır. Klanın karanlık dünyasının devam etmesi, klan üyelerinin aynen tarihteki sapkın kavimler gibi, Allah’ı inkar etmelerine bağlıdır.

Bu nedenledir ki, Allah’a olan inancı zayıflatmak ve son aşamada da tamamen yok etmek, klanın dünya çapındaki başlıca hedeflerinden biridir. Klan üyelerinin çoğu, bu gaflete girebilmek için, hiçbir şey düşünmeden yaşamayı, Allah’ın varlığını gösteren apaçık delilleri tamamen görmezden gelmeyi tercih ederler. Ancak klanın daha üst düzeydeki teorisyenleri, Allah’ın delillerini insanlardan gizlemek için bazı felsefe ve teorilere şiddetle ihtiyaç duyulduğunun farkındadırlar.

Kara klan ile Darwinizm arasındaki ilişkinin çıkış noktası da budur.

unhappiness

Klana göre, iş dünyasında başarılı olmanın yolu ikiyüzlü ve acımasız olmaktır. Oysa Allah Kuran’da insanlara dürüst, merhametli ve adil olmayı emretmiştir.

business_unhappiness

Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (düşünün). Allah, sizi Kendisi’nden sakındırır… (Al-i İmran Suresi 30)

 

palace_column

(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır… (Nahl Suresi, 30)

Mülk, o gün yalnızca Allah’ındır. O, aralarında hükmedecektir. Artık iman edip salih amellerde bulunanlar; nimetlerle donatılmış cennetler içindedirler. (Hac Suresi, 56)

 

Kara Klanın Sosyal Darwinist Dünyası

darwin

Yaşamın rastlantısal bir evrim süreci olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Darwinizm, çatışmanın, kan dökmenin, saldırganlığın, zayıf olanı ezmenin doğanın kanunu olduğunu öne süren bir ideolojidir. Darwinizm’in bu
çarpık mantığı tarihte büyük felaketlere neden olmuştur.

Kara klanın sisteminin din dışı olduğunu ve toplumu da olabildiğince din ahlakından uzaklaştırmak istediğini belirttik. Ancak burada söz konusu olan, -her ne kadar Yahudilik ve Hıristiyanlık zaman içinde tahrif edilmiş olsa da- İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Allah’tan gelen vahye dayanan İlahi dinlerdir. Buna karşılık klan Budizm, Hinduizm, karma felsefesi gibi putperest ve ateist “din”lere hiçbir zaman karşı değildir.  Aksine, bu gibi sahte ve aldatıcı dinlerin (daha doğrusu insan yapımı felsefelerin) batıl öğretilerinin yayılmasını destekler.

Ancak söz konusu Uzakdoğu dinleri (veya UFO’culuk vs. gibi “New Age” akımları) klan dünyasının sadece bir kısmına hitap eder. Buna karşılık klanın tüm yaşam biçimini dayandırabileceği daha kapsamlı bir “dünya görüşü” gereklidir. Gerçekte klan üyelerinin büyük çoğunluğu, bu gibi felsefi konularla ilgilenmeyen, hayatlarını para-cinsellik-eğlence üçgeni içinde geçirmeye çalışan oldukça yüzeysel ve cahil insanlardır. Ama klanın teorisyenleri, başta da belirttiğimiz gibi, hem kendileri hem de söz konusu cahil güruh için gerekli olan “dünya görüşü”ne büyük önem verirler. Bu görüşün temeli ise, Darwin’in evrim teorisi ve onun “Sosyal Darwinizm” olarak bilinen uzantısıdır.

Sosyal Darwinizm, Darwin’in evrim teorisinin toplum bilimlere ve toplumsal konulara uyarlanmasına denir. Bilimsel geçersizliğini diğer eserlerimizde çok detaylı olarak açıkladığımız bu teori, aşağıdaki gerçek dışı iddialara dayalıdır:

1) Yeryüzündeki yaşam, tamamen rastlantısal bir evrim sürecinin sonucudur. Yaşam rastlantısal olduğu için de, bir amacı yoktur.

2) Dünyanın tek geçerli kuralı “güçlü ve avantajlı olanların hayatta kalması”dır. Kıyasıya bir yaşam mücadelesi vardır ve galip gelmenin tek yolu bencil ve acımasız olmaktır.

3) İnsan da bir hayvan türüdür. Hayvanlarla aynı biyolojik kanunlara tabidir. Bir diğer deyişle, insan da “orman kanunlarına” göre yaşamalıdır.

Darwin bu sapkın iddiaları ortaya attıktan sonra, her ne kadar kendisini destekleyen bilimsel bulgular var olmasa da, teorisi hızla yayıldı. Bunun nedeni, Darwinizm’in döneme hakim olan din dışı sistem ve ideolojilere uygun bir fikri zemin oluşturmasıydı. İngiltere, kurmuş olduğu sömürge imparatorluğuna meşruiyet kazandırmak için, “uluslar arasında yaşam mücadelesi” ve “evrimde ileri gitmiş ırklar” gibi Darwinist kavramlara ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle İngiltere’nin ve sonra da diğer büyük devletlerin egemenleri, kısa sürede Darwinizm’i benimsediler.

tableau_battle

…Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah  onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Maide Suresi, 64)

Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın; O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

I. Dünya Savaşı’nın hazırlanmasında da, savaşı “biyolojik bir gereksinim” sanan dönemin Avrupalı yöneticilerinin yanılgıları büyük rol oynadı.

20. yüzyılda Sosyal Darwinizm’in daha da acı sonuçları ortaya çıktı: Nazi Almanyası ve faşist ideoloji. İnsanları gelişmiş bir hayvan gibi gören Naziler, zayıf olanların üzerine basarak yükselmekten, hasta ve zayıf olanları bir şekilde yok etmekten, farklı ve aşağı gördükleri ırkları ortadan kaldırmak için korkunç katliam ve soykırımlar düzenlemekten çekinmediler. Çünkü bilim maskesi takmış teorileri, onlara bunun “doğanın bir kanunu” olduğunu söylüyordu.

Sosyal Darwinizm’in çok daha yaygın bir sonucu ise, hemen hemen tüm modern toplumları etkileyen ahlaki çürümede ortaya çıktı. Darwinizm’in getirdiği toplum yapısı, rekabetçi ve acımasız bir dünya görüşünün, ahlaka önem vermeyen, kendisini ve insanları gelişmiş hayvanlar olarak gören kitlelerin oluşmasına neden oldu. Yalnızca bireysel çıkarları önemli gören, fedakarlık yapılması gerekiyorsa, bunun ancak menfaatlerle örtüştüğünde yapılmasının gerektiğini savunan, aksinin insanın doğasına aykırı olduğunu iddia eden bu aldatıcı ideoloji, her türlü bencilliğin ve saldırganlığın meşru görüldüğü bir kültürü ortaya çıkardı.

Charles Darwin

Ateist Darwinist Richard Dawkins’e göre
insanlar, bencil genler tarafından var
edilmiş makinelerdir. Bu sapkın iddia,
kara klanın savunduğu toplum yapısının
da temel anlayışını oluşturur.

Söz konusu kültürün savunucularına baktığımızda, sık sık Darwinizm’e atıfta bulunduklarını görürüz. “Acımasız ve bencil olmanın” sözde meşruiyeti, hemen her zaman Darwinizm’den gelmektedir. Günümüzün en ünlü ve militan Darwinistlerinden biri olan İngiliz zoolog ve yazar Richard Dawkins, bunun önde gelen örneklerindendir. Yazdığı kitaplarla evrim teorisinin en ünlü savunucusu haline gelen -ve bir ateist olan- Richard Dawkins, yeryüzündeki tüm yaşamın “bencil genler” tarafından üretildiğini savunmakta ve bencilliğin doğanın en büyük kanunu olduğunu ileri sürmektedir. Dawkins bu çarpık düşüncesini şöyle ifade eder:

İnsanlar, bencil genleri tarafından var edilmiş makinalardır. Başarılı Chicago gangsterleri gibi, genlerimiz son derece rekabetsel bir dünyada hayatta kalmışlardır. Başarılı bir gende bulunması beklenen hakim özelliğin, acımasız bir bencillik olduğunu ileri sürüyorum.13

İnsanların “başarılı Chicago gangsterleri gibi” acımasız ve bencil makinalar olduğuna inanan bir felsefenin nasıl bir toplum modeli üreteceği ise ortadadır. Dawkins ve onun gibi düşünen tüm Darwinistler ve onların aldatıcı mesajlarını topluma “bilimsel gerçekler”miş gibi empoze eden bir kısım medya, toplumsal çatışmanın ve suçun alt yapısını hazırlamaktadırlar. Dawkins “bizler hayatta kalma makinalarıyız; genler olarak bilinen bencil molekülleri korumak için programlanmış robotlarız” derken, her türlü saldırı ve tecavüzü de meşru göstermektedir. Darwinizm’in önde gelen eleştirmenlerinden Phillip Johnson’ın dediği gibi:

Bu mantık, genlere hizmet eden robotların (insanların), genetik patronlarını tatmin etmek için, diğer robotlara karşı cinayet, soygun, tecavüz ve köleleştirme uygulamasının son derece doğal olduğu anlamınagelmektedir.14 

Dawkins’in ve onun gibi düşünen tüm diğer Darwinistlerin savunduğu bu mantık, gerçekte ilkel putperest klanların batıl inançlarından farklı değildir. İlkel putperestler, elleriyle yaptıkları put ve totemlerin kendilerini yarattığı gibi sapkın bir fikre inanır ve bu putlar için savaş çıkarıp kan dökerlerdi. Modern Darwinistler -bir diğer ifadeyle kara klanın teorisyenleri- ise, insanların tesadüfler sonucu oluşmuş genler tarafından yaratıldığına inanmakta ve bu genler için çatışmayı savunmaktadırlar. Kısacası putperestliğin akılsızlığı, cehaleti ve vahşeti aynen devam etmektedir, binlerce yıl önceki totemist klanlardan, günümüzün Darwinist kara klanına dek…

Oysa Allah insanı yoktan yaratmıştır ve bu dünyada insandan istenen de bencil olmak ve çatışmak değil, aksine      Allah’ın İlahi dinlerle insanlara öğrettiği gibi güzel ahlaklı olmak, yani fedakar, merhametli ve barışçı davranmaktır. İnsanın yaratıcısı ve yöneticisi ne putlar, ne totemler, ne de onlar gibi bilinçsiz bir madde yığını olan genlerdir. İnsanı yaratan, ona belli bir kader belirleyen ve hayatını her anını kontrol altında tutan alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Ancak klan, bu gerçeği körü körüne reddetmekte veya göz ardı etmektedir.

Bugün dünyada evrim teorisi lehinde yürütülen kapsamlı beyin yıkama kampanyasının ardında da, klan ile Darwinizm arasındaki bu güçlü ideolojik ilişki yatar. Kara klanın teorisyenleri, kurmuş oldukları din dışı ve bencil dünyanın sözde bilimsel dayanağının Darwinizm olduğunun çok iyi bilincindedirler ve bu nedenle de bu çökmüş teoriyi ayakta tutmak için her türlü propaganda yöntemini kullanırlar. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm’in Karanlık Büyüsü, 2000)

Sosyal Darwinizm’in Genetik Suç Tanımı

Kara klanın teorisyenleri, Sosyal Darwinizm’i çeşitli suçları meşrulaştırmak için farklı şekillerde kullanırlar. İnsanı bir hayvan olarak tanımladıkları için, onlara göre cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi suçların hepsinin hayvanlar arasındaki yaşam mücadelesinden miras kalan genetik, yani “doğal” bir nedeni vardır. Buna göre, eğer insanlar birbirlerini öldürmüyor, hırsızlık yapmıyor, çevrelerindekilere zarar vermiyorlarsa, bunu vicdanlarına uydukları için değil, türlerinin çıkarını düşündükleri için yaparlar. Gerektiğinde cinayet işlemeleri, katliam yapmaları, tecavüz etmeleri ise olağan karşılanmalıdır, çünkü bu insanın “doğasında” vardır. Bu sapkın iddiaya göre bir tür hayvan olan insanın, zaman zaman hayvansı tavırlar göstermesinde yanlış olan hiçbir yön yoktur.

crime

Suç antropolojisinin kurucusu kabul edilen
evrimci Cesare Lombroso, suç işleyen
insanların, evrim sürecinde geri kalmış
olduklarını ve bu kişilerin suç işlemelerinin
doğal olduğunu öne sürüyordu.
Lombroso’nun bilim dışı bu iddiası, kısmen değişmiş olmakla birlikte günümüzde de
bazı evrimciler tarafından savunulmaktadır.

Oysa Allah, insanları vicdanlarına uydukları ve güzel ahlak gösterdikleri takdirde gerçek huzuru bulacakları şekilde yaratmıştır. İnsanın fıtratı (doğası), sevgiden, merhametten, tevazudan, fedakarlıktan, dostluktan zevk alacak, diğer bir deyişle din ahlakını yaşayacak şekildedir. Bu gerçeği Rabbimiz şu şekilde bildirmiştir:

Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır… (Rum Suresi, 30)

Çarpık Darwinist mantığının ortaya koyduğu en dikkat çekici çıkarımlardan bir diğeri de neyin suç olup olmadığı, suçluların neye göre değerlendirilmesi gerektiği konuları ile ilgilidir.

Suçun genetik olduğu görüşünün ilk savunucularından birisi, suç antropolojisinin kurucularından kabul edilen evrimci Cesare Lombroso’dur. Daha sonra pek çok evrimci bilim adamı tarafından da şiddetle savunulan Lombroso’nun fikirleri, suç işlemeyi meşru kılmış ve toplumsal çürümeyi hızlandırmıştır. (Bazı evrimciler Lombroso’nun ortaya koyduğu iddiaların daha sonra kabullenilmediğini öne sürseler de, günümüzde de bilim dünyasında son derece yaygın olan “suçlu genler” ya da “suçlu kromozomlar” kavramı Lombroso’nun görüşlerinin kısmi değişikliğe uğramakla birlikte halen evrimciler tarafından savunulduğunu göstermektedir. Nitekim kimi Darwinistler de bunu açıkça dile getirirler.15)

Lombroso’nun tamamen bilim dışı olan iddiasına göre suç işleyen insanlar aslında bir suç işlemiş olmuyor, doğalarının gereği olarak böyle davranıyorlardı. Sözde bu insanlar evrim sürecinde geri kalmış kimselerdi ve suç işlemek onlar için son derece doğaldı. Bu durumda suçların yargılanması ve değerlendirilmesinde de bunun göz önünde bulundurulması gerekiyordu. Lombroso’nun ‘doğuştan suçlular’ çıkarımına nasıl ulaştığı ise, bu iddianın ne kadar bilim dışı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir:

Kasvetli bir Aralık gününün sabahında birden bire, bir eşkiyanın kafatasında bir dizi atasal anormallik gördüm…. Suçlunun doğası ve kökeni sorunu çözülmüş gibi geldi; ilkel insanların ve hayvanların özellikleri günümüzde yeniden ortaya çıkıyor olmalıydı.16

Bunun da ötesinde Lombroso ve asistanları daha uzun kolların, basık ve dar bir alnın, büyük kulakların, kalın kafatası, büyük ve çıkık çenenin doğuştan suçluların temel fiziksel özellikleri olduğunu ileri sürmüşlerdi. Hatta dövme yaptırmanın Afrika kabilelerine has bir özellik olduğu iddiasından yola çıkarak, dövme yaptıranların da insansı maymunlar olduklarını, dolayısıyla suça eğilimli olmalarının normal karşılanmaları gerektiğini iddia etmişlerdi. Böylece, dövme yaptıran bir kişinin suç işlemesi de bir anlamda meşrulaştırılmış oluyordu.

İnsanların kafatası yapılarına bakarak, kollarını ölçerek ve vücutlarındaki dövmeleri tespit ederek “suçun temelini” keşfettiği iddiası ile ortaya çıkmak, dönemin ilkel bilim koşulları altında sergilenen bir yanılgıydı ve bu denli kaba bir yaklaşım zaman içinde terk edildi. Ne var ki, günümüzdeki evrimci bilim adamları hala bu gibi teorileri savunmaya devam etmekte, sadece biraz daha “bilimsel” gibi gözüken bir üslup kullanmaktadırlar. Onlara göre suç, insanın fıtratına aykırı bir sapma değil, insanın sözde evrimsel doğasının bir gereğidir.

Bebek Cinayetleri

Bu konudaki yorumlarıyla dikkat çeken Darwinistlerden biri de, Steven Pinker’dır. Özellikle insan bilincini inceleyen kitaplarıyla tanınan -daha doğrusu insan bilincini Darwinist ve materyalist dogmaya göre açıklamaya çalışan ama bunu başaramayan- Pinker’a en çok ün kazandıran olaylar ise, 1996-97 yıllarında yaşanan “bebek cinayetleri”dir.

Bu cinayetlerin ilkinde, her ikisi de 18 yaşında ve lise öğrencisi olan Amerikalı bir erkek ve kız, gayrı meşru ilişkileri sonucunda doğan bebeği boğarak öldürdüler ve cesedini de büyük bir çöp variline attılar. İkinci olayda ise, yine 18 yaşında olan Amerikalı bir genç kız, lise mezuniyet töreninden ayrılarak karnındaki bebeği bir tuvalette düşürdü, öldürdü, çöpe attı ve sonra da yarım bıraktığı mezuniyet partisine döndü.

Bu iki korkunç olay, Amerikalılara, toplumlarında giderek artan şiddet, acımasızlık ve vicdansızlığın hangi boyutlara geldiğini gösteriyordu. Ve nitekim büyük bir toplumsal şoka ve tartışmalara yol açtı. Olayı yorumlayanların çoğu, bu iki akıl almaz cinayetin, ahlaki dejenerasyondan ve faillerin psikolojik dengesizliklerinden kaynaklandığını savundu.

baby_murder

1-www.aksam.com.tr/aksam/19980711/dunya/dunu.html
2-www.arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/98/10/31/dunya/04dun.htm

Ancak Amerika’nın en ünlü ve en koyu Darwinistlerinden biri olan Steven Pinker, olayı çok daha farklı yorumladı. Pinker, bu olayların ahlaki dejenerasyon veya psikopatolojik bir sorundan kaynaklanmadığını, aksine sözde “insanın evrimsel doğası” gereğince son derece olağan olduğunu ileri sürdü. New York Times gazetesinde yayınlanan makalesinde, “neonaticide” (bir bebeği doğumunun ilk gününde öldürme) adını verdiği uygulamanın zihinsel bir hastalık sayılmaması gerektiğini çünkü “bunun tarihteki pek çok kültürde kabul edildiğini ve uygulandığını” iddia etti. Pinker, bu sapkın iddiasında daha da ileri giderek, bu cinayet uygulamasının “evrimsel bir gereklilik”ten doğduğunu iddia ederek şöyle yazdı:

İlkel koşullarda yaşayan anneler, var olan bebeklerine bakmak ve yeni doğan bir bebeği büyütmek arasında zor seçimler yapmak zorunda kalıyor ve eğer yeni doğan bir bebek hasta ise ya da hayatta kalma şansı düşük gibi gözüküyorsa, zayıf olanı feda ediyor ve mevcutlar arasından en güçlü olanları yaşatmayıtercih ediyorlardı… 17

Pinker’a göre insan genlerine aktarılmış olan bu sözde evrimsel “neonaticide” (bebek cinayeti) alışkanlığı, annenin bebek doğurmayı kendisi için riskli gördüğü durumlarda yeniden ortaya çıkabilirdi. Bir başka deyişle, Amerikalı lise öğrencisi genç kızların karınlarında taşıdıkları bebekleri vicdansızca öldürmeleri, Pinker’a göre, evrim yasaları gereğince ortaya çıkmış bir “genetik davranış”ın ifadesinden başka bir şey değildi.

Kısacası, Pinker, bebek cinayetlerini Darwinist mantıkla “doğal” görüyordu. Michael Kelly’nin Washington Post gazetesinde yayınlanan “Arguing For Infanticide” (Bebek Cinayetini Savunmak) başlıklı yazısında belirttiği gibi, “Pinker, bebeklerin katledilmesini açıkca savunacak kadar ileri gitmemiş… ama buna çok yakın bir şey söylemişti.”18

Pinker’ın herhangi bir bilimsel dayanağı olmayan, sadece Darwinist bir spekülasyondan ibaret olan iddiasının bir kısmı özellikle ilginçti: İlkel kabilelerde de bebek cinayetlerine rastlanması. Gerçekten de pek çok putperest toplumda bebek cinayetleri yaygındı. Ama bunun nedeni, Pinker’ın öne sürdüğü gibi genetik bir eğilim değil, putperest toplumların dejenere ahlak anlayışıydı. Putperestler, çocuklarını hayali ilahlarına kurban eder veya sadece “faydasız” gördükleri için göz kırpmadan öldürebilirlerdi.

darwin_murder

Darwinist Steven Pinker’a göre, kimi annelerin bebeklerini katletmeleri son derece olağan
bir durumdur. Evrimci zihniyet böyle bir vahşeti dahi savunmaktan çekinmez.

İlahi dinlerle birlikte, bu dejenere ahlak tamamen ortadan kaldırıldı, acımasız cinayetlerin yerini şefkat, merhamet ve sevgi aldı. İslam öncesi Arap toplumu bu durumun örneklerinden biriydi. İslam öncesindeki cahiliye Arapları, çocuk cinayetlerini çok makul ve meşru görüyorlardı. İslam dininin hükmüyle bu korkunç vahşet kesin biçimde yasaklandı. Allah Kuran’da, Peygamberimiz (sav)’e, bebek cinayetlerinin haram kılındığını duyurmasını emretti:

De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını Biz vermekteyiz- Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın… İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.” (Enam Suresi, 151)

Allah bir diğer Kuran ayetinde ise, çocuklarını öldürenlerin akılsızlığını ve içine girdikleri günahı şöyle bildirmiştir:

Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah’a karşı yalan yere iftira düzüp Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır. (Enam Suresi, 140)

Bir başka ayette ise Allah, Hz. Muhammed (sav)’e kendisine biat etmek (bağlılık bildirmek) için gelen Müslüman kadınlardan, diğer bazı imani ve ahlaki sözlerin yanında “çocuklarını öldürmemek” konusunda da yemin istemesini emretmiştir. (Mümtehine Suresi, 12) Çocuk öldürmek, Allah’ın hiçbir şekilde hoş görmediği bir sapıklık, zalimlik ve cahilliktir.

Burada dikkat çekici olan nokta ise, putperest toplumlarda var olan bir ahlaki sapkınlığın, çağdaş Darwinistler tarafından “genetik bir eğilim” gibi kabul ettirilerek meşru gösterilmeye çalışılmasıdır. İslam dininin hükümleri -ve Yahudilik ve Hıristiyanlık- putperest toplumların çocuk cinayetlerini kesin biçimde yasaklamış ve tarihe gömmüşken, insanların din ahlakından uzaklaşmaları sonucunda putperest sapkınlıklar yeniden ortaya çıkmakta ve Darwinistler de bu sapkınlıklara evrimsel mantıklarla sözde haklı gerekçeler aramaktadırlar.

Görüldüğü gibi, Darwinizm’in savunduğu toplum yapısı ile kara klanın desteklediği toplum modeli birebir örtüşmektedir. Darwinizm’in savunulması kara klan için aslında kendi yaşam sahasının korunması ve devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de kara klan ile Darwinizm arasında oldukça güçlü bir bağ vardır.

Hırsızlık, Tecavüz ve Eşcinsellik

thief_murder_evolution

Darwinistlerin sapkın zihniyetlerine göre, adam öldüren, hırsızlık yapan, tecavüz eden kişi, henüz evrimleşmesini tamamlayamamıştır. Bu çarpık anlayışın hedefi her türlü suçu meşrulaştırmaktır.

Pinker’ın bebek cinayetleri konusundaki yorumları, “suç yanlısı” Darwinist yaklaşımlardan sadece biridir. Darwinistler toplum tarafından suç olarak kabul edilen pek çok eylemin olağan karşılanması gerektiğini savunmaktadırlar. Evrimcilerin mantık dışı iddialarına göre, herhangi bir şekilde suç işleyen –adam öldüren, hırsızlık yapan, tecavüz eden vs.- kişi, henüz evrimleşmesini tamamlayamadığı için suç işlemektedir, bundan dolayı kınanmamalıdır ve bu kişilere ceza verilirken bu durum göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bilim dışı iddianın temelinde, “maymundan gelen genler taşıdığımıza göre, bu genler bizim birtakım hayvan özellikleri göstermemize neden olabilir” yanılgısı yer almaktadır. Yakın geçmişin ünlü evrimcilerinden Stephen Jay Gould, pek çok evrimcinin sahip olduğu bu mantığı şöyle özetler:

Giyinmiş, kentleşmiş ve uygarlaşmış olabiliriz ama ruhumuzun derinliklerinde bir zamanlarki atamıza, katil maymuna hizmet etmiş olan genetik davranış örüntülerini yaşatırız.19

Kimi evrimciler de tecavüzün dahi olağan karşılanması gerektiğini söyleyecek kadar ileri gitmektedirler. Randy Thornhill ve Craig Palmer isimli evrimci bilim adamları geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Natural History of Rape (Tecavüzün Doğal Tarihi) adlı kitaplarında, sözde halen hayvansı içgüdülere sahip olan insanın tecavüz etmesinin olağan karşılanması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu sapkın iddiaya göre, bir tür hayvan olan insanın sözde maymun ataları gibi zaman zaman tecavüz etmesinin normal olduğu, hatta bunun soyun devamı için gerekli bir eylem olduğu öne sürülmektedir:

rape

Tecavüz gibi bir vahşeti dahi olağan karşılayan Darwinist zihniyetin toplum üzerinde yaptığı tahribatı, yapılan araştırmalar da gözler önüne sermektedir. İngiltere’de yapılan bir araştırma, İngiliz gençlerin %50’ye yakınının tecavüzü normal karşıladığını göstermiştir.
Bu ibret verici durum, toplumların din ahlakından uzaklaşmalarının neticelerinden biridir.

Şuna samimiyetle inanıyoruz ki, tıpkı leoparın beneklerinin oluşması ya da zürafanın boynunun uzaması gibi tecavüz de Darwinist seleksiyonun bir parçasıdır… Tecavüzün evrimsel dolayısıyla genetik bir kökeni olduğuna şüphe yoktur.20

Görüldüğü gibi Darwin’in hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, insanların maymunlarla ortak bir ataya sahip oldukları iddiası, insanları, tecavüz gibi vahşi bir eylemi dahi kabullenebilecekleri dejenere bir ahlak anlayışına sürükleyebilmektedir.

homosexuality

Eşcinselliğin genetik kökenli olduğunu iddia eden Darwinistler, bu sapkınlığı masum gibi göstermek için pek çok asılsız tez öne sürmektedirler.

Benzer bir durum -kara klan içinde oldukça yaygın şekilde yaşanan- bir sapkınlık olan eşcinsellik için de geçerlidir. Kuran’da Hz. Lut’un kavminin de bu sapkınlığı yaşadığı bildirilmiştir ve Allah bu sapkınlığı kesin olarak yasaklamıştır. Günümüzde bu sapkınlığı meşru bir insan davranışı gibi göstererek yaymaya çalışanlar ise, yine Darwinizm’e dayanmaktadırlar. Eşcinselliğin genetik kökeni olduğu şeklindeki iddia, bu sapkınlığı masum ve meşru gibi göstermek için ileri sürülen asılsız tezlerden biridir.

Buradaki temel mesele ise, ahlak kavramının doğru anlaşılmasıdır. Evrimcilerin iddia ettiğinin aksine insanı Allah yaratmıştır. Ve Allah insana, göndermiş olduğu elçiler ve İlahi Kitaplar yoluyla doğru ve yanlışı öğretmiştir. Ahlak, Allah’ın bu Kitaplarındaki hükümlerine dayanır. Allah aynı zamanda insana, kendisine hep doğru yolu gösteren vicdanını ve kötülüğe sürüklemek isteyen nefsini vermiştir. Dolayısıyla, hangi sosyal çevreye ait olursa olsun, nasıl bir eğitim aldığı, hangi dili konuştuğu, hangi ırka ait olduğu, cinsiyetinin ne olduğu fark etmeksizin, her insan neyin iyi neyin kötü olduğunu bilir. Eğer Allah’tan korkup sakınan bir insansa, iradesini kullanarak hayatının her anında vicdanının sesini dinler ve iyi davranışlarda bulunur. Nefsinin sesini dinleyen insan, aslında kötülük yaptığının farkındadır. Dolayısıyla bir insan kötü davranışlarda bulunuyorsa, bunun bilincindedir ve alacağı karşılığı da göze almış demektir. Allah ayetlerde şöyle bildirmiştir:

Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)

homosexuality
Eşcinsellik, insanın fıtratından (doğasından) sapması ve Allah’ın kesin olarak yasakladığı bir sapkınlığa düşmesi demektir. Unutmamak gerekir ki, şeytan insanlara “Allah’ın yarattıklarını değiştirmelerini” (Nisa Suresi, 119) emreder. İnsanı fıtratından uzaklaştırıp, türlü sapkınlıklara düşürmeye gayret eder. Şeytanın insanları sürüklediği sapkınlıkların en uç örneklerinden biri ise, eşcinselliktir.

Allah Kuran’da, Hz. Lut’un kavminin de aynı sapkınlığı yaşadığını bildirmiştir. Bu sapkın kavim, Hz. Lut’un kendilerini doğru yola davet etmesine rağmen inkarda ve sapıklıkta direnmişler ve Allah Katından bir azap ile karşılık görmüşlerdir. Ayetlerde şu şekilde bildirilmiştir:

Hani Lut da kavmine şöyle demişti:
“Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? “Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.” Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” demekten başka olmadı. Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte. (Araf Suresi, 80-84)

Kara Klanın Darwinizm’e Olan Kaçınılmaz İhtiyacı

childen_islam
İnsan önceden, hiçbir şey değilken,
gerçekten Bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu? (Meryem Suresi, 67)

Buraya kadar Sosyal Darwinizm’in ahlak ve suç anlayışından bazı örnekleri inceledik. Bilimsellik iddiasında bulunmasına rağmen gerçekte hiçbir bilimsel dayanağı bulunmayan bu ideolojinin, toplum yapısı üzerinde meydana getireceği tahribat ve bozulma ise gayet açıktır. İnsanların gasp etmelerinin, hırsızlık yapmalarının, cinayet işlemelerinin, tecavüz etmelerinin, fuhuş yapmalarının doğalarının ve geçmişlerinin kaçınılmaz bir gerçeği ve biyolojik bir zorunluluk olarak değerlendirilmesi, toplum düzeninde hızlı bir bozulma ve kirlenmeye neden olacaktır. Nitekim olmuştur da. Ancak bu bozulmadan menfaat sağlayan çevreler, savundukları ahlaksızlığa sözde bilimsel bir kılıf bulmuş olmaları nedeniyle, Darwinizm’e dört elle sarılmışlardır. Bunların başında da kara klanın mensupları gelmektedir. Klanın menfaat sağladığı ve varlığını devam ettirmesi için gerekli olan tüm koşullar, Darwinist toplum yapısı ile birebir aynıdır. Bu nedenle de klan için Darwinizm’i savunmak, çökmüş bir ideoloji olmasına rağmen ayakta tutmaya çalışmak, bir anlamda klanın kendi varlığını korumasının temel ideolojik şartıdır.

Klanın teorisyenleri gayet iyi bilmektedirler ki, Darwinizm’in ortadan kalkması demek, insanların “yaratılış ve yaşamın asıl amacı” hakkında doğru cevapları bulmaya başlamaları demektir. Evrenin ve canlıların, Darwinistlerin saçma iddialarındaki gibi “kör tesadüflerin” eseri olamayacak kadar mükemmel ve kusursuz olduğunun farkına varan bir kişinin, öğrenmek isteyeceği ilk şey, bu harika düzenin nasıl ve kim tarafından, ne şekilde var edildiği olacaktır. İnceleme ve araştırmaları ise onu tek bir cevaba ulaştıracaktır: Evren ve içindeki tüm canlılar, üstün ve yüce bir Yaratıcı’nın eseridir. Ve bu Yaratıcı, herşeyin sahibi ve hakimi olan Yüce Allah’tır.

Bu apaçık gerçeği anlayan kişinin bundan sonra yapacağı şey ise, Yaratıcımız’ı tanımak ve O’nu gereği gibi takdir edebilmek için çaba göstermek olacaktır. Allah’ın emrettiği gibi bir hayat süren insan, her türlü ahlaksızlıktan şiddetle kaçınacak, adil olacak, hile yapmayacak, dolandırıcılık yapmayacak, mazlumun hakkını koruyacak, haksızlıktan sakınacak kısaca kara klanın istediğinin tam tersi bir yaşam sürecektir. Böyle insanların sayısının artması ise klanın sisteminin sonunu getirecektir.

İşte bu nedenle kara klanın dünya çapındaki üyeleri, Darwinizm’in aldatmacalarının, sahtekarlıklarının, eksikliklerinin, çarpıklıklarının, akıl ve mantık dışı iddialarının deşifre edilmesini hiçbir zaman istemezler. Din ahlakını anlatan, materyalizm ve Darwinizm’e karşı fikri mücadele içinde olanlara büyük bir öfke ve kin duyar ve onlara karşı eyleme geçerler.

Bu eylemi anlamak için, önce klanın yapısını sonra ise kullandığı yöntemleri incelemek gerekmektedir.

 

Kara Klanın Yapısı

palace
İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: “Büyücü ve cinlenmiş” demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler. (Zariyat Suresi, 52-53)

Her toplum belirli sosyal sınıflardan oluşur ve bu sınıflar arasında, keskin sınırlarla belirlenmiş olmasa bile, belli ayrımlar vardır. Bu ayrımları, söz konusu grupların ahlaki değerleri, yaşam stilleri, dünyaya bakış açıları, kültür birikimleri ve maddi imkanları gibi belli başlı unsurlar belirler. Toplumun ‘önde gelen sınıfı’ içinde yer alan bir kısım genellikle, yaşam tarzı ile daha dejenere bir yapı sergilerken, halkın büyük çoğunluğu ise bu dejenarasyondan mümkün olduğunca korunmaya ve uzak durmaya çalışır. Önde gelenler olarak tanımlanan bu kişilerin birçoğunun genel özelliği, sahip oldukları imkanlar -zenginlik, makam, mülk, güzellik, şöhret gibi- nedeniyle şımarıklığa kapılmaları ve dejenere bir hayatın öncüleri olmalarıdır.

Allah Kuran’da bize, tarih boyunca pek çok toplumun önde gelenlerinin din ahlakına karşı yoğun bir mücadele verdiğini haber vermiştir. Allah İsra Suresi’nde şu şekilde bildirmektedir:

Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.(İsra Suresi, 16)

Bir başka ayette ise inkar edenlerin din ahlakının yayılmasına karşı her türlü imkanlarını seferber ettiklerini Allah bize şöyle bildirmiştir:

Gerçek şu ki, inkar edenler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkar edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır. (Enfal Suresi, 36)

Kara klanın en önemli özelliklerinden birisi de, üye yelpazesinin çok geniş olmasıdır. Diğer ülkelerde bol miktarda örneğini gördüğümüz gibi, kendilerini sanatçı olarak tanımlayan oysa sanatla değil gayrı ahlaki yaşam tarzlarıyla gündemde olanlar, dünya medyasının kilit noktasındaki kimi kişiler, dünya ticaretini menfaatleri doğrultusunda yönlendirenler ve hatta devletlerin çeşitli kurumlarında yer alan bazı kişiler, bu klanla birlikte hareket ederler. Ancak şunun da vurgulanması gerekir ki, sanat ve medya dünyasına, devletin bazı kurumlarına sızan bu kişilerin varlığı, bu alanlarda değerli ve dürüst insanların çalıştığı ve onların da bu kara klanın faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğu gerçeğini unutturmamalıdır.

Klanın mevcudiyetini koruyabilmesinin temel nedenlerinden biri, en üst seviyeden en alt seviyeye kadar hemen her yerde mensubunun bulunmasıdır. Bu kişilerin yetiştiği ortamlar, içinden geldikleri aile yapıları, sahip oldukları kültürler ufak tefek farklılıklar gösterebilir, ancak bu kişiler tek bir     düşünce çevresinde kenetlenmişlerdir; klanın ahlaksızlığını devam ettirebilmek ve bu ahlaksızlıklardan kendilerine menfaat sağlayabilmek. Ayrıca bu kişileri birarada tutan önemli bir diğer unsur da ahlaklarının benzer olmasıdır.

Allah bize Kuran’da bu kişilerin sahip olduğu ortak ahlak özellikleri şöyle bildirmiştir:

Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye, kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: “(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır” diyen. (Kalem Suresi, 10-16)

Kitabın ilerleyen sayfalarında kara klan ile ilgili yer vereceğimiz bilgileri incelerken, ayetlerde bildirilen bu ahlakın göz önünde bulundurulması son derece önemlidir. Bu, klan üyelerinin ruh hallerinin daha yakından tanınabilmesi için gereklidir.

Ayrıca klan içerisinde belli bir hiyerarşik yapı söz konusudur. Klanın liderleri ve onlara tabi olanları vardır. Ancak özünde, klan üyeleri tek bir vücut olarak, son derece örgütlü bir şekilde hareket ederler. Her üyenin sorumluluğu ve bu sorumluluğunu ne şekilde yerine getireceği bellidir. Üyeler arasında açıkça ilan edilmemiş olmasına rağmen herkes tarafından gayet iyi bilinen bir iş bölümü söz konusudur. Örneğin, klan üyelerinden birisi süslü sözlerle ve felsefi terimlerle dejenerasyonu överken, bir diğeri yaşamıyla övülen bu modele örnek teşkil eder. Diğer bir üye ise, yaptığı ahlaksızlıklar veya işlediği suçlar nedeniyle bu kişinin başının derde girmesi durumunda onu korumakla yükümlüdür. Kimi üyeler bazı basını kullanıp lehte propagandalarla kişiyi korurken, bazıları da devlet içindeki güçlerini kullanarak bu kişiyi potansiyel tehlikelerden korurlar. Koruma mekanizması, ilerleyen sayfalarda da değineceğimiz gibi, klanlaşmanın en vurucu özelliklerinden birisidir ve klanın devamını sağlar.

Klanın İçindeki Kirli Dayanışma

terror

Ahlaki dejenerasyonun ardındaki bu gruplaşma biraz daha yakından incelendiğinde, üyeler arasındaki gizli dayanışma hemen dikkat çeker. Sosyolojide yapılan klan tanımlarında bu noktaya özellikle dikkat çekilir. Örneğin Grolier International America Ansiklopedisi‘ne göre  klanın ana kurallarından birisi, ‘klan üyelerinden birine yapılan saldırı herkese yapılmış sayılır’ kuralıdır.21 Bu nedenle klan mensupları, aralarındaki çeşitli farklılıklar ve hatta çatışmalara rağmen, kara klanın ideolojisine aykırı hayat yaşadığına inandıkları “ortak düşman”a karşı güçlü bir dayanışmaya sahiptirler. Bu dayanışmanın temelinde kuşkusuz, varlığını devam ettirebilme içgüdüsü vardır.

Klanın en büyük korkusu yaşam sahasının elinden alınmasıdır. Bu korku, kara klanın üyelerinin büyük bir dayanışma içine girmelerine neden olur. Klanın saldırıları da savunmaları da ciddi bir dayanışma içerisinde gerçekleştirilir. Tehlike olarak görülen unsurlara karşı, klan üyelerinin tümü birlik olurlar. Ve tehlikenin bertaraf edildiğinden emin oluncaya kadar, birlik içinde hareket ederler.

Dünyanın pek çok ülkesinde karşılaşılan ve dünya basınında da yer alan bazı olaylar hatırlandığında bu dayanışmayı zihninizde canlandırmanız daha kolay olacaktır. Örneğin şöyle bir düşünün, bugüne kadar ‘büyük haber’ başlığı altında, dünyanın çeşitli ülkelerinde kaç fuhuş pazarlığının, kaç uyuşturucu ticaretinin ifşa edilip halka duyurulduğuna şahit oldunuz. Kimbilir kaç ülkede kaç rüşvet şebekesinin yakalanışını izlediniz. Belki de ‘fuhuşa darbe’, ‘mafyaya son’, ‘hukukta temizlik’, ‘temiz eller’ gibi başlıklarla duyduğunuz bu uluslararası haberlerin bir kısmı, size ‘dünyada artık pek çok şeyin düzeleceğine’ dair ümitler de verdi. Şimdi bir daha düşünün, bunların kaç tanesi gerçekten beklediğiniz gibi sonuçlandı? Deşifre edilen hangi fuhuş pazarlığı daha büyük bir ticaretin ortaya çıkarılmasını sağladı? Yakalanan uyuşturucu şebekeleri kaç tane uyuşturucu ağını gerçekten çökertti? Rüşvet alırken veya verirken yakalanan kişiler, hangi mekanizmanın tamamen hak ve hukuka göre işler haline gelmesine neden oldu? Bu sorulara vereceğiniz cevap, büyük ihtimalle, hemen hemen hiçbiri olacaktır. Çünkü bu vakalar –herşey net ve açık olmasına rağmen- klanın ‘gizli elleri’ tarafından bir şekilde örtbas edilir. 

‘Hızlı örtbaslar’ kara klanın dayanışmasının en çarpıcı örneklerindendir. Tüm delillere, şahitlere ve ispatlara rağmen suçların üzeri örtülür. Herhangi bir şekilde klanın suçlarının ve skandallarının açığa çıkacak olması, karanlık teşkilatın bir anda alarma geçmesine neden olur. Kirli bir savunma atağı başlar. İlk olarak, uygun bir haberleşme ağı ile mümkün olduğunca çok klan üyesine gelişmeler haber verilir. Kısa sürede gerekli tüm kişiler haberdar edilmiş olur. Kalan kişilere ilgili mesajın ulaştırılması ise, bazı basın kuruluşları içinde yer alan klan üyelerinin sorumluluğundadır. Gazete ve televizyonlarda olayı kınıyormuş gibi gözüken, ancak aslında klanın koruma ve dayanışma iç güdüsünü harekete geçirecek olan haberler yayınlanmaya başlanır. Klan gerektiğinde, devlet kurumları içerisine sızmış birtakım adamlarını da kullanarak, emniyet birimlerini ve adaletin işleyişini de klanın menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Bunun için son derece sinsi politikalar izlenir.

Çünkü örtbas edilmeyen her olay, daha büyük bir olayın açığa çıkmasına neden olabilir. Bazen bir uyuşturucu kullanıcısının yakalanması, kimi zaman fuhuş yapan bir kişinin göz altına alınması, kimi zaman da bir haksız gelirin deşifre edilmesi, klanı tedirgin etmeye yeter. Nasıl ki vücudun bir yerinde bir rahatsızlık oluştuğunda, bu, tüm vücuda sıkıntı verirse bir fahişenin, bir uyuşturucu müptelasının, bir dolandırıcının, bir rüşvetçinin ya da bir katilin yakalanması klanda büyük rahatsızlığa neden olur. Bir kişinin yakalanması belki de yüzlerce, binlerce insanı rahatsız eder. Yakalanan kişinin her zaman için tanıdığı ve bildiği diğer kişileri ele verme tehlikesi vardır. Ele verilen kişi de bir başkasını ele verebilir. O da bir diğerini ve böylece zincirleme bir reaksiyon ile bir anda klanın tüm örgütlenmesi ortaya çıkabilir, kirli işlerin hepsi deşifre olabilir. Hepsinden önemlisi, klan üyelerinin her biri tek tek bu durumdan zarar görebilir.

darwinism

Klan dayanışması yalnızca menfaate dayalı, bencil bir
dayanışmadır. Zaten Darwinist zihniyet de bunu gerektirir.

Bu tarzda bir zincirleme çözülme tehlikesine karşı, olayın bir an önce örtbas edilebilmesi için klan üyelerinin hemen hepsi devreye girerler. Bu nedenle, bu tarz haberler klan üyeleri tarafından yakından takip edilir. Klan her gelişmeden, kendi aleyhinde olabileceğini düşündüğü için tedirginlik duyar. Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce İtalya’da “temiz eller” operasyonunun başlamasına neden olan P2 skandalının ortaya çıkışında yaşanan gelişmeler bu duruma bir örnektir.  Sadece Licio Gelli’nin yasa dışı faaliyetlerinin polisin dikkatini çekmesi, tüm P2 mason locasının faaliyetlerinin deşifre olmasıyla sonuçlanmıştı. Gelli, P2’nin büyük üstadıydı. Onun kara para bağlantılarını araştıran emniyet birimleri, villasındaki özel bölümlerde arama yapmaya karar verdiler. Bu aramada Gelli’nin üstadı bulunduğu locanın yüzlerce üyesinin listesi ve bunların mafya, uyuşturucu ve kara para aklama yönündeki gizli işlerini ortaya koyan dokümanlar ortaya çıktı. Klanın tek bir üyesinin yakalanmış olması, tüm bir şebekeyi çökertmişti. Bir listenin ele geçirilmesi ile başlayan olaylar, kısa bir süre içinde bütün ülkeyi sarsan bir skandallar zincirine dönüşmüş, kara klanın çıkar ilişkileri açığa çıkmaya başlamıştır. Tamamen deşifre olma endişesine kapılan kara klanın bu durum karşısında aldığı tedbirler ise son derece sert olmuştur. Olayı araştıran bazı yetkililerin çeşitli saldırılara maruz kalmaları, hatta bazılarının suikastlerin hedefi olmaları kara klanın, tedirginliğe kapıldığında neler yapabileceğini ve suçlarını örtbas edebilmek için hangi yöntemlere başvurabileceğini gösteren önemli örneklerdir.

Kara klan üyelerinin bu tedirgin ve hastalıklı ruh hali Kuran’da bildirilmiş olan bir ruh halidir. Münafıkların özelliklerinin anlatıldığı bir ayette, bu kimselerin her gürültüyü kendi aleyhlerinde sandıkları bildirilmektedir:

Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar. (Münafikun Suresi, 4)

Öte yandan klan dayanışması, ‘bana da zarar gelebilir’ endişesi ile gelişen zaruri ve içgüdüsel bir dayanışmadır. Bu dayanışmanın temeli vefa, fedakarlık, sadakat ve sevgi gibi dinden kaynaklanan ahlaki erdemlere değil, suç ortaklığına dayanır. Tehlike olmadığı zamanlarda ise, klan üyeleri neredeyse birbirlerinden nefret ederler, hatta çoğu zaman kendi deyimleriyle “birbirlerinin kuyusunu kazar”lar. Klan içinde tüm ilişkiler ve insanlar arası diyaloglar menfaate dayalıdır. Dolayısıyla dışarı karşı birlik gibi gözükse ve davransalar da, kendi içlerinde paramparçadırlar.

palace
Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür.
(Al-i İmran, 151)

Aslında tüm bunlar Allah’ın Kuran’da bize detayları ile bildirdiği inkarcı karakterinin ve inkar eden toplumun özellikleridir. Bunu haber veren bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 14)

Aslında menfaate dayalı dayanışma anlayışı, klanın sahip olduğu Darwinist ideoloji ile de birebir örtüşmektedir. Darwinist dogmaya göre de, sözde “doğanın bir kanunu” olarak canlılar birbirleri ile ancak çıkarlarına uygun olduğunda yardımlaşırlar. Bunun dışında ayakta kalabilmek için sürekli birbirleri ile mücadele halinde olmaları gerektiğine inanırlar ve bu mücadelede her yolu meşru görürler.

Dünyadayken bu halde olan klan dayanışması, ahiret gününde ise tam anlamı ile çökecektir. Klan üyeleri o gün birbirleri ile dayanışmaya güç yetiremezler, yaşamları boyunca inkarcılıkta birlik olanlar ve iyiler aleyhine ittifaklar kuran bu kişiler ahiret gününde asıl gerçek ile yüzyüze geleceklerdir. Bugün onlar Allah’ın kendilerine vereceği karşılığa teslim olmuşlardır. Allah, bu durumu şöyle haber vermiştir:

(Onlara seslenilir:) “Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?” Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar: “Gerçekten sizler bize sağdan (sağ duyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz.” derler. (Diğerleri de:) “Hayır” derler. “Zaten sizler mümin kimseler değildiniz. Bizim üzerinizde zorlayıcı hiçbir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz. Böylece Rabbimiz’in sözü (yıkım ve azab va’di) üzerimize hak oldu. Şüphesiz, (azabı) tadıcılarız. Evet, sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik.” Artık o gün onlar azabda ortaktırlar. (Saffat Suresi, 25-33)

Tüm bu bilgiler bize açık bir gerçeği göstermektedir: Bu  dayanışmanın kökeninde her insanın bilinç altında yer alan kendi nefsini koruma içgüdüsü vardır. Kişilerin kendilerini koruma güdüleri, yapılan kirli işlerin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Bu yüzden savunmaları da çoğu zaman saldırganca olur. Bu savunmalar, rakipleri hakkında yalan ve iftiralarla dolu karalama kampanyalarına da dönüşebilir.

Klan Üyelerinin İçinde Yaşadıkları Daimi Korku

waterfall
Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi. Artık bu sözü yalan sayanı sen Bana bırak. Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden derece derece (azaba) yaklaştıracağız. (Kalem Suresi, 43-44)

Kara klanın en karakteristik özelliklerinden birisi de, üyelerinin sürekli korku içinde yaşamasıdır. Daha önceki bölümlerde, klan üyelerinin deşifre olmaktan, hayat tarzlarının değişmesinden (yani ahlaksızlık yapamayacak olmaktan), menfaatlerinin zedelenmesi ihtimalinden çok korktuklarını belirtmiştik. Klan mensuplarının her gelişmenin kendi aleyhlerine olabileceğini düşünmeleri, her an yaptıkları ahlaka aykırı davranışların ve işledikleri suçların deşifre olması ihtimali ile yaşamaları, şizofrenik bir ruha sahip olmalarına neden olur. Klan üyelerinin bu ruh hallerini daha iyi anlayabilmek için söz konusu korkularını şu maddeler altında toparlayabiliriz:

1. Kara klan üyelerinin en bilinen korkularından birisi klan içindeki yerini kaybetmek ve yalnız kalmaktır. Çünkü yalnız kalmak demek, toplu olarak elde edilen menfaatlerden artık pay alamamak demektir. Üstelik yalnız kalan bir klan üyesi varlığını devam ettiremez. Klanın desteğini ve korumasını kaybetmiştir, bu da kısa sürede yaptıklarının açığa çıkacağı, ezilip yok olmaya başlayacağı anlamına gelir. Bu nedenle klan üyelerinin her biri yalnız kalmamak için elinden geleni yapar. Yalnız kalmaktansa diğer klan üyelerinin her türlü ahlaksızlığına, suçuna ve çirkinliğine ortak olmayı, bunları var gücüyle savunmayı tercih eder. Zaten bu suç ortaklığı nedeni ile klan üyeleri birbirlerine mahkum olduklarını düşünürler.

2. Önemli klan korkularından bir diğeri ise, daha önce de sık sık vurguladığımız gibi, menfaat kaybetme korkusudur. Kara klanda dini inanç olmadığı için, hayatın tek amacı dünyevi değerlerdir. Güçlü bir makam ve mevkiye sahip olmak, geniş maddi imkanlar elde etmek klan üyeleri için herşeyden daha önemlidir. Bu insanlar için sabır, fedakarlık, sadakat, güzel ahlak bir anlam taşımaz. İnsanlara da ahlaklarına göre değil, maddi varlıklarına göre değer verirler. Dünyanın en ahlaksız insanlarına karşı dahi, eğer bu insanlar zengin ve güçlüyse üstelik kendilerine de çeşitli imkanlar sağlayacaklarsa, büyük saygı gösterirler. Öte yandan dürüst ve namuslu olduğuna emin oldukları bir kişiye, eğer yeterince güç ve imkan sahibi olmadığını veya kendilerine çıkar sağlamadığını düşünüyorlarsa, hem değer vermez hem de gerektiğinde ona karşı çok acımasız olabilirler. Bu, onların ahiretin varlığına iman etmemeleri, herşeyin yalnızca bu dünyadan ibaret olduğunu sanmaları nedeniyledir. Kendi sapkın anlayışlarına göre, “eğer yaşam sadece bu dünyadan ibaretse, o zaman bu hayatın tüm imkanlarından sonuna kadar faydalanmaları” gerekir.

Bu zihniyetteki insanların dünya hayatına olan bağlılıkları ve nasıl büyük bir yanılgı içinde oldukları ayetlerde şöyle haber verilmiştir:

Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim Suresi, 3)

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır’. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

mountain

 David Roberts, Sina Dağı’na çıkış, Alber Müzesi, Londra

Onlar: “Evet” derler. “Bize gerçekten bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: “Allah hiçbir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir sapmışlık içindesiniz, dedik.” (Mülk Suresi, 9)

3. Gizlilik ve ketumiyet, klanın en önemli prensiplerinden biridir. Herkes birbirinin suçunu, ahlaksızlığını saklamakla kendisini sorumlu hisseder. Başkasını korumak aslında kişinin kendisini koruması demektir. Bu yüzden kendi yaptıklarının açığa çıkmaması için gösterilen çabanın aynısı diğer klan üyeleri için de gösterilir. Bu da, klan üyelerinin en ciddi korkularından birisinin kendi ahlaksızlıklarının açığa çıkması olduğunu gösterir. Kendi suçlarının afişe olması düşüncesi bile onları tedirgin etmeye yeter. Bu, onlar için en büyük kabustur. Çünkü klan üyeleri toplum içinde kendilerini itibarlı ve saygın kişiler olarak göstermek ister, bu şekilde toplum içinde kabul görebileceklerini bilirler. Kara klanın her bir üyesi her   türlü sahtekarlığı, yalanı, aldatmacayı uyguladığı halde, kendisini masum ve mazlum göstermeyi hedefler. Bu masum imajının zarar görmesinin, menfaatleri açısından çok tehlikeli olacağının farkındadır.

4. Elbette kara klan için tüm bu korkuların ötesinde, sahip olduğu herşeyi temelden kaybedeceği bir sosyal değişim korkusu vardır. Bu, tüm korkulardan daha ağır basar. Klanın korku duyduğu en önemli değişiklik; ahlaksızlıkları, haksızlıkları, adaletsizleri tamamen ortadan kaldıracak olan din ahlakının topluma hakim olmasıdır. Böyle bir değişiklik olması, klanın bir daha hiçbir şekilde faaliyet gösterememesi anlamına gelir. Bu gerçek tarih boyunca var olmuş tüm kara klanlar için geçerlidir. Geçmişte de, kara klanın samimi dindarlardan ve din ahlakını yaymak için çaba gösteren müminlerden son derece tedirgin olmasının ve hatta korkmasının temelinde de bu vardır. Bir ayette şöyle buyrulur:

Herhalde içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından’ siz, Allah’tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların ‘derin bir kavrayışa sahip olmamaları’ dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 13)

Ayette de açıkça bildirildiği gibi, Allah’ın dinine karşı savaş açmış durumdaki insanlar, samimi müminlerden, diğer bir deyişle iman edenlerin din dışı sistemlere karşı yürüttükleri fikri mücadeleden, çok korkarlar. Oysa Kendisi’nden korkulması gereken tek varlık Allah’tır. Klanın mensupları, Allah’tan, O’nun makamından ve ahiret gününde verecekleri hesaptan değil, içinde bulundukları derin gaflet ve cehalet nedeniyle müminler tarafından ideolojilerinin yok edilmesinden korku duyarlar.

5. Tüm bunların yanında klan üyelerine dehşet salan başka bir korku daha vardır: ‘Klanın otoritesi’ Kara klan için insan sayısı önemli bir güçtür. Klan, sayısını sürekli artırmak ister. Ne kadar çok insan gücüne sahip olursa, klanın yaptığı propagandanın çapı o kadar geniş olacaktır. Herhangi bir tehlike durumunda da, bu bireylerin her biri klan için faaliyet gösterebilecek, muhalif sesler kolaylıkla bastırılabilecek dolayısıyla da klan kendini daha rahat koruyabilecektir. Bu yüzdendir ki, herhangi bir kişi klanın düzenine en ufak bir şekilde bile karışmış olsa, klan bu kişiyi hızla içine çeker ve bir daha da kendisinden ayrılmasına müsaade etmez.

pharaoh_egypt

Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’. (Fatır Suresi, 10)

Rablerini inkar edenlerin durumu şudur: Onların yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler. İşte uzak bir sapıklık (içinde olmak) budur. (İbrahim Suresi, 18)

Kötülükte kurulan ortaklıklarla yapılanan klanın kirli işlerine dahil olan bir kimse, bundan sonra istese de kolay kolay bu sistemden kopamaz. Kara klanın kendine has bir otorite, şiddet ve baskı anlayışı vardır. Klan içinde tıpkı ilkel Afrika kabilelerinde olduğu gibi acımasız kurallar hakimdir. Klanın en acımasız ve saldırgan olduğu durumlardan birisi de, kendi içinden bir kişinin farklı bir yol izlemeye kalkıştığı anlardır. Tek bir kişinin bile klandan ayrı bir yolu seçmek istemesi, kara klanın geleceği için büyük tehlikelere neden olabilir. Bu kişinin her zaman için klanın yapısını itiraf ve deşifre etme ihtimali vardır. Bu nedenle böyle bir girişimde bulunan kişi kara klan tarafından çok zor durumda bırakılır.

İzlediğiniz haberlerde, çeşitli dünya ülkelerinde, şahit olduğu çirkinlikleri itiraf etmeye ve klanın yaptıklarına engel olmaya kalkanların nasıl bir sona uğradıklarını görmüşsünüzdür. Bu örnekler klanı deşifre etmek isteyen kimi insanların, çoğu zaman mahkeme salonlarına geldiklerinde ya da tanıklıklarına ihtiyaç duyulduğunda bundan vazgeçmelerine neden olmaktadır. Pek çok ülkede uygulanan “tanık koruma programları” dahi söz konusu kişilerin cesur davranmalarına yeterli olmamaktadır. Elbette, Allah korkusu olmayan ve Allah’a tevekkül etmenin sırrını bilmeyen, dünya hayatına bağlı bir kişi böyle bir cesaret gösteremez.

Kara Klanın Liderleri ve Onlara Tabi Olanlar

Kitabın önceki bölümlerinde klan içinde hiyerarşik bir yapının söz konusu olduğuna değinmiştik. Bu yapı içinde bazı kimseler dejenerasyonda ve ahlaksızlıkta öncülük yaparken, bazı kişiler de -bunların varlıklı ve güçlü gözükmelerinin etkisinde kalarak- körükörüne bu kişilerin yolunu izlerler. İnsanların bir kısmının klanın istediği gibi din ahlakından uzak yaşıyor olmaları, klanın kirli dayanışmasının güçlü bir imaj vermesi, bu kişileri yanıltan en önemli unsurlardandır. Kendilerince güçlü gördükleri insandan yana olmak, bu kişilerin özelliğidir. Bu çarpık mantığa göre ‘haklı olan güçlü değildir, güçlü olan haklıdır.’ Dolayısıyla da, güçlü olduğuna inanılan kişi haksızlık da yapsa, adaletsiz de olsa, hatta pek çok suç da işlese tüm bunlar göz ardı edilir. Hiç layık olmadığı halde bu kişi hep hayranlıkla anılır. Her koşul altında savunulur. Hatta bu kişiye kayıtsız şartsız uyulur. Totaliter rejimlerde lidere duyulan bağlılık aslında bu psikolojinin önemli örneklerindendir. Totaliter toplumda yaşayan herkes kendisini yöneten diktatörün zalim ve acımasız olduğunu vicdanen bilir, tutarsızlıklarına ve dengesizliklerine şahit olur, ancak her türlü güce sahip gibi görünen bu lidere hiçbir zaman karşı gelmez. Kitle psikolojisi yüzünden insanların büyük çoğunluğu bu sistemin bir parçası olur.

flowers

Francesco Lavagna, Natürmort, 18. yüzyıl
Allah’ın Karun’a verdiği zenginliğin hepsi bu dünya hayatının geçici bir süsüdür. Asıl olan hayat ise ahirettedir.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri Kuran’da bildirilen Firavun kıssasıdır. Tarihin en kanlı diktatörlerinden biri olan Firavun’un sahip olduğu güç ve imkanların etkisi altında kalan pek çok insan, doğru ve hak olduğunu bildikleri halde Hz. Musa’ya tabi olmamış ve hak dinden yüz çevirmiştir. Bu insanların hak dine uymamalarının temelinde, kendi akıllarınca Firavun’u -maddi imkanları ve iktidarı nedeniyle- herşeye güç yetiren bir insan gibi görüp ona karşı korku dolu bir hayranlık duymaları vardır. Allah ayetinde, Firavun ve çevresinden çekinerek, Hz. Musa’ya çok az sayıda kişinin uyduğunu şöyle haber vermiştir:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Kara klana tabi olanlar da, klanın liderlerinin hiçbir zaman yıkılmayacakları, hiçbir zaman yenilmeyecekleri, her türlü   zorluğun üstesinden gelebilecekleri yanılgısına kapılırlar. Bu nedenle de kendilerince en ‘mantıklı’ seçimin klana tabi olmak olduğuna inanırlar. Sözde ‘kurnazca’ davranır ve geleceklerini ‘garantiye’ alırlar. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Asıl gücün sahibi Allah’tır ve Allah’ın yardımı her zaman için Kendisi’ne uyan müminler iledir. Allah Kuran’da şöyle bildirmiştir:

Onlar, müminleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi, 139)

Bu insanların unuttuğu ve göz ardı ettiği çok önemli gerçekler vardır. Herşeyden önce kendilerine sığınıp, gücü yanlarında aradıkları kişiler de Allah’ın yarattığı aciz kullardır.      Allah dilemedikçe ne bir mala, ne zenginliğe, ne makama ne de güce sahip olabilirler. Onlara verilen mal ve zenginlik yalnızca bu dünya hayatının geçici bir süsüdür ve yok olmaya mahkumdur. İnsanlara verilen her türlü maddi varlık o insanlar için birer denemedir. İnkarcılara verilen imkanların sırrı ve hikmeti ise bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirilir:

Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)

palace_salle a manger

Douglos Morison, “Akşam Yemeği Odası”, 1847

Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir. (Şura Suresi, 36)

Ayette bildirildiği gibi, inkar edenlerin sahip oldukları geçici imkanlar onlar için dünyada ve ahirette bir azap vesilesidir. Bunun farkına varamayanlar ise, malın ve imkanların büyüsüne kapılarak, bu kişilerin kötü ahlakını ve Allah Katındaki durumlarını düşünmeden, akılsızca onlara hayranlık beslerler.

İnsanların, tüm malın ve mülkün Allah’a ait olduğunu unutarak, zenginliğe karşı duydukları hayranlığa Kuran’da bildirilen Karun kıssasında dikkat çekilmiştir. Allah Karun’a çok büyük bir mal varlığı vermiştir. Karun ise Allah’ın verdiği bu nimetler karşısında Allah’a yönelip şükredeceğine şımarıklığa kapılmış, büyüklenmiş ve çirkin bir ahlak sergilemiştir. Karun’un bu kötü ahlakına rağmen, onunla aynı toplumda yaşayan kişilerin bir kısmı Karun’a hayranlık beslemekten kendilerini alıkoyamamışlardır:

Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. (Kasas Suresi, 79)

İman edenler ise, malın asıl sahibinin Allah olduğunun bilincinde oldukları için, Karun’un zenginliğinin cazibesine hiçbir zaman kapılmamışlardır. Allah, Karun’a verdiği nimetleri geri aldığında ise, yalnızca malı nedeniyle Karun’a hayranlık duyup bağlananlar ne kadar büyük bir hata içinde olduklarının farkına varmışlardır:

Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz” demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)

Kara klanın üyeleri de tıpkı Karun’un geçici imkanlarının etkisine kapılanlar gibi, klanın varlığının onları her zaman koruyacağını sanırlar.

Dünyada kurdukları çıkar ilişkilerinin ve bağlantıların, şartlar ne olursa olsun devam edeceğine inanırlar. Oysa klan üyeleri dünya hayatında birbirlerini destekleseler bile, ahiret gününde asla birbirlerine yardım etmeye güç yetiremeyeceklerdir. Ahiret gününde herkes, ilk yaratılışta olduğu gibi, tek başına ve yapayalnız Rabbimiz’in huzuruna çıkacak ve dünyada yaptığı herşeyin hesabını verecektir. Allah elçileri aracılığı ile insanlara yalnızca Kendisi’nden korkup sakınmalarını ve elçilere itaat etmelerini emretmiştir. Yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğu örgütleyenlere uymamak Allah’ın tüm insanlara emridir. Kuran’da bildirilen Hz. Salih’in kavmine tebliği şöyledir:

Artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar). (Şuara Suresi, 150-152)

Bununla birlikte ayetlerde, bozguncuların ahiret gününde birbirleri ile büyük bir çekişme içinde oldukları da bildirilmiştir. Dünya hayatı boyunca birbirlerine destek oluyormuş gibi görünen inkarcılar, büyük azabı gördükleri vakit birbirlerini suçlayacaklardır. Ahiret günü klanın kirli dayanışmasının açıkça son bulduğu zamandır. Allah, bu insanların o gün içine düşecekleri durumu ayetlerde bize şöyle bildirmiştir:

İnkar edenler dedi ki: “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne.” Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za’fa uğratılan (müstaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mümin (kimse)ler olurduk.” Büyüklük taslayanlar, za’fa uğratılan (müstaz’af)lara dediler ki: “Size hidayet geldikten sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk? Hayır, siz (zaten) suçlu-günahkarlardınız.” Za’fa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz” dediler. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını saklarlar; Biz de inkar edenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri’: “Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz” demişlerdir. Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz”de demişlerdir. (Sebe Suresi, 31-35)

hell

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ Biz’e geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)

 

earthquake

Michele Marieschi, Venedik, Akademi Galerisi

Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Musa da yalanlanmıştı. Böylelikle Ben, o inkar edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (herşeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılabım (veya inkarım). (Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terk edilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir). (Hac Suresi, 44-45)

O gün artık kara klanın mensuplarının birbirlerine, “… Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)” (Zuhruf Suresi, 38) diyecekleri bir gündür. Ancak artık bu pişmanlıklar için çok geçtir. Dünya hayatında kendilerine defalarca bugünle karşılaşacakları hatırlatıldığı zaman, bu uyarıları dinlemeyen, kendilerinin iyiliği için çalışan kişilerin aleyhinde tuzaklar kuran ve kötülükte iş birliği yapan kişiler için Rabbimiz’in Katında acı bir azap vardır:

Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: “Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: “Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık).” (Mümin Suresi, 47-48)

hell hell

Taşkınlık edip-azanlar için son bir varış yeridir. Bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır. Orada ne serinlik tadacaklar, ne bir içecek. Kaynar sudan ve irinden başka. (İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak, Doğrusu onlar, hesaba çekileceklerini ummuyorlardı. Bizim ayetlerimizi yalanlayabildikleri kadar yalanlıyorlardı. Oysa Biz, herşeyi yazıp saymışızdır. (Nebe Suresi, 22-29)

97: “Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?” Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler. “Yoksula yedirmezdik. (Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda yakin (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı.” (Müdessir Suresi, 42-47)

Kara Klanın Milli Değerlere Olan Düşmanlığı 

dark clan

Klan, acımasızca halkın sömürülmesinde bir sakınca görmez. Dünyanın pek çok ülkesinde, sefaletin ve yokluğun hakim olması da klanın bencil ve çıkarcı yapısının neticelerinden biridir.

Klan sadece din ahlakına değil aynı zamanda milli değerlere de karşıdır. Klanın bencil ve çıkarcı yapısı nedeniyle, kara klan üyeleri vatan sevgisinden ve millete hizmet duygusundan yoksun insanlardır. Bu insanlar için önemli olan menfaatlerini devam ettirebilecek alt yapının sağlanmış olmasıdır. Bunun için de fuhuşun meşru görüldüğü, uyuşturucu kullanımının yaygınlaştığı, ahlaksızlığın devam edebilmesi için kolaylıkla malzeme bulunabilen bir ortam gereklidir. Kara klan sefalet ve rezalet ortamında hayat sahası bulur. Böyle bir ortamın vatanın ve milletin iyiliğine olmayacağı, bu kişilerin de milletin çıkarını kendi çıkarlarının önünde tutmayacakları açıktır. Refahın artması, zenginliğin yayılması, bilim ve teknolojinin imkanlarından herkesin eşit olarak faydalanabileceği bir yapının oluşması bu örgütün asla işine gelmez. Bu teşkilat toplumun geneline yönelik bir zenginlik oluşmasından rahatsız olur. Ülkenin kalkınmasını, gelir dağılımının düzelmesini, toplumsal huzur ve güvenliğin sağlanmasını istemez. Hatta  sanatın ilerlemesinden de hoşlanmaz. Çünkü o zaman karanlık işleri için kullanacağı insanları bulması zorlaşacaktır. Üstelik klan üyelerinin çarpık zihniyetine göre güçlü olması gereken sadece kendi lideridir. Sistemlerinin devam edebilmesi için gücün, liderlerinin elinde olması gereklidir ve bu onlar için yeterlidir.

Kara klanın kontrolünün güçlü olduğu ülkelerde bu durum açıkça gözlenebilir. Başta bazı Latin Amerika ve Afrika ülkeleri olmak üzere, üçüncü dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda, bu ülkelerin gelişmesi ve kalkınması için pek çok doğal kaynak olmasına rağmen, sefaletin ve yokluğun hakim olması oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu ülkelerin genel özelliği, ülke ekonomisi, bir avuç varlıklı insan tarafından kontrol edilip sömürülürken, halkın büyük çoğunluğunun açlık ve yokluk içinde yaşamasıdır. Bu yolsuzluğun en büyük nedeni, ülkeye hakim olanların üretmek yerine sömürmeyi tercih etmeleri, ülke ekonomisini bir tür yolsuzluk ekonomisi haline getirmeleridir. Özellikle dikta rejimleri ile yönetilen Latin Amerika ülkelerinde yolsuzlukla mücadele etmek neredeyse imkansızlaşmıştır. Emniyet görevlileri arasında organize suç örgütleri ile birlikte hareket edenler bulunmakta ve adalet kurumlarındaki insanların çoğunluğu bu şebekeler adına çalışmaktadır. Geriye kalanlar da suç örgütlerinden korkmaktadır. Bu ülkelerde dikta rejimlerinin halka karşı uyguladığı zulme karşı çıkan Katolik Kilisesi, başlıca hedef haline gelmiş, pek çok ülkede rahipler ve din adamları “ölüm mangaları” tarafından katledilmiştir.

corruption

Klanın oluşturmak istediği toplum düzeninde yolsuzluk normal karşılanır. Oysa, diğer insanların haklarına tecavüz etmek Allah’ın insanlara haram kıldığı
bir davranıştır.

Afrika ülkelerinin çoğunluğunda da, hırsızlık ve cinayet çok yaygındır. İnsanlar hava karardıktan sonra sokağa çıkamamakta, zenginler evlerini özel koruma görevlileriyle korumaktadırlar. Ayrıca bu ülkelerde başta AIDS olmak üzere, pek çok bulaşıcı hastalık çok yaygındır. Faili meçhul cinayetlerin sıkça işlendiği, endişe, tedirginlik ve korkunun hakim olduğu, adaletten ve hukuktan bahsetmenin mümkün olmadığı, fuhuşun ve uyuşturucu ticaretinin en önemli gelir kaynakları arasında sayıldığı bu ülkelerin içine düştükleri durumdan bir türlü kurtulamamalarının önemli bir sebebi, ülkelerinde egemen olan kara klanın faaliyetleridir. Bu ülkelere egemen olan klan üyeleri, uluslararası yardım kuruluşlarının açlıktan ölme sınırındaki insanlara gönderdikleri yardımlara dahi el koymakta ve bunları fakir halka para karşılığında satmaktadırlar. Ülkelerindeki milyonlarca insanın aç ve sefil kalması, bu vicdansız insanlar için son derece avantajlı bir “geçim kaynağı” durumundadır. 

Bununla birlikte söz konusu klanın üyeleri, halkın önüne çıktıklarında ülkelerinin menfaatini gözettiklerini iddia eder, asıl amaçlarının ülkelerini gelişmiş ülkelerin medeniyet seviyesine yükseltmek olduğunu söylerler. Halbuki medeniyete ulaşmayı hedeflediklerini söylediklerinde de asıl özendikleri, gelişmiş ülkelerin demokrasisi, sanayisi, bilimi değil din ahlakından uzak kültür yapısı ve dejenere olmuş toplum modelidir. Göstermelik olarak yüksek bilim ve teknoloji seviyesinden, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygılı yönetim anlayışından bahsetseler bile, asıl oluşturmak istedikleri zinanın serbest olduğu, evlilik dışı ilişkilerin yaşandığı, uyuşturucu kullanımının özgür bırakılıp uyuşturucunun devlet tarafından sağlandığı, aileye bağlılık ve saygı anlayışının tamamen ortadan kalktığı bir toplumdur.

Batı dünyasında kara klan, vatan ve millet gibi kavramları çoğunlukla eleştirir ve bu kavramlara değer verenleri de küçük görür. Bunun nedeni, kara klanın inandığı Sosyal Darwinist ahlakın, bencil bir bireysellik gerektirmesi ve bunun da vatan ve millet sevgisi gibi özveri gerektiren kavramlara aykırı düşmesidir.

HIV HIV_drug

İşte bunlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış-verişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bulmamışlardır. (Bakara Suresi, 16)

Uyuşturucu kullanımı klanın önemli gelir kaynaklarından biridir. Bu nedenle klan üyeleri uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması için gizli veya açık faaliyette bulunur, mümkün olduğunca çok genci tuzaklarına düşürmeye çalışırlar. Kimi Avrupa ülkelerinde zaman zaman gündeme gelen, ‘uyuşturucu kullanımının serbest bırakılması’ yönündeki girişimler de bu çalışmaların örneklerindendir.

 

Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir… (Enbiya Suresi, 18)

Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyamet-saatinin kopacağı gün, (işte) o gün, batılda olanlar hüsrana uğrayacaklardır. (Casiye Suresi, 27)

 

Kara Klanın Mücadele Yöntemleri

dark clan

Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim Suresi, 3)

Kitabın önceki bölümünde kara klanın kendi içindeki dayanışmasını, örtbas yöntemlerini, kurduğu kirli sistemi detaylı olarak inceledik. Bu dayanışmanın gücü, kara klanın korunma ve savunma mekanizmalarında da etkisini gösterir. Söz konusu klan, mevcut yapısını korumak, gücünü kaybetmemek ve olası tehlikeleri önleyebilmek için oldukça karmaşık ve kapsamlı bir savunma mekanizması oluşturmuştur. Bu mekanizmanın en önemli bölümünü, klanın kendisine karşı tehdit olarak gördüğü unsurları etkisiz hale getirmek, hatta ortadan kaldırmak oluşturur. Bu noktada, klanın düşman olarak değerlendirdiği kimselerin milli ve manevi değerlerine sahip çıkan, güzel ahlakı, adaleti, hakkı ve doğruyu savunan kişiler olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Çünkü bu kişilerin varlığı ve savunduğu değerler, klanın kirli düzenini devam ettirmesinin önündeki en büyük engellerdendir. Bu insanlar, onların temsil ettikleri her türlü kötülüğün karşısında cesaretle duran, klan üyelerinin tüm karanlık faaliyetlerini deşifre eden kimselerdir.

Nitekim Rabbimiz’in Kuran’da bildirdiği, “Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür” (Maide Suresi, 62) ayetiyle, klanın iki büyük özelliğine işaret edilmektedir: Günahın körüklenmesi ve din ahlakını yaşayanlara düşmanlık.

Unutmamak gerekir ki, tarihin her döneminde, insanlara büyük sıkıntılar çektiren, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik üzerine biraraya gelmiş menfaat çevreleri olmuştur. Bu çevreler, yaşadıkları dönem içinde inkarın yaygınlaşması, ahlaksızlığın mümkün olduğunca yayılması için gayret etmişlerdir. Allah, bu düzenin tarih boyunca varolageldiğini bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirmektedir:

Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler. (Zariyat Suresi, 53)

Ve her zaman bu insanların karşısında, Allah’a iman eden, güzel ahlaklı, cesur ve sabırlı kişiler yer almıştır. Kötünün karşısında yer alanlar, ne pahasına olursa olsun kötülüğün sona ermesi, yeryüzüne güvenlik ve huzurun hakim olması için çaba göstermişlerdir. Günümüzde de kara klan kötülüğün en önde giden temsilcisidir. Ve bugün de, tıpkı geçmişte olduğu gibi, iyi olanlarla arasında fikri bir mücadele vardır. Klanın mensupları iyiliğin temsilcisi olan vicdanlı, imanlı, güzel ahlaklı, milli ve manevi değerlerine sahip çıkan insanlarla uğraşmakta, onları yıldırmak ve elimine etmek için çaba göstermektedir. Klanın vicdanlı ve güzel ahlaklı insanları hedef almasının temelinde ise, bu kişilerin güzel ahlakta kararlı olmaları vardır. Allah Kuran’da bu gerçeği bize şu şekilde bildirmiştir:

Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” demekten başka olmadı. (Araf Suresi, 82)

Allah’ın ayette buyurduğu gibi, temiz ve güzel ahlaklı kalmak, inkar edenlerin fitnelerinden ve telkinlerinden sakınmak isteyen insanlar kara klan tarafından kesinlikle sevilmezler. Klan kendi ahlaki yapısına dahil olmayan her kişiyi, sistemin devamına engel olabilecek potansiyel bir tehlike olarak görür.

Prophet Noah

Bu temsili tabloda, hayvanlar ve insanlar, Hz. Nuh’un Rabbimiz’in ilhamıyla inşa ettiği gemiye binerlerken resmedilmişlerdir.

Andolsun Biz Nuh’u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka İlahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.” (Araf Suresi, 59)

Kara klanın, ahlaksızlıkları, sahtekarları, katilleri, uyuşturucu satıcılarını, fuhuş yapanları, silah kaçakçılarını ve her türden karanlık insanı bünyesinde barındırmasının ve bu insanları her koşul altında korumasının ana nedenlerinden biri de bu tarihi mücadeledir. Bu üyeler, klanın varlığını devam ettirebilmesi için kullanılırlar. Dünya genelinde ahlaki çöküntü yaşayan toplumlarda görüldüğü gibi, kimi medya kuruluşlarında, güvenlik birimlerinde, adalet sistemi içerisinde bu şebekenin koruyuculuğunu üstlenen ve tanıtımını yapan kişiler de klanın savunmasında önemli rol üstlenmişlerdir. Bu kişiler, hem bu şebekenin icraatlarını, ahlaksızlıklarını, sapkınlıklarını, cinayetlerini örtbas etmekte hem de kendilerine çıkar sağlamaktadırlar. Üstelik bunlar, gerektiğinde klanı temize çıkarmak için değerlendirilir, türlü entrikalarda, düşmanları saf dışı etmek için bir tür maşa gibi kullanırlar.

Klanın savunma mekanizması içinde görev yapanlar iki ayrı gruptan oluşur. Bunlardan birincileri lider konumunda olan ve kirli organizasyonları üstlenen kimselerdir. Bunlar ahlaksızlığın, fuhşun, uyuşturucu ticaretinin, silah kaçakçılığının, çatışmaların ve kargaşanın üzerinden menfaat sağlayan, dolayısıyla da insanları dejenerasyona özendiren, bunun için teşvik eden çevrelerdir. Her türlü günah ve ahlaksızlığın reklamını yapanlar, insanları ahlaksız olmanın meşru olduğuna inandıranlar da bunlardır. İkinci grup ise, hayatlarını devam ettirebilmek için klanın ayakta kalmasına ve klanın liderleri tarafından korunmayamuhtaç olan kimselerdir. Bunlar tamamen klanın kontrolündedirler. Klanın liderlerinin sözünden çıkmaz, onların yönlendirmeleriyle hareket ederler. Klan içindeki görevlerinden biri de, klanın düşmanları ile mücadelede ön safhalarda yer almalarıdır.

Klanın hiç farkında olmadığı bir gerçek ise, hakka karşı batılı savunanların yenilgiye mahkum olduklarıdır. Allah, Kuran’da inkarcıların mücadelesinin batıl bir mücadele olduğunu ve bu mücadeleyi tarih boyunca pek çok inkarcının üstlendiğini ve hepsinin yenilgiye uğradığını şöyle bildirmiştir:

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak’ mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mümin Suresi, 5)

Görüldüğü gibi, inkarcıların ana amaçlarından birisi din ahlakını anlatanların bu çalışmalarını engellemeye çalışmaktır. Kara klan tarih boyunca, kendi düzeninin karşısında olduğunu düşündüğü kişileri haksız yere yakalayıp tutuklatmaya, yurdundan sürmeya ve hatta öldürmeye dahi kalkışmıştır. Kara klanın, düşman olarak gördüklerine karşı tarihte en sık kullandığı yöntemlerden biri ise komplodur.

Klanın Önemli Taktiği: Komplo

rk clan_intrigue
(Peki) Onlar, Allah’ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?(Bakara Suresi, 77)

İnkarcıların iman edenlerin aleyhinde komplolar kurdukları Kuran’da bildirilen bir gerçektir. Allah Kuran’da inkarcıların komplocu karakterlerine dikkat çekmiştir. Pek çok ayette insanları Allah’tan ve din ahlakından uzaklaştırmak için tuzaklar kurup planlar yaptıkları haber verilmiştir. Allah, Enam Suresi’nin 123. ayetinde şöyle buyurmuştur:

Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar. (Enam Suresi, 123)

Allah Kuran’da, “Buna (ayetlerime) karşı büyüklük taslayarak; gece vakti de hezeyanlar sergiliyordunuz.” (Müminun Suresi, 67) ayetiyle inkarcıların geceleri yaptıkları gizli toplantılara dikkat çekmiş ve bu toplantılarda iman edenler aleyhine çeşitli komplolar planlandığını, tuzaklar kurulduğunu bildirmiştir. Gizli toplantıların çoğunda hayır olmadığı ve bu toplantılarda genellikle huzuru ve düzeni bozacak ve insanlara zarar verecek girişimlerin konuşulduğu Allah’ın bildirdiği bir başka gerçektir. (Nisa Suresi, 114; Mücadele Suresi, 9-10) İnkarcıların gizli gece toplantılarını tercih etmelerinin nedenlerinden birisi ise, gecenin karanlığının yaptıklarını örtüp gizleyeceğini düşünmeleri, böylece deşifre olma ihtimallerinin daha az olduğuna inanmalarıdır. Oysa bu toplantıları yapanlar gecenin en karanlık saatini de seçseler, hiç kimsenin bilmediği en ücra ve gizli mekanlarda da buluşsalar, Allah onların yaptıkları planı en ince ayrıntısına kadar bilendir. Ve onlar insanların aleyhine bir tuzak kurarlarken, Allah da onların tuzaklarını altüst edecek kusursuz bir plan kurmaktadır. Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Onlar, insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi ‘geceleri düzenleyip kurarlarken’ onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır. (Nisa Suresi, 108)

Komplo kurmak kara klanın da en başarılı olduğu ve “tehlike gördüğü” anlarda en sık başvurduğu yöntemlerdendir. Düzenledikleri gizli toplantılarda kendileri ve sistemleri için oluşabilecek tehlikeleri bertaraf etmek için ince planlar kurarlar. Kurdukları tuzağın eksiksiz olarak işlemesi için gerekli gördükleri tüm tedbirleri alırlar. Komplolarının hedefe ulaşabilmesi için gerektiğinde suni ve sahte deliller oluşturabilir, yalancı şahitler aracılığı ile akıl almaz senaryoları hayata geçirebilirler. Bu amaçla kullanılabilecek kişileri bulmak klan liderleri için hiç zor değildir. Çünkü klan içinde, ihtiyaç olduğunda kullanılmak üzere yeterince insan barındırılmaktadır.

Geçmişte yaşamış olan müminlerin hayatlarında, kara klanın kendileri aleyhine kurdukları komploların pek çok örneği vardır. Müşrikler, Peygamber Efendimiz (sav)’i yurdundan çıkarmış ve hayatına kasteden tuzaklar kurmuş; Hz. Yusuf’un kardeşleri, bencilce tutkularından dolayı, Hz. Yusuf’u bir kuyuya terk etmiş; Hz. İbrahim’in toplumu onu ateşe atmış; Firavun Hz. Musa’yı çeşitli tehditlerle yıldırmaya çalışmıştır. İnkarcıların, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) aleyhinde kurdukları tuzakları Allah bize Kuran’da şöyle haber vermektedir:

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

flowers

Hz. Yusuf’un kardeşleri, Hz. Yusuf’a karşı duydukları kıskançlık nedeniyle kendisini öldürmeye kalkışmışlar, bu amaçla onu bir kuyuya atmışlardı.

“Öldürün Yusuf’u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz.” İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf’u, onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın.” (Yusuf Suresi, 9-10)

Kuşkusuz geçmişte olduğu gibi günümüzde de iman edenler, Allah yolunda çaba gösterenler, din dışı ideolojiler ile fikri alanda mücadele yürütenler inkarcıların çeşitli komploları ile karşı karşıya kalabilirler. İman edenlerin çeşitli denemelerden geçirilecekleri Allah’ın bir vaadidir. Geçmişte müminler için nasıl tuzaklar kurulduysa bunların bir benzeri bugün de kurulabilir. Bunlar samimi olarak Allah’a iman eden kimseler için büyük bir hayır ve güzel bir müjdedir. Dolayısıyla müminler kara klanın faaliyetlerini de bu bakış açısıyla değerlendirirler. Üstelik iman edenler, insanların en gizli olduğunu sandıkları anlarda dahi, Allah’ın kendilerine şahit olduğunun ve Allah bilgisi dışında kimsenin kimseye komplo kuramayacağının, plan yapamayacağının ve bu planları hayata geçiremeyeceğinin bilincindedirler. Allah bir ayette herşeyden haberdar  olduğunu şöyle bildirmektedir:

Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)

Bir Klan Örneği: Semud Kavminin Dokuzlu Çetesi

desert

Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi?… (İbrahim Suresi, 9)

Dokuzlu çete olarak Kuran’da bildirilen grup, klan yapılaşmasının önemli örneklerinden biridir. Allah, Hz. Salih Peygamberin döneminde yaşamış olan bu klanın yaptığı plana ve Hz. Salih aleyhinde kurduğu tuzağa dikkat çekmiştir. Bu grubun üyelerinin en önemli özelliği kötülük ve bozgunculukta iş birliği yapmalarıdır. Hz. Salih, içinde yaşadığı toplumu Allah’a iman etmeye, Allah’ın emirlerine uymaya ve O’nun sınırlarını korumaya defalarca davet etmiştir. Ancak onlar bu çağrılara uymamışlar, üstelik Hz. Salih’e karşı son derece saldırgan bir tutum sergilemişlerdir. Hz. Salih’in din ahlakını yaymak için gösterdiği çabanın, kendi menfaatlerini zedeleyeceğini düşündükleri için de Hz. Salih’e karşı planlar yapmışlardır. Tuzak kurucuların başında ise, dönemin kara klanlarından ‘dokuzlu çete’ gelmektedir.

Dokuzlu çetenin kurduğu tuzak, Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: “Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.” (Neml Suresi, 48-49)

Dokuzlu çetenin Hz. Salih’e karşı tuzak hazırlarken buna dair “Allah adına” and içmeleri çok dikkat çekici bir durumdur. Ayetteki bu ifade, çete üyelerinin kendilerini, kendi çarpık mantıkları içinde dindar gördüklerini veya en azından dindar gözüken bir üslup kulllandıklarını göstermektedir. Bu gerçek günümüzde de kara klanın üyelerinin kimi zaman dindarlık iddiasında bulunabileceğini, hatta iman edenlere karşı yürüttükleri saldırılarda sahte bir dindar söylem kullanabileceklerine işaret olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.)

Dokuzlu çetenin kurduğu hileli düzen, tarih boyunca iman edenlere kurulan tüm tuzaklarla aynı akibete uğramıştır. Allah, kurmakta oldukları bu tuzağı onların aleyhine çevirmiştir. Bu durum tarih boyunca hiçbir klanın planlarında başarıya ulaşamadığının, bundan sonra da ulaşamayacaklarının önemli delillerinden biridir. Allah onlara verdiği karşılığı şöyle haber vermektedir:

Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik. İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir ayet vardır. (Neml Suresi, 50-52)

Klanın Korunma Mekanizmaları: Yalan ve İftira

İftira ve yalan, klan için önemli silahlardır. Din ahlakından tümüyle uzak olmaları, bu insanların vicdanlarını kullanmamalarına, utanma hislerini de kaybetmelerine neden olur. Dolayısıyla kendilerini korumak için karşılarında yer alan kişileri acımasızca yok etmekten, olabilecek en sinsi taktiklere başvurmaktan çekinmezler. Allah Kuran’da inkar edenlerin şeytanın ilhamı ile hareket ettiklerini bildirmiştir. Söz konusu taktikler, yalanlar, iftiralar da klan üyelerinin şeytanın telkinleri ile başvurdukları yöntemlerdir. Ayetlerde şu şekilde buyrulmuştur:

Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, ‘gerçeği ters yüz eden,’ günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler. (Şuara Suresi, 221-223)

desert_camel

Artık ‘kötülüğü örgütleyip düzenleyenler’, Allah’ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? Ya da onlar, dönüp-dolaşmaktalarken, onları yakalayıvermesinden (mi emindirler?) Ki onlar (bu konuda Allah’ı) aciz bırakacak değildirler. (Nahl Suresi, 45-46)

Bu taktiklerin büyük çoğunluğu Kuran’da bildirilen geçmiş inkarcı kavimlerin de başvurdukları yöntemlerdir. Allah  bu kavimlerin yaptıklarından bazılarını bize haber vermiş ve bu tip örgütlenmelerin yöntemlerinden haberdar etmiştir. Örneğin Hz. Yusuf Peygamberin hayatının anlatıldığı kıssada,  Hz. Yusuf’a verilen nimetler karşısında kıskançlığa kapılan kardeşlerinin, toplu olarak harekete geçtikleri ve hasetleri nedeniyle Hz. Yusuf’un canına dahi kastettikleri bildirilmiştir. Hz. Yusuf’un kardeşlerinin zihniyeti ve davranışları, kara klanın tavır ve yöntemlerinin bir örneğidir. Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, Hz. Yusuf aleyhine kurdukları plan Kuran’da şu şekilde bildirilmektedir:

Onlar şöyle demişti: “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir. Öldürün Yusuf’u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz.” (Yusuf Suresi, 8-9)

Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, Hz. Yusuf’a karşı duydukları kıskançlığın temelinde babalarının Hz. Yusuf’u kendilerinden daha çok sevdiğini düşünmeleri yer almaktadır. Bu da, onlarda, klanın en çok tedirgin olduğu bir duruma, imkanlarının azalacağı ve menfaatlerinin zedeleneceği korkusuna neden olmuştur. Bu durum karşısında, kendi düşük akıllarınca, bir plan hazırlamışlardır. Buna göre, öncelikle kendilerini güvenilir insanlar gibi gösterip, babalarından Hz. Yusuf’u kendileri ile birlikte göndermesi için izin alacaklar, daha sonra da ellerinden gelen herşeyi yaptıkları halde Hz.Yusuf’u korumaya güçlerinin yetmediğini ve bir kurdun Hz. Yusuf’u kapıp götürdüğünü söyleyeceklerdir. Bu planlarının gerçekçi gibi görünmesi sahte bir kanıt üretmeyi de unutmamışlardır. Ayetlerde şu şekilde buyurulur:

Akşam üstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: “Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf’u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin.” Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini getirdiler. “Hayır” dedi. Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı (Kendisi’nden) yardım istenecek olan Allah’tır.” (Yusuf Suresi, 16-18)

Prophet Joseph

Yukarıdaki temsili resimde, Hz. Yusuf’un kardeşleri, üzerine kan sürülmüş olan Hz. Yusuf’un gömleğini Hz. Yakup’a gösterirken görülmektedir.

Bu hain planı kurduktan sonra, babaları Hz. Yakub’a ağlayarak gelmeleri ve doğruyu söylediklerinde ısrar etmeleri, çok iyi rol yaptıklarını göstermektedir. Bu tarz iftira amaçlı aktörlükler, klan üyeleri arasında da yaygındır. Vicdan sahibi bir insanın yalan söylemesi mümkün değildir, oysa klanın bu iş kullandıkları kişiler en büyük iftiraları büyük bir inandırıcılık içinde -hatta kendilerini de buna inandırarak- atabilir, bu iftiranın gerektirdiği dramatik sahneleri rahatlıkla oynayabilirler.

Kara klan üyelerinin bir diğer özellikleri de sahte deliller oluşturmaktır. Hz. Yusuf’u bir kurdun kaptığı yalanını söyleyen kardeşleri, bu yalanlarını destekleyebilmek için üzerine kan sürülmüş bir gömleği getirmişler ve öne sürdükleri bu sahte delil ile inandırıcı olacaklarını sanmışlardır. Klan üyelerinin en büyük yanılgılarından biri de budur. Ürettikleri sahte deliller ile attıkları iftiraların, uydurdukları yalanların etkili olacağını sanırlar. Hatta kendilerini buna öylesine kaptırırlar ki, bir müddet sonra kendileri de söyledikleri yalana inanır hale gelirler. Oysa ne yalan söylemeleri, ne de yalanlarını destekleyecek sözde deliller oluşturmaları gerçeği değiştirmez. Gerçek mutlaka ortaya çıkar.

Müminler ise, bu gibi tuzaklar karşısında her zaman olduğu gibi, Allah’a tevekkül ederler. Hz. Yusuf da kendisine kurulan tuzaklar karşısında yalnızca Rabbimiz’e tevekkül etmiş, Allah da kendisine şöyle vahyetmiştir: ‘… Andolsun, sen onlara kendileri farkında değilken bu yaptıklarını haber vereceksin.’ (Yusuf Suresi, 15) Hz. Yusuf, kardeşlerinin kendisini attığı kuyudan, yoldan geçen bir kervan vesilesi ile kurtulmuş ve daha sonra Mısırlı bir yöneticinin (vezirin) yanına yerleşmiştir.

Hz. Yusuf kıssasında, kara klanın yöntemlerini gösteren bir başka örnek de, Hz. Yusuf’un yanında bulunduğu vezirin karısının Hz. Yusuf aleyhine kurmuş olduğu tuzaktır. Bu tuzak, klan üyelerinin kendilerini korumak için nasıl pervasızca iftiralar atabildiklerini ve destekçileri tarafından nasıl korunup kollandıklarını göstermesi bakımından önemli bir örnektir. Vezirin karısı, Hz. Yusuf’un güzelliğinden etkilenip kendisine çirkin tekliflerde bulunmuş, Rabbimiz’den korkup sakınan Hz. Yusuf ise bu teklifi kesin olarak reddetmiştir. Bu durum karşısında öfkeye kapılan kadın, Hz. Yusuf aleyhinde iftirada bulunmuştur. Bu durum ayette şu şekilde haber verilmiştir:

Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. (Yusuf) Dedi ki: “Allah’a sığınırım. Çünkü o benim Efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.” (Yusuf Suresi, 23)

Vezirin bu gelişmeleri öğrenmesi üzerine, kadın hemen yalana başvurmuş ve Hz. Yusuf’a iftira atmıştır:

Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azabtan başka cezası ne olabilir?” (Yusuf Suresi, 25)

Kadının Hz. Yusuf için kurduğu tuzak bununla da kalmamış, bu gelişmelerin halk arasında yayılması ile birlikte, kadın kendi çıkarlarını koruyabilmek için Hz. Yusuf’un tutuklattırılmasını sağlamıştır. Kesin deliller Hz. Yusuf’un masum, kadının ise suçlu olduğunu kantılamasına rağmen, Hz. Yusuf toplumun önde gelenleri yani dönemin klanı tarafından hapishaneye gönderilmiştir. Konuyla ilgili ayetler şu şekildedir:

(Yusuf) Dedi ki: “Onun kendisi benden murad almak istedi.” Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik etti: “Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir.” Onun gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): “Doğrusu, bu sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi. (Yusuf Suresi, 26-28)

Sonra onlarda (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı. (Yusuf Suresi, 35)

Prophet Joseph

Giulio Romano, Roma, 1519

Hz. Yusuf’a tuzak kuran vezirin karısı, Hz. Yusuf kendisinden yüz çevirince arkasından gömleğini çekerek yırtmıştı. Yırtılan bu gömlek, asıl suçlunun vezirin karısı olduğunu gösteren önemli bir delildi.

Bu ayetlerde klan ile ilgili, önemli bir adalet sistemi bozukluğu da göze çarpmaktadır: Deliller bir insanın suçsuz olduğunu gösterse de, sırf onu suçlayanların yaygaracılığı ve toplum içindeki konumları nedeniyle, onu suçlu gibi değerlendirip hapse atabilmektedirler. Bu da bizlere, klan tarafından hedef alınan kişilerin gerçekte suçlu olup olmadığının anlaşılması için, gerçek delillere bakılması, bunun yanı sıra “klan yaygaracılığı” ve aleyhte propagandalardan etkilenilmemesi gerektiğini gösterir.

Hz. Yusuf ile ilgili ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi klan, çıkarlarının zedelenmesi söz konusu olduğunda karanlık düzenler kurabilmekte, bu düzenleri için sahte deliller oluşturabilmekte ve iftiralarıyla masum insanları acımasızca yok etmeye yeltenebilmektedir.

Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda daha yaygın olmak üzere, günümüzde de pek çok insan, karalamalara, iftiralara, yalanlara maruz kalmakta, masum insanlar bunlar nedeniyle zarar görmektedir.

Kara klanın bu taktiklerini incelerken üzerinde durulması gereken diğer bir nokta da, kullanılan üsluptur. Hz. Yusuf kıssasında da gördüğümüz gibi, saldırıda bulunurken kendisini masum gibi göstermek, bu kişilerin kullandıkları önemli bir taktiktir. Bunun için gerekirse suni gözyaşları dökebilir, sanki saldırıya uğrayan kendileriymiş gibi yaygaralar koparabilir, toplumu yanıltmak için telkinlerde bulunabilirler. Üsluplarındaki pervasızlık ve çirkin cesaret hemen dikkat çeker. Bu cesaretin nedeni ise, klanın diğer üyeleri tarafından bir şekilde destekleneceklerinden emin olmalarıdır. Nitekim Hz. Yusuf kıssasında da görüldüğü gibi, vezirin karısının haksız olduğu somut deliller ile ispatlanmış olduğu halde, toplumun önde gelenleri Hz. Yusuf’u tutuklamışlar ve klanın çıkarlarına uygun şekilde davranmışlardır.

Ayrıca Kuran’da geçmiş toplumlardan verilen örneklerde, klanın bir diğer özelliğine daha dikkat çekilmiştir. Bu da klan mensuplarının kendilerinden çok emin olmaları, sinsi planlarının, ahlaksızlıklarının, suçlarının ortaya çıkmayacağını sanmalarıdır. Örneğin tarihin en azgın inkarcılarından biri olan Firavun, dönemin kara klanının en önemli temsilcisidir. Firavun ve onun klanı, Hz. Musa’ya ve iman edenlere tuzaklar kurar, onlar aleyhinde planlar yaparken, zaferin kendilerinin olacağına çok emindiler. Firavun ve çevresinin bu yanılgısı ayetlerde şu şekilde bildirilmiştir:

Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. “Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur; Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler. ‘Biz ise uyanık bir toplumuz” (dedi). (Şuara Suresi, 53-56)

Ancak, “Yoksa kötülükleri yapanlar, Biz’i (aşıp) geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar?” (Ankebut Suresi, 4) ayetiyle de buyurulduğu gibi kötülük yapanların iyilere karşı galip olması asla mümkün değildir. Kara klan, düzenini devam ettirmek için ne kadar çaba gösterirse göstersin, hangi karanlık yollara başvurursa başvursun sonunda yenilmeye mahkumdur. Bu, Allah’ın değişmez bir kanunudur.

Kara Klanın Yaygaracılığı

palace

Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır.(Saffat Suresi, 171-172)

… Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi, 249)

Kara klanın mensupları, zaman zaman içinde bulundukları sapkın yaşam tarzını deşifre edecek olaylarla karşı karşıya kalabilirler. Son derece tehlikeli gördükleri böyle anlarda, kendilerini kurtarmak için başvurdukları en bilinen yöntemlerden birisi, halk arasındaki tabiri ile “yaygara koparmak”tır. Kullandıkları abartılı ve saldırgan üslup ile karşılarındaki kişiyi yıldırabileceklerini sanır, yaygaracılığın dikkatleri asıl konunun üzerinden dağıtıp, işledikleri ahlaksızlığı veya suçu unutturacağını düşünürler.

Örneğin uyuşturucu satarken veya kullanırken yakalanan bir klan üyesi, suçunu kabul edip pişmanlığını dile getirmek yerine etrafına içi boş tehditler yağdırıp, aslı olmayan iddialar ortaya atarak dikkatleri kendi üzerinden dağıtmaya çalışır. Çoğu zaman bir kısım basın da bu oyuna gelir ve bir süre sonra bu kişinin işlediği suçtan çok konuyla hiçbir ilgisi olmayan demeçleri, iddiaları ve iftiraları gündem olur. Halk asıl suçlunun kim, ana konunun ne olduğunu unutup klan üyesinin ortaya attığı tali iddiaları tartışmaya başlar. Bir yandan bunlar yaşanırken öte yandan klan da düzenini devam ettirir.

Yaygaracı bir üslup kullanılmasının bir diğer amacı da bunun çok yıldırıcı bir tutum olmasıdır. İnsanların bir kısmı  yaygara koparan, saldırgan ve kışkırtıcı üslup kullanan insanlarla -haksız ve suçlu olduğunu bilseler de- mücade etmekten çok çekinirler. Bu kişilerin yalanlarını deşifre etmeye, açıklarını dile getirmeye kimse pek cesaret edemez. Bu bilinen bir durum olduğundan, yaygaracılık kara klan tarafından sıkça kullanılan bir taktiktir. Zaten klan üyeleri de, kopardıkları yaygaraya rağmen kendileri ile mücadele edecek birisi karşılarına çıkarsa büyük şaşkınlık yaşarlar. Böyle anlarda da geri adım atmak yerine, daha büyük yalanlara, daha büyük oyunlara başvururlar.

Aslında kara klan tarafından uygulanan bu yöntem, Allah’ın Kuran’da bildirdiği şeytani özelliklerdendir. Şeytan da yalan söyleyen, insanları aldatmacaları ile tahrik edip kışkırtan, yaygara koparıp duran bir varlıktır. Allah şeytanın bu özelliklerini ayetlerde şu şekilde haber vermiştir:

Görmedin mi, Biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar. (Meryem Suresi, 83)

(Allah şeytana dedi ki:) “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun.” Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. (İsra Suresi, 64)

Hz. Musa ve Hz. Harun’un Firavun hakkında kullandıkları bildirilen, “Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı ‘taşkın bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz.” (Taha Suresi, 45) ifadesi de, inkarcıların şeytana uyarak taşkınca tutumlar sergilediklerini gösteren bir diğer önemli işarettir.

Kara klanın ve benzeri gruplaşmaların taşkın ve saldırgan tutumlarına karşı iman edenlerin tavırları ise her zaman için itidalli ve dengelidir. Herşeyden önce iman edenler, Allah’a tevekkül ederler ve Allah’ın kendilerinin koruyucusu olduğunu bilirler. Bununla birlikte Allah iman edenlere, şartlar ne olursa olsun itidalli, adil ve sabırlı olmalarını emretmiştir. Bu nedenle müminler, kara klan hangi yönteme başvurursa başvursun asla onların üslubu ile muhatap olmazlar. Müminlerin kara klana karşı vereceği mücadele her zaman fikri zeminde olur. Zaten böyle bir mücadele de kara klanın sonunu getirecek, kurmuş oldukları din ahlakına aykırı yapıyı yerle bir edecek bir mücadeledir.

Kara Klanın Sonu ve
Yeryüzünün Aydınlık Geleceği

family_mother_children

Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et… (Furkan Suresi, 58)

Kitabın buraya kadar olan bölümünde kara klanın yapısını, ideolojisini ve kurmuş olduğu sistemi ele aldık. Bütün bu bilgiler klanın iyi organize olmuş bir hareket olduğunu ve sistemini sürdürebilmek için her türlü tedbiri aldığını göstermektedir. Bu nedenle bazı okuyucularımız, klanın kurmuş olduğu karanlık düzenin kalıcı olduğu gibi yanlış bir kanaate kapılabilirler. Oysa tüm din dışı sistemler gibi kara klan ve kurmuş olduğu düzen de yok olmaya mahkumdur. Allah Kuran’da bize, iman edenlerin ve iyilikten yana olanların kötülüğe karşı verdikleri mücadelede kesin olarak galip geleceklerini müjdelemiştir:

Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)

Zaten klan üyelerinin de sürekli tedirginlik ve endişe içinde yaşamalarının ana nedenlerinden birisi, sistemlerinin ne kadar çürük ve kırılgan dengeler üzerine kurulu olduğununu biliyor olmalarıdır. Bir gün bir şekilde, yaptıkları kötülüklerin, işledikleri suçların hesabını verecek olma ihtimalleri klan üyelerinin şiddetli sıkıntı duymasına neden olur. Hesap vermek demek, onlar için hayatın anlamını ve değerini yitirmesi demektir. Bu nedenle sürekli kendilerine ve klana katılan kişilere, “güçlü oldukları” ve “kimseye hesap vermeyecekleri” aldatmacasını anlatırlar. Sahip oldukları imkanların hiç ellerinden gitmeyeceği yanılgısına kapılan bu kişiler, kurdukları planların da eksiksiz olarak işleyeceği kanaatindedirler. Zaman da bu insanların kendilerini kandırıp aldatmalarına neden olur, almaları gereken karşılığı kimi zaman hemen görmemeleri bu kişileri yanıltır. Allah Kuran’da bize bu insanlara belirli bir süre tanıdığını, ancak bu sürenin sonunda kendilerinin de asıl gerçeğe şahitlik edeceklerini bildirmiştir:

De ki: “Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va’dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin askeri-gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir.” (Meryem Suresi, 75)

O gün kimsenin kimseyi koruyamayacağı ve hiçbir makamın, hiçbir malın hiç kimseye fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün klan üyelerini, Allah’ın vereceği karşılıktan koruyabilecek ne bir örgüt kalmıştır ne de tek bir kişi. İnsanlar ahiret gününde, dünyadayken yaptıkları kötülükler ve ahlaksızlıklarla aralarında uzak bir mesafe olmasını ister, dünyaya bir kez daha dönebilmek için Allah’a yalvarırlar. Allah Kuran’da bizlere, “… Kim kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine bir pay vardır…” (Nisa Suresi, 85) ayetiyle her insanın yaptığı ile karşılık göreceğini bildirmiştir. Başka ayetlerde ise, Allah insanların ahiret günü içine düşecekleri durumu şöyle haber vermiştir:

children

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti.” (Hakka Suresi, 25-28)

Üstelik ortak olduklarını düşündükleri kişiler de kendilerinden uzaklaşmıştır. Dünyada iken kendilerinden güç buldukları, birlikte günah işledikleri, asla kendilerini yalnız bırakmayacaklarını düşündükleri herkes etraflarından dağılmıştır:

Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: “Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış bulunmaktayız. Onlar bize tapıyor da değillerdi. Denir ki: “Ortaklarınızı çağırın.” Böylelikle çağırırlar, ama kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. Hidayet bulmuş olsalardı ne olurdu. (Kasas Suresi, 63-64)

Allah’ın ayetlerde de bildirdiği gibi inkarlarından vazgeçip tevbe etmeyenler, Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle şımarıp azgınlığa kapılanlar, Allah kendilerini azap ile yakaladığı zaman ne kadar büyük bir yanlış içinde olduklarını daha iyi anlayacaklardır. Ancak Allah bize ayetlerde, dünya hayatında da inkarcıların yenilgiye uğrayacaklarını ve güzel ahlakın insanlar arasında yayılacağını haber vermiştir. Allah’tan başka kimseyi veli edinmeyeler ve kötülüklerden sakınanların, çevrelerindeki insanları da kötülükten sakındırmak için çaba göstermeleri gerekir. Bu çabanın sonucu, Allah’ın izni ile, kara klanın yeryüzünde zorbalığa ve zulme dayalı kurmuş olduğu sistemin sonunun gelmesini, bunun yerine aydınlık, huzur ve güven veren bir ortam tesis edilmesini sağlayacaktır. Allah iman edenlerin üzerindeki bu sorumluluğu Kuran’da şu şekilde bildirmiştir:

Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?… (Hud Suresi, 116)

 

palace

Hiç şüphesiz, benim velim Kitab’ı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor. (Araf Suresi, 196)

Allah insanları barışa ve esenliğe davet eder, iman edenler de Allah’ın kendilerine yüklediği iyiliği emretme, kötülükten men etme sorumluluğunu gereği gibi yerine getirdiklerinde, gerçek din ahlakını bilmeyen ve tanımayan pek çok insan Kuran’a yönelecek ve Allah’ın razı olduğu gibi bir yaşam sürmeye başlayacaktır. Klanın kurmuş olduğu karanlık yapının ortadan kaldırılmasıyla kargaşa, yokluk, huzursuzluk, güvensizlik, adaletsizlik, haksızlık gibi sıkıntılar sona erecek, dünya barış ve refah dolu bir mekan olacaktır. Sokaklar güven içinde dolaşılabilecek yerler olacak, hukuk sistemi gerçek anlamı ile adaleti temsil edecek, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerden herkes eşit olarak faydalanacak, eğitim ve sağlık alanlarında herkes eşit imkanlara sahip olacak, sanata gereken değer ve önem verilecek, yaşanılan mekanların kalitesi yükselecek, bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydedilecek, insanlar birbirlerine sevgi, merhamet ve şefkat ile yaklaşacak, suç oranlarında büyük azalma görülecektir.

Unutmamak gerekir ki, bu saydığımız güzelliklerin gerçekleşmesi için dua edip çaba göstermek iman sahibi herkesin sorumluluğudur. İman edenler ihlasla ve samimiyetle, din ahlakını yaymak için çaba gösterdiklerinde Allah muhakkak, müminleri “… yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracaktır.” (Nur Suresi, 55) Bizim de duamız tüm Müslümanlar gibi, “insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini” görmektir:

Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman,

Ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,

Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr Suresi, 1-3)

Sonuç: Hakka Davet

Buraya kadar açıkladığımız gerçekler karşısında, din ahlakını yaşayan ve vatansever tüm insanlara önemli görevler düşmektedir. Klan üyeleri nasıl kötülükte iş birliği yapıyorlarsa, iyiliğin ve güzel ahlakın savunucuları da birbirlerini sevmeye ve desteklemeye mecburdurlar. Ahlaksızlığın yaygınlaşması, tüm toplumu içine alan bir çürümeye neden olur. Bu çürüme er veya geç herkese zarar verebilir. Böyle bir tehlikeye karşı ise el birliği ile fikri mücadele edilmesi gerekir. Allah bir ayetinde, iyilerin ittifak olmaları gerektiğini şu şekilde bildirmiştir:

İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

Allah’ın ayette buyurduğu gibi, eğer samimi ve dürüst insanlar ittifak halinde hareket etmez ve kötülüklere karşı birlikte fikri bir mücadele içine girmezlerse bu durumda dünya yaşanması zor bir mekan haline gelir. Elbette böyle bir durumdan her insan zarar görecektir.

İyilerin ittifakı ile birlikte ilk planda yapılması gerekenleri şöyle sıralayabiliriz:

– Masum halk genel olarak klanı tanımaz, onun karanlık ruhunu, bu ruhun ne büyük kötülüklere sebep olabileceğini bilemez. Bu nedenle halkın kara klan hakkında bilgilendirilmesi, klanın sinsi oyunlarına karşı uyarılması gerekir.

– Halkın uyarılması konusunda medyaya büyük sorumluluk düşmektedir. Ahlaksızlığın ve dejenerasyonun basın tarafından destek gördüğü ülkelerin içine düştüğü durum ortadır. Dünya çapında samimi, dürüst, itidalli ve vicdan sahibi medya mensupları, klanın provokasyon ve yönlendirmelerinden etkilenmemeye özen göstermeli, tam tersine klanın suç ve ahlaksızlıklarını engellemeye çalışmalıdırlar. Bu noktada klanın iç yüzünün deşifre edilmesi önemlidir. Suçları deşifre olan klanın ayakta kalması mümkün değildir.

– Klanın deşifre olan her rezilliği hukuk ve kanun çerçevesinde gereği gibi karşılık görmelidir. Bu insanlar yaptıkları kötülüklerin hiçbir zaman karşılıksız kalmayacağını bilmelidirler. Klanın yaşam sahasının elinden alınmasının en önemli yollarından birisi budur.

– Tüm dünyada başta gençler olmak üzere halk, klanın taktikleri konusunda da bilinçlendirilmelidir. Klan özellikle genç nesli, içi boş süslü propagandalarla ve telkinlerle kendi felsefesine ve yaşam biçimine çekmektedir. Sonuç, kendi bencil tutku ve çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, tüm dünyayı Sosyal Darwinizm gözlükleriyle gören kayıp bir nesildir. Ahlaki çöküntünün yaşandığı kimi ülkelerde bu durum açıkça görülmektedir. Bunu engellemek için, klanın savunuculuğunu yaptığı felsefenin ve düzenin çarpıklıklarının ve zararlarının gençlere anlatılması, bu amaçla büyük bir kültürel kampanya yürütülmesi gerekir.

– Unutulmamalıdır ki, kara klanın varlığını devam ettirmesini sağlayan temel ideoloji, ahlaksızlığın ve toplumsal  ortadan kaldırılmada, ahlaksızlığın ve toplumsal çürümenin engellenmesi mümkün değildir. Bu insanlar söz konusu çöküntü ve çürümeden beslenmekte, böyle bir çöküntüyü teşvik etmektedirler. Dolayısıyla ahlaki değerleri sağlam insanların yetişmesi klanın fikri sistemine büyük darbe oluşturacaktır. Eğitim sisteminde yapılacak uygun düzenlemelerle ve basın kuruluşları aracılığı ile, insanlarda ahlaki bilinçlenmenin sağlanması gerekir. Gerçek güzel ahlak da ancak Kuran ahlakının yaşanması ile oluşturulabilir. Tüm insanlara mutlaka, Allah’ın varlığı ve birliği anlatılmalı, Allah’a karşı olan sorumlulukları ve ahiret gününde hesap verecekleri hatırlatılmalı, vicdanlarını kullanmaları teşvik edilmelidir. Vicdanının sesini dinleyen bir insan, Allah’ın izni ile, hiçbir zaman kötü yola sapmaz.

Tüm bunlar samimi, vicdanlı ve dürüst insanların üzerine düşen bir yükümlülüktür. Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, Allah’ın kanunu gereği, kara klan zaten hiçbir zaman başarıya ulaşamayacak, en sonunda büyük bir hezimet ile yenilgiye uğrayacaktır. Allah işledikleri kötülüklerden vazgeçmeyen insanların nasıl bir sona uğrayacaklarını Kuran’da haber vermiştir:

Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)

lake_swan

Unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, haksızlık ve adaletsizlik üzerine bina edilmiş hiçbir sistem kalıcı olmaz. Her türlü batıl ve dejenere sistem yok olmaya mahkum olduğu gibi, kara klanın kurmuş olduğu kirli düzen de yok olacaktır. Klanın ve klan tarafından kurulmuş olan her türlü tuzağın yerle bir olacağını Allah bir ayette bize şöyle bildirmiştir:

(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)

Görüldüğü gibi, yeryüzünde büyüklük taslayan, kötülüğü örgütleyip düzenleyen her grubun yenilecek olması Allah’ın bir kanunudur. Kuşkusuz bu yenilgide, samimi olarak bu sisteme karşı çıkacak kişilerin yürütecekleri fikri mücadele büyük önem taşımaktadır. Bu oldukça çetin bir mücadeledir. Ve kara klanın acımasız düzenine karşı ancak iman eden, manevi değerlerine sahip çıkan, vatan ve millet sevgisini yaşayan kişiler karşı koyabilir.

Klanın sistemi içerisinde yaşamaya devam etmek, bu kişileri dünyada da ahirette de büyük bir azaba sürüklemektedir. Tüm klan üyeleri dünyadayken tevbe edip, kötülükten vazgeçme imkanına sahiptirler. Böyle bir sisteme dahil olan kişiler, Allah’ın her zaman için bağışlayan olduğunu, bu yoldan dönüp iman eden, vatanının ve milletinin hayrı için çalışmaya başlayan, iyiden ve haktan yana tavır koyan kişileri affeden olduğunu unutmamalıdırlar.

Kim doğru yola uyarsa, öncelikle kendi iyiliği için doğru yola uymuş olur. Buna rağmen kim tekrar kötülüğe ve sapkınlığa dönerse, kuşkusuz Rabbimiz azabı pek şiddetli olandır. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra Suresi, 15) Umulur ki, Rabbiniz size merhamet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz Biz de (sizi aşağılık kılmaya ve cezalandırmaya) döneriz. Biz, cehennemi kafirler için bir kuşatma yeri kıldık. (İsra Suresi, 8)

Allah’ın Güzelliklerinden Bir Demet 3

1. Vaşak Türleri Arasındaki Farklılıklar

Bazı hayvanlar yapı olarak birbirlerine benzeseler de özellikleri incelendiğinde hepsinin birbirinden farklı oldukları görülür. Örneğin her ikisi de birer vaşak türü olan lynxler ve bobcatler şekil ve büyüklük bakımından birbirlerine benzeyen hayvanlardır. Ancak her birinin kendi türüne özgü, yaşadıkları ortama uygun çeşitli özellikleri vardır. Lynxler, Kuzey Amerika’nın serin kuzey ormanlarında yaşarken, bobcatler de Kanada’nın güneyinden Güney Meksika’ya kadar geniş bir alana yayılmışlardır. Kuzey Amerika’da yaşam şartları oldukça zorludur. Örneğin kışın sıcaklık -45oC’a kadar düşebilir. Bu sebeple vaşakların ısı kaybını azaltan daha kısa kuyrukları ve ayaklarında bulunan ve yastık görevi gören yapıların üzerini kaplayan yoğun tüyleri vardır. Ayrıca vaşakların uzun bacakları derin kar içerisinde rahat hareket etmelerine olanak sağlar, Bobcat’lerinse daha kısa olan bacakları, dik kayalık dağ eteklerinde ve dağlık alanlardaki sık çalılıklarda kolaylıkla tırmanmalarına daha uygundur. Bu, Allah’ın eşsiz yaratmasındaki çeşitlilikten sadece bir örnektir.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals,The Hunters, s.18-21

 

2. Harrier Doğanlarının Avcılığı

 

Harrier doğanıHarrier doğanlarının bacakları orta (tarsal) eklemlerinden her iki yönde de bükülebilir. Bu da kuşların kayalıkların veya ormanların en elverişsiz yerlerinde bulunan ve ana avları olan kertenkele, kurbağa ve başka kuşların yumurtalarını daha kolay avlamalarını sağlar. Bu doğanlar yiyecek ararlarken en alışılmadık pozisyonlara girerler ve geçişi mümkün olmayan bir ağaç deliğine ulaşabilmek için baş aşağı asılı bile durabilirler.

Martyn Bramwell, Birds, The Aerial Hunters, s.10-15

 

3. Su Çulluğu

 

su çulluğuUzun gagalı su çulluğu bir kıyı kuşudur. Yerden havalanırken çok süratli hareket eder ve zikzaklar çizer. Sığ bataklıklarda bulduğu larva ve kurtçuklarla beslenir. Su çulluğunun gagası yiyecek aramak için son derece uygun bir yapıdadır. Bu işlemi yaparken uzun gagasını toprağa daldırıp bir dikiş makinası hızıyla bir aşağı bir yukarı hareket ettirerek larva ve kurtçukları süratli bir şekilde toplar.

Murat Yarar, Kuşlar ve Cennetleri, s.105

 

4. Martı Gagalarındaki Farklılıklar

 

martıMartı türü kuşlarda gaganın biçimi beslenme özelliklerine bağlı olarak türden türe değişiklik gösterir. Örneğin martıların ve özellikle yırtıcı martıların kanca uçlu gagaları, yakalayıp koparmaya elverişlidir. Bazı türlerin, örneğin Atlas Okyanusu kıyılarında yaşayan denizpapağanı ile aksumru denen kuşların gagası birkaç balık taşırken, dalıp yeniden balık avlayabilecekleri bir yapıya sahiptir. Bu takımın üyelerinin ilginç bir özelliği de tuzlu su içebilmeleridir. Kanlarındaki iyon dengesini böbrekleri ve gözlerinin üstündeki oyuklarda bulunan özel tuz bezleri sağlar. Bu bezler tuzlu salgıyı burun deliklerine açılan bir kanala boşaltırlar. Görüldüğü gibi Allah aynı türdeki kuşlar arasında yarattığı çeşitli özelliklerle bizlere eşi benzeri olmayan yaratma sanatını tanıtmaktadır.

Ana Britannica Ans., 8. Cilt, s.12

 

5. Yarasa Kulaklı Tilkiler

 

Yarasa kulaklı tilkiTilkiler değişik iklim koşullarında yaşayabilen canlılardır. Allah tüm canlılar gibi onları da bulundukları ortama uygun özelliklerle donatmıştır. Örneğin Afrika’nın yarasa kulaklı tilkisinin son derece büyük kulakları vardır. Bu tilkiyi ilginç kılan özelliği; termitler, gübre böcekleri ve onların larvalarıyla beslenmesidir. Yarasa kulaklı tilkilerin kulakları, larvaların kemirme sesini bile hemen tespit edebilecekleri kadar hassastır. Tilkilerin en küçüğü olan krem renkli Fennec tilkisi de çok büyük kulaklara sahiptir. Bu tilkiler Afrika ve Arabistan’ın kumlu çöllerinde yaşarlar. Geniş kulakları sadece avlarının yerini tespit etmekle kalmaz. Aynı zamanda fazla ısınmayı önleyen bir “radyatör” gibi işlev görerek hayvanın serin kalmasını da sağlar. Kutup tilkilerinin kulakları ise tersine küçük ve yuvarlaktır. Hayvanın burnu da tipik tilkilerde olduğundan daha kısadır. Kışlık bir manto gibi olan, kalın kürkleri kısa burunlu kutup tilkilerini soğuğa karşı korur. Bu kürk sıcaklık çok fazla düşene kadar hayvanın vücut sıcaklığını muhafaza eder.

 

6. Balıkçılların İlginç Avlanma Yöntemleri

 

balıkçılBalıkla beslenen ve leyleksiler olarak adlandırılan kuşlar arasında çok ilginç avlanma yöntemlerine rastlanır. Büyük balıkçıllardan bazıları suda uzun süre hareketsiz durup avın gelmesini bekler ve yanına bir balık yaklaştığı anda uzun boynunu hızla ileri doğru fırlatarak hayvanı yakalar. Bazıları ise sığ sularda hızlı hızlı yürüyerek ya da ayaklarıyla suyun dibini karıştırarak avını arar.

Ana Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.10

 

7. Benekli Baykuş

 

benekli baykuşGöz benzeri benekleri olan baykuşun (Glaucidium perlatum) başının arkasında belirgin gözleri bulunan taklit bir yüz bulunur. Baykuşa özel olarak verilmiş olan bu taklit yüz, arkadan gelen düşmanları caydırıp uzaklaştırmak içindir.

Prof. Peter JB Slater,The Encyclopedia of Animal Behaviour, s.62

 

8. Kuğuların Yumurtalarına Olan Düşkünlüğü

 

kuğuKuğuların trumpeter türü, gelişmekte olan yumurtalarının sıcak kalmalarını sağlamak için, yumurtaların üzerine otururlar. Sadece zaman zaman ayağa kalkarak yumurtaları çevirirler. Böylece ısının her yere eşit dağılmasını sağlamış olurlar. Kuşkusuz ki yumurtalarının nasıl bir bakıma ihtiyaçları olacağını kuğulara ilham eden Allah’tır.

Nat. Geo. Society, How Animals Care for Their Babies, sf.6

 

9. Kuşların Benzersiz Yuvaları

 

flamingo yuvasışamingolar yumurtalarını sudan uzakta tutabilmek için volkan tipi tepeler inşa ederlerken, guguk kuşları ise yuva kurmazlar çünkü başkalarının yuvalarını kullanırlar. Bazı papağanlar ve tropik ağaçkakanlar termit tepelerinin yanına yuvalarını inşa ederler. Birçok tropik muhabbet kuşuysa yuvalarını karıncaların ya da eşekarılarının yakınına kurarlar. Küçük bal emiciler her zaman büyük örümceklerin yanına yuva kurarlar. Avustralya’da yaşayan Rosella papağanının yuvası her zaman tırtıl ve sinek larvası içerir. Çünkü bu canlılar yuvadaki artıklarla beslenerek yuvanın temiz kalmasını sağlarlar.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.107

 

10. Kokarcaların Savunma Yöntemleri

 

kokarcaKokarcaların savunma yöntemleri son derece ilginçtir. Vücutlarında bulunan iki bezden düşmanın bulunduğu yöne doğru bir sıvı püskürterek kendilerini korurlar. Kokarca bu tehlikeli sıvıyı püskürtmek için düşmanın yüzüne doğru yönelir ve bu sıvı derinin şiddetli tahrişine, hatta bazen de geçici körlüğe sebep olur. Sıvının dayanılamayacak kadar kötü ve kalıcı bir kokusu vardır, ayrıca sülfür bileşikleri de içerir. Çok etkili bir savunma yöntemi olan bu sıvı sayesinde kokarcalar düşmanlarından gizlenmeye gerek duymazlar. Bunun yerine düşmanlara uyarı niteliğinde bir gösteri yaparlar. Çok belirgin olan siyah-beyaz renkleri bir düşmanı alt etmek için genellikle yeterli olur. Kokarca sadece son çare olarak kokulu spreyi ile ateş eder. Son derece etkili ve kokarca için çok önemli olan bu savunma sistemini yaratan hiç kuşkusuz ki Allah’tır.

Christopher O’Toole & John Stidworth, The Hunters, s. 54-55

 

11. Benekli Kokarcanın Yeteneği

 

benekli kokarcaBenekli kokarcanın davetsiz misafirlerine gözdağı vermek için kullandığı, diğer türlerde pek alışık olunmayan bir koku bırakma yöntemi vardır. Bu kokarca türü, bir elinin üzerinde ayağa kalkar ve daha sonra arkasında bulunan bezden kötü kokan sıvısını düşmanına doğru çok süratli bir şekilde püskürtür.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.39

 

12. Kanguru Fareleri

 

Çöl hayvanlarından olan kanguru faresinin kuyruğu vücudundan üç kat daha uzundur. Hayvan kuyruğunu bir dümen gibi kullanarak sıçrarken aynı zamanda yönünü değiştirebilir. Hatta havada sıçrarken 90 derecelik bir dönüş bile yapabilir.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.27

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka İlah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 101-102)
13. Yayınbalıklarının Hassas Bıyıkları

 

yayınbalığıYayınbalıklarının ağız çevrelerinde genellikle üç çift bıyık bulunur. Gövdeleri pürüzsüz ve pulsuzdur. Yayınbalıklarının çoğu akarsu ve göllerin dibinde çamurları karıştırıp bıyıklarının yardımıyla buldukları solucanlarla ve başka canlılarla beslenirler. Ayrıca ölü hayvanları da yiyerek, bu sayede suda bulunan organik maddelerin hızla ayrışmasına yardımcı olurlar ve göllerdeki ekolojik dengeyi de sağlamış olurlar. Her şeyden haberdar olan Allah’ın yarattığı bu denge sistemi sayesinde tüm canlılar ihtiyaçlarına kavuşmuş olurlar.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 19, s.122

 

14. Gazellerdeki Kusursuz Soğutma Sistemi

 

Soğutma sistemlerini ilk keşfedenler insanlar değildir. Sıcakkanlı her canlı, ısı kontrolü için birçok mekanizmaya sahiptir. Afrika’nın hızlı koşan gazeli, sık sık düşmanlarından kaçmak için koşmak zorunda kalır. Bu sürat koşusu gazelin vücut ısısını yükseltir. Fakat gazelin hayatta kalabilmesi için beyninin vücudundan daha serin tutulması gerekir.

gazel

Gazel beynini serin tutmak için, başının sağ tarafında, kendine has bir soğutma sistemine sahiptir. Gazellerin ve benzer hayvanların, soluk alma kanallarının ardında uzanan, büyük kan birikintilerinin içerisinden yayılan yüzlerce küçük atardamar vardır. Soluklanmış hava buruna ait bu gölcüğü soğutur, bu yüzden küçük atardamarların içerisinden geçen kan soğumuş olur. Sonra küçük atardamarlar kanı beyne taşıyan tek bir kan damarı içerisinde biraraya gelirler. Şayet beynin soğutulması için bu sistem olmasaydı gazel de hayatını devam ettiremezdi.

Lawrence O. Richards, It Couldn’t Just Happen s.108

15. Pisi Balıklarının Göçü

 

pisi balığıPisi balıkları, yeterli miktarda yiyecek buldukları kumlu deniz tabanlarında yaşayan yassı balıklardır. Ancak yetişkin pisi balıkları yumurtalarını bu bölgede bırakacak olurlarsa, akıntılar savunmasız yumurtaları güvenli yerlerinden uzağa taşıyacaktır. Bu nedenle pisi balıkları akıntıya karşı yüzerek, suyun daha derin olduğu başka bir yere doğru göç ederler. Bu göç sırasında 60 milyon pisi balığının yumurtlamak üzere toplandığı tahmin edilmektedir. Güvenlikli sularda yumurtadan çıkan yavru yassı balıklar deniz yüzeyinde kalarak bir ay kadar beslenirler ve gelişirler. Bir ayın sonunda akıntıyla beraber sürüklenerek beslenme bölgesine geri gelirler. Bu süre içinde yavru pisi balıkları ebeveynlerine benzeyen balıklar haline gelmişlerdir. Onlar da büyük balıklar gibi su dibine inerler ve orada yaşamlarını sürdürürler.

Gelişim Hayvanlar Ansiklopedisi, 21 Aralık 1981, Cilt:4

 

16. Deniz Kuşları Petreller

 

petrelDeniz kuşları çok küçük canlılar olmalarına rağmen Allah’ın onlara verdiği özellikler sayesinde uzun bir yolculuğu büyük bir kolaylık içinde yaparlar. Uzun kanatlı bir çeşit deniz kuşu olan fırtına petrelleri her sene Antarktika Okyanusu’nun çorak uzak adalarında yavruladıktan sonra ekvatorun kuzeyine doğru uçarak, Gulf Stream akıntısının başladığı bölgeye ulaşırlar. Nisan ayının ortalarına gelindiğinde Kuzey Atlantik’teki en uzak kıyıya ulaşırlar. Bu sırada sular da ısınmıştır. Böylece petreller bir yandan Antarktika’nın çetin kışından kaçarken bir yandan da hem Kuzey hem Güney yarım kürelerde yılın en sıcak zamanlarından faydalanmış olurlar. Bu, fırtına petrellerinin, senede iki kez 16.000 km kadar uçmaları demektedir. Bunun yanı sıra yolculuklarının büyük bir kısmında karayı görmezler. Fırtına petrelleri okyanus yüzeyini hem dinlenme alanı hem de besin kaynağı olarak kullandıkları için yavrulama zamanı haricinde karaya hemen hemen hiç inmezler. Okyanuslarda bulunan bu tür küçük kuşlar, küçük fakat kuvvetli olan ayaklarını kanat ve kürek gibi kullanarak rüzgara ve suya karşı koyarlar.

N.J.Berril, The Life of the Ocean, s.10-11

 

17. Erkek Ördeklerin Parlak Tüyleri

 

ördekErkek ördekler her zaman dişi ördeklerden daha parlak tüylere sahiptirler. Yuvasında kuluçkaya yatmış dişiler için bu önemli bir korumadır. Çünkü soluk renkleri sayesinde düşmanları onları göremediği için dişiler yuvalarında daha güvenlikte olurlar. Dişilerdeki ortama uygun soluk renkler ve kamuflaj şekilleri onları yakın mesafede bile görebilmeyi oldukça zorlaştırır. Erkek ördekler de yuva yapan dişilerini korumak için parlak renkli tüylerini kullanarak düşmanların dikkatini üzerlerine çekerler. Bir düşman yuvanın yakınına geldiğinde erkek hemen havalanarak, çok fazla gürültü yapar ve düşmanı yuvadan uzaklaştırabilmek için elinden gelen tüm çabayı sarfeder.

Zoobooks, Ağustos 1998, s.5

 

18. Becerikli Yavrular

 

dağ keçisiDağ keçilerinin yavruları doğduklarında hem görebilir hem de işitebilirler. Ayrıca tüyleri de uzundur. Bunlar, doğar doğmaz annesi ile hareket etmeye başlayan dağ keçisi yavruları için önemli özelliklerdir. Çünkü keçiler doğumlarından birkaç saat sonra, annelerini takip ederek dik yamaçlardan inmek zorundadırlar.

National Geographic Society, How Animals Care for Their Babies, s.8

 

19. Çekirge Kuşları

 

çekirge kuşuAfrika’da yaşayan çekirge kuşu (sığırcık) türlerinden biri olan bu kuşun yuvası top şeklindedir. Yuvasını genellikle dikenli dalların arasına yapar. Düşmanlarını uzak tutmak için de yuvasının dışına dikenler yerleştirir. Dikenleri yuvasına yerleştirmeyi akleden elbette ki kuşun kendisi değildir. Allah, diğer bütün canlılarda olduğu gibi çekirge kuşuna da kendisini koruyabileceği yuvalar yapmayı ilham etmektedir.

Ranger Rick, Aralık 1993, s.21

 

20. Göç Eden Kuşların Kullandıkları Teknikler

 

göç eden kuşlarPek çok kuş türü her yıl iyi besin kaynaklarına, yumurtlayacak ve yavrularını büyütebilecek uygun bölgelere ulaşabilmek için binlerce kilometre yolculuk eder. Uzun mesafe uçuşlarını, birçok su kuşu başarıyla gerçekleştirir. Uçarken aynı zamanda öterek ve farklı sesler çıkararak birbirleriyle konuşurlar. Bu, ne kadar kalabalık olursa olsun, gecenin karanlığında bile, sürünün bütün üyelerini birlikte tutabilmeyi sağlamaktadır. Sürünün her üyesi diğerlerinin bulunduğu yerleri bilirler. Su kuşlarının, nerede olduklarını anlamak için gökyüzündeki güneşi kullandıkları tahmin edilmektedir. Gidecekleri yere yaklaştıklarında kullandıkları işaretler değişir ve son kilometrelerde kendileri için tespit ettikleri bazı işaretleri kullanabilirler. Bu sizin evinizin yolunu bulmak için caddeleri ve binaları kullanmanıza benzer. Bu işlem için su kuşları nehirleri, dağları ve diğer doğal işaretleri kullanırlar. Bazı su kuşları göç süresince gece-gündüz hiç durmadan uçabilirler.

Zoobooks, Ağustos 1998, s.5

 

21. Kuşların Göç Yolları

 

göç yoluSu kuşları göç ederken özel rotalar kullanırlar. Ki bunlar uçuş yolları adı verilen gökyüzündeki ana yollardır. Alttaki resimde de görüldüğü gibi, sadece Kuzey Amerika’da kuşların kullandıkları başlıca 4 tane uçuş yolu vardır. Her su kuşunun kendine ait bir rotası vardır. Farklı su kuşu grupları farklı rotaları kullanarak göç ederler. Bu kuşlar her sene ilkbaharda kuzeye, sonbaharda ise güneye uçmak için aynı yolları izlemektedirler. Burada şaşırtıcı olan bu yolların hiçbir zaman değişmemesidir. Öyle ki uçuş yollarının bir kısmı hayret verecek şekilde çok uzun zamandır -1 milyondan fazla yıldır- su kuşları tarafından kullanılmaktadır. Sadece kuşların göç yollarında görüldüğü gibi bütün örnekler bizi kuşların Allah’ın ilhamıyla hareket ettikleri gerçeğine götürür.

Zoobooks, Ağustos 1998, s.5

Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ederlerdi. Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onunla (Allah’ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi. (Sad Suresi, 18-19)
22. Dalgıç Booby Kuşları

 

Deniz kuşu türlerinden biri olan yüksekten-dalan boobylerin geniş ve perdeli ayakları denizin yüzeyinde veya altında yüzmek için özel olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Boobyler aynı zamanda da çok iyi birer dalgıçtırlar. Gagalarıyla balık yakalamak için denize dalarlar ve çoğunlukla belli bir süre ortaya çıkmadan denizin altında kalarak çok uzun bir mesafe yüzerler.

N.J.Berril, The Life of the Ocean, s.16-17

 

23. Panda ve Slothlar

Bitkilerin, kendilerine saldıran hayvanlara karşı çok değişik savunma yöntemleri vardır. Örneğin bazı bitkiler, tembel hayvan (sloth) ve pandalar gibi yapraklarını yiyen hayvanlara bir tepki olarak çeşitli kimyasal maddeler üretirler. Kimyasal madde üreten bitkilerde özellikle yeni çıkan yaprakların tadı çok kötü olur. Taze sürgünler hayvanlar için çok cazip birer yiyecektirler. Ama bu cazibeye kapılıp da yeni çıkmış yaprakları yemeye çalışan hayvanlar için bu kötü tad oldukça caydırıcıdır Bir bitki kendi kendine hayvanların hoşuna gitmeyecek, onları caydıracak bir zehir üretebilir mi? Elbette ki üretemez, bitkilere bu özellik Allah tarafından verilmiştir.

Robert. R. Halpern, Green Planet Rescue, s.13

panda ve sloth

 

24. Sekreter Kuşları

 

sekreter kuşuSekreter kuşları sadece Afrika’da yaşarlar. Ağaçlarda ve çok yükseklerde yaptıkları yuvalarını yaprak, ot ve tüylerle döşerler ve bu malzemeleri her yıl yenilerler. Sekreter kuşları daha çok yılanla beslenirler ve çok ilgi çekici bir yöntemle yılan avlarlar. Bir yılanla karşılaşan sekreter kuşu gagasını kullanmadan pençeleriyle saldırır ve avını pençe vuruşlarıyla öldürmeye çalışır. Karşılaştığı yılan zehirli bir tür ise, sekreter kuşu, kanatları aracığılıyla onu kendisinden uzak tutar ve yılanın zehirini boşaltması için birkaç tüyünü yılana yutturmaya çalışır. Bunu başarırsa, yılan zehirini kuşu etkilemeyecek bir yere boşaltmış olur. Sekreter kuşu, zehirinin büyük bölümünü boşalttığı için artık eskisi kadar tehlikeli olmayan yılana pençeleriyle saldırır. Sekreter kuşunun pençelerinin yüzeyi çok az damarlı olduğu için yılan ısırsa bile, kuş zarar görmez. Son derece ilginç bir beslenme şekline sahip olan ve çok isabetli bir yöntemle yılanı alt eden sekreter kuşlarına bütün bunlar Allah tarafından ilham edilmektedir.

Gelişim Hayvanlar Ansiklopedisi, 21 Aralık 1981, Cilt:4, s.901

 

25. Okaliptüs Ağaçları ve Koalalar

 

koalaBir koalanın vücudu, okaliptüs ağaçlarına tırmanabileceği ve okaliptus yapraklarını yiyebileceği şekilde yaratılmıştır. Gerçekten de, koalalar yaşamak için ihtiyaçları olan hemen hemen her şeyi okaliptüs yapraklarından alırlar, çünkü vücutları bu ağaçlar ile tam bir uyum içindedir. Örneğin okaliptüs yaprakları birçok memeli için zehirlidir, fakat koalalar onları rahatlıkla yiyebilirler. Çünkü yapraklardaki zehirli yağları parçalayabilecek yapıya sahip özel bir mideleri vardır. Bu yüzden bir koala her gün yaklaşık olarak 1 kg zehirli yaprağı hiçbir problem yaşamadan yiyebilir. Ayrıca koalalar ihtiyaçları olan suyun büyük bir kısmını da okaliptus yapraklarını yiyerek alırlar. Yılın belli zamanlarında okaliptüs yapraklarının üçte ikisi su taşır. Bu yüzden bir koala sadece yaprakları yiyerek, aylarca sıvı almadan yaşayabilir. Okaliptüs ağaçlarının tepeleri oldukça rüzgarlıdır. Bu yüzden koalaların sıcak kalabilmeleri için sırtlarında çok kalın bir kürkleri vardır. Zehirli bir bitki ile bir hayvan arasındaki bu uyum bize koalaların ve okaliptüslerin aynı yaratıcı tarafından yaratıldıklarını gösterir. Yarattığı her şeyi kusursuz yapan bu yaratıcı hiç kuşkusuz ki tüm alemlerin Rabbi olan Allah’tır.

Zoobooks, Temmuz 1998, s.5

 

26. Timsahların Yuvaları

timsah yuvasıSürüngenlerin sadece yumurtalarını bir yere bıraktığı ve yavruların kendi kendilerine kuluçkadan çıktıkları zannedilebilir. Oysa bu doğru değildir. Örneğin anne timsahlar, yumurtalarından çıkmadan önceki ve daha sonraki birkaç aylık süre boyunca yavrularına çok fazla koruma sağlarlar. Bütün timsahlar farklı türlerde yuvalar yaparlar, fakat amaçları aynıdır; yavrularını yumurtadan çıkana kadar güvenlikli bir yerde tutabilmek… Timsahlar genellikle yerde derin bir oyuk açarak yuva yaparlar. Yaklaşık 50 yumurtayı dikkatli bir şekilde iki ya da üç tabakanın üzerine yerleştirirler. Daha sonra yumurtaları sıcak tutabilmek için üzerlerini kumla örterler. Yer, çok ısınmaya başladığında dişi timsah yuvaya su sıçratmaya ya da serinliği sağlayabilmek için yuvanın üstüne çimen yerleştirmeye başlar. Ayrıca anne timsah gerektiğinde yavruların yumurtaların kabuğunu kırabilmelerine yardımcı olabilmek için dişlerini kullanır.

Zoobooks, Eylül 1995, s.12

 

27. Yavru Timsahlar

 

yavru timsahBazı timsah türleri yuvalarını toprağın üzerine yaparlar. Bu yuvalarda malzeme olarak kimi zaman yaprakları kimi zaman dalları, kimi zamansa çamuru kullanırlar. Bu malzemeleri topladıktan sonra anne timsah yaklaşık 2 m. genişliğinde, 1 m. yüksekliğinde bir yığının içerisine yumurtalarını yerleştirir, sonra da üzerlerini kapatır. Yapraklar ve dallar çürüdükçe yumurtaları sıcak tutabilmek için onlara yeterli ısıyı sağlar. Anne timsahlar genellikle yumurtaları koruyabilmek için yuvanın yakınında kalırlar. Annelerinin koruması altında olan yavru timsahların, burunlarının ucunda yumurtalarının kabuklarını kırabilmelerine yardımcı olacak sivri uçlu dişleri vardır. Yumurtadan çıkar çıkmaz, bu diş hemen dökülür.

Zoobooks, Eylül 1995, s.13

 

28. Uzun Kuyruklu Koatiler

 

koatiAllah hem bildiğimiz hem de bilmediğimiz canlılara verdiği özelliklerle bizlere Kendisini tanıtır. Alışık olmadığımız canlılardan olan ‘koati’ler, uzun kuyrukları olan rakun benzeri canlılardır. Bu akıllı hayvanlar Amerika’nın güneybatısında, Meksika’da, Orta ve Güney Amerika’da yaşamaktadırlar. Koatiler zamanlarını genellikle ağaçlarda geçirirler. Dişilerden oluşan koati grupları ağaçlarda yaptıkları yuvalarda birlikte yaşarlar ve yavrularını yetiştirebilmek için birbirlerine yardım ederler. Koatiler’de erkekler yalnız yaşarlar. İlginç bir vücut yapıları olan koatiler tırmanırken dengelerini sağlamalarına yarayan ve çubuğa benzeyen uzun kuyruklara sahiptirler. Bundan başka orman içinde hareket ederlerken birbirleriyle iletişimlerini sağlayacak yüksek perdeli sesler çıkarırlar.

Christopher O’Toole&John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.42-43

 

29. Böceklerin Güçlü Kanatları

böcek kanatlarıBütün böceklerin kanatlarında damarları vardır. Bir böcek yetişkinliğe ulaştığında kan taşımaya başlar. Fakat daha sonra damarlar sertleşir ve bu damarlar böceğin kanatlarını da bir uçurtmanın çerçevesi gibi sertleştirir. Pek çok böcek kanatlarını inanılmayacak kadar hızlı çırpar. İnsan gözünün böcek kanatlarındaki hareketin hızını takip etmesi imkansızdır. Örneğin yabanarıları, balarıları ve sinekler kanatlarını bir göz açıp kapama kadar kısa bir süre olan “bir saniye”de yaklaşık olarak 200 kere çırparlar. Sivrisineklerse bir saniyede 1000 kere kanat çırparlar. Eğer kanatlardaki bu damarlar olmasaydı böceklerin kanatları parçalara ayrılarak kopabilirdi. Görüldüğü gibi böcek kanatlarında son derece özel ve benzersiz bir tasarım ve akıl vardır. Bu aklın sahibi de hiç kuşkusuz her şeyi en ince detayına kadar planlayan Allah’tır .

Ranger Rick, Eylül 1997, s.8

30. Mürekkep Balıklarının Kamuflajı

 

Mürekkep balığı korkutulduğunda kollarını kullanarak tamamen kumun altına gömülene kadar vücudunun üzerine kum atar. Tehlike geçene kadar da orada kalır.

Ranger Rick, Eylül 1997, s.24

mürekkep balığı

 

31. Hermit Yengeçlerinin Savunma Taktikleri

 

hermit yengeciBirçok okyanus yaratığı, okyanus ortamındaki ekolojik dengenin bozulmamasında ve temizliğinin sağlanmasında önemli bir rol oynar. Hermit yengeçleri, deniz salatalıkları, tüylü yıldızlar, temizlikçi karidesler gibi bazı hayvanlar, denizdeki kaynakları yeniden işleyip kullanılır hale getirirler. Bu canlılardan Hermit yengeçleri, birçok yengeçten farklı özelliklere sahiptirler. Örneğin kendilerini düşmanlarından koruyabilecekleri sert kabukları yoktur. Bunun yerine boş bir deniz kabuğundan koruyucu bir örtü oluştururlar. Daha önce bir deniz salyangozunun evi olan bu kabuğun, yengece uyumlu olabilmesi için dikkatli bir şekilde seçilmesi gerekir. Yengeç büyüdükçe ihtiyaç duyduğu kabuğun boyutu da büyüyecektir. Bu yüzden yengeç kendi kabuğu büyümeden önce yeni bir kabuk arayışına başlar. Yenisini bulduğunda hızlı bir şekilde eski kabuğundan yenisine geçer. Başka hiçbir savunması olmayan bir yengecin başka bir kabuk kullanarak kendisini korumayı akletmesi imkansızdır, böyle bir şeyi yengeç başkasından da öğrenmiş olamaz. Yeryüzündeki diğer bütün canlılar gibi Hermit yengeçleri de yaratmada hiçbir ortağı olmayan Allah tarafından yaratılmışlardır.

The Cousteau Society, Dolphin Log, Kasım1990, s.4

 

32. Kuş Yuvaları

 

kuş yuvasıFarklı türlerde kuşlar, farklı yuvalar kurarlar. Dokumacı kuşlar ve uzun kuyruklu baştankaralar aşağı doğru asılı duran özenle hazırlanmış yuvalara sahiplerdir. Fakat kumru-güvercinlerin yuvaları birkaç daldan oluşan bir platformdan ibarettir. Bazı türler ise yuvalarını çiçeklerle dekore ederler, yılan derisi veya yeşil yapraklar atarak süslerler. Bir kısmı da karanlık yarıklarda yuvalar kurarlar.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.106

 

 

kuş yuvası

 

33. İskele Kuşları (Yalıçapkınları)

 

yalıçapkınıDoğadaki canlılarda çok büyük bir çeşitlilik hakimdir. Alemlerin Rabbi olan Allah, yaratma sanatındaki benzersizliği bize bu çeşitlilikle göstermektedir. Örneğin iskele kuşlarının farklı türlerinin, kendi avlanma biçimlerine uygun gaga yapıları vardır. En garip görünümlü türlerden biri Yeni Gine’nin kürek-gagalı iskele kuşudur. Toprağı kazarak solucanları bulabilmesi için, kazma gibi kullandığı kısa, geniş, koni şekilli gagalara sahiptir. Balık avcıları olan iskele kuşlarında ise uzun, sivri, hançer şekilli, yanlardan yassı görünümü olan gagalar vardır. Böceklerle, sürüngenlerle, yengeçlerle ve diğer avlarla beslenen türler ise genellikle geniş, yukarıdan aşağı doğru düzleşen gagalara sahiplerdir. İskele kuşları genellikle nehir kıyısındaki ağaç tüneklerinden avlanırlar. Çeşitli küçük balıkları alırlar ve onları yemek üzere tüneğine taşırlar. Birçok balığı hiç bekletmeden hemen yutarlar fakat dikenli olanları -dikenli balık (stickleback) gibileri- önce dala çarparlar. Çünkü bu balıkların bükülmeyen diken ve yüzgeçleri sadece öldüklerinde düzleşir.

Martyn Bramwell, Birds, The Aerial Hunters, s.36-37

 

34. Dikenli Karınca Yiyen

 

Dikenli karınca yiyen (Tachyglossus aculeatus), birkaç dakika içinde sadece korunmalı sırtı açıkta kalacak şekilde kendini kumun altına gömebilir.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.35

 

35. Yarasa Şahini Gagası

 

Yarasa şahininin gagası çok ilginç bir şekilde kancalı ve sivri bir yapıya sahiptir. Gaganın bu yapısı salyangozları kabuklarından çekip çıkarmak için kullanılabilecek en mükemmel alettir.

Martyn Bramwell, Birds, The Aerial Hunters, s.10-15

 

36. Balık Yumurtaları

 

Bazı balıkların son derece ilginç yumurtaları ve bazılarının da yumurtalarını son derece ilginç koruma şekilleri vardır. Örneğin vatoz balıklarının yumurtalarının her biri keratin bir kapsül içindedir. Bu kapsüllerin rengi siyahtır ve her köşesinde boynuz biçimli birer çıkıntı vardır. Siyam balıkları ise çıkardıkları yapışkan sümüksü maddenin içine hava üfleyerek, su yüzeyinde kabarcıklardan oluşan sallar yaparlar. Dişinin yumurtladığı yumurtayı erkek yakalar, ağzındaki sümüksü maddeyle kaplar ve suyun üstüne doğru yüzerek yumurtayı salın altına yerleştirir.

Dr. Maurice Burton, Balıklar, s.28

 

37. Kürekçekenler

 

corixidaeAllah aynı canlı türünde bile çok çeşitli detaylar yaratarak, yaratmasındaki örneksiz sanatını bizlere gösterir. Örneğin yarım kanatlılar olarak adlandırılan böceklerin denizlerde ve tatlı suda yaşayan türleri vardır. Bu böceklerin bazılarını kaplayan ince tüyler gövdelerinin çevresinde ince bir hava katmanı tutmaya yarar. Böceklerin özellikle uzun ve kıllı olan bacaklarında oluşan katman bu canlıların su yüzeyinde hızla dolaşmalarını sağlar. Yine yarım kanatlılardan olan kahverengi su akrepleri (Ranatra cinsi) kuyruklarının yakınındaki bir soluk borusunu periskop gibi kullanırlar ve bunu suyun yüzeyine çıkararak solunum yaparlar. İnce uzun gövdeleri suda sürüklenen dal parçasını andırır. Kürekçi böceklerse (Corixidae familyası) bacak çiftlerinden birini kürek olarak kullanır. Bu bacak çifti öbürlerinden daha uzun ve kıllıdır. Suyun yüzeyinden ayrılırken soluyacağı havayı kanatlarının altında taşır. Bazı kürekçi böcek türleri yarım kanatlıların en iri üyeleri arasında yer alır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 19, s.108

 

38. Denizşakayıkları

 

Denizşakayıkları denizgülleri olarak da bilinir. Silindir biçimindeki gövdeleri bazı türlerde kalın ve kısa, bazılarında ise ince ve uzundur. Gövdelerinin üst ucunda bulunan ağızları, genellikle renkli çiçek yapraklarını andıran dokunaçlarla çevrilidir. Denizşakayıkları bu dokunaçlarındaki yakıcı kapsüllerle avladıkları balık ve öbür deniz hayvanlarıyla ya da mikroorganizmalarla beslenirler. Genellikle sarı, yeşil ve mavi renklere sahip olan denizşakayıkları, gövdelerinin alt ucundaki ayak diskleriyle kaya, iskele kazığı, deniz kabuğu ya da bir yengecin sırtı gibi sert yüzeylere bağlanarak yaşarlar. Genellikle de çok az hareket ederler. Fazla hareket kabiliyeti olmayan bu canlıların kendilerini korumak için özel bir savunma sistemine ihtiyaçları vardır. Çünkü denizşakayıklarının koruyucu dış iskeletleri yoktur. Bunun yerine şakayıklar gövdelerini dıştan olduğu gibi saracak boynuzsu bir madde salgılayarak, bu yapışkan maddeyle kum tanelerini ya da deniz kabuğu parçalarını birleştirerek kendilerine koruyucu bir kılıf yapabilirler. Görüldüğü gibi Allah her canlı için çok farklı güzellikler yaratmıştır. Allah’ın eşsiz yaratmasının örnekleri görebilenler için her yerde sergilenmektedir.

Ana Britannica Ansiklopedisi, 10. Cilt, s.30

deniz şakayıkları

 

39. Yavru Koalalar

 

koalaYavru koalalar bir aylık olduklarında sadece sütle değil aynı zamanda annelerinden aldıkları yarı sindirilmiş okaliptüs yaprağıyla da beslenirler. En ilginç olanı bu tür bir beslenmenin sadece iki-üç günde bir gerçekleşmesi ve akşam üstleri olmasıdır; diğer zamanlarda annenin sindirim sistemi normal şekilde çalışır. Yavru koalanın annesinin hazırladığı yiyeceğe ulaşması için kafasını sadece keseden çıkarması yeterli olacaktır.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.133

 

40. Su İçmeyen Hayvanlar

 

kuşPek çok hayvan genellikle yemek yedikleri zaman bir şeyler içerler, fakat hiç su içmeyen birtakım hayvanlar da vardır. Bu canlılar ihtiyaçları olan suyun tamamını yiyeceklerinden alırlar. Örneğin çöl tarla kuşları, alakargalar, Avustralya’nın Aborijin dilinde “su-içmeyen” anlamına gelen koalalar bu canlılardan en bilinenleridir. Su temin etmekte zorluk çeken hayvanlar çöllerde veya ağaç tepelerinde yaşayan hayvanlardır. Bu hayvanlar su buldukları zamanlarda çok fazla miktarlarda su içerler.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.175

 

41. Kafur Böcekleri

 

Kafur böcekleri (Camphor böceği) suyun üzerinde çok büyük bir hızla hareket ederek adeta kayak yaparlar. Bu böcekler vücutlarının arka bölümlerinde veya karın bölgelerinde bir sıvı üretirler. Bu, böceğin arkasındaki suyun yüzey gerilimini azaltan özel bir sıvıdır. Önünde bulunan yüzeyi güçlü bir şekilde ittiğinde böcek ileriye doğru sürüklenir. Böceğin vücudu sanki küçük bir motorun desteğiyle yönetilerek hızla hareket etmesini sağlamaktadır. Hatta böcek karnını bir taraftan diğer bir tarafa hareket ettirerek rotasını da istediği gibi ayarlayabilmektedir.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.23

 

42. Yılanların Duyması

 

İnsanların duyduğu seslerin tümü dış kulaklar tarafından alınır. Sesler, önce orta, daha sonra iç kulak yoluyla titreşimler göndererek kulak zarını titretirler. Bizler bu sayede duyarız. Yılanların başlarının dışında özel bir kulak bölümleri yoktur. Fakat iç kısımlarında kulak bölümleri vardır. Sesler yılanın vücuduna kaslardan geçerek gelir. En sonunda ise çenelerindeki kemiklere gider. Bu kemikler içteki kulak bölümlerine bitişiktir. Yılanların duyması bu sayede gerçekleşir.

Ranger Rick, Şubat 1996, s.45

 

43. Kuşların Yuvaları

Kuşların yuva yaparken kullandıkları malzemeler büyük farklılıklar gösterir. Çimler ve dallar kuşların en çok kullandıkları malzemelerdir. Güney Amerika’nın fırıncı kuşu yuva yaparken çamur kullanır. Soldaki resimde görülen Güneydoğu Asya’nın kırlangıçları kendi salyalarından oluşturdukları maddelerle yuvalarının temelini oluştururlar. Yuva mekanları da çeşitlilik gösterir. Kartallar yuvalarını ağaçların tepelerinde kurarken sağda resmi görülen büyük-ibikli grebe kuşunun yuvası ise yüzen bir saldan oluşur.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.106-107

kuş yuvaları

 

44. Arı Yiyici Kuşlar

 

Yaklaşık 40 gram ağırlığında olan kuşlar için büyük tropik bir arının iğnesi ölümcül olabilir. Oysa bazı kuşlar arı yiyerek beslenirler. Arı-yiyiciler arının zehirli etkisinin üstesinden iki yolla gelirler. Öncelikle arının kuvvetli iğnesine karşı belli bir yere kadar bağışıklıkları vardır. İkinci olarak da kuşlar tehlikeli türlerle tehlikesiz olanlar arasındaki farkı ayırt edebilirler ve aslında arıların sokan türleriyle çok nadiren uğraşırlar. Bir arıyı yakalayan kuş, öncelikle böceği gagasının ucunda silkeler, sıkıca tutacak şekilde kendini ayarlar ve sonra da dala doğru böceği sertçe çarptırarak bayıltır. Daha sonra arının vücudunun arka kısmını pürüzlü ağaç kabuğuna sürter bu işlem keskin iğneyi ve ona bağlı zehirli keseleri koparıp atar. Bütün bu işlemlerden sonra kuş arının zehirinin yok olduğuna kanaati gelince arıyı olduğu gibi yutar. Bir kuşun arının zehirini nasıl etkisiz hale getireceğini kendi kendine bulmuş olması mümkün müdür? Peki ya bu zehire karşı bağışıklık kazanmasını sağlayacak maddeyi vücudunda kendi kendine oluşturması mümkün müdür? Bunları bir kuşun bilmesine imkan yoktur. Kuşun arıyı avlamasındaki planın üstün bir aklın ürünü olduğu kesin bir gerçektir. Kuşa bütün bunlar Rahman ve Rahim olan Allah tarafından ilham edilmektedir.

Martyn Bramwell, Birds, The Aerial Hunters, s.38-39

45. Tehlikeli Süngerler

 

süngerAntarktika okyanusunun derinliklerinde yaşayan birçok omurgasız hayvan yiyeceklerini, suda bulunan besinleri süzerek elde ederler. Bu canlılardan süngerler Antarktika denizlerinde yaşayan, en büyük canlı grubudur. Süngerlerin de renkli denizyıldızları ve denizhıyarları gibi düşmanları vardır. Fakat süngerler çeşitlerine göre kendilerini düşmanlarından koruyacak çok değişik özelliklere sahiptirler. Dikenli süngerler, koruma olarak karşı tarafın cesaretini kıran, uzun dikenlere sahiptirler. Tehlikeyle karşılaştıklarında hemen dikenlerini ortaya çıkarırlar. Kırmızı, yeşil süngerler ve kaktüs süngerleri ise denizyıldızlarını ve diğer hayvanları caydıracak kimyasal bir sıvı salgılarlar.

Int. Wildlife, Kasım-Aralık 1997, No.6, s.6

 

46. Kürek Burunlu Kertenkele

 

kertenkeleÇöllerde yaşayan kürek burunlu kertenkele kuyruğunu ve ayaklarını serinletmek için sıcak kumun üzerinde dans eder gibi hareket eder. Sonra kuyruğundan destek alarak çapraz bir şekilde bir ön ayağını, bir arka ayağını havaya kaldırır. Birkaç saniye sonra ayaklar değişir. Kertenkele, aerodinamik biçimli burnu ve vücudu sayesinde kum tepeciklerinin içinde adeta yüzebilir. Büyük ayakları kumların arasında çok hızlı bir şekilde koşmasına olanak sağlar. Allah bu canlıyı benzersiz bir yöntemle sıcaktan korumaktadır.

Int. Wildlife, Kasım-Aralık 1997, No.6, s.53

 

47. Dişi Acı Balıkla

 

Dişi acı balıkta (Rhodeus) üreme mevsiminde uzun bir yumurtlama borusu oluşur. Daha sonra bu boruyu kullanarak yumurtalarını tatlı su midyelerinin içine bırakır. Dişinin yumurtaları midyeye yerleştirmesinden sonra gelen erkek balık da spermlerini akıtır. Midyede güvenlik içinde döllenen yumurtalardan çıkan yavru balıklar büyüdükten sonra midyenin içinden çıkarlar. Bu arada midyenin larvaları da yavru Rhodeus’ların derilerine tutunarak başka bir yere taşınırlar. Allah’ın özel olarak yarattığı bu birliktelik sayesinde her iki canlı da ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.

Dr. Maurice Burton, Balıklar, s.29

 

48. Vatozlar

vatozVatozlar, okyanus dibini temizleyen balıklardandır. Yüzgeçleri olmayan bu balıkların derilerinin üstü ince bir zımpara, altı ise ıslak bir kadife gibidir. Vatozların savunma mekanizmaları kuyruklarının ucunda bulunan dikenlerdir. Rahatsız edildiğinde vatoz düşmanını sokar. Bu sırada dikenlerindeki zehir serbest kalır. Son derece etkili olan bu zehir canlılar için öldürücü olabilir.

Ranger Rick, Aralık 1990

 

49. Temizlikçi Karidesler

 

temizlikçi karideslerTemizlikçi karideslerin görevi, okyanustaki balıkları temizlemektir. Birçok temizlikçi karides çeşidi vardır. Resimde görülen karidesin kırmızı ve beyaz çizgileri bir deniz feneri gibi hareket ederek, temizlenmeye ihtiyacı olan balığın karidesi bulmasına yardımcı olur. İki uzun beyaz anteni olan karides balığın üzerine yerleşir yerleşmez balık, sabırla derisinin ya da yarasının üzerindeki parazitlerin yenmesini bekler. Temizlikçi karides, rahatsızlık verici parazitleri almak için balığın ağzının içine bile girebilir. Bu temizlik ekibi balığın tamamen temizlendiğinden emin olana kadar görevini sürdürür.

Ranger Rick, Aralık 1990, s.5

 

50. Yüzme Kesesi Olmayan Balıklar

 

köpekbalığıBalıkların suda rahat hareket etmelerini sağlayan pek çok sistemleri vardır. Balıklar suda batmadan durmak istediklerinde yüzme keselerini şişirirler. Cankurtaran yeleğine benzetilebilecek olan bu yapı bütün balıklarda bulunmaz. Örneğin derin deniz balıkları ve orkinos gibi iri balıklardaki yağlı et, onları batmaktan korur. Bu yüzden yağ kesesine ihtiyaçları yoktur. Köpek balıklarınınsa oldukça yağlı bir karaciğerleri vardır. Bu da suda sabit durmak istediklerinde köpek balıkları için yeterli bir donanımdır. Bunlardan başka pisi balığı gibi deniz dibinde yaşayan balıklar suda durmaya gerek duymazlar. Bu yüzden pisi balıklarında da yüzme kesesi yoktur. Bu örneklerde de görüldüğü gibi Allah bütün canlıları en uygun sistemlerle yaratmıştır.

Dr. Maurice Burton, Balıklar, s.22

 

51. Bower Kuşlarının Süslü Yuvaları

 

bower kuşuBower kuşları yuvalarını süslemeleri ile tanınırlar. Avustralya’nın büyük gri bower kuşunun (Chlamydera nuchalis) çalı içinde yaptığı yuva, 300-400 salyangoz kabuğuyla, yaklaşık 5000 bin beyaz taş, cam ve kemik parçasıyla bezenmiştir. Resimde görülen bower kuşu ise yuvasını mavi renkli eşyalarla süsler. Bowerlarda erkekler bütün güçlerini dekorasyona harcarken, dişi de yuvanın kurulması ve yavrunun yetiştirilmesi ile ilgilenir.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.113

 

52. Termitler

 

termit yuvasıTermitler yüksekliği 7 metreye ulaşan yuvalar yaparlar. Yuvanın duvarlarında herhangi bir sebeple delik açıldığında hemen yuva içinde alarm verilir. Yuva içerisindeki nöbetçiler başlarını duvarlara vurarak tehlike uyarısıyla durumu koloninin bütün üyelerine bildirirler. Bunun üzerine kanatlı termitler yuvanın daha güvenli bölgelerine çekilirler. Kral ve kraliçenin bulunduğu odanın girişleri de hızla örülen duvarlarla kapatılır. Yıkılan kesim hemen asker termitler tarafından sarılır. Onları duvar malzemesi taşıyan işçiler izler. Birkaç saat içinde yıkılmış olan bölümün üzeri bir yığınla kapatılır. Sonra içerideki bölmelerin inşaatı başlar. Görüldüğü gibi termitler arasında kusursuz bir haberleşme vardır. Burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. Bütün bu düzeni kuran, gökdelenler inşa eden, güvenlik önlemleri alan termitler kör canlılardır. Nöbetçilerin uyarılarının bütün termit kolonisi tarafından algılanması, işlerin düzenlenip karışıklık çıkmadan yürütülmesi, kuşkusuz ki kör termitlerin kendi kendilerine sağladıkları bir düzen sonucunda oluşmaz. Önlerini dahi görmeyen termitler arasındaki bu kusursuz haberleşmeyi sağlayan, yuvada yaşayan milyonlarca termit içinde, her bireyin kendine düşen görevi yapmasını sağlayan hiç kuşkusuz ki her şeyden haberdar olan Allah’tır.

Bilim ve Teknik Dergisi Ocak 1986, s.10

 

53. Sürüngenlerin Gözleri

 

yılan gözüSürüngenlerin en önemli duyusu görmedir. Bazı sürüngenlerde göze ek olarak birtakım özel organlar bulunur. Örneğin kum kertenkelesinin alt gözkapağı saydamdır ve kertenkelenin gözlerini kumdan korur. Burun delikleri de kuma gömülürken korunmak için yukarıya doğru dönüktür. Yalnızca gece avlanan geckoların gözbebekleri büyüktür, gündüzleri gözbebeği parlak ışıktan korunmak için çizgi şeklini alır. Bundan başka yılanlarda gözkapağı yokmuş gibi gözükür. Aslında yılanların gözkapakları vardır, fakat hareketsizdir ve gözleri saydam bir tabaka ile örtülüdür. Bazı yılan türlerinin de başlarının iki yanında ısıya duyarlı çukurlar vardır. Bunlarla diğer hayvanları hiç görmeden bile kolaylıkla hissedebilirler.

Dr. Maurice Burton, Sürüngenler , s.18-19

 

54. Su Örümcekleri

su örümceğiSu örümcekleri mecbur kalmadıkça sudan çıkmazlar. Sadece şiddetli yağmurlarda su yüzeyinde kırılmalar meydana geldiği zaman geçici olarak kıyıya sığınırlar. Su örümceklerinin ayaklarının ucunda suyu itme özelliğine sahip, balmumuna bulanmış kıllardan oluşan kadifemsi sık bir örgü vardır. Örümceğin ayağının, balmumunu eriten etere batırılmasıyla yapılan bir deneyde, örümceğin su üzerinde yürüme yeteneğini yitirdiği görülmüştür. Su örümceğinin yürüyüşü son derece ustacadır. Daha kısa olan ön ayakları, özellikle avını yakalamaya yarar. Orta ayaklar hareketi sağlar, arka ayaklarsa dümen vazifesini görür. Su örümceği, bir sıçrayışta bir metre kadar ileriye fırlayabilir. Hatta göz açıp kapayıncaya kadar, bir ayağını öne, diğer ayağını arkaya atarak geri dönüş yapabilir. Suya düşen böceklerin yarattıkları dalgalar su örümceği tarafından hemen algılanır. Suda oluşan en ufak bir titreşim örümceği harekete geçirmeye yeter. Su örümcekleri suya batmalarını engelleyecek ayakları, sudaki titreşimleri algılayan duyu organları ile Allah tarafından kusursuz bir biçimde yaratılmışlardır.

Bilim ve Teknik Dergisi, Mart 1986, s.21

 

55. Ağustos Böceklerinin Sesi

 

ağustos böceğiBir ağustos böceği (Cicadella viridis), türdeşleri gibi çok gürültücü bir böcektir. Gövdesinin arka kısmında hava kesecikleri üzerine yerleşmiş sağlı sollu iki plak vardır. Ağustos böceği, taş kadar sertleşmiş bu plakları çalarak o çok iyi bilinen sesini çıkarır. Plak, bağlı olduğu kas tarafından çekilip bırakılınca, boş bir teneke kutunun çıkardığı sese benzer bir ses oluşur. Böceğin yaptığı bu çekme-bırakma işlemi saniyede 500 kez tekrarlanır. Göğüs kalkanının karın tarafında bulunan uzantının açılıp kapanmasıyla ses yükselir veya alçalır. İnsan kulağı, saniyenin onda birinden daha kısa süreli açılıp kapanmaları, yani ses kesiklerini fark edemediği için ağustos böceğinin cızırtısı bize sürekli devam ediyormuş gibi gelir.

Bilim ve Teknik Dergisi, Ocak 1986, s.10

 

56. Karabataklar

 

karabatakBirkaç yüz kuştan oluşan karabatak sürüleri, göllerde, toplu olarak balık avlarlar. Bir karabatak sürüsünün tamamı sırayla kıyıya doğru yüzerken, kuşlar bir yandan da birbiri ardınca dalış yaparlar. Bu dalışlardan korkan balıklar da bu sayede daha kolay avlanacakları sığ sulara itilmiş olurlar. Çok kalabalık olan karabatak sürüleri aynı anda hangi yöntemi kullanarak başarılı olacaklarını ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini sadece ve sadece Allah’ın ilhamı sayesinde bilmektedirler.

Dr. Z. Veselovsky, Are Animals Different?, s.116

 

57. Döner Böcekler

 

döner böceklerDöner böcekler kınkanatlı böceklerdendirler. Yeryüzünün hemen her yerine dağılmış olan bu böcekler genellikle durgun su birikintilerinin ve göllerin yüzeyinde daireler çizerek ya da fırıldak gibi dönerek toplu halde yaşarlar. Saldırıya uğradıklarında hızla suya dalarak suyun altında yüzebilirler. İki çift bileşik gözünden bir çifti suyun üstünde, diğeri ise suyun altında kalabilir. Bu da böceğin aynı anda her iki ortamı da görmesini sağlar. Döner böceklerin dişileri silindir biçimindeki yumurtalarını su altı bitkilerinin üstüne paralel sıralar halinde bırakırlar. Uzun, dar gövdeli larvaların yalnızca üç çift bacağı vardır, ama karın bölgelerinin her birinden uzanan saçaklı solungaçlarıyla görünümleri kırkayağa benzer. Karnının sol bölümündeki kancalarla suda yüzen besinleri yakalayabilen larva, pupa evresinde sudan çıkar ve yine bu kancaların yardımıyla kıyıdaki bitkilere baş aşağı asılarak toz ve tükürük salgısıyla kendine koruyucu bir kılıf yapar. Ayrıca döner böcekler tehlike karşısında kendilerini savunmak için pis kokulu ve sütümsü bir sıvı da salgılarlar.

Ana Britannica Ansiklopedisi, 10. Cilt, s.347

 

58. Mayıs Böcekleri

 

mayıs sineğiMayıs böceği (Melolantha melolantha) toprağın 80 cm. derinliğinde bulunan kozasından Ekim ayında çıkar, fakat ertesi yılın Mayıs ayına kadar kozaya yattığı yerde kalır. Burada bulunduğu sürece yatışı ya dünyanın manyetik kutupları yönünde Kuzey-Güney ya da Doğu-Batı doğrultusundadır. Mayıs böceği, bu süre içinde laboratuvara getirilip, yatış yönü değiştirilse bile uyanır ve sözü edilen biçimde yönünü değiştirir.

Bilim ve Teknik Dergisi Ocak 1986, s.11

 

59. Bal Kılavuzları

 

Bal kılavuzları (Indicator indicator) Asya ve Afrika’da yaşayan kuşlardır. Bu kuşlar, bal porsuğu denen bir porsuk türünün ya da insanların tepesinde döne döne uçup şakıyarak, onları arı yuvalarının bulunduğu yere doğru götürürler. Kuşların çağrısını anlayarak peşlerine düşen bal avcıları kovanı kırıp içindeki balı alınca da petekte kalan balmumunu ve arı larvalarını yerler. Diğer canlıların balmumu gibi bir maddeyi öğütmeleri imkansızdır. Oysa bal kılavuzlarının mideleri bu işi başaracak bir yapıda yaratılmıştır. Bal kılavuzlarının bağırsaklarında balmumunun sindirilmesine yardımcı olan özel bakteriler vardır. İşte bu bakteriler sayesinde bütün omurgalılar arasında, balmumuyla beslenen tek canlı bal kılavuzlarıdır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 3, s.8

60. Balkuşları

 

Grantiella picta, balkuşuBalkuşları adı verilen bu kuş türü daha çok Avustralya ve Yeni Zelanda’da yaşar. Çiçeklerden balözü emerek ve çiçeklerin arasında buldukları küçük böcekleri yiyerek beslenirler. Çiçeklerden kolaylıkla balözü alabilecek bir gaga yapısına sahiptirler. Balkuşları, ince uzun ve hafifçe aşağıya doğru kıvrık olan gagalarını çiçeklerin içine daldırır ve ucunda fırça gibi sert kıllar bulunan çatallı dilleriyle balözlerini toplarlar. Bu kuşların en ilginç türlerinden biri de siyah-beyaz tüylü kanatları, altın sarısı çizgilerle bezenmiş olan kırçıl balkuşudur(Grantiella picta). Özellikle ökseotunun meyvelerine çok düşkün olan bu kuş, bitkinin ince sürgünlerini örümcek ağıyla ve ökseotu meyvelerinin yapışkan salgısıyla birbirine tutturarak yaprakların arasında asılı duran bir yuva yapar. Yuva o kadar ince dokuludur ki, alttan bakıldığında kuşun pembe renkli yumurtaları kolaylıkla görülebilir.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 3, s.9

61. Dalgıç Kuşları

 

dalgıç kuşuDalgıç kuşları bir tehlike sezdikleri anda suyu hiç dalgalandırmadan hemen suya dalarlar ve ancak tehlikeli bölgeden iyice uzaklaştıktan sonra su yüzüne çıkarlar. Ayrıca kendilerinin yanısıra kanatlarını sıkıca kapayarak yavrularıyla birlikte de suyun altına dalabilirler. Dalgıç kuşlarının eşlerini çiftleşmeye çağırmak için yaptıkları çok ilginç bir gösterileri vardır. Kopmuş kamış ve ot parçalarından yaptıkları yuvaları su bitkilerinin arasında yüzer. Dişi kuş bu yuvaya 3 ile 5 arasında yumurta bırakır. Dalgıç kuşları yumurtaların üzerinde sırayla kuluçkaya yatarlar. Yuvadan ayrılacakları zaman yuvanın üzerini otlarla örterek gizledikleri için, yumurtaların beyaz kabukları bir süre sonra kararır. Bulundukları ortamla çok iyi bir uyum sağlayarak görünmez hale gelirler.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 3, s.70

 

62. Avurdu Keseli Fareler

 

Avurdu keseli fareler sincaba benzeyen küçük hayvanlardır. Yanaklarından omuzlarına kadar inen küçük astarlı iki dış çene keseleri vardır. Fareler bu keselerde yiyecek taşırlar, temizlemek gerektiğinde de içini dışına çıkararak çevirip temizlerler. Avurdu keseli fare yuva yaparken toprağı güçlü ön pençeleriyle kazar. Kıvrık kesici dişlerini sert toprak ve taşları yerinden oynatmak için kullanır. Kesici dişleri sürekli olarak büyüdüğü için aşınan yüzeyler hemen yenilenir.

C.B.P.C. Publishing Ltd, Hayvanlar Ansiklopedisi, s.175

Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)
63. Kırmızı Kanatlı Kara Kuşlar

 

kırmızı kanatlı ara kuşKuşların dişilerini etkilemek için kullandıkları birçok değişik yöntem vardır. Erkekler özellikle renkli ve desenli tüylerini, seslerini ya da danslarını kullanarak dişilerin dikkatini çekmeye çalışırlar. Örneğin kırmızı kanatlı karakuşların çok ilginç bir kur yapma yöntemleri vardır. Erkek kırmızı kanatlı karakuş önce dişilerin yakınlarındaki bir kütüğün üzerine tüner, daha sonra hem öterek hem de omuzunun üzerindeki kırmızı deseni hızlı hızlı hareket ettirerek dişileri etkilemeye çalışır.

Robert. R. Halpern, Green Planet Rescue, s.19

 

64. Su Deposu Çöl Kurbağaları

 

Avustralya’da yaşayan çöl kurbağaları adeta bir su deposu gibidirler. Bu yüzden su taşıyıcı kurbağalar olarak da adlandırılırlar. Vücutlarında bulunan keseleri yağmur yağdığında suyla doldururlar. Daha sonra kuma gömülür ve gelecek olan yağmurları beklemeye başlarlar. Diğer çöl hayvanları susadıkları zaman bu kurbağaları bulurlar, kumdan çıkararak kurbağadaki suyu içerler.

Dr. Maurice Burton-Robert Burton, Sürüngenler ve Kurbağalar, s.48

 

65. Milkweed Bitkisi ve Tırtıllar

 

Milkweed Bitkisi ve TırtılıBazı bitkilerin öldürücü zehirleri vardır. Kuzey Amerika’da yaşayan milkweed bitkisi, herhangi bir şekilde zarar görürse hemen sütlü bir sıvı akıtır. Bitkinin yara almış bölgesinden sıvı akarken, bir yandan da o bölgede katılaşma meydana gelir ve böylece bitki kendi kendini tedavi eder. Ayrıca bu sıvı acı ve keskin bir tada sahip olduğundan bitkiyi genel olarak da koruyacaktır. Çünkü bitki, hayvanların yiyemeyeceği kadar zehirlidir. İnekler, geyikler ve atlar milkweed’in yapraklarını daha yemeden bırakırlar. Fakat bazı böcekler yaprakları yemenin bir yolunu bulmuşlardır. Bu böcekler hemen yaprağın orta damarını keserler. Zarar gören bölgeye doğru akan lateks (bitki sütü) zararsız bir şekilde yere damlar ve böcek kesiğin diğer tarafındaki zehiri boşalmış olan yaprak dokularını yer. Bazı tırtıl türleri ise bu şekilde yalnızca yaprak damarlarını kesmekle kalmazlar aynı zamanda yaprağın altındaki dairesel çukuru da oyarlar ve burada bulunan koruyucu sıvıyla beslenirler. Tırtılın gösterdiği bu akıl onu ve diğer tüm canlıları yaratan Allah’a aittir.

David Attenborough, The Trials of Life, s.56

 

66. Palolo Solucanlarının Üremeleri

 

Palolo solucanlarının milyarlarcası Batı Pasifik’te, Fiji ve Samoa resiflerinde bir arada yaşar. Güçlü alt çenesiyle mercanların sert iskeletlerinin içinde delikler kazar ve buralarda bulduğu küçük polipleri yer. Mercanlarda kazdığı tünellerin içinde güvenlik içinde yaşar ve çok nadiren ortaya çıkar. Boyu 30 cm kadar olan bu canlının vücudu yer solucanlarında olduğu gibi bölümlere ayrılmıştır ve her bir bölümde yaşaması için gerekli olan bir organ grubu bulunur. Paloloların cinsiyet bezleri vücutlarının arka yarısındaki bölümlerde bulunur. Bunun çok önemli bir nedeni vardır. Yavrulama zamanı geldiğinde solucan vücudunun arka kısmını, yaşadığı tünelin dışına çıkartır ve kopartır. Daha sonra kopan kısım yüzeye doğru kıvrılır ve üreme hücrelerini oraya bırakır. Yetişkin kurt bu şekilde kendini riske atmadan, kazdığı yuvasının içinde kalarak yumurtlamış olur. Fakat bu tekniğin başarısı iyi bir zamanlamaya bağlıdır. Kurtların çaprazlama döllenmeyi başarmaları için hepsinin birden, aynı zamanda arka bölümlerinden parça koparmaları gerekir. Ve bütün kurtlar bunu yaparlar. Her sene Ekim ve Kasım aylarında sadece belirli günlerde ve gün ağarırken bütün kurtlar aynı anda yumurtlarlar. Bundan başka birbirlerinden kilometrelerce uzakta bulunan başka palolo kurtları da yine bu dönemlerde yumurtlarlar. Çok basit bir vücut yapısına sahip olan palolo kurtlarının bu işlemi aynı anda başlatmaları elbette ki tesadüfen gerçekleşecebilecek bir olay değildir. Palolo kurtları da yeryüzündeki tüm canlılar gibi Allah’ın ilhamıyla hareket etmektedirler.

David Attenborough, The Trials of Life, s.285

 

67. Dayanıklı Foklar

 

fokDeniz suyu özellikle derinlerde çok serindir. Soğuk sularda yaşayan canlılardan olan foklar bu nedenle derilerinin altında kalın bir yağ tabakasına sahiptirler. Bu tabaka fokların vücut ısısının çok çabuk kaybolmasını önlemeye yarar. Fokların ilginç özelliklerinden başka bir tanesi de dişi fokların bilinen en zengin, en besleyici sütü üretmeleridir. Bu süt zorlu koşullarda yetişen yavruların çok süratli büyümelerini sağlar.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.80-81

 

68. Monarkların Bağışıklık Sistemi

 

Milkweedler son derece zehirli bitkilerdir. Pekçok hayvan için öldürücü olmasına rağmen Monark kelebeklerinin tırtılları çok şaşırtıcı bir şekilde, hiçbir önlem almadan zehirli Milkweed bitkisiyle beslenirler. Çünkü tırtılların Milkweed’in zehirine karşı bağışıklıkları vardır. Diğer birçok hayvan Milkweed’den kaçınarak uzak durduğu halde Monark kelebekleri yaprakların tümünü yiyebilirler. Ayrıca bu zehiri bir savunma aracı olarak da kullanırlar. Monark tırtılları diğerlerinden farklı olarak çok parlak renklere sahiptirler. Bu, düşmanları için bir uyarıdır ve onlara tırtılların yenemeyecek özelliklerde olduklarını gösterir. Tırtıllar kelebeklere dönüştüklerinde de bu zehir molekülleri değişmeden ve çok güçlü bir şekilde vücutlarında kalır. Bu da Monarklara çok iyi bir savunma sağlar.

David Attenborough, The Trials of Life, s.58

monark kelebekleri

 

69. Hanımeli Bitkisinin Üreme Yöntemi

 

hanımeli bitkisiHanımeli bitkisinin (Lonicera caprifolium) eflatunumsu ya da pembemsi beyaz çiçekleri özellikle gece kelebeklerini çekmek için akşam saatlerinde açılır. Çünkü ince ve uzun boyunlu bir huni biçiminde olan çiçeklerin balözü her böceğin kolay kolay ulaşamayacağı kadar derindedir. Bu yüzden tozlaşmasını yalnızca uzun dilli bazı gece kelebeklerine borçlu olan bu çiçeklerin geniş ağızlarındaki iki dudak gündüzleri kapalı durur. Ama akşamları çiçekler açılınca alt dudak aşağıya doğru sarkar ve ortadaki erkek organların açığa çıkmasını sağlar. Böylece çiçeklerin çekici kokusuna kapılarak huninin dibindeki kesecikten tatlı balözünü emmeye gelen gece kelebekleri, çiçeklerin üzerinde uçuşurken erkek organların başçıklarına sürtünürler. Buradan aldıkları çiçek tozlarını dişi organın tepeciğindeki yapışkan sıvıya bulaştırmalarıyla birlikte döllenme gerçekleşir. Görüldüğü gibi bitkinin üremesi ile gece kelebeklerinin beslenmesi arasında kusursuz bir uyum vardır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.25

 

70. Hercai Menekşeler

 

hercai menekşeHercai menekşelerin hepsi eşit büyüklükte olmayan ve her birinde genellikle iki ayrı renk bulunan, beş tane kadifemsi taç yaprakları vardır. Taç yapraklarının arkasında, balözü içeren birer uzantı ya da mahmuz bulunur. Çiçeğe gelen arılar bu tatlı sıvıya ulaşabilmek için daha büyük olan en alttaki taç yaprağa konarlar. Böylece arılar balözünü emerken çiçeğin erkek organlarında bulunan çiçek tozları da arıların tüylerine yapışıp kalır. Arıya yapışmış olan çiçek tozlarının aynı çiçekteki dişi organın tepeciğine bulaşmasını önlemek üzere tepeciğin üzeri koruyucu bir kapakla örtülüdür. Ama arılar bir çiçekten uçup başka bir hercai menekşe çiçeğine konduklarında, balözü emebilmek için bu kapakçığı hortumlarıyla açarlar ve bir önceki çiçekten getirdikleri çiçek tozlarının bir bölümünü dişi organın tepeciğine bırakırlar. Böylece çiçekler döllenerek meyveye dönüşürler. Meyve olgunlaştığında çatlayarak kayık biçiminde üç parçaya ayrılır ve içindeki tohumları çevreye saçar. Görüldüğü gibi arılar sayesinde gerçekleşen bu döllenme işlemindeki tüm detaylarda bir tasarım vardır. Bu tasarımı ortaya çıkartan akıl ise elbette ki arının ya da çiçeğin kendisine ait değildir. Bu aklın sahibi alemlerin Rabbi olan Allah’tır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.25

 

71. Sinek Kuşları

 

sinek kuşuSinek kuşları diğer kuşlardan farklı bir şekilde, havada sabit durarak beslenirler. Bu yüzden özellikle Heliconia gibi çiçeklerden nektar almayı tercih ederler. Heliconialar asılı gibi duran ve yüzü dışa doğru dönük çiçeklerdir ve dış yüzeyleri yapışkan bir maddeyle kaplanmıştır. Bu yapışkan madde yüzünden çiçeğin üzerinde yürüyemeyen karıncalar, arılar ve başka böcekler Heliconialar’ın nektarlarına ulaşmayı başaramazlar. Bu yüzden Heliconialarla sadece sinekkuşları ilgilenir.

Robert, R. Halpern, Green Planet Rescue, s.24

 

72. İnşaat Uzmanı Termitler

 

termit yuvası
Termitler inşaat uzmanlarının kullandıkları yöntemlerle yuvalarını yağmurdan korurlar.

Doğadaki hayvanlar, yaptıkları işlerde gösterdikleri akıl ile çoğu zaman insanları hayrete düşürürler. Kimi zaman ilginç beslenme şekilleri kullanırlar, kimi zaman bir alet kullanarak çalışırlar, kimi zaman da mimari projeler çizerek akıl almaz yuvalar yaparlar. Termitlerin de en bilinen özellikleri kuşkusuz ki yaptıkları inanılmaz yuvalardır. Her termit türü bulunduğu ortamın koşullarına uygun yuvalar yapar. Örneğin diğer bütün termitlerin aksine yağmurlu bölgelerde yaşayan bazı termitler, özel çıkıntılı çatısı olan mantar benzeri tepeciklerden oluşan yuvalar inşa ederler. Bu çatıların fonksiyonu şiddetli yağmurlarda tepeciklerin duvarlarına zarar gelmesini engellemektir. Suyun çok büyük bir bölümü bu çatının çıkıntısının kenarından kayar ve tepeciklerin duvarları bu sayede ıslanmaz bile.

ZooBooks, Animal Wonders, s.15

 

73. Kılıç Kırlangıcı

Kılıç kırlangıçları hayatlarının büyük bir kısmını havada geçirirler. Hatta uçarken bile uyuyabilirler. Kılıç kırlangıcının aerodinamik (havada kolay hareket etmesini sağlayan) vücut yapısı onun en hızlı hayvanlardan biri olmasını sağlamaktadır. Öyle ki bu kırlangıç türü saatte 150 kilometrelik bir hıza ulaşabilmektedir.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.52

 

74. İğne Yapraklı Ağaçlar

 

iğne yapraklı ağaçÇam, ladin gibi iğne yapraklı ağaçların çoğunda yapraklar ezildiği zaman keskin ve hoş bir koku yayılır. Bu kokunun kaynağı, bitkinin gövdesinde, dallarında, yapraklarında ve kozalaklarında oluşan yapışkan bir maddedir. Reçine denen bu madde bitkinin zararlı böceklerden, mantar ve öbür asalaklardan korunmasını sağlar. Çünkü kokusu bize hoş gelen reçinenin yapısında, gerçekte ağaca zarar verebilecek tüm bu canlıları öldürebilecek kadar güçlü zehirli maddeler vardır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.294

 

75. Fırkateyn Kuşlarının Islanmayan Tüyleri

 

fırkateyn kuşuErkeklerin dişilerini cezbetmek için kullandıkları kırmızı boyunları ile tanınan Fırkateyn kuşları (frigatebirds) çıkardıkları bir tıslama sesiyle birlikte denize doğru atılırlar ve tüylerini ıslatmadan kancalı gagalarıyla avlarını yakalarlar. Bu kuşların tüylerinde yağ olmadığı için suya girip çıktıklarında tüylerinin kuru kalması zorunludur. Aksi takdirde ıslak tüyleri onları bir anda suya batıracaktır ve bir daha da sudan çıkmaları mümkün olmayacaktır. Bundan başka fırkateyn kuşlarının kancalı gagaları, bir deniz anasını ya da karidesi su yüzeyinden kapmak için kullanabileceği mükemmel bir alettir.

N.J.Berril, The Life of the Ocean, s.13-16

76. Kurbağaların Perde Ayakları

 

kurbağa
Resimde görülen perdeli ayaklar ağaç kurbağalarına havada uçabilme avantajı sağlar.

Allah yarattığı canlılara çoğu zaman çok ilginç özellikler verir. Alışılmadık hareketler yapan bu canlılardan bir tanesi de Borneo ve Sumatra’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilginç bir kurbağa türüdür. Zayıf bacakları ve parmaklarının arasında perde olan bu küçük ağaç kurbağasının en önemli özelliği, perdeli ayaklarını kullanarak süzülerek uçabilmesidir. Ağaçların üstünden uçarken, inişini yavaşlatmak istediğinde ayaklarını 4 adet paraşüt gibi kullanır. Ayak parmakları arasındaki ağları genişleterek, vücut yüzeyini neredeyse iki katına çıkartır. Uçan kurbağalar bir ağacın üzerine inmeden önce 12 metre kadar havada süzülebilmektedirler. Hatta, bacaklarını hareket ettirerek ve perde ayaklarının şeklini değiştirerek yönlerini de ayarlayabilmektedirler.

Tonny Seddon, Animal Movement, Nature Watch Series, s.49

 

77. İbrik Otu Bitkisi

 

ibrik otu bitkisiBöcekçil bitkilerden ibrik otları hemen hemen bütün tropik bölgelerde yetişirler. Bu bitkilerde diğer etçil bitkilerde olduğu gibi hareketli bir kapan düzeneği yoktur. Bunlar avlarının kendi ayaklarıyla gelip tuzağa düşmesini beklerler. İbrik otunun yaprak uçları üstte birleşerek, karnı ve ağzı geniş, ortadaki boyun bölümü dar olan ibrik biçiminde bir yapı oluşturur. Uzunluğu türe bağlı olarak 3.5 ila 50 cm. arasında değişen bu ibriğin içinde 1 litreye kadar sıvı birikebilir. İbriğin ağzı içeriye doğru kıvrık, üstü de kaygan bir maddeyle kaplıdır. Bazı türlerde bu ibriğin üstünde yine yapraktan bir kapak bulunur. Genellikle parlak yeşil üstüne, kırmızı benekli olan ibriğin canlı renkleri ve içindeki balözünün kokusu böcekler için çok çekicidir. Buna aldanan böcekler ibriğin dudak kısmına konar ve kaygan yüzeyde tutunamayarak içindeki sıvıya düşüp boğulur. Bitki de bu sıvının yardığımıyla böceğin kendisine yarayan bölümlerini sindirir.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 4, s.8

 

78. Cadı Makiler

cadı maki maymunu
Gece yaşayan canlılardan olan cadı makilerin yüzlerine göre son derece büyük olan gözleri karanlıkta güven içinde
hareket etmelerini sağlar.

Endonezya ve Filipinler’deki ormanlarda yaşayan ve Cadı Maki olarak adlandırılan maymun türü ağaçlarda çok hızlı hareket etmesiyle bilinen bir canlıdır. Bu küçük maymunlar dik ağaçlara hızla tırmanabilen ve büyük bir sıçrayışla ağaçtan ağaca atlayan çok çevik hayvanlardır. Parmak uçlarındaki vantuz gibi emici yastıkçıklar dallara sıkıca tutunmalarını, uzun ve püsküllü kuyrukları ise daldan dala sıçrarken dengelerini yitirmemelerini sağlar. CadıMaki ağaçlarda yaşamasını kolaylaştıran bu özelliklerinden başka, iyi bir avcı olmasını sağlayan başka özelliklerle de donatılmıştır. Örneğin top gibi yusyuvarlak olan başını 180 derece döndürebilir, Cadı Makiler gece hayvanlarıdır. Bu yüzden son derece büyük gözlere sahiptirler. Başlarının geniş dönme açısı ve keskin görüşlü gözleri sayesinde karanlıkta kolaylıkla avlanırlar. Allah her canlıyı bulunduğu ortama uygun özelliklerle donatmıştır. Cadı Makiler de gece karanlığında ormanda rahat hareket edecek özellikler ile birlikte Allah tarafından yaratılmışlardır.

John Mac Kinnon, The World’s Wild Places, Borneo, s.78-79

 

79. Balta Balıkları

 

uçan balıkBalta balığı alışılmamış bir balıktır, çünkü uçabilmektedir. Bu balık tıpkı bir kuş gibi derin bir göğüs kafesine sahiptir. Güçlü kaslarının bulunduğu bölgede, kanat gibi çırpabileceği yüzgeçleri vardır. Bu özellikleri sayesinde suyun hemen üzerinde oldukça uzun mesafeleri aşarak uçabilmektedir.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.53

 

80. Deniz Ördekleri

Deniz ördekleri karayı hiç görmeden aylar boyunca denizde kalabilirler. Diğer tüm kuşlardan farklı gaga yapılarına sahip olan penguenler gibi, bir deniz ördeği de içtiği sudaki ve yediği besinlerdeki tuzu atabilmek için özel bezlere sahiptir. Sıvı halindeki tuz ördeğin gagasından boşalır ve bu şekilde vücuttaki fazla tuz atılmış olur.

Zoobooks, Ağustos 1998, s.14

deniz ördeği

 

81. Isırgan Otlarının Tehlikeli Kesecikleri

 

ısırganotuIsırganotu denen otsu bitkilerin yapraklarının üst yüzeyinde pek sert olmayan ince tüyler ve her tüyün dibinde yakıcı bir sıvı içeren küçük kesecikler bulunur. Bu kesecikler bitkinin savunma mekanizmasıdır. Bitkiye bir canlı dokunduğu anda bu tüylerin keskin uçları o canlının derisini deler ve keseciklerde bulunan yakıcı sıvı deliklerden içeriye sızarak deriyi kızartır, kaşıntı ve ağrıya neden olur.

Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.239

 

82. Geckoların Vantuz Ayakları

 

geko
Bir camı dahi kıracak kadar güçlü olan vantuz ayakları geckoları birçok tehlikeden korur.

Çoğu zaman bir insan için yapılması imkansız olan işleri hayvanlar büyük bir başarıyla yaparlar. Örneğin bazı hayvanlar bulundukları yerde çok sağlam bir şekilde tutunabilecekleri özelliklere sahiptirler. Örneğin bir geckonun ayakları, tırmandığı yüzeyin 100 milyondan fazla noktasıyla aynı anda temas etmesini sağlar. Gecko’ların yüzeye tutunmaları o denli güçlüdür ki, camın üzerindeki bir gecko’yu yerinden kımıldatmak imkansızdır. Bu yönde yapılacak herhangi bir girişim, Gecko’nun yerinden koparılamamasına ve camın kırılmasına sebep olacaktır. Bu konudaki başka bir örnek olan ağaç kurbağalarının da ön ve arka parmaklarının her birinde emme yastıkları bulunur. Bu yastıklar özel kaslar tarafından hareket ettirilmektedir. Ayrıca yastıkların yüzeyi, kurbağanın uzun süre yaprakların altında tutunmasını sağlayacak zamk gibi bir madde de üretmektedir.

Tonny Seddon, Animal Movement, Nature Watch Series, s.46

 

83. Orkidelerin Tuzağı

 

Coryanthes orkidesiCoryanthes orkideleri, döllenmek için özel olarak hazırlanmış karmaşık bir üreme sistemine sahiptirler. Arıları tuzağa düşüren kompleks bir kapanla polenleşmeyi gerçekleştirirler. Resimde görülen orkidenin dikey kenarlı odacıklarında bir sıvı vardır. Bu sıvı, böcekleri etkileyen ve onları uyutan bir maddedir. Bu yüzden çiçeğin yakınında dolaşan arılar kaçınılmaz bir şekilde içine düşerler. Çiçeğin içine düşen böcek için tek bir çıkış yolu vardır. Dar bir yokuş şeklinde bir doku olan ve seviyesi böceğin düştüğü sıvının yüzeyiyle aynı olan bu tek çıkış yolunu bulana dek böcekler bu sıvının içinde yüzerler. Çıkış yolunu bulmaya çalışırken arı polenlerin bulunduğu stigmanın (tepecik) ve erkeklik organının altından geçer. Bu sırada çiçeğin iki polen kesesi böceğin arka kısmına yapışır. Bu arada böcek dışarı çıkış yolunda ilerler ve sonunda çiçekten dışarı çıkar. Arı uçar, fakat genellikle aynı tecrübeyi başka bir çiçek üzerinde aynı tuzağa düşerek tekrar yaşar. Arı yeni çiçeğe gittiğinde çiçeğin tepeciği polenleri erkeğin sırtından alır ve bu şekilde döllenme başlar.

Linda Gamlin ang Gail Vines, The Evolution of Life, s.63

 

84. Boynuzlu Köpek Balıkları

 

boynuzlu köpekbalığıBoynuzlu köpek balıkları, Pasifik ve Hint Okyanusları’nın dip bölgelerindeki kumluklarda yaşarlar. Bu köpek balığı türünün kıvrımlı bir burnu, sivri uçlu omurgaları ve tuhaf görünüşlü yüzleri vardır. Yavru boynuzlu köpek balıkları yumurtadan çıkmadan önce, spiral şeklindeki bir yumurta kesesinin içerisinde gelişimlerini yaklaşık 9 ay kadar sürdürürler. Boynuzlu köpek balıkları yumurtalarının bulunduğu 1.5 cm uzunluğundaki spiral keselerini akıntıya kapılıp sürüklenmemeleri için bir alg yatağı ya da kayalıklardaki yarıklara yerleştirirler. Yumurtadan çıkan yavrular kendilerini yüzgeçlerinde bulunan dikenlerini kullanarak korurlar.

The Cousteau Society, Dolphin Log, Temmuz 1992, s.12

 

85. Yelyutan Kuşları

 

yelyutan kuşuYelyutanlar (sağanlar) kırlangıçlara çok benzeyen kuşlardır. Adlarını, hızla uçarken gagalarını sonuna kadar açmalarından alan yel yutanların bu davranışlarının amacı hemen hemen tek besin kaynakları olan havadaki böcekleri yakalamaktır. Saatlerce uçabilen ve saatte 100 kilometrelik bir hıza ulaşabilen yelyutanların bacakları dallara tüneyemeyecekleri kadar küçük ve zayıftır. Yere indiklerinde yeniden havalanmakta büyük güçlük çektiklerinden kayaların yan yüzlerine ya da duvarlara tutunarak dinlenirler. Yelyutanların yuvası, yapışkan tükürükleriyle birbirlerine tutturdukları dal parçalarından, otlardan ya da tüylerden oluşur. Hurma yel yutanı (Cypsiurus parvus) hurma ya da başka palmiye ağaçlarının yaprağında tüylerden düz bir yuva hazırlar; yumurtalarını da bu yastıkçığa yapıştırır. Yuva yaprakta dikine ve bazen başaşağı duruyor bile olabilir. Güneydoğu Asya ve Güney Pasifik Adaları’nda yaşayan Callocalia cinsinin üyeleriyse mağaralara rafı andıran küçük yuvalar yaparlar. Yine Callocalia cinsinin üyeleri çıkardıkları sesin yankısını değerlendirerek mağara içinde ya da dışında uçuş güvenliklerini sağlayabilirler. Bilindiği kadarıyla bu özelliği taşıyan başka bir kuş yoktur. Benzer özellik yarasa ve yunuslarda da görülür. Yelyutanların sonar işlevi gören sesleri kısa patlamalar halinde çıkar ve insan kulağının da duyabileceği bu seslerin frekansı 1.500-5.500 hertz arasında değişir.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 19, s.140

 

86. Gelincikler

gelincikGelincikler çok hızlı hareket eden canlılardır. Hareketleri o kadar atik ve akıcıdır ki, gelinciğin bulunduğu alanı dikkatle gözleyen bir kimse bile gelinciğin hareket ettiğini güçlükle fark edecektir. Gelincik hızla yol kenarındaki çalılara dalar ve yiyecek bir şey olması ihtimaliyle her deliğe, her yarığa kafasını sokarak yolunda ilerler. Bu grubun hepsi yırtıcı hayvanlardır. Öyle ki kendilerinden büyük, tek başına dolaşan hayvanları dahi kolaylıkla öldürebilirler. Gelinciklerin bazı türleri kış ayları için postlarını değiştirirler. Kuzey Amerika’daki Least gelinciğinin ve Kuzey Avrupa’da yaygın olarak bulunan Avrupalı Gelinciğin tüylerinin rengi kışın beyaza döner. Bazı diğer Asya türleri de daha açık renk bir posta bürünürler. Koyu tüyleriyle karda kolay bir av olabilecek gelincikler Allah’ın onlara verdiği bu özellik sayesinde kışın güven içinde hareket ederler.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.46-49

 

87. Yağmurcun Kuşlarının Özellikleri

 

yağmurcun kuşlarıPek çok canlı, yaşadığı ortamla hemen hemen aynı renkte olacak şekilde yaratılmıştır. Bu renk uyumu onlar için mükemmel bir korunma sağlar. Kamuflaj yapan canlılardan bir tanesi olan yağmurcun kuşlarının tüylerinin rengi hatta desenleri bile çevrelerine son derece uygundur. Yağmurcunlar çok hızlı uçarlar ve ıslığa benzer melodik bir ötüşleri vardır. Tehlikeyi sezdiklerinde ıslık sesi çıkararak hemen sürüdeki diğer kuşları da uyarırlar. Genellikle yerdeki bir oyuğa yuva yapan yağmurcunlarda hem erkek, hem de dişi kuluçkaya yatar. Yumurtadan çıkan yavrulara dişi ve erkek kuş birlikte bakarlar. Bundan başka bazı yağmurcun türleri uzak yerlere göç ederler. Örneğin Amerika altın yağmurcunları (Pluvialis dominica) göç sırasında Kuzey Kutup Bölgesi’nden Arjantin ve Avustralya’ya kadar gidebilirler.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 19, s.69

 

88. Dalgıç Pelikanlar

 

Beyaz pelikanlar (Pelecanus onocrotalus), gruplar halinde balık tutarlar. Genellikle hep birlikte suyun içindeki balık sürüsünün etrafını kuşatırlar. Bu şekilde toplu bir hareketle balıkların kaçmalarını engellemiş olurlar.

Prof. Peter JB Slater,The Encyclopedia of Animal Behaviour, s.130

beyaz pelikan

 

89. Allamanda Çiçekleri

 

allamanda çiçeğiCanlılar arasındaki uyum Allah’ın sonsuz gücünü ve üstün aklını kanıtlayan delillerden sadece bir tanesidir. Bu uyum çiçeklerle böcekler arasında olduğu gibi çoğu zaman çok şaşırtıcı şekillerde ortaya çıkar. Çiçeklerin nektarları genellikle boyuncuk denen organlarının dip kısımlarında bulunur. Bu organın boyu ise çiçeklere göre değişiklik gösterir. Boyuncuğun çok uzun olduğu bazı çiçeklerin döllenmek için özel ağız yapısı olan böceklere ihtiyaçları vardır. Örneğin Allamanda çiçeklerinin nektarını ancak boyuncuğun dibine ulaşmayı başarabilen uzun dilli böcekler ya da arılar toplayabilir. Özellikle uzun dilli arılar Allamanda çiçeklerinin sürekli ziyaretçilerindendir.

Robert, R. Halpern, Green Planet Rescue, s.23

 

90. Gölcük Kayakçısı

 

gölcük kayakçısıSu üstünde yürümek insanlar için imkansızdır. Oysa pek çok canlı Allah’ın onlara verdiği özel vücut yapıları sayesinde bu işi rahatlıkla başarmaktadır. Örneğin gölcük kayakçısı uzun, ince bacaklarını yayarak suyun üzerinde yürür. Her bir ayağı suyu iterken, yüzeyde küçük bir çukur oluşur. Bu şekilde oldukça geniş bir alana vücut ağırlığını yaymış olur. Yapılan gözlemler ve incelemeler sonucunda gölcük kayakçısının ayaklarının su yüzeyi tabakasını kırmadığı anlaşılmıştır. Gölcük kayakçısı bu sayede diğer canlılardan farklı olarak su üstünde yürümeyi başarabilmektedir.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.23

91. Su Samurlarının Tüyleri

 

su samuruSu samurlarının vücutlarının alt kısmını sıkı sıkı saran bir kürkleri vardır. Bu post suyu itmeye yarar ve ıslandıktan kısa bir süre sonra da kurur. Vücutları çok esnek olan su samurlarının kuyrukları kalındır ve kuyruk başlangıç noktasında kaslı, aşağısında ise (bazı türlerinde de yukarısında) düzdür. Kuyruğun bu özelliği su samurunun yüzmesinde yardımcı olur. Su samurlarının pek çok türünün perde ayakları vardır. Bütün bunlar samurların usta birer yüzücü olmalarını sağlar. Bir su canlısı olan samurların bütün özellikleri suda rahat hareket edecekleri şekilde yaratılmıştır. Postlarının kolay kuruması, kuyruğunun özel yapısı, perde ayakları hepsi samurlara Allah tarafından verilmiş özelliklerdir.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.56-57

 

92. Taklit Yapan Orkideler

 

orkidOrkidelerin değişik döllenme yöntemleri vardır. Bu çiçeklerin bir türü erkek arıların, dişileri etkileyebilecekleri kimyasal bir madde üretir. Yağlı olan bu kimyasal maddeyi kolay toplayabilmeleri için erkek arıların ön bacaklarında fırça şeklinde tüyler vardır. Topladıkları maddeyi arka bacaklarında bulunan keseciklerde depo ederler. Sonra, dişi arı aramak için çıktıklarında bu kimyasal maddeyi salıverirler. Bazı orkideler ise tam olarak dişi arı görünümünde yetişirler. Böylece diğer çiçeklerden polen toplamış olan erkek arılar bunlarla çiftleşmek için geldiklerinde, başka bir çiçeğe polenleri bulaştırmış olurlar. Bazı orkidelerse nektar üretemez sadece nektar kokusu üretirler. Bu kokuya aldanan arılara nektar vermedikleri halde, onları kandırmış ve polenlerini taşıttırmış olurlar. Bir bitkinin hiç tanımadığı türdeki bir canlıya kendini benzeterek tıpatıp aynısını taklit edebilmesi, karşı cinsi etkileyecek kimyasallar üretmesi hiç kuşkusuz ki bu canlıların aklı sonucunda gerçekleşen olaylar değildir. Bu canlılar da yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi Allah tarafından yaratılmışlardır.

Robert, R. Halpern, Green Planet Rescue, s.25

 

93. Perde Ayaklı Flamingolar

perde ayaklı flamingolarGösterişli renkleriyle ve uzun boyunlarıyla dikkat çeken flamingolar aynı zamanda iyi birer yüzücüdürler. Flamingoların perde ayakları yüzmelerini kolaylaştırır. Bu perde ayakların yassı ve geniş bir yapıda olması flamingoların yumuşak çamur üzerinde bile batmadan kolaylıkla yürüyebilmelerini sağlar. Ayrıca parmakları arasındaki ağlar, flamingonun suyu itebilmesi için geniş bir yüzey alanı sağlamaktadır. Görüldüğü gibi flamingolar uçabilmeleri için gerekli olan her detayla birlikte Allah tarafından yaratılmışlardır.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.40

 

Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır; karınlarının içinde olanlardan size içirmekteyiz ve onlarda sizin için daha birçok yararlar var. Sizler onlardan yemektesiniz. (Mü’minun Suresi, 21)

 

94. Sırtlanların Gücü

 

sırtlanSırtlanların vücutlarına çarpık bir görünüm veren eğimli sırtları vardır. Boyun ve omuz kasları çok güçlüdür; bu sırtlanların kendilerinden çok daha büyük hayvanları bile kolaylıkla yere devirmelerini sağlar. Genellikle karanlıkta avlanan sırtlanlar çok iyi bir gece görüşüne sahiplerdir. Birkaç kilometreyi saatte yaklaşık 40 kilometre hızla koşabilirler. Sırtlanlar kendilerinden daha büyük ve daha kuvvetli hayvanları yakalamak için sayısı 10 ila 20 arasında değişen gruplar halinde avlanırlar. Eğer çok fazla yiyecek varsa hayvanın yenmeyen kısımlarını sürükleyerek, bunları daha sonra yemek üzere su çukurlarında saklarlar.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.64-65

 

95. Et Sineklerinin Hassas Alıcıları

 

Gök sinekleri ya da et sinekleri (blowflies), ayaklarındaki ince tüyleri, kondukları yerin kimyasal özelliklerini algılamak için kullanırlar. Bu tüyler sayesinde sinekler yiyecek bulurlar.

Prof. Peter JB Slater,The Encyclopedia of Animal Behaviour, s.15

 

96. Yuva Yapma Ustası Kuşlar

kuş yuvasıArı yiyici kuşların arıları ve diğer böcekleri havada tutup yakalayabilecek kadar etkili gagaları vardır. Bunun yanı sıra kuşun gagası taşları kazabilecek kadar da güçlüdür. Arı yiyici kuş yuvasını bir kum taşı uçurumunun ön kısmına ya da bir nehrin kıyısındaki sert çamurlara gagasıyla sürekli olarak vurup oyuklar açarak yapar. Yaklaşık olarak 1 m uzunluğunda dar bir tünel açana kadar büyük bir ustalıkla kazısına devam eder.

David Attenborough, The Trials of Life, sf.137

 

97. Anne Pandaların Özenli Bakımı

 

pandaAnne pandalar yavrularına çok iyi bir bakım sağlarlar. Yavru pandaların özel bir korumaya ihtiyaçları vardır çünkü doğduklarında tam anlamıyla yardıma muhtaç durumdadırlar. Düşmanlar yavru bir pandaya saldırdıklarında annesi güçlü çenesiyle düşmanını ısırarak yavrusunu korumaya çalışır. Oysa anne pandanın güçlü çenesi yavrusunu tuttuğunda oldukça nazik olabilmektedir. Hatta pandalar yavrularını bir yerden başka bir yere taşırken boyunlarından tutarak bir kedi gibi kavrayabilirler.

Zoobooks, Temmuz 1998, s.11

 

98. Tembel Hayvanlar: Slothlar

 

tembel hayvanıTembel hayvanlar, (sloth) Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan canlılardır. Tüm memeliler arasında en yavaş hareket eden hayvanlar olarak bilinirler. Bir anne tembel hayvanın yavrusuna doğru acele ederek ilerlerken bile, 1 saatte sadece 4 metre kadar hareket ettiği hesaplanmıştır. Tembel hayvanların uzun parmaklı elleri ve ayakları vardır ve parmakları bir tür elastiki maddeyle kaplıdır. Keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde uyumayı bile başarmaktadırlar. Her şeyden haberdar olan Allah, yeryüzündeki tüm canlılar gibi tembel hayvanları da kendilerine en gerekli olan özelliklerle birlikte kusursuz bir şekilde yaratmıştır.

Seddon, Animal Movement, s.47

 

99. Sıvacı Kuşları

 

Sıvacı kuşları kuyruklarından destek almadan, ağaç gövdelerinde başları aşağı gelecek biçimde hareket etmeleriyle tanınırlar. Bu işlemi yaparken sadece ayaklarını ve güçlü tırnaklarını kullanarak ağaca sıkıca tutunurlar. Yerde çok ender olarak görülen sıvacı kuşlarının başka bir özellikleri de meşe palamutlarını kırmak için ağaç gövdelerini kullanmalarıdır. Buldukları meşe palamudunu ağaç gövdesindeki uygun bir yarığa yerleştiren sıvacı kuşları sert kabuğu kırmak için, gövdelerinin tüm gücünü çekiç gibi kullandıkları gagalarında toplarlar. Bu işlemin kuşun kendisine zarar vermesi gerekirken böyle olmaz, çünkü Allah bu canlıyı da yaptığı işe uygun mekanizmalarla birlikte yaratmıştır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 15, s.185

 

100. Soytarı Cırcır Böceği

 

soytarı cırcır böceğiÇöllerde yaşam koşulları oldukça çetindir. Buna rağmen çölde yaşayan pek çok canlı yaşamlarını hiç zorlanmadan sürdürürler. Çünkü Allah bu canlıları çöl koşullarına uygun özelliklerle yaratmıştır. Soytarı cırcır böceği Afrika’daki Namib Çölü’nde yaşayan çöl canlılarından biridir. Bu cırcır böceği türünün en önemli özelliği sıcak kumların üzerinde hareket etmesini kolaylaştıran çiçek şeklindeki ayaklara sahip olmasıdır.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.41

 

101. Usta Avcılar: Su Miğferleri

 

su miğferiSu miğferleri (Utricularia) dünyanın her yanındaki bataklıklarda, durgun ve yavaş akıntılı sularda görülen yüzücü bitkilerdir. Gövde saplarının üstünde yaklaşık 6 mm. çapında küçük keseler vardır. Bu keselerin girişinde yalnız içeriye doğru açılan birer kapakçık bulunur. Yüzücü böcekler bu keselerin ağzındaki incecik tüylere dokunduğunda kapakçık hemen açılır. Böylece, suda yüzen böcekler tıpkı elektrik süpürgesinin tozları emdiği gibi suyla birlikte kesenin içine çekilirler. Hemen arkasından kesenin kapağı kapanır. Yarım saat kadar sonra kapan yeniden hazır duruma gelir. Kapağın kapanma hareketi o kadar hızlıdır ki, bilim adamları çok uzun bir süre bu kapanın nasıl çalıştığını anlayamamışlardır. Ancak saniyenin her yüzde birinde bir görüntü çeken otomatik fotoğraf makineleriyle alınan filmlerin incelenmesinden sonra, su miğferinin avlanma düzeneğinin nasıl işlediği anlaşılabilmiştir.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 8

 

102. Kurbağaların Gözleri

kurbağa gözleriÇok fazla düşmanları olan kurbağalar için görme duyuları çok önemlidir. Resimde görülen bu kurbağa, vücudunun her tarafı suyun altında gizlenmiş olsa bile, dışarıya çıkarabildiği gözleri sayesinde etrafında hareket eden her şeyi rahatlıkla görebilir. Bu da onun suyun içindeyken bile güvende olmasını sağlar.

N.J.Berril, The Life of the Ocean, s.21

 

103. Yılanların Farklı Hareketleri

 

yılanYılanların uzun ve dar gövdeleri pullu bir deriyle kaplıdır. Gövdelerinin alt yüzeyinde bulunan pulları yerde kıvrıla kıvrıla ilerlemelerine yardımcı olur. Geniş pullar ise arka kenarlarından yere bastırarak ve pürtüklü yüzeylerden destek alarak gövdeyi öne doğru itmeye yarar. Yılan bu hareket yöntemini hızlı gitmek istemediği zamanlarda kullanır. Kayarcasına hızlı ilerleyişte, gövdesini yanlara doğru kıvırır ve pullarından da yardım alarak taş ve bitki gibi destek noktalarını kullanır. Yapmak istediği her hareket için farklı bir yöntem kullanan yılanlar hiç kuşkusuz ki tüm alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılmışdır.

Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 19, s.174

 

104. Şemsiye Kuşları

 

şemsiye kuşuŞemsiye kuşu olarak da adlandırılan siyah balıkçıl, balık tutarken çok büyük bir başarı sergiler. Bir şemsiye gibi kanatlarını başının üzerinde açarak ayağa kalkar. Bu şekilde kanatlar bir gölge oluşturur ve sudaki yansımayı engeller. Şimdi balıkçıl, su yüzeyinin altında yüzen avını açık bir şekilde görebilmektedir. Kanatları su yüzeyinde dairesel bir gölge oluşturduğu için balıkçıl sürekli olarak bu dairenin içindeki balıkları avlar. Gölge yaparak sudaki balıkları görebileceğini balıkçılın kendisi akledemez. Bunu balıkçıl tesadüfen keşfetmiş ve diğer nesillere de bir şekilde aktarmış da olamaz. Sahip olduğu her şey gibi bu özellik de ona Allah tarafından verilmiştir.

Tonny Seddon, Animal Vision, s.7

 

105. Deniz Tarağının Gözleri

 

deniz tarağıTarak adı verilen deniz kabuğu şeklindeki hayvanın kabuğunun kenarları boyunca dizilmiş küçük parlak gözlerin her biri yalnızca 1 mm. büyüklüğe sahiptir. Tarak, son derece küçük olmasına rağmen bu gözlerle hem hareketleri hem de ışık ve karanlık arasındaki farkı kolaylıkla anlayabilmektedir.

N.J.Berril, The Life of the Ocean , s.8

106. Polen Yiyen Yarasalar

 

yarasaHer canlı yaşadığı ortamın koşullarına ve sahip olduğu bedensel özelliklere göre farklı beslenme şekillerine sahiptir. Çünkü Allah her canlının rızkını benzersiz bir şekilde yaratandır. Doğadaki sayısız canlıdan sadece bir tanesi olan yarasaların bir türü çiçeklerden aldığı nektar ile beslenir. Fakat yarasalar gece yaşayan canlılardır. Bu nedenle gündüz açan çiçekler yarasaların işine yaramaz. Oysa yarasalar için özel çiçekler yaratılmıştır. Yarasalar tarafından döllenen çiçeklerin en önemli özelliği gece açan çiçekler olmalarıdır. Beyaz, yeşilimsi ve mor renklere sahip olan bu gece çiçekleri öyle güçlü bir kokuya sahiptirler ki gece uçan kör yarasalar onları kolaylıkla bulabilirler. Bu çiçekler ayrıca çok bol miktarda nektar da üretirler. Bu, yarasaların çiçekleri bulmalarını daha da kolaylaştırır. Gece çiçekleri resimde görüldüğü gibi genelde ağacın gövdesinde büyüyen balkabağı çiçeği gibi veya yapraklarını sarkıtan çiçeklerdir. Bu özellikleri onları yarasaların kolayca ulaşabileceği çiçekler haline getirir.

Robert R. Halpern, Green Planet Rescue, s.26

 

107. Koşucu Deve Kuşları

 

deve kuşuDeve kuşu hayvanlar alemindeki en hızlı koşan iki bacaklı hayvandır ve 1 saatte yaklaşık olarak 70 kilometrelik bir hıza ulaşabilmektedir. Deve kuşunun her bir ayağında yalnızca iki parmak vardır ve bu parmakların biri diğerinden çok daha büyüktür. Bu da ona daha rahat hareket etme imkanı sağlar. Devekuşlarının başka bir özellikleri de ayaklarındaki parmaklardan yalnızca büyük olanının üzerinde koşmalarıdır.

Tonny Seddon, Animal Movement, s.38

 

108. Deniz Martılarının Uçuş Yetenekleri

 

deniz martısıDeniz martıları denizden havalanırlarken, yükselen hava kütlesinin içinde ileri-geri sürüklenirler. Yukarı doğru sürüklenme, tıpkı bir asansörün yük taşıması gibidir, martıların kanat çırpmasına hemen hemen hiç gerek kalmaz. Rüzgar bir eğime karşı estiği zaman, bu eğim bir uçurum olsa da, rüzgar yukarı doğru hareket eder ve eğer kuşun kanatları açıksa kuşu yukarı doğru kaldırabilir. Rüzgar çok hafif olsa da dik dalgalar veya kıyıya doğru ilerleyen dalgakıranlar sürekli olarak önlerindeki havayı itip kaldırırlar. Martılar da bu hava hareketinden faydalanırlar ve bu yolla tek bir kere bile kanat çırpmadan uzun mesafeler boyunca yolculuk ederler. Kuşlara doğdukları andan itibaren havanın bu özelliğinden faydalanmayı öğreten üstün aklın sahibi yaratmada hiçbir ortağı olmayan Allah’tır.

N.J.Berril, The Life of the Ocean , s.9-10

 

Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta) Allah’tan baflkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir topluluk için bunda ayetler vardır. (Nahl Suresi, 79)

 

109. Dayanıklı Morslar

 

morsAllah her canlıyı ihtiyacı olan özelliklerle donatmıştır. Örneğin morslar son derece sağlam dişlere sahiptirler. Bunun çok önemli bir nedeni vardır. Buz tabakalarını kenara çekmek veya buzda nefes almalarını sağlayacak delikler açmak için morslar dişlerini buz kıracağı gibi kullanırlar. Morsların başka bir özelliği de güneşlenirken renklerinin zaman geçtikçe pembe bir görünüm almasıdır. Bunun nedeni morsların güneşin ısısını daha fazla emebilmeleri için kanlarının yüzeydeki damarlarda yoğunlaşmasıdır. Sudan henüz çıkmış morslarda bu durumun tam tersi yaşanır, renkleri karadakilere oranla daha açık renktedir. Bunun nedeni ise morsların soğuk suda ısı kaybetmemeleri için kanlarının daha derine doğru akmasıdır. Tüm vücut yapıları ve metabolizmaları soğuğa dayanıklı olacak şekilde tasarlanmış olan morslar Allah’ın hikmetlerinden sadece bir tanesidir.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.86-89

 

110. Dalgıç Ördekler

 

ördekSu kuşları havayı vücutlarının içerisinde taşırlar. Bu, suyun üstünde kalmalarını sağlayan sebeplerden biridir. Bir ördeğin vücudunda küçük balonlara benzeyen hava kesecikleri vardır. Bu kesecikler havayla dolduklarında ördeğin suyun içinde kalabilmesine yardımcı olurlar. Ördek dalmak istediğinde hava keseciklerindeki havayı dışarıya pompalar. Vücudunun içinde daha az hava kaldığı için kolaylıkla suyun içine batar. Ayrıca su kuşlarının çoğu çok iyi birer yüzücüdürler. İyi yüzmelerinin bir nedeni de ayak parmaklarının arasındaki ağlardır. Bir ayaklarını geriye ittiklerinde bu ağlar onlara daha fazla itme kuvveti verebilmek için genişler. Su kuşlarında iyi yüzmek için gerekli olan bütün özelliklerin bir arada toplanmış olması elbette ki bir tesadüf sonucunda gerçekleşmemiştir. Bu özelliklerin tümü su kuşlarına, onları yaratan Allah tarafından verilmiştir.

Zoobooks, Ağustos 1998, s.14

 

111. Afrika Çöl Kemiricileri

 

Hayvanlar arasında değişik iletişim yolları vardır. Örneğin araştırmacılar yer mikrofonları ile Afrika çöl kemiricilerinin seslerini dinlemişlerdiler. Bunların arka ayakları ile yaptıkları ritmik vuruşların zengin sözlü bir “davul dili” olduğu ortaya çıkmıştır. Bu dil çok uzun bir süre anlaşılamamıştır. Örneğin evcil tavşanların ve ada tavşanlarının ayak vurması, şimdiye kadar sadece bir heyecan ifadesi sayılıyordu. Şimdi ise, kemirgenlerin art ayakları ile çıkardıkları bu davul gümbürtüsünün önemli mesajlar taşıdığı anlaşılmıştır. Afrika çöl kemiricileri kendi türündekilere düşmanı haber vermek ve aynı zamanda kendi bölgelerinin sınırlarını anlatmak için bu dili kullanırlar.

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:261, s.36-37

 

112. Nautiluslar

 

Nautilus ilginç bir denizaltı canlısıdır. Vücudunda 19 cm. çapında olan salyangoz kabuğu biçiminde spiral bir organ bulunur. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane dalış hücresi bulunur. Nautilus dalmak istediğinde vücudunda bulunan bu içi boş odacıkları su ile doldurur. Yüzeye çıkmak istediğinde ise, ürettiği özel bir gazı bu dalış hücrelerine pompalar ve suyun boşalmasını sağlar. Bu sayede avlanırken ya da düşmanlarından kaçarken yükselmek ya da dibe batmak istediğinde gerekli miktardaki suyu dışarı pompalayabilir. Denizaltılarda da Nautilus’taki gibi dalış odaları yapılmakta, içeri alınan suyun boşaltılmasında ise su motorlarından faydalanılmaktadır.

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:231, s.11

 

113. Böcek Gözleri

böcek gözleri
Soldaki resimde bir sineğin gözü, yanındaki
resimde ise bir yusufçuk görülmektedir.

Birçok böcek, bir nesneyi ancak hareket ediyorsa ya da kendisine çok yakınsa görebilir. Çok az böcek yusufçuklar ya da mantisler gibi hareketleri ve şekilleri görmede başarılıdır. Bu böceklerin gözlerinde, her biri bütün bir resmin küçük bir parçasını görmeye yarayan 30.000’den fazla tüp bulunur. Yusufçuklar vücutlarıyla kıyaslandığında çok büyük gözlere sahiptirler. Yusufçuğun gözünün vücuduna oranı insana uygulanacak olursa çok ilginç bir sonuç elde edilecektir. Bu ölçülere göre bir insanın, çapı yaklaşık 90 cm olan son derece büyük gözlere sahip olması gerekecektir.

Tony Seddon, Animal Vision, s.13

 

114. Arıların Kovanlarını Havalandırması

arı
Resimlerde kanatlarıyla kovanlarını havalandıran
arılar görülmektedir.

New York State Üniversitesi biyologları, arılar üzerinde çeşitli incelemeler yapmışlardır. Arıları İnceleme Grubu’ndan Edward Southwick ve Robin Moritz, arıların kovan içinde solunumu nasıl gerçekleştirdiklerini araştırdılar. Yapılan incelemeler sonucunda, arı kovanında sadece bir delik bulunmasına rağmen, arıların içerideki sıcaklık ve nemi kanatlarıyla kontrol ettikleri bulunmuştur. Ancak araştırmacıları asıl olarak düşündüren şey, arıların içerideki kirli havayı dışarıdaki temiz hava ile nasıl değiştirdikleriydi. Bu sorunun cevabını bulmak için araştırmacılar bir arı kovanında sadece tek bir delik kalması için kovanı tamamen sıvadılar. Kovandaki hava dolaşımını sağlamak için yüzlerce arının kovanın içinde, diğer arıların da kovan girişinin iç ve dış kısımlarında durarak hava dolaşımını sağladıklarını, kanatlarını çırpınca kirli havanın dışarıya çıktığını, kanat çırpmayı bırakınca da temiz havanın içeri girdiğini gözlediler. İnsanların ancak gözlemler sonucunda kovanın içinde ne gibi işlemler yaptıkları hakkında bilgi elde edebildikleri arılar, bu işleri milyonlarca yıldır büyük bir başarıyla yaparlar.

Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:259, s.37

 

115. Rakunların Becerikli Elleri

 

rakunBazı hayvanlar günlük ihtiyaçlarını karşılarken ellerini çok iyi kullanırlar. Örneğin bir rakunun elleri çok oynaktır ve çok iyi bir dokunma duyusuna sahiptir. Rakunlar hem suyun içindeyken, hem de dışarıda iken yiyecek bulmak istediklerinde ellerini kullanırlar. Sonbaharda bol yağ depolayan rakunlar kış uykusuna yatmamalarına rağmen kışın çoğunu inlerinde dinlenerek geçirirler. Bu sayede zorlu kışlar onları fazla etkilememiş olur.

Christopher O’Toole & John Stidworthy, Mammals, The Hunters, s.44-45

 

116. Vantuz Balıkları

vantuz balığı
Sağdaki resimde bir köpek balığının alt kısmına yapışarak hareket etmekte olan vantuz balıkları, soldaki resimde ise vantuz balığının cisimlere yapışmasını sağlayan vantuzları görülmektedir.

Vantuz balıklarının özelliği, okyanusta dolaşmak için vasıta kullanmalarıdır. Bunun için ya köpek balıklarından ya da gemilerden yararlanırlar. Balığın sırt yüzgeci oval bir vantuz gibidir. Üzerine yapıştığı canlı-cansız bütün cisimlerle birlikte hareket edebilir. Yapıştığı canlı ne yaparsa yapsın, ne kadar hızlı yüzerse yüzsün vantuz balığı yerinden kopmadan kalır.

Dr. Maurice Burton, Balıklar, s.40

Sonuç

Bu kitapta Allah’ın yaratma sanatının delillerinden olan hayvanlardan ve bitkilerden bazı örnekler verilmiştir. Evrendeki kusursuz düzenin, bitkilerdeki ve hayvanlardaki benzersiz sistemlerin, denizlerde var olan canlıların, gökte uçan kuşların kısacası her şeyin çok önemli bir varoluş nedeni vardır. Onlar bize kendilerini yaratan Allah’ı tanıtan birer delildirler, birer ayettirler. Allah tüm yarattıklarını düşünmemiz ve bunun sonucunda da Kendisi’ni tanımamız, O’nun yüceliğini ve üstün gücünü kavramamız için yaratmıştır. Oysa bazı insanlar daha farklı konuları önemli görerek bu hayati konular üzerinde düşünmezler. Allah ayetlerinde bu insanların Allah’ın varlığının delilleri üzerinde düşünmediklerinden, yaratılış mucizelerini görmezden geldiklerinden şöyle bahseder:

Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)

Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O’nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)

Kimi zaman bilinen kimi zaman ise tanınmayan hayvanlardan ve bitkilerden örnekler verilen bu kitabın yazılış amacı, apaçık ortada olan ayetlerin fark edilmesini sağlamak, Allah’ın varlığını, birliğini ve gücünü unutmuş olan kişilere bu kesin gerçeği bir kere daha hatırlatmaktır. Bunu hatırlayan kişi Allah’a içten bir şekilde yönelir ve hayatını O’nun istekleri doğrultusunda yönlendirir. Bu hatırlatmadan yüz çevirmekse o kişinin kendisi için büyük bir zarar olacaktır:

Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç bir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) ‘İçten Allah’a yönelen’ her kul için ‘hikmetle bakan bir iç göz’ ve bir zikirdir. (Kaf Suresi, 6-8)

Cahiliye Toplumunda İnsan Karakterleri

Cahiliye toplumunun genel yapısı

Cahiliye toplumunu kimler oluşturur?

Cahiliye kavramı, “cahil” kelimesinden türeyen ve Kuran’da bildirilen anlamıyla Allah’ı gereği gibi tanımayan, O’nun sonsuz gücünü ve sıfatlarını gereği gibi takdir edemeyen, İslam dininde var olan doğrulardan, insanlara sunduğu üstün ahlak ve karakter yapısından, manevi değerlerden habersiz olan toplumları tanımlar. Din ahlakının gerçek anlamda yaşanmadığı her topluluk “cahiliye toplumu” olarak nitelendirilebilir. Bu tarz topluluklar ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklı ve zıt yapılar sergileyebilirler. Bu gibi kişilerin giyim tarzları, alışkanlıkları, zevkleri ve konuşma üslupları kendilerine has olabilir. Ancak temel felsefeleri ve inançları ortaktır. Bu toplulukların her biri, Allah’ın dinini görmezlikten gelen ve herşeyi yaratanın Allah olduğunu anladıkları halde, O’nun belirlediği şekilde yaşamayan insanlardan oluşur. Bu insanlar Allah’ın dinini unutup yerine kendi batıl dinlerini oluşturmuşlardır. Bu batıl dinler temellerini Allah sevgisi yerine dünya sevgisi üzerine kurmuşlardır. Allah’ın rızasını kazanmak yerine insanların beğenilerini ve takdirlerini kazanmaya çabalarlar. Allah’a şükretmek ve yalnızca O’ndan yardım dilemek yerine, insanlara minnet duyup onlara bağımlı tavırlar geliştirirler. Yine tüm gücün tek sahibinin Allah olduğunu unutarak, yalnızca O’ndan korkmak yerine insanlardan ve onların koydukları kurallardan korkar olmuşlardır.

Ancak cahiliye toplumu denince akla sadece Kuran ahlakından tamamen habersiz insanlar gelmemelidir. Bu insanların bir kısmı hak dini çok yakından tanıdıkları halde yine de içerisine düştükleri bu cehaletten çıkamazlar. Bu kimseler Allah’ın emrettiği bazı ibadetleri uyguladıkları halde, Kuran ahlakını ve mümin karakterini yaşamaya yanaşmazlar. Bunun nedenleri ise bu kimselerin temelde kalplerini Allah’a bağlamamış olmaları ve bilinçaltlarında ahiretten kuşku içinde olmalarıdır. Dünyaya duydukları sevgi, Kuran dışı karakterler geliştirmelerine ve din ahlakını tanıdıkları halde cahiliye toplumunun cehaletinden kurtulamamalarına sebep olur.

Dünyanın dört bir yanında birbirinden tamamen bağımsız ve birbirlerine tamamen zıt bakış açıları içerisinde yaşayan bu topluluklarda, ortak bir yaşam ve bir inanç şekli gözlenmektedir. Bu nedenle cahiliye toplumunda yaşanan insan karakterlerine değinmeden önce, bu farklı karakterlerin altında yatan ortak felsefeyi ve ortak batıl inançları incelemekte fayda vardır.

Cahiliye toplumunun yaşama amaci ve idealleri

Cahiliye toplumunun geneline yön veren ortak bir amaç vardır; dünya hayatından, sınır tanımadan maksimum oranda fayda elde edebilmek… Dünyanın her neresine gidilirse gidilsin, bu ortak amaçtan sapılmadığı, zengin fakir, köylü şehirli, büyük küçük demeden cahiliye toplumunun her üyesinin bu ideal doğrultusunda hareket ettiği görülür. Çünkü cahiliyenin çarpık inancına göre hayat ölümle sınırlıdır. Oldukça kısa olan ve hızla gelip geçen bu hayatı dünya standartlarına göre en iyi şekilde değerlendirmek ise bu insanların inançlarına en uygun olan davranış şeklidir.

Oysa bu tamamen batıl bir inançtır. Çünkü dünya hayatı bir imtihan ortamı olarak yaratılmıştır. Allah dünya hayatını insanlara özellikle çekici gelecek şekilde yaratmış ve pek çok nimetle süslemiştir. İnsanların kimisi bu güzelliklerin Allah’tan olduğunu bilecek ve bu geçici nimetleri O’na şükrederek kullanacak, asıl amacı ise dünya hayatında Allah’ın hoşnutluğunu kazanacağı işler yaparak ahireti kazanmak olacaktır. Kimi insanlar da dünya hayatının bu sahte süslerine aldanacak ve tüm bunların Allah’tan olduğunu unutarak ahiret hayatını göz ardı edecektir.

İşte cahiliye toplumu, bu ikinci alternatifi seçip tüm ideallerini sadece dünya hayatı üzerine kuran kimselerden oluşur. Söz konusu kişilerin ileriye yönelik planlarının hiçbirine ahiret hayatı dahil değildir. Allah onların bu tercihlerinin sebebini ise bir ayette şöyle açıklamıştır:

Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah’ın da inkar eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl Suresi, 107)

Ayette de bildirildiği gibi, dünya hayatı bu insanları aldatır ve daha sevimli görünür. Allah’ın insanlara bir nimet ve bir deneme olarak yarattığı tüm imkanlar cahiliye insanlarını kandırır. Ve onlar da Allah’a karşı yükümlü oldukları sorumlulukları unutarak bu hayata dalıp giderler.

Cahiliye insanlarını bu şekilde tutkuyla oyalayarak gaflete sürükleyen konular ise belli başlıdır. İyi bir hayat yaşayabilmek, zengin olabilmek, itibar ve mevki edinip toplumda saygın bir yere gelmek, iyi bir evlilik yapıp övünebilecek çocuklara sahip olmak… İşte cahiliye insanının sonsuz ahiret hayatına tercih ettiği konular bunlara benzerdir.

Elbette tüm bunlar her insanın dünyada sahip olmak isteyeceği meşru nimetlerdir. Ancak cahiliye insanının burada içerisine düştüğü büyük bir yanılgı vardır. Bu gibi kişiler, tüm bunların gerçek sahibinin sadece Allah olduğunu, bu nimetleri Kendisi’ne şükrederek kullanmaları için verdiğini ve asıl hedeflenmesi gereken hayatın ahiret olduğunu unuturlar.

Cahiliye insanlarının bu gerçeklerden uzak yaşamaları ise, onlara basit ve sıradan bir dünya oluşturur. Dünya üzerindeki birçok insan bu belli başlı birkaç idealin peşindedir. Herkesten daha üstün olabilmek, daha fazla para kazanabilmek ve dünyadan daha fazla yararlanabilmek için çoğu zaman pek çok ahlaki ve insani özelliklerinden rahatlıkla taviz verebilirler. Bu da onlara sandıkları gibi iyi bir hayat değil, aksine zor bir hayat getirir. Ellerinde dünya hayatında değer gören ne kadar çok nimet olursa olsun, geliştirdikleri bu kötü karakter nedeniyle bu nimetlerden umdukları zevki alamaz ve bunları kendi lehlerinde kullanamazlar. İçerisine düştükleri çıkar savaşı bunu engeller. Nimetlerin sadece kendilerine ait olmasını isterler ve bu konuda delice bir hırsa kapılırlar. Bu da onlara ellerindekiyle yetinemeyen tatminsiz bir karakter getirir.

Bu hırs ve yarış içerisinde dünya hayatının nimetlerinden daha da fazla istifade edebilmek için koşuştururlarken, yavaş yavaş hastalıklarla ve yaşlılık alametleriyle karşılaşmaya başlar ve bir süre sonra ölüm gerçeği ile yüzleşirler. Bu aşamadan sonra ise dünyadakinin aksine, para, mevki ve itibar gibi kavramların hiçbir işe yaramayacağı ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için harcanan çabaların karşılık göreceği ahiret hayatı ile karşılaşırlar. Ayetlerde bu gerçek ile karşılaştıklarında, hayatları boyunca Allah’a yönelmeyi göz ardı edenlerin ebedi pişmanlıklarından şöyle bahsedilir:

O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Cahiliye toplumunun Allah inancı

Cahiliye toplumunu oluşturan insanların tümünün yaşam stili ve dünyaya bakış açıları bir değildir. Aralarında din ahlakını hiç bilmeyen insanlar olduğu gibi, din ahlakını tanıyan ve Allah’ın pek çok hükmünden haberdar olan insanlar da vardır. Hatta bunların büyük bir çoğunluğu da kendilerine sorulduğu zaman Allah’a inandıklarını söylerler:

De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de sakınmayacak mısınız?” De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor.” “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?” Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)

Ancak bu kimseler dilleriyle tasdik ettikleri bu gerçeği kalpleriyle reddederler. Bu nedenle de Allah’a gerçek anlamda iman edip O’nun beğendiği gibi bir hayat sürmezler. Allah’ın rızasını kazanacak işler yapmak yerine kendi isteklerini tatmin etmek için yaşarlar. Ağızlarıyla iman ettiklerini söylemeleri ise vicdanlarının açıkça bu gerçeği görmesi nedeniyledir. Dünya üzerinde baktıkları her yerde, yaptıkları her araştırmada, buldukları her yeni detayda kendilerine ait olmayan üstün bir akılla karşılaşırlar. Dünyadaki hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya çıkmış olamayacağını, en ince detayına kadar her varlığı üstün bir Yaratıcı olan Allah’ın yaratmış olduğunu anlarlar. Tüm olayların sadece Allah’ın kudreti ve hakimiyeti altında yürütüldüğünü açıkça görürler. Bu nedenle de vicdanen Allah’ın varlığını tasdik ederler. Ama buna rağmen din ahlakını yaşamaya yanaşmamalarının nedeni ise Kuran’da şöyle açıklanmıştır:

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)

Cahiliye toplumundaki insanların bir kısmı da Allah’ı açıkça inkar etmeye kalkışır. Onlar da içinde yaşadıkları evrendeki kusursuz düzenin rastlantılar sonucu ortaya çıkamayacağını bilir. Fakat bu kimseler vicdanlarını tamamen kapatmışlardır. Bu konuda kendileri için geliştirdikleri çözüm ise Allah’ın varlığının delillerini görmezlikten gelmeye ve düşünmemeye çalışmaktır. Onları her zaman doğruya yöneltmeye çalışan vicdanlarını susturabilmek için de birtakım mazeretler öne sürerler. Fakat bu mazeretlerinin hiçbir açıklaması yoktur. Bunlar sadece inkarlarına bir kılıf bulmaya yöneliktir.

Cahiliye toplumunun ölüm ve ahiret inancı

Cahiliye toplumunun büyük bir çoğunluğu ahiretin varlığından haberdar olduğu halde, düşünmeyerek bu gerçekten kendilerince kaçmaya çalışırlar. Bu kimseler dünya hayatının geçiciliğini de görmezden gelirler. Çünkü cahiliye inancının temeli dünyadaki yaşantı üzerine kuruludur. Kişilerin tüm idealleri, istekleri sadece dünyaya yöneliktir ve buna bağlı olarak tatmin buldukları şey de yine dünyaya yönelik menfaatlerdir. Dünyaya olan bu bağlılıkları nedeniyle, buradaki yaşamı sanki hiç son bulmayacakmış gibi değerlendirirler. Ayette “… Öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi…”(Enbiya Suresi, 44) ifadesiyle belirtildiği gibi, ölümün varlığına inanmak istemez ve dolayısıyla da ahireti hiç akıllarına getirmezler. Çünkü ahireti düşünmek, dünyaya büyük bir hırsla bağlanmalarına izin vermeyecektir.

Oysa, “Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır’. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebut Suresi, 64) ayeti ile Allah, dünya hayatının “tutkulu bir oyalanmadan” ibaret olduğunu ve asıl hayatın ahiret olduğunu bildirmektedir. Nitekim dünya hayatının bir oyalanma olduğunu cahiliye toplumu insanları da bilirler.

Ancak buna rağmen akılcı bir kıyas yaparak samimi düşünmeye de yanaşmazlar. Ahirete iman etmekle kayıp içerisine girmeyeceklerini aksine kazançlı çıkacaklarını anlamak istemezler. Çünkü ahirete iman ettiklerinde, dünyadaki nimetlerden mahrum kalmayacaklardır. Aksine tüm bunlardan en güzel şekilde istifade edebilecekleri gibi, Allah’ın hoşnutluğunu ve sonsuz cenneti kazanmayı da umabileceklerdir. Ve cennette, bıkma, usanma ya da monotonluk gibi kavramların yaratılmadığı, sonsuz güzellikteki, sonsuz çeşitlilikteki nimetler içerisinde, sonsuz bir hayat yaşayacaklardır. Yani ahireti isteyen kimseler hem dünyayı hem de ahireti kazanmış olacaklardır. Ama sadece dünyaya razı olanlar, ahireti kesin olarak kaybedeceklerdir:

… O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)

Böyle bir kıyas yapıldığında ise hangisinin kayıp hangisinin kazanç olduğu son derece açık olarak görülecektir. Ama cahiliye toplumu insanları gereği gibi düşünmedikleri için bu gerçekleri kavramakta zorlanırlar. Çünkü onların yüzeysel bakış açılarına göre dünya halihazırda ellerinin altındadır, ahirete ise kesin bir inanışla inanmadıkları için tereddüt ederler. Allah Kuran’da cahiliyenin bu tereddütüne şöyle cevap verildiğini bildirmektedir:

Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir… (Şura Suresi, 36)

… Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)

Ancak cahiliye insanları sırf dünyaya olan bağlılıklarından vazgeçmemek için ayetlerde açıklanan bu gerçeği düşünmek istemezler. Aksine kendilerini kandırabilmek ve vicdanlarını rahatlatabilmek için çarpık mantıklar öne sürerler. Tarih boyunca her peygamber gönderildiği topluluğa ahiret hayatının, cennetin ve cehennemin varlığını bildirerek henüz vakitleri varken onları uyarmıştır. Ancak bu insanların çoğu, elçilerin uyarılarına kulak vermemiş ve ayetlerde bildirildiği üzere, “çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?” (Yasin Suresi, 79), “…biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?…” (Secde Suresi, 10) ya da “… öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz mi diriltilecek mişiz? Andolsun, bu tehdit bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir.” (Müminun Suresi, 82-83) şeklinde tepkiler vererek ahiretin varlığını reddetmişlerdir. Allah onların bu inkarlarına şöyle cevap vermiştir:

De ki: “Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (Yasin Suresi, 79)

Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir. Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin Suresi, 81-82)

Görüldüğü gibi, cahiliye insanları inansalar da inanmasalar da cennet ve cehennemin varlığı inkar edilemez bir gerçektir. İnanmamakla kendi kendilerini ciddi anlamda aldatırlar. Bu açık gerçekle karşılaştıklarında ise, artık herşeyin farkındadırlar:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Bu gerçek değil miymiş?” Onlar: “Rabbimize andolsun, evet (öyledir)” derler. (Allah da:) “Öyleyse inkar ettiklerinizden dolayı azabı tadın” dedi.(Ahkaf Suresi, 34)

 

Cahiliye toplumunda insan karakterleri

Cahiliye toplumu bireylerinin Kuran ahlakından uzak bir hayat sürmeleri, onları hayatlarının her safhasında büyük yanılgılara ve zorluklara sürükler. Bu yanılgılardan en şiddetlisini ise kuşku yok ki kendi üzerlerinde yaşarlar. Çarpık mantık örgüleri ve Kuran’a uymayan değerlendirmeleri nedeniyle bu toplumda gelişen karakterlerin hiçbiri huzura ve mutluluğa ulaşamaz.

Cahiliye insanlarının daha çocukluk yıllarından itibaren kendilerine model olarak seçtikleri birileri mutlaka vardır. Büyüdüklerinde hep onlar gibi olmayı hedefler, onların tavırlarını ve yaşam tarzlarını taklit etmeyi akıllarına koyarlar. Bu, kimi zaman anneleri babaları, ablaları ya da ağabeyleri, kimi zaman da yakın çevrelerinden tanıdıkları bir ahbapları, komşuları ya da televizyon kanalından görüp beğendikleri biri olabilir. Özenilen bu kimlik, kişinin yaşadığı ortama, hayat şartlarına, semte ve kültür düzeyine göre farklılıklar gösterir. Kimi en mükemmel yaşam biçiminin asi ve sorumsuz bir yapı ile elde edileceğine inanırken, kimisi de yine çevresinden aldığı telkinlerle en geçerli kişilik yapısının ancak kibirli ve soğuk bir yapı gösterilerek elde edilebileceğine inanır.

Ama özendikleri bu modele ulaştıklarında olayın hiç de dıştan göründüğü gibi olmadığını anlarlar. Bundan sonra da tüm yaşamlarını gerçek anlamda ruhlarını tatmin eden bir hayatı aramakla geçirirler. Ama bu arayışın sonu gelmez. Yaşları ilerleyip, hayat şartları ve çevreleri değiştikçe, özendikleri kimlikler de değişir. Moda olan her stilden, ortaya atılan her yeni akımdan etkilenir ve aradıkları huzuru bir ihtimal bu karakterlerde bulabileceklerini umarak bunları da bir bir denerler. Cahiliye insanlarının yaşadığı bu kimlik arayışı ölümlerine dek sürer. Ama bir türlü rahat ettikleri ve yaratılışlarına uygun olan karakteri ve yaşam tarzını bulamazlar. Çünkü denedikleri her sistem, yine ancak cahiliye inancının bir ürünüdür.

Kimileri de belli bir yaştan sonra, belirli bir karakteri muhafaza ederler. Ama bu, onların aradıkları modeli bulup mutlu bir hayat yaşamalarından kaynaklanmaz. Aksine sorunun cahiliye sistemi içerisinde çözümsüz olduğunu anlayıp, durumlarını kabul etmelerinden kaynaklanır.

İşte ilerleyen sayfalarda cahiliye toplumlarında hakim olan bu karakterler genel anlamda sınıflandırılarak tanıtılmaya çalışılacak ve bu kimselerin nasıl zor bir hayat yaşadıkları ortaya konulacaktır. Bu önemli gerçek vurgulanırken, bir yandan da açmazda olan cahiliye karakterleri ile mümin karakteri arasındaki büyük fark görülecektir. Böylece cahiliye sistemini yaşayan insanların her ne yolu denerlerse denesinler büyük bir “kayıp” içerisinde oldukları ve bu kayıptan kurtulmalarının tek çözümünün mümin ahlakını yaşamak olduğu bir kez daha hatırlatılacaktır.

Ancak bundan önce önemli bir noktayı hatırlatmakta fayda vardır: Burada ortaya konulan insan karakterleri cahiliye toplumlarının genel ortalamasını temsil etmektedir. Elbette ki toplumda çeşitli sebeplerden dolayı bu genellemelere uygunluk göstermeyen istisna kişiler de vardır. Böyle kişiler belirli şartlar altında olup da, o şartların gerektirdiği karakter yapısının hiçbir özelliğini taşımayabilirler. Bu nedenle cahiliye insanlarının tümünün bu anlatılan karakterleri benimsediğini söyleyemeyiz. Burada asıl dikkat çekilmek istenen de bireyler değil, toplumun geneline hakim olan ve cahiliye sisteminin çarpıklığını ifade eden karakter yapılarıdır.

 

Diğer cahiliye karakterlerinden örnekler

ZENGİN KARAKTERİ

Cahiliye toplumunda insanların karakterlerine yön veren önemli bir etken de yetiştikleri ya da yaşadıkları çevredir. Her çevrenin herkes tarafından bilinen özel bir yapısı vardır ve kişiler bulundukları bu çevrelerin karakterini alır ve hayatlarının sonuna kadar da bu etkiyi üzerlerinde taşırlar. Bu, şehirlere göre olduğu kadar, bir şehir içerisindeki semtlere göre bile farklılık gösterebilen bir yapıdır.

Nitekim cahiliye sohbetlerinde yeni tanışılan bir insana isminin hemen ardından nerede doğup büyüdüğü ya da hangi semtte oturduğu gibi sorular sorulur. İşte bunun altında yatan asıl amaç karşı tarafın yetiştiriliş şartları ve karakteri hakkında genel bir fikir edinebilmektir. Çünkü cahiliye insanları da çevre faktörünün karakterlerine ne derece etki edebildiğinin farkındadırlar.

Çevrenin etkisiyle gelişen bu karakterlerden biri, “zengin karakteri”dir. Bu karakter yapısını özellikle küçük yaşlardan itibaren zengin çevrelerde yetişip büyüyen kimselerde görmek mümkündür. Çocukluklarından beri toplumun pek çok üyesine göre çok daha iyi şartlar altında yaşamış olan bu kimseler genellikle hayatlarında hiç zorluk ve sıkıntı tatmamışlardır. İstedikleri birşeyi hiçbir çaba harcamadan anında elde etmiş ve her zaman için hazır olarak bulmuşlardır. Acıktıklarında yemekleri önlerine gelmiş, bıraktıkları dağınıklıklar toplanmış, istedikleri eşyalar anında temin edilmiş, arabaları satın alınmış, paraları cüzdanlarına konmuştur. Bunların hiçbirini kazanmak için en ufak bir çaba harcamalarına gerek kalmamıştır. Oysa olayların arka planında tüm bunların önlerine gelmesini sağlayan pek çok insanın maddi manevi emekleri vardır. Birileri çalışmış para kazanmış, ihtiyaçlarını düşünüp tesbit etmiş, bunları temin edip hazırlamış ve en güzel şekilde sunmuşlardır. Ancak cahiliye ahlakını yaşayan insanların büyük kısmı bunu düşünmez, dolayısıyla da takdir edemez.

Bu umursuz yapının getirdiği temel özellikleri ise “halden anlamamaları”dır. Bu kimselerin büyük çoğunluğu kendileri zorluk ve sıkıntı yaşamadıkları için, zor şartlar altında yaşayan insanların içerisinde bulundukları durumu değerlendiremezler. Söz gelimi kendileri maddi yönden geniş imkanlara sahip oldukları halde sırf düşüncesizliklerinden, kısıtlı imkanlara sahip olan bir dostlarının imkanlarını kullanıp onu zor durumda bırakabilirler. Ve çoğu zaman neden oldukları bu sıkıntının farkına dahi varmazlar.

Cahiliye ahlakına sahip olan bu kimselerin bir kısmının dikkat çekici özelliklerinden bir diğeri de vefakar olmamalarıdır. Karşılarındaki insanların güzel özelliklerini ve üstün yönlerini takdir edemedikleri için onlara vefa göstermek için de bir sebep bulamazlar. Böyle insanlar genellikle samimi bir dostluğu hiçbir zaman elde edemezler. Ellerindeki maddi güce çok fazla güvendikleri için bir insanın dostluğunu kaybetseler bile ellerindeki imkanlarla başka birilerini bulabileceklerini düşünürler. Karşılarındaki kişinin insani yönlerini, Kuran’a göre güzel ahlaklı olmasını değil, ondan ne kadar dünyevi menfaat sağlayabileceklerini düşünürler. Bu durumda dostluktaki ölçüleri de sevgi ve güzel ahlaka dayalı olmadığı için asla gerçek bir dostluk kuramazlar. Ya paralarından istifade etmek için yanlarına yaklaşan insanlarla ya da kendileri gibi zengin olup gerçek dostluğu bilmeyen, halden anlamayan insanlarla beraber olabilirler.

Elbette tüm bu olumsuz özellikleri sebebiyle kolay kolay mutlu da olamazlar. Büyük kısmı istediği herşeyi fazlasıyla elde etmeye alıştığı için maddi değerler karşısında kayıtsız ve monotonlaşmış bir tavır gösterir. Manevi güzelliklerden ise, incelikleri gereği gibi fark edemedikleri için çoğunlukla zevk alamazlar. Bu tavırları, diğer insanlarla kıyaslandığında daha da dikkat çekici bir hal alır. İncelikleri kavrayamayan bir insan kendisine sunulan güzelliği hem sıradan bir olay olarak değerlendirir, hem de kısa sürede unutup gider. Dolayısıyla da ortaya hiçbir şeyden kolay kolay tatmin olmayan bir karakter çıkar.

Bu kimseler insanların güzel yönlerini görememeleri nedeniyle onlara derin bir sevgi ve saygı da beslemezler. Hatta karşı tarafın sevmek için onlarda güzel özellikler görmek isteyebileceğini akıllarına bile getirmezler. Bu nedenle de mutlu olamaz, sevgiye, saygıya ve sadakate dayalı dostluklar kuramazlar.

Tüm bu anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, ortaya insani özelliklerden oldukça uzak bir karakter çıkar. Ancak şu da önemlidir ki, bu kimseler yaşadıkları çevreden koptuklarında ya da maddi imkanlarını kaybettiklerinde bile artık alıştıkları bu ahlakı yaşamaya devam ederler. Dolayısıyla da zengin karakteri sadece kelime anlamıyla zengin olan insanları içermez. Bu kimselerin sadece bu çevrede ve bu şartlarda yetişmiş olmaları bile kimi zaman bu karakteri yaşamaları için yeterli olur.

Oysa zenginlik ya da zengin bir çevrede yetişmiş olmak güzel bir ahlaka sahip olmamak için bir sebep değildir. Aksine zenginlik Allah’ın insanlara verdiği güzel bir nimettir. Önemli olan bu nimeti Allah’a şükrederek ve O’nu takdir ederek kullanmasını bilmektir. Bu konunun örneklerini peygamberlerde görmek mümkündür. Hz. Süleyman’ın Allah’ı zikretmek, O’nun nimetlerini anmak ve şükretmek için Allah’tan mal istediği Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim…” (Sad Suresi, 32)

Ayrıca Allah’ın verdiği nimeti takdir edebilecek ahlaktaki bir insan, aynı şekilde çevresindeki insanlarda gördüğü güzellikleri de kavrayabilecek bir düşünce ufkuna sahip demektir. Dolayısıyla böyle bir insan dünyanın en zengin insanı da olsa, herşeyi önüne hazır gelse, ya da hayatı boyunca hiçbir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmamış da olsa yine de halden anlayan, ince düşünceli, vicdanlı bir karaktere sahip olur. Sıkıntı çekenin, fakir olanın ruh halini, ihtiyaçlarını bilir. Sevgiyi, saygıyı, sadakati en derin şekliyle yaşayabilir. Dostluğu, arkadaşlığı herkesten daha iyi bilir. Çünkü bu kimse mümindir ve her ne kadar refah içerisinde olursa olsun vicdanını ve aklını bir kenara bırakmaz. Hep daha iyisini daha güzelini bulmak ve Allah’ın rızasını daha da fazla kazanmak için sürekli bir arayış içerisinde olur. Bu nedenle rahatlık onu ahlak tembelliğine itmez. Çünkü müminler Yüce Allah’a yakınlaşmak ve O’nun sevgisini kazanabilmek için yarışırlar.

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)

“SONRADAN GÖRME” KARAKTERİ

Cahiliye toplumunda “sonradan görme” olarak tanımlanan kimseler, genellikle orta halli bir hayat sürdükten sonra ya kendilerine kalan bir miras ya da benzeri bir imkan neticesinde aniden zenginleşen kimselerdir. Bu kişiler arasında dinden uzak yaşayanlar, yıllar sonra ellerine geçen bu nimeti Allah’a şükrederek değil de, insanlar arasında bir üstünlük elde etmeye çalışarak değerlendirirler. Konuşmalarında sürekli olarak ne kadar zengin olduklarından, nasıl hesapsız para harcadıklarından, neler aldıklarından, nerelerde tatil yaptıklarından bahsederler. Bir kıyafet alacaklarsa bunun mutlaka markası üzerinde yazanını tercih ederler. Gittikleri her yerin tabelası altında resim çektirir ve bunu evlerinin baş köşesinde sergilerler. Zevk alsınlar ya da almasınlar zengin insanların yaptığı herşeye özenir ve onların hayat tarzını taklit ederler. Söz gelimi yabancı dil biliyor ya da yurt dışından yeni gelmiş imajı vermek için konuşmalarının arasında doğru düzgün anlamını dahi bilmedikleri yabancı kelimeler kullanırlar. Pek çoğunda da yerli yerince kullanamadıkları için özentilikleri açıkça ortaya çıkar. Kaliteli görünmek isterken küçük düşmüş olurlar. Ya da sırf son moda kıyafetler giyiniyor imajını verebilmek için kendilerine hiç yakışmayan giysiler giyerler.

Kendilerine dışarıdan bakmayı bilmezler. Ya da bir başka deyişle bir başkasının gözüyle kendilerini değerlendiremezler. Neyin kendilerini komik duruma düşüreceğini, neyin yakışıp neyin doğal duracağını göremezler. Tüm güçleriyle zengin çevrede yaşayan insanların her yaptığını taklit etmeye devam ederler.

Onlara sonradan sahip oldukları tüm imkanları yaratanın Yüce Allah olduğu çok açık bir gerçektir. O ana kadar kendilerine daha çok mal ve mülk vermesi için belki defalarca Allah’a dua etmişlerdir. Ama bu duaları kabul olduğunda da hemen eski durumlarını ve Allah’a yakardıklarını unutmuşlardır. Kuran’da kendilerine nimet verildiğinde kötü ahlak gösteren insanlardan şöyle söz edilmiştir:

İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir. (Fussilet Suresi, 51)

Zengin insanlara kendilerini beğendirebilmek için çok çeşitli yöntemler denerler, ama bu antipatiden başka bir şey oluşturmaz. Aslında bir anlamda da tuzağa düşmüş olurlar. Allah, Kendisi’ni razı etmek için yaşamak yerine insanlara kendilerini beğendirmeye çalışan bu insanlara umduklarının tam tersiyle karşılık verir. Bu durumda hem Allah’ın sevgisini hem de insanların beğenisini kaybetmiş olurlar.

“ENTEL” KARAKTERİ

Toplumda “entel” olarak bilinen bu kültür, cahiliye toplumunun önemli bir kesimini etkisi altına almış din dışı karakterlerden biridir. Cahiliye ahlakını taşıyan bu karakterin özelliklerine geçmeden önce şunu belirtmekte yarar vardır: Burada üzerinde durulan entel karakteri, her toplumda olması gereken ve saygı duyulan aydın kişileri kapsamamaktadır. Bir insan için aydın olmak, hür düşünceli olmak, içinde yaşadığı toplumun refahı ve düzeni için fikir geliştirmek son derece önemli ve değerli özelliklerdir. Burada anlatılan entel karakteri ise, temel felsefesini, inançsızlığın yaşam şekli ve düşünce yapısından alan ve bunu tüm hayata hakim kılmayı hedefleyen, aslında hiçbir entelektüel birikimi olmamasına rağmen kendini birikim sahibi gibi göstermeye çalışan bir karakterdir.  Ancak pek çok insan, özellikle de gençler, temelinde yatan bu fikirden habersiz olarak, yalnızca toplumda bir şahsiyet kazanacaklarını düşündükleri için bu karaktere özenirler.

Bu kültürü genellikle üniversite çevrelerinde görmek mümkündür. Toplumda özellikle güzel sanatlarla ilgilenen insanların bu kültürü yaşaması gerektiğine dair yanlış bir inanç hakimdir. Bu nedenle de lise yıllarında bambaşka bir karakter içerisinde olan bir kimse güzel sanatlar ya da benzeri bir üniversite dalında okumaya başladığında bir anda tüm kimliğini değiştirir. Giyim tarzından saç modeline, zevk ve alışkanlıklarına kadar tüm stiline “entel” havası vermeye çalışır. Çünkü cahiliye toplumu ona bir sanatçının ancak böyle bir stil içerisinde olursa başarılı olacağı telkinini verir.

Bu kimseler bundan sonraki hayatlarında artık bu imajın gerektirdiği herşeyi yapmaya hazırdırlar. Günlerini “entel kahveleri” adı verilen, sigara dumanının hakim olduğu, loş ve izbe yerlerde ya da barlarda “entel sohbetleri” yaparak geçirmeye başlarlar. Kendilerinin toplumun aydın ve ilerici kesimini temsil ettiklerini öne sürer ve insanlığı kurtarmak için formüller üretirler. Ancak çoğunlukla bunlar hikmetsiz, sonu gelmeyen ve sonuç çıkmayan karmaşık tartışmalardan ibarettir. Uç şeyler düşünmek, uç mantıklar öne sürmek ve buna uygun bir hayat yaşamak bu kimseler için büyük önem taşır. Bu şekilde diğer insanlardan farklı olabileceklerini düşünürler. Yaptıkları resimlerde, heykellerde, yazdıkları kitaplarda ve şarkılarında bu ruhu dile getirmeye özen gösterirler. Oysaki bakıldığında eserlerinin pek çoğunun “entellik” adı altında aslında ruhsuzluğu temsil ettiği görülür. Gerçek ve derin güzellikler sunan bir sanat anlayışları olmaz; genellikle karanlık, karamsar ve karmaşık bir ruh halinin hakim olduğu bir sanat anlayışına sahiptirler.

Seyrettikleri filmler, okudukları kitaplar hep bu entel havasını yansıtabilmeye yöneliktir. Yoksa bunların çoğundan kendileri de zevk almazlar. Kimi zaman da “entelliğin” bir kuralı olarak, okumuş havası vermek için hiç okumadıkları halde bir kitabı ellerinde dolaştırır ve içinden ezberledikleri birkaç kalıp cümleyi sağda solda söyleyerek “prestij” elde etmeye çalışırlar.

Felsefecilerin de kulaktan dolma birkaç sözünü ezberler ve buluştukları kahvelerde sık sık bunları dile getirirler. Sorulduğunda ise tüm felsefe akımlarını incelediklerini ve hatta bu konuda uzmanlaştıklarını söylerler. Oysaki çoğunun ciddi anlamda hiçbir bilgisi yoktur.

Orijinal olma saplantıları ahlak konusunda da uç fikirler geliştirmelerine neden olur. Aile ve evlilik kavramlarının gereksizliğini, sınır tanımadan özgür yaşamanın modernlik ve medeniyet alameti olduğunu savunurlar.

Karanlık bir ruh halleri vardır. Karakterlerine ve tüm hayatlarına bir ruhsuzluk hakimdir. İç karartıcı yerlerden, loş ve karanlık ortamlardan, karmaşadan ve kuralsızlıktan hoşlanırlar. Yaşadıkları ortamlar tüm detaylarıyla bu ruh hallerini yansıtır bir görünümdedir. Her yere içecek kutularının dağıldığı, kıyafetlerin, kitapların üst üste atıldığı dağınık ortamlarda, üstleri başları temizlikten uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürürler.

Ancak genel hatlarıyla yaşadıkları bu hayattan aslında hiçbir zevk de alamazlar. Çünkü Allah dinsizliği insanın sıkıntı duyacağı ve mutsuz olacağı bir sistem olarak yaratmıştır. Hiç kimsenin hiçbir kural tanımadığı, dolayısıyla da herkesin birbirinin haklarına saldırabildiği, düzen ve sınırın olmadığı, dinin getirdiği insani ve ahlaki vasıfların yaşanmadığı bir ortamın zararı en başta kendilerine dokunacaktır. Bu nedenle hedefledikleri bu hayatın küçük bir bölümünü yaşamaları bile bu zararlarla karşılaşmaları için yeterlidir.

İnsanlara asıl şan ve şeref kazandıracak olan şey ise Allah’ın insanlar için indirdiği hak dindir. İnsan ancak bu sistemde rahat edebilir ve hayattan ancak Kuran ahlakını yaşadığı takdirde gerçek bir zevk alabilir.

 

Tüm cahiliye karakterler hakkında

Kitabın başından bu yana cahiliye toplumunda hakim olan pek çok insan karakterini tüm ahlak özellikleri, kişilik yapıları, hayata bakış açıları ve alışkanlıklarıyla inceledik. Unutmamak gerekir ki, bunlar arasında olumlu ve dengeli özelliklere sahip, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayan bir model yoktur. Çünkü tüm bu karakterler din dışı bir sistemden türemiştir. Allah insanları ancak din ahlakını yaşadıklarında ve iman ettiklerinde mutlu olacakları şekilde yaratmıştır. Kuran’da belirtilen bu ahlak modeli dışında binlerce yaşam şekli, binlerce karakter yapısı daha türetilse hepsi yine aynı sonucu verecek, sıkıntı, karmaşa ve huzursuzluk getirecektir. Allah din ahlakından uzak insanların bu durumunu Kuran’da verdiği bir örnekle şöyle açıklamıştır:

İşte bunlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bulmamışlardır.

Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler.

Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, ‘gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle’; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.

Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. (Bakara Suresi 16-21)

Allah’ın verdiği bu örnek cahiliye karakterlerinin neden kayıptan kurtulmadıklarını çok güzel açıklamaktadır. Bu kimseler “hidayet” yani “iman etme” imkanı varken, “sapıklığı” dolayısıyla “imansızlığı” tercih etmişlerdir. Belirli dünyevi hesaplar üzerine yaptıkları bu seçim onlara bir fayda sağlamamış, mutluluğu, huzuru ve aradıkları hiçbir şeyi bulamamışlardır.

Aksine bu seçimleri onları gerçeklere ve doğrulara karşı sağırlaştırmış, dilsizleştirmiş ve körleştirmiştir. Bu nedenle de kayıp içerisinde oldukları halde bu sistemlerinden geri dönmezler.

Allah onların durumunu bir şimşek örneğiyle tarif etmiştir; şimşek her çaktığında etraf bir an için aydınlanır, böylece biraz yol alır fakat hemen ardından yine karanlığa gömülüp oldukları yerde kalakalırlar. İşte cahiliye insanları bu çok kısa, bir anlık yol almalarına aldanır ve bununla idare edebileceklerini sanır. Halbuki kurtuluş ancak ayette de bildirildiği gibi Allah’a dönmek, O’na kulluk etmek ve O’nun istediği şekilde yaşamakla mümkündür.

NEDEN MUTLU OLAMIYORLAR?

Görüldüğü gibi yaşları, meslekleri, sosyal konumları her ne olursa olsun cahiliye toplumlarında yaşanan karakterlerin hiçbiri mutluluk getirmemektedir. Bunun başlıca sebeplerini ise şöyle açıklamak mümkündür:

ÇÖZÜMÜ KURAN’DA ARAMADIKLARI İÇİN

Cahiliye insanlarının yaptığı en büyük yanlış budur; çözümü Kuran’da aramamaları… Bu kimselerin büyük çoğunluğu içerisinde bulundukları durumun açmaz bir hal aldığını açıkça görürler. Yaşadıkları hayat tarzının, benimsedikleri karakter yapısının umdukları sonucu vermediğini, kendilerini tatmin etmediğini ve hatta sıkıntıya soktuğunu hayatlarının her anında hissederler. Ancak buna çözüm olarak cahiliyenin sunduğu diğer alternatifleri deneme yoluna giderler ki bu da onlara birşey kazandırmaz. Çünkü cahiliye sistemlerinin temelde birbirinden hiç farkı yoktur. İnsanlar, mekanlar ve şartlar değişir belki, ama yaşanan kaygılar, hedefler hep sabit kalır. “Entel” karakteriyle yaşayanın da, sosyete kültürünü benimseyenin de asıl hedefi hep dünya hayatı üzerinedir.

Oysa dünya hayatı hırsla bağlanmaya değmeyecek kadar kısadır. Burada dünyevi anlamda kazanılan hiçbir şey baki kalmaz. Ölümle birlikte insanlardan mutlaka uzaklaşır. Bu nedenle dünya adına atılan her adım sıkıntılıdır.

Bir insan ancak Allah’a yöneldiği zaman huzura kavuşur, insanlar ancak Allah ile dost olup O’nun beğendiği hayatı yaşadıklarında bu sıkıntılardan kurtulabilirler.

Allah bir ayette bu önemli sırrı şöyle bildirmiştir:

Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)

Allah ile dost olan bir insan ise yol gösterici olarak Rabbimizin indirdiği hak kitaba kusursuzca uyar. Artık onun karakterini ve yaşam tarzını belirleyecek tek ölçü Kuran’dır. Ve Kuran’ın Allah’ın izniyle insanları karanlıklardan nura çıkarıcı özelliği vardır:

Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim Suresi, 1)

Bu nedenle Kuran’ın kazandırdığı karakterde sıkıntı, huzursuzluk, kaygı ve karmaşa yoktur. Mutlaka güzel bir hayat, mutlaka dengeli bir ruh ve mutlaka güzel tavırlar vardır. Allah bu karakteri yaşayan müminlere yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğini vaat etmiştir:

Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından artıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 38)

ALLAH’IN DEĞİL DE İNSANLARIN HOŞNUTLUĞUNU HEDEFLEDİKLERİ İÇİN

Cahiliye insanlarının mutlu olamamalarının ve her ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü çıkış yolu bulamamalarının bir sebebi de Allah için yaşamak yerine insanlar için yaşamalarıdır. Bu şu demektir; bir insan tüm doğrularını ve yanlışlarını insanların ne diyeceğine göre belirliyorsa, onların tavırlarına göre üzülüp, onların beğenmelerine göre seviniyorsa, onların gözünde değer kazanmaya çalışıyor ve onların yanında küçük düşmemeye göre kendini ayarlıyorsa, bu kimse insanlar için yaşıyor demektir.

İnsanlar için yaşamak ise büyük bir zorluktur. Çünkü her insanın beğenisi farklı ölçüler üzerine kurulmuştur. Bir insanın çevresinde yüzlerce insan olduğu düşünülecek olursa, bunların her birini memnun etmek için ayrı çaba harcanması gerektiği açıkça görülebilecektir. Biri yanında hareketli bir karakter görmek isterken, bir diğeri pasif ve ağır bir insan arayacaktır. Birinin memnun olduğu tavır bir diğerininkini tutmayacaktır. Bu uyumsuzluklar ve ölçülerdeki farklılıkların sayısı binleri bulur. Bu durumda “insanlar için yaşayan” kimselerin “binlerce farklı talebi birden aynı anda” karşılaması gerekmektedir. Ancak bundan sonra, istediği tüm insanlar kendisinden hoşnut olacak ve ancak bundan sonra ona değer verebileceklerdir.

Allah onların bu sıkıntılarına Kuran’da şöyle bir örnek vermiştir:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)

Bu noktada insana yardımcı olabilecek tek bir yol vardır; Yüce Allah’ın sonsuz aklına ve bilgisine teslim olmak. Allah insanı ve tüm diğer varlıkları yaratandır. İnsanın nasıl yaşadığında, neler yaptığında mutlu olabileceğini de yine ancak Allah bilir. Ve Allah insanlar için kurtuluş yolunu Kuran’da bildirmiştir: Yalnızca Allah’tan korkup, yalnızca O’nun hoşnutluğunu aramak.

Allah dedi ki: “İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.” (Nahl Suresi, 51)

Bunun aksi bir tavır sadece insanı mutsuz etmekle kalmaz aynı zamanda da kişinin Allah’a karşı büyük bir suç işlemesine neden olur. İnsanın Allah’ın dışında varlıkların hoşnutluğunu araması Kuran’da “şirk koşmak” olarak ifade edilir. Şirk koşan bir insan Allah’tan başka bir varlığı kendisine ilah edinmiş ve tüm hayatını da onun için yaşıyor demektir. Bu insanların ahirette görecekleri karşılık ise hüsrandır. Bu nedenle Allah insanları cehennemle ve telafi edemeyecekleri bir pişmanlıkla karşılaşmadan evvel bu konuyu bildirerek uyarmıştır: 

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” “Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer Suresi, 65-66)

Gerçekten, Allah, Kendisi’ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)

Bir başka unutulmaması gereken konu da şudur: İnsanın dünyada iken uğruna tüm hayatını feda ettiği ve Allah’ı bırakarak onların hoşnutluklarını kazanmayı esas aldığı tüm insanlar ahiret günü onu yalnız bırakacaklardır. Çünkü her insan yaptıklarından tek başına sorguya çekilecek ve kimsenin çabası bir başkasını kurtarmaya yetmeyecektir. Kuran’da bu önemli bilgi şöyle bildirilmiştir:

Ve onların hepsi, kıyamet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)

Yalnız kalmış olmanın korku ve telaşını tadan insanlar o gün, dünyada iken en yakınım dedikleri insanları, çocuklarını, eşlerini, dostlarını sırf cehennem azabından kurtulabilmek için fidye olarak teklif edeceklerdir. Ancak bu talepleri kabul görmeyecektir. Ayetlerde bu durum şöyle haber verilir:

(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini. Ve onu barındıran aşiretini de; Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir… (Mearic Suresi, 10-15)

Kuran’da verilen tüm bu bilgilerin ışığında insanların hoşnutluğu üzerine kurulan bir hayatın sadece dünyada mutsuzluk getirmekle kalmayacağı, aynı zamanda ahirette de insanı kayba uğratacağı görülmektedir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise çok açıktır; Allah’a teslim olup sadece O’nun hoşnutluğunu arayarak yaşamak.

DÜNYANIN BİR İMTİHAN YERİ OLDUĞUNU UNUTTUKLARI İÇİN

Cahiliye karakteri taşıyan insanların mutlu olamamalarının bir sebebi de neredeyse hepsinin dünyada bulunuş amaçlarını unutmuş olmasıdır. İnsan denenmek için yaratılmıştır. Allah’ı ve O’nun aklını, gücünü, sanatını ve tüm diğer üstün sıfatlarını takdir edebilecek mi, yoksa bunları ve yaratılış amacını unutup dünya hayatına kapılacak mı diye denenmektedir. Allah hayatın bu gerçeğini şöyle bildirmektedir:

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)

Allah bu doğrultuda insana sınırlı bir ömür süresi vermiştir. Aklı ermeye başladığı andan itibaren artık düşündüğü, yaptığı ve amaçladığı herşeyden sorumludur. İçinde kendisine her an doğru olanı bildiren vicdanına ait bir ses vardır. Her insan vicdanının kendisine söylediği sözlere uyup uymadığından ahirette sorguya çekilecektir. Çünkü vicdan doğruyu söylediği halde ona uymayan insan nefsinin isteklerine uymuş olur. Nefis ise insana daima kötü olanı emreder. İşte insan, içinde sürekli olarak bir imtihana tabi tutulur; ya nefsinden yana ya da vicdanından yana hareket edecektir.

Bu imtihan, hayatının her anında devam eder. Okulda, işte, evde, sokakta, yalnızken ya da kalabalıkta, hasta iken de sağlıklı iken de, dünyanın bir diğer ucuna gitse orada da yine denenmeye devam edilecektir. İstisna oluşturabilecek tek bir an dahi yoktur. Söylediği her söz, yaptığı her tavır ve düşündüğü herşey ahirette karşısına çıkarılacaktır. İyilikten ya da kötülükten yana yaptığı herşey mutlaka karşılık görecek, hiçbir şey karşılıksız kalmayacak ve sonuç olarak herkes hak ettiği yere sevk edilecektir.

İnsanın dünyada olup biten her olayın bir deneme olarak yaratıldığını unutması, tevekkülsüz bir tavır göstermesine neden olur. Cahiliye toplumunda sık sık duyulan “neden böyle oldu, keşke böyle olmasaydı” “işler yolunda gitmiyor”, “mahvolduk”, “bütün işler ters gidiyor”, “şöyle yapmasaydım böyle olmazdı” ve bunlara benzer pek çok şikayetçi ifadenin altında yatan çarpık ahlak anlayışı işte yine bu tevekkülsüzlüktür.

Tevekkülsüzlüğün kesin sonucu ise sıkıntı ve mutsuzluktur. Hikmetini düşünmedikleri için aleyhlerinde gibi görünen en ufak bir durumla karşılaştıklarında hemen şikayet etmeye başlarlar. Bunun sonucunda da sürekli olarak huzursuz, mutsuz ve sıkıntılı bir hayat yaşarlar. Oysa insanın üzerine düşen, Allah’ın kendisi için yarattığı her andan razı olmasıdır. Ters gidiyor gibi görünen olaylar meydana gelse de, güzel ahlakta ve Allah’a sadakatte kararlı davranmasıdır. En önemlisi yaratılış amacının zaten tüm bunlarla denenmek olduğunu unutmamalıdır. Kuran’da emredilen güzel ahlakı yaşayan kimseler, bu tür olaylarda gösterecekleri sabrın ahirette kendilerine bir güzellik olarak döneceğini bilmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarlar.

 

Cahiliye toplumunda kadın karakterleri

Cahiliye toplumunda adı konulmayan ama sessizce tüm insanları yönlendiren bir güç vardır. Bu gibi toplumlarda yaşayan insanların birçoğu doğduğu andan itibaren kendisini bu yönlendiriciye teslim eder ve tüm hayatını onun belirlediği şartlar doğrultusunda düzenler. Bu güç cahiliye insanına öylesine hakimdir ki, çoğu zaman insanlar kendi istekleri ve beklentilerine ters düştüğü halde, yine de onun kurallarının dışına çıkmaz ve her ne olursa olsun, ona karşı sadakat gösterirler.

Peki cahiliye insanlarını bu denli sıkı bağlarla kendisine bağlayan ve kayıtsız şartsız yönlendirebilen bu güç nedir?

Bu, başta da belirtildiği gibi, adı konulmamış, ama cahiliye insanlarının kendi aralarında “gelenek” şeklinde ifade ettikleri batıl kurallar bütünüdür. Bu kuralları kimin belirlediği, bunların doğru ya da geçerli olup olmadığı ise meçhuldür. Kimse kolay kolay bu kuralları sorgulamaya ya da değiştirmeye cesaret edemez. Böyle bir işe kalkışana da iyi bir gözle bakılmaz ve çoğu zaman da kuralları çiğnediği, düzeni bozduğu düşünülen kişilere karşı tavır alınır.

Şiddetle benimsedikleri ve sımsıkı bir bağ ile bağlandıkları bu kuralların yanlış olabileceği kendilerine anlatılmak istendiğinde ise tüm bunların kendilerine önceki nesillerden miras kaldığı, dolayısıyla da vazgeçilmez olduğu cevabını verirler. Neyi neden yaptıklarının sorgulamasını yapmak onlara göre gereksiz bir girişimdir, çünkü onlar öncekilerden öyle görmüşlerdir. Cahiliye toplumunun bu çarpık bakış açısını ifade eden ayetlerden biri şöyledir:

Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Cahiliye toplumunda her insanın yaşaması gereken karakter ve yaşam tarzı bu batıl ve kalıpçı gelenekler doğrultusunda önceden belirlenmiştir. Sözgelimi çocuk, daha olgun bir karaktere sahip olsa da, çocuk gibi davranmalıdır. Kendisinden beklenen tavırlar, konuşmalar, günlük yaşayış şekli bellidir. Bunların aksine bir davranış ise yadırganır.

“Kadın karakteri” de aynı şekilde kadınlar için toplum tarafından seçilip beğenilen özelliklerden oluşur. Cahiliye toplumu kadınları bu kimliği kabul etmiş ve bu ana karakter içerisinde alt karakterler geliştirmenin ötesine gidememişlerdir. Oysaki cahiliyenin belirlediği kadın karakteri baştan sona çarpıklıklarla doludur.

Bu çarpıklıklardan en önemlisi kuşku yok ki, kadının beden olarak erkekten güçsüz olması nedeniyle, karakter olarak da zayıf olması gerektiği şeklindeki inançlarıdır. Kız çocuklarını, daha çok küçük yaşlardan itibaren bu telkinle yetiştirirler. Cahiliye toplumunun kendilerine uygun gördüğü karakteri sorgusuz sualsiz kabul eden kadınlar da bu telkinin etkisiyle zayıf bir kişiliğe bürünürler. Kendilerini, asla bir erkek gibi güçlü ve dayanıklı olamayacaklarına inandırmışlardır. Kadınların büyük çoğunluğu hiçbir zaman için sığınılan, koruyan, kollayan konumunda olmayı düşünmemişler, çocukluklarından itibaren her zaman kollanan, korunan ve bakılan bir kişilik göstermişlerdir. Bu zayıf karakterin getirdiği duygusallık, ağlama, küsme gibi Kuran ahlakından uzak tavırları uygulamayı makul karşılamışlardır. Bu karakter cahiliye toplumunda son derece doğal karşılanan bir yapı haline gelmiştir. Bazı kadınlar kendilerine uygun görülen bu modeli, bu kişiliğin kötü yönlerini ve kendi yaşamlarına getirdiği kayıpları hiç hesaba katmadan ve dolayısıyla kendilerini geliştirme gereği duymadan benimsemişlerdir.

Cahiliye toplumunun bu karmaşık sisteminin yanında Kuran’da tarif edilen yol ise en sade, en kolay ve en mükemmel olanıdır. Mümin olan bir kimse için kadın ya da erkek karakteri gibi bir ayrım söz konusu değildir. Bu nedenle kadın, kadın kimliğinden önce Müslüman kimliğini taşır. Karakterini cinsiyetine göre değil, Kuran’da Allah’ın bildirdiği ahlaka göre belirler. Kuran’da tek bir mümin karakteri tarif edilir. Kadın ya da erkek her insan Allah’ın emrettiği bu ahlak ve kişiliği yaşamakla yükümlüdür. Bu bilinç ile yaşayan mümin bir kadın da güçlü, dengeli ve üstün bir karaktere sahip olur.

Mümin kadının bu karakteri ile, cahiliye geleneklerinin etkisinde gelişen “kadın karakterleri” kıyaslandığında, Kuran’da tarif edilen ahlakla şekillenen bu üstün kişiliğin farkı açıkça ortaya çıkar.

Cahiliyede Ev Kadını Karakteri

Cahiliye toplumunun atalarından miras aldığı ve titizlikle uyguladığı karakterlerin başında “ev kadını karakteri” gelir. Bu karakter toplumun neredeyse hemen hepsi tarafından çok iyi bilinmekte ve hangi kültüre dahil olursa olsun dünyanın dört bir yanındaki kadınların büyük çoğunluğu tarafından uygulanmaktadır.

Bu karakter neredeyse her kız çocuğunun, çocukluk yıllarından itibaren özendiği ve bir gün mutlaka yaşamak istediği bir modeldir. Bu konuda onlara örnek teşkil eden en yakın insan da anneleridir. Annelerini ve çevrelerindeki diğer kadınları gözlemlemeleri sonucunda, yetişkin bir kadının nasıl bir kişilik sergileyeceği, hayatını hangi idealler üzerine kuracağı ya da günlerini nasıl geçireceği konusunda çocukların akıllarında yavaş yavaş bir model şekillenmeye başlar. İyi bir evlilik yapabilmek, güzel bir ev sahibi olup, sağlıklı çocuklar dünyaya getirmek, bir yandan akraba ve arkadaş ziyaretleri, kadın kadına yapılan çay toplantıları bir yandan çocukların yetiştirilmesi, alışveriş, ev temizliği, ve benzeri işler bu modelin temel karakter yapısını oluşturur. Elbette bir insanın iyi bir evlilik yapması, iyi bir aile hayatına sahip olması bir güzellik ve nimettir, müminler de bu nimete sahip olmak isterler. Ancak burada yanlış olan Allah’ın bildirdiği ahlakı ve tavrı benimsemeden, büyük bir dünyevi hırsla bunlara sahip olma tutkusudur.

Dünyaya dair henüz pek birşey bilmeyen çocuklar tüm bu uğraşıların bir kadın için olabilecek en ideal hayatı oluşturduğunu sanırlar. Ve herhangi bir sorgulamaya tabi tutmadan ileride mutlaka bu hayatı yaşama konusunda kararlarını verirler. Nitekim bu kararlarını uygularlar da.

Bir insanın eviyle ilgilenmesi elbette ki kötü ya da kınanacak bir davranış değildir. Ancak insanın tüm dünyasının sadece dört duvarla sınırlı olması ve ideallerinin, zevklerinin, alışkanlıklarının, sorunlarının ve ufkunun da yine aynı dört duvar arasına sıkışmış olması ve yaşamının Kuran’da bildirilen gerçek amacını unutması yanlıştır. Nitekim bu kimseler yaşadıkları mekan ile birlikte düşüncelerini de sınırlar ve küçük bir dünyada yaşamaya başlarlar. Küçük hedefleri, küçük amaçları, küçük beklentileri, küçük hesapları olur. Kuran’da tarif edilen, Allah’a karşı kulluk görevini en iyi biçimde yerine getiren, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracağı umulan tavır ve davranışların en çoğunu yapmayı hedefleyen, sürekli Allah’a yönelip dönen, devamlı ahiret yurdunu anan müminlerden tamamen uzak bir karaktere sahip olurlar.

Cahiliye toplumundaki ev kadını modelinde, en önemli konular; kendileri, aileleri, çocukları ve geleceğe yönelik planlarıdır. Orta halli bir ailede bu planlar kira ödemekten kurtulup ev sahibi olmak, elektrik, su faturasını ya da çocuklarının okul masraflarını karşılayabilmek, hatta belki bir gün bir araba sahibi olmak ya da evin eşyalarını yenilemek olabilir. Ancak daha iyi şartlarda yaşayan bir ev kadınının idealleri de en az bunlar kadar sınırlıdır. Bu kimselerin planları da yine aynı şekilde evleri, aileleri ya da çocukları üzerine kurulmuştur. Arkadaşları arasında evinin güzelliğiyle, çocuklarının hangi kolejlerde okuduklarıyla ya da eşlerinin kendilerine aldığı arabayla sükse yapabilmek, bu kimselerin hayatlarına anlam katan en önemli konulardır. Tekrar belirtmek gerekir ki, burada sayılanların tümü  elbette ki gerekli işlerdir, ancak cahiliye kadınlarının hatası, sıralanan bu birkaç küçük zevk dışında yüksek bir ideal edinmemiş olmalarıdır. Yoksa yaşadıkları bu hayatı yüksek bir ruh ve büyük idealler üzerine kurmuş olsalar, hatta aynı şartlarda dahi bulunsalar bu karakterde sıkışıp kalmazlar. Bunun en güzel örneklerini mümin kadınlarda görmek mümkündür.

Allah’a iman eden bir insanın kadın olsun, erkek olsun ufku geniş, idealleri büyüktür. Mümin karakterini taşıyan bir kadın sadece evinin, ailesinin ya da akrabalarının değil, tüm dünyanın sorumluluğunu üstlenmiştir. Gerektiğinde o da dört duvar arasında oturabilir, ev işi yapıp arkadaş toplantıları düzenleyebilir, ama düşüncelerini, hedeflerini ya da yükümlülüklerini asla bu mekan ile sınırlamaz. Küçük hedeflerin peşinden koşan küçük bir insan olmayı kesinlikle kendisine yakıştırmaz ve kabullenmez. Oturduğu yerden tüm dünyanın sorunlarına çözümler arar, fikirler geliştirir, kilitlenen noktaların açılmasını sağlar ve en önemlisi de tüm bunlardan kalıcı sonuçlar elde eder.

Toplumun kendisi için belirlediği modelde takılıp kalan ve bundan öteye gitmeyi hedeflemeyen cahiliyedeki ev kadını hayatını kendisi için çizilen sınırlar içerisinde geçirir. Bunun en önemli sebeplerinden biri dünyanın yaşanacak tek yer olduğunu zannetmesi, ahiretin ve Allah’a hesap vereceği günün yaklaşmakta olduğunu göz ardı etmesidir. Elbette ölümden sonrasını düşünmeyen bir insanın tüm yaşamı da bu kısa dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etme çabası içinde geçer. Ve böyle bir insan çevresindeki kişilerin belirlediği kuralların dışına çıkmadan yaşamaya çalışır. Allah’ın rızasını değil, çevresindeki yüzlerce insanın rızasını arar. İşte bunun sonucu da, cahiliyenin ilkel yaşam tarzıdır. Bu yaşam tarzının temel prensipleri ise belli başlı şeylerden oluşur.

Neden ev kadını olmaya özeniyorlar?

Ev kadını denince herkesin gözünde belli bir insan tipi canlanır. Sabahları erkenden kalkıp, kocasını ve çocuğunu uğurlayan, evi toplayıp temizleyen, çamaşır yıkayan, ardından akşam yapacağı yemeği düşünen ve gününün çoğunu da mutfakta yemek yaparak geçiren bir kadın. İşte klasik olarak herkesin ev kadını denince aklına gelen özellikler bunlardır. Bir kadının tüm bunları yapmasında hiçbir mahsur yoktur, doğal olarak pek çok mümin kadın da hayatının belli vakitlerinde bu işleri yapmaktadır. Ancak aynı işleri yapan mümin bir kadınla, cahiliye ahlakı içinde olan bir kadını ayıran şey, bu faaliyetleri yaparkenki ahlakları, düşünceleri ve niyetleridir. Mümin kadın kocası ve çocukları için yemek yaparken de, evini temizlerken de sadece Allah’ın rızasını umarak ve Allah’ın rahmetini dileyerek bunları yapar. Ve hiçbir zaman fikri, düşüncesi, olayları değerlendiriş şekli sadece bu işlerle sınırlı bir dünyadan ibaret değildir.

Bir çok insan için bir ev kadınından beklenen işler, hem yorucu hem de sıkıcı faaliyetlerdir. Ancak buna rağmen cahiliye toplumlarında yaşayan ve çalışan kadınların çok büyük bir bölümü bir gün aynı şartlarda olabilmenin hayallerini kurarlar. Peki insana ahirette fayda sağlamayacak bu hayat şeklini bazı kişilere bu denli cazip kılan şey nedir? Sadece gelenek olduğu için mi buna özenilir? Yoksa hayatlarına bir renk katmak için mi?

Bu seçeneklerin hepsi doğru olabilir. Ancak bu hayatın cazip görülmesinin sebepleri bu kadarla da sınırlı değildir. Bu sebepler kişilere, şartlara göre değişkenlik göstermekle birlikte genellikle çoğu kişi için ortak birkaç başlık altında toplanır.

Bunlardan en önemlilerinden biri, genç kızların birçoğunun evlilikle birlikte kişisel özgürlüklerini elde edeceklerine olan inançlarıdır. Senelerce ailelerinin gözetiminde ve onların koymuş olduğu kurallar altında yaşayan gençler bu durumun değişmesinin en kısa ve en kolay yolunun evlilik olduğunu düşünürler. Bu nedenle de çoğu zaman uygun buldukları ilk insanla evlenirler. Yoksa cahiliye kadınları bir yandan özenmekle birlikte diğer yandan da evliliğin getireceği zor şartların farkındadırlar. Ama sadece kendilerinin söz sahibi olup, kendi kurallarıyla diledikleri gibi yaşayacakları bir hayatın özlemi bu zorluklara aldırmamalarına neden olur. Ancak evlilikle birlikte kadınların üzerine daha önce belki de hiç ilgilenmedikleri konularda hem maddi hem de manevi açıdan pek çok sorumluluk yüklenir. Ayrıca her zaman kendi kurallarıyla yaşamaları ya da özgür hareket etmeleri gibi bir durum da söz konusu olmaz. Çünkü cahiliye sisteminde genellikle eve hakim olan taraf erkektir ve kadının tüm hayatını kendi kuralları ve kendi inançları doğrultusunda yönlendirir. Dolayısıyla değişen pek bir şey olmaz. Ailelerinin yerini artık eşleri almıştır.

Bazı kişilerin ev kadınlığına özenmelerinin altında yatan bir başka önemli sebep de evliliğin sağlayacağı düşünülen maddi imkanlardır. Özellikle de maddi durumu iyi olmayan bazı ailelerin kızları için evlilik, hayatlarının akışını değiştirebilmek için en önemli fırsat olarak değerlendirilir. Öyle ki, çoğu zaman genç kızlar aileleri tarafından “mantık evliliği” yapmaları konusunda uyarılır ve teşvik edilirler. Bu durumda genç kızın evlilikte ölçü alması gereken tek kriter para ve zenginlik olur. Ahlakından, tavrından ya da kişiliğinden hoşlandıkları bir insanla evlenmektense, kendilerine iyi bir gelecek sağlayabilecek ya da en azından ailelerinin içerisinde bulunduğu şartlardan daha iyi bir hayat sunabilecek birini tercih edeceklerdir. Buna karşılık onlar da gerekirse hayatlarının sonuna kadar erken kalkıp yemek yapmak, çamaşır yıkamak, ev temizlemek gibi işleri yapmayı göze alabileceklerdir.

Görüldüğü gibi, cahiliye kadınlarının çoğunun, zorluklarına rağmen “ev kadını” modelini seçmelerinin altında yatan asıl sebepler bu tür menfaatlerdir. Bu yanlış zihniyette olan kadınlar, hem ailelerinin baskısından kurtulacak, hem yaşam standartlarını artırarak kendilerine iyi bir gelecek sağlayabilecek, hem de bu şartlardan ailelerini ve akrabalarını da yararlandırabileceklerdir. Ancak ilk günlerde ağır basan bu menfaatler nedeniyle cazip görünen ev kadınlığı, Allah rızası gözetilmeden ve karşıdaki kişinin ahlakı önemsenmeden seçilen bir beraberlik olması nedeniyle, bir süre sonra yerini, monoton, sıkıntılı bir hayata ve pişmanlığa bırakır.

Cahiliyedeki ev kadını kişiliği

Yetiştiriliş tarzlarına, yaşadıkları çevreye, ahlak özelliklerine ve sahip oldukları imkanlara göre değişiklik göstermekle birlikte, yine de cahiliyedeki ev kadınlarının kişilik yapılarını genel bir çatı altında toplamak mümkündür.

Cahiliye kadınları toplumun kendilerine empoze ettiği karakterin etkisi altındadırlar. Çocukluklarından itibaren belki de binlerce ev kadını görmüş ve onların tüm tavırlarını ve tepkilerini ister istemez bilinçaltlarında muhafaza etmişlerdir. Kendileri aynı şartlarla karşı karşıya kaldıklarında ise, bu birikimlerini farkında olmadan hayata geçirir ve bir anlamda da kişiliklerine yön vermesine izin verirler. Bu nedenle de cahiliyedeki ev kadını karakterlerinin büyük çoğunluğu ortak bir yapı gösterir. Hepsi de önceki gözlemlerini ve tecrübelerini hayatlarına geçirirler. Hatta üniversitede okuyan, canlı, geniş bir arkadaş çevresi olan ve klasik genç kız karakteri taşıyan bir kişi bile evlendiği günden itibaren bambaşka bir yapıya bürünür. Öyle ki kısa bir süre önce son derece aktif, dışa dönük bir kişiyken birdenbire “evinin kadını” havasına girerek, eski arkadaşları tarafından tanınmayacak bir kişiliğe bürünebilir.

Onlara bu kişiliği kazandıran asıl etken ise cahiliyenin evlilik sistemindeki bozukluklardır. Bu, ev kadınlarının kişiliğini incelerken göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir konudur. İlerleyen sayfalarda detaylandıracağımız bu kişiliğin şekillenmesinde, yaşanılan evliliğin bir “cahiliye evliliği” ve karşı tarafın da yine cahiliye toplumunun bir mensubu olmasının büyük etkisi vardır.

Tüm bunların etkisiyle, ortaya cahiliye sisteminin tüm çarpıklıklarını üzerinde barındıran bir kişilik çıkar. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, cahiliye toplumu bu çarpıklıkları yadırgamaz ve bunları olumsuz karakter özellikleri olarak değerlendirmez. Aksine bunların bir çoğunun makbul tavırlar olduğunu düşünürler. Çünkü bu kişilere bu karakterleri zaten içinde bulundukları toplum belirlemiştir ve kendi uygun gördükleri modeli beğenmeleri ve bunda hiçbir çarpıklık görmemeleri de çok doğaldır.

Duygusal olmaları

Cahiliye kadınlarının normal karşıladıkları özelliklerden biri de Kuran ahlakına taban tabana zıt olan duygusallıktır. Duygusallığın kadını tamamlayan ve hatta ona önemli ölçüde renk katan bir yapı olduğuna inanırlar. Cahiliye toplumunun kadından beklediği karakter de zaten bunu gerektirir. Onlara göre kadın her zaman için sığınan, kollanan ve güçsüz olan konumda olmalıdır. Bu nedenle bir kısım ev kadınları bu telkinlerin de etkisiyle zorlukla her karşılaştıklarında duygusal bir havaya girmekten hiç çekinmezler. Bunu bir zayıflık olarak görmez, aksine bu şekilde kendilerine şefkat duyulacağını ve ilgi gösterileceğini düşünerek kendilerini duygusallığa daha da kaptırırlar. Zaten bu yapıları çevreden de teşvik görür. Cahiliye sisteminde duygusallaşan bir insana sempati duyuluyormuş gibi davranılır ve böylece bu tavrı uygulayan kişi istediği sonuca ulaşmış olur.

Bunun yanında bazı cahiliye kadınlarında görülen daha şiddetli bir duygusallık türü vardır ki, kişinin tüm karakterine hakim olmuştur. Yaşanılan huzursuz ortamdan ve bunun yanında Allah’a ve kadere teslim olunmamasından kaynaklanan bu duygusallık şekli söz konusu kadınların tüm hayatına yansır. Öyle ki, duygusal bakış açıları nedeniyle asla sağlıklı düşünemez, akılcı kararlar alamaz ve mantıklı hareket edemezler. Olayların hep olumsuz yönlerini görür, hep ezildiklerini düşünür, hatta bu konuda kafalarında duygusal senaryolar kurarak bu sağlıksız ruh haline daha geniş çaplı bir zemin hazırlarlar. Evliliğe yönelik hayallerinin bekledikleri gibi gerçekleşmemiş olması, ilk günlerdeki heyecanlarını, sevgilerini ve saygılarını kaybettiklerini görmüş olmanın verdiği hayal kırıklığı onları bu ruh haline yöneltir. Bunun bir dışa vurumu olarak da sürekli gözleri dolan, hüzünlenen, mutsuz bir karakter geliştirirler. Söz gelimi özenle hazırladıkları yemekler hakkında tek bir iltifat gelmemesi, yeni alınan bir kıyafetin fark edilmemesi ya da isteklerinin yerine getirilmemesi hemen duygusallaşmalarına neden olur. Yanlışlıkla söylenen bir söz, bir espri hatta çoğu zaman tek bir kelime bile akıllarına takılması ve duygusallaşmaları için yeterlidir. Gün boyu bu olayı unutamaz ve zihinlerinde sürekli olarak bu konuya dair çıkarımlar yaparlar. Oysaki genellikle ortada hiçbir şey yoktur ve hatta belki de karşı taraf kullandığı bu kelimenin farkında bile değildir. Ama duygusallığı kişiliğinin bir parçası olarak benimsemiş olan cahiliye kadınlarının muhakemesi, bunu göremeyecek derecede zayıftır.

Bunun bir sonucu olarak cahiliye kadınlarının hayatlarına hakim olan bir diğer özellik de ağlamak olur. Evde gerçekleşen her türlü olay onlar için bir hüzün ve ağlama vesilesidir. Ailevi geçimsizlikler, çocukların büyütülmesinde karşılaşılan zorluklar, duygusal diziler ve bunlar gibi pek çok sebep, bu ahlakın yaşanması için onlara uygun bir zemin oluşturur. Özellikle de çocukları büyümeye başladıkça, eşleri tarafından ikinci plana atıldıkları izlenimine kapılır ve çocuklarına her öncelik tanınışında bir yandan sevinir, bir yandan da kendileri adına üzülerek duygusallaşırlar. Hatta bu yapıdaki insanlar duygusal olma konusunda o kadar ısrarlıdırlar ki, bulundukları ortamda sıkıntı verici bir şey olmasa bile ağlayacak, üzülecek bir konu bulabilirler. Örneğin televizyonda seyrettikleri bir dizide rol gereği ölen bir insanın ardından dakikalarca gözyaşı dökebilir veya 10 sene önce arkadaşlarıyla dinledikleri bir müziği duyduklarında aniden duygulanıp ağlamaya başlayabilirler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Yaşadıkları bu ahlak cahiliye kadınlarının çok kısa süre içerisinde hem ruhen hem de bedenen çökmelerine neden olur. Elbette bu, Kuran ahlakı yerine cahiliye hayatını seçmeleri nedeniyle yaşadıkları sıkıntının neticelerinden biridir. Allah Kuran’da insanların ancak Kendisi’ni andıkları, O’na teslim oldukları, ahirete hazırlık yaptıkları sürece dünyada güzel bir hayat yaşayabileceklerini ve kalben huzur bulabileceklerini haber vermiştir. Ancak burada tarif ettiğimiz karakterdeki insanlar kendilerini yaratan sonsuz güç sahibi Allah’ı unutmuş ve bundan dolayı da büyük bir sıkıntı içine düşmüşlerdir.

Alıngan olmaları

Cahiliyedeki ev kadını karakterinin belirgin özelliklerinden biri de alınganlıktır. Bu kişiler bilinç altlarında pek çok korkuyla yaşarlar. İkinci plana atılma, terk edilme, aldatılma gibi korkular bunların başlıcalarıdır. Cahiliye sisteminin çürük bir temele dayalı olduğunu bildiklerinden her an bir vefasızlık ile karşılaşabileceklerini düşünürler. İşte bu nedenle de karşılaştıkları her olayı, duydukları her sözü bu psikolojiyle değerlendirirler.

Söz gelimi evlilik yıldönümü, doğum günü vs. gibi önemli bir günün, eşleri ya da çocukları tarafından unutulmuş olması cahiliye kadınlarının alınganlıkları ve kaprisli tavırları için çok uygun bir zemin oluşturur. Basit bir unutma vakası dahi olsa, bu olayın altından anlam çıkarmaya çalışır ve artık sevilmediklerini, önemsenmediklerini ya da ikinci plana atıldıklarını düşünerek alınganlık hissine kapılırlar. Bu ruh halleri çoğu zaman büyük tartışmalara ve gergin ortamlara neden olur.

Mümin bir kadının karakterinde ise, böyle bir ahlak bozukluğu yoktur. O herşeyden önce Allah’ın emri dolayısıyla ne insanlar ne de olaylar hakkında bir zanda bulunmaz. Ortada tam anlaşılmayan bir söz ya da bir tavır varsa bunu mutlaka netleştirir, karşı tarafın amacını ve niyetini öğrenir ve bu doğrultuda açık bir tavır koyar. Ama hiçbir zaman için ne olduğunu tam anlayamadığı bir konu ya da bir söz hakkında tahminlerde bulunarak bunlara dayalı alıngan bir davranış göstermez. Alınganlık yapmanın Kuran ahlakına uygun olmadığını bilir. Bunun yanında mümin bir kadının evliliği ya da dostlukları da yine müminlerle olacağından zaten böyle şeylere sebep verebilecek karmaşık bir durum da oluşmaz. Çünkü mümin karakteri, sözlerin açık ve doğru konuşulmasını gerektirir. Allah imalı bir sözden ya da cahiliye ahlakında yer alan “laf dokundurma” gibi kötü bir ahlaktan müminleri men etmiştir. Görüldüğü gibi, mümin kadın Kuran’a uyması dolayısıyla böyle bir ahlak bozukluğunun etki etmediği son derece huzurlu ve güvenli bir yaşam sürer.

Herşeyden şikayetçi olmaları

Cahiliye kadınları, yaşadıkları sistemin ve Kuran ahlakından uzak olan karakterlerinin doğurduğu huzursuzluğu konuşmalarıyla da sık sık dile getirirler. Cahiliye erkekleri tarafından da gündeme getirilen bu yapı, başta kadınların kendilerine olmak üzere çevrelerindeki herkese büyük bir sıkıntı verir. Bu tavrı herşeyden önce ev kadınlığının bir gereği olarak benimsemişlerdir. Onlara göre gün boyu yemek yapıp, ev temizleyip ve belki de tüm gençliğini, enerjisini bu uğurda feda eden bir kadın için “söylenmekten” daha olağan bir şey yoktur. Hatta kendilerince bu, onların en doğal hakkıdır ve çevreleri tarafından da anlayışla karşılanmalıdır. Onlara göre, yaşadıkları evliliğin monotonluğunu, hayatın sıkıntılarını, yorgunluklarını en çok tadan kendileridir. Yine kendi düşüncelerine göre, evli oldukları kimseler bu hayatın daha çok maddi yükümlülüklerini üstlenmişlerdir. Dolayısıyla da kendileri söylenmeye, şikayet etmeye ve yakınmaya daha çok hak sahibi olmalıdır. Bu nedenle kimi erkekler de, kendileri rahatsız olmakla birlikte eşlerinin ancak bu şekilde deşarj olabileceklerini ve sıkıntılarından ancak bu şekilde uzaklaşabileceklerini düşündükleri için bu karakteri bir dereceye kadar kabullenirler. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bu insanlar böyle bir yaşamı kendileri bilerek ve isteyerek seçmişlerdir. Ama yine de kendi talepleriyle seçtikleri bu yaşantının her anında şikayet etmekten vazgeçmezler.

Ev kadınlarında çok sık rastlanan ve artık doğal bir hak olarak görülen bu şikayet alışkanlığı günlük hayatın her anında kendini belli eder. Küçük büyük herşeyden şikayet etmek öyle bir alışkanlık haline gelir ki, artık evde tek başına olduklarında bile kendi kendilerine söylenirler. Bir yandan ters ve sert hareketlerle evi toplar, bir yandan da dağınıklıklar kime aitse ona hoşnutsuzluk dolu sözler yağdırırlar. Hatta o anda karşılarına ilk çıkan kişiye konuyla hiçbir ilgisi olmadığı halde yakınmaya başlarlar.

Bu söylenme alışkanlıkları, tartışmacı bir karakteri de beraberinde getirir. Küçücük bir konuyu bile hemen tırmandırır ve büyük kavgalar çıkmasına neden olurlar. Zıtlaşmaya ve iddialaşmaya çok açıktırlar. Her sözü tersten alır ve ters cevaplar verirler. Bu kimseler ruhlarında yaşadıkları bu hoşnutsuzluk, hırçınlık ve gerilim nedeniyle pek çok rahatsızlığa yakalanırlar. Baş ağrısı, mide ağrısı, uyku bozuklukları ve kısa sürede ortaya çıkan yaşlanma alametleri bunların en yaygın olanlarıdır. Tüm bunlar yaşadıkları sistemin çarpıklığından kaynaklanmaktadır. İman zayıflığının ve tevekkülsüzlüğün getirdiği bu ruh halinden ve sıkıntılardan kurtulmanın ise tek bir yolu vardır: Kuran ahlakına teslim olmak ve Allah’ın beğendiği şekilde bir hayat sürmek. Yoksa bunun dışında hangi yol denenirse denensin çıkış imkanı bulunamaz.

Bu kötü ahlakı yaşayan kadınlar ise çoğunlukla çözümü, doktor doktor gezmekte, her yeni çıkan ilacı denemekte, psikolojik tedavi görmekte ve kimi zaman da evliliklerine son vererek bu hayattan tamamen uzaklaşmakta bulurlar. Ama bunların hiçbiri yaşadıkları mutsuz hayat için gerçek birer çözüm değildir. Kuran ahlakını yaşamadıkları ve Allah’a samimi bir kalple bağlanmadıkları sürece, şikayet ettikleri konular, söylendikleri insanlar ya da yaşadıkları mekan değişse de yaşadıkları sıkıntılarda hiçbir farklılık olmaz.

Cahiliye kadınlarının pek çoğunda görülen tüm bu ahlak bozukluklarına karşılık mümin kadının tavrı olumlu ve yapıcıdır. Örneğin “söylenme” gibi bir alışkanlığın basit bir tavır olduğunu bilir. Görünüşte yanlış giden birşeyler varsa bile, bunların  Allah Katında bir hikmet ile yaratıldığını unutmaz. Bu nedenle de her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın memnuniyetsizlik duymak, sıkılmak ya da huzursuz olmak için bir neden görmez. En sıkışık olduğu anlarda bile çevresine karşı mutlaka hoşgörülü, affedici ve müşfik bir karakter sergiler. Eleştirilmesi gereken birşey varsa bile bunun ancak Kuran’ın emrine uygun olarak “güzel söz” ile yapılabileceğini ve bu şekilde çok daha olumlu sonuçlar elde edilebileceğini bilir. Ayetlerde müminin göstermesi gereken bu tavır şöyle bildirilmiştir:

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. (İbrahim Suresi, 24)

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

Kıskanç ve şüpheci olmaları

Cahiliye ahlakında kıskançlığın özel bir yeri vardır. Ancak öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, bu özellik cahiliye toplumlarında olumlu bir özellik olarak algılanır. Kıskançlığı bir sevgi ve bağlılık alameti gibi göstermeye çalışırlar. Eğer bir insan sevdiği insanı kıskanmıyorsa, onlara göre bu gerçek bir sevgi değildir. Bu yanlış anlayışa göre insanın karşı tarafın sevgisinden tatmin olabilmesi için, karşıdaki kişinin tüm insanlar içinde sadece kendisine sevgi duyması gerekmektedir.

Oysa bu düşünce son derece hatalıdır. Çünkü herşeyden önce sevgi çok yüksek bir duygu ve üstün bir ahlak özelliğidir. İnsanın sevgide kıskançlık yapması Kuran ahlakına uygun düşmez. İnsan sevdiği bir kişiye sevgisini, ona duyduğu sadakat, bağlılık, şefkat ve ona yönelttiği güzel söz ve tavırlar ile gösterir. Bu da karşı tarafta sevildiğine dair kesin bir kanaat oluşturur. Bunun dışında insanın kendisinden başka hiç kimsenin sevilmesini istememesi ise büyük bir bencillik örneğidir.

Cahiliye toplumlarında özellikle de evlilik hayatında kıskançlık sebebiyle büyük sıkıntılar yaşanır. Evli oldukları kişilerin annelerine, babalarına, kızkardeşlerine, arkadaşlarına ve hatta çocuklarına duydukları sevgi bile bu karakteri yaşayan insanlar için önemli bir huzursuzluk kaynağıdır. Böyle kişiler hiç kimseye kendilerinden fazla veya kendileri gibi sevgi duyulmasını istemezler.

Ev kadını karakterinde yoğun olarak yaşanan bu kıskançlığın ikinci bir türü de cahiliyedeki evlilik sisteminin çarpıklığını bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü temeli Allah rızasına, korkusuna ve sevgisine dayanmayan hiçbir beraberlikte gerçek sevgi ve sadakat yaşanamaz. Cahiliye kadınları da bu önemli gerçeği fark etmiş olmalarından dolayı her an aldatılmanın, ikinci plana atılmanın ya da unutulmanın korkusunu yaşarlar. Bu nedenle de şüpheli gördükleri her olaydan tedirgin olur ve kıskançlık hissine kapılırlar.

Buna çözüm olarak sergiledikleri tavırlar ise durumu iyiye götürmek yerine çok daha çözümsüz bir hale sokar. Sebepsiz kaprisler, küsmeler ve tersliklerle karşı tarafa mesaj vermeye çalışırlar. Her an ilgisiz bir olaydan çok karmaşık bağlantılar kurabilir ve bunlar hakkında geliştirdikleri hayali senaryolar üzerine keskin kararlar alabilirler. Tüm bu tavırlar ise hayatlarını daha da sıkıntılı bir hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Ayrıca istediklerinin tam aksine karşı tarafı kendilerinden daha da uzaklaştırmış olurlar. Çünkü ne zaman hangi olaydan ne sonuç çıkaracağı bilinmeyen bir insanla yaşamak son derece huzursuzluk vericidir. Bu nedenle de cahiliye ahlakındaki ev kadınlarının kıskançlık saplantıları genellikle evliliklerin bozulmasıyla son bulur. Oysaki tüm bunların çözümü çok kolaydır. Kuran’da her insanın nefsinde kıskançlık duyguları bulunduğu ama makbul olanın bu duygudan arınmak olduğu bildirilmiştir:

… Nefisler ise ‘kıskançlığa ve bencil tutkulara’ hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)

Bu nedenle Kuran ahlakını titizlikle uygulayan mümin için kıskançlık gibi bir durum söz konusu olmaz. Allah korkusundan kaynaklanan karşılıklı sadakat ve güven hisleri böyle bir gerilimin oluşmasını zaten daha en başından engeller.

Ev kadınının alışkanlıkları

Cahiliye toplumlarında “Ev kadını” denilince herkesin aklında belirli ve tek bir model canlanır. Bunun sebebi ise, bu karakteri oluşturan sistemin bir anlamda gelenekselleşmiş olmasıdır. Elbette çeşitli sebeplerden dolayı bu genellemenin dışında kalan ev kadınları da vardır. Ancak burada ele alınan cahiliye ahlakında yaygın olarak yaşanan ev kadını modelidir.

Cahiliye toplumlarında ev kadınının klasik olarak her gün yaşadığı son derece monoton bir hayatı vardır. Genellikle ev kadınının her günkü asli görevi, ailenin diğer üyelerinin odalarını toplama, çamaşırlarını yıkama, yemek hazırlama, alışveriş yapma ve evin diğer temizlik ihtiyaçlarını gidermekten ibarettir. Elbette her insanın bu işleri yapması gerekli ve hatta zorunludur. Ancak burada hatalı olan nokta, insanların bu işleri, dünyada yaşanan tüm sorunları görmezden gelerek, ahireti tamamen unutarak ve Allah’a karşı sorumluluklarını düşünmeyerek, dünyaya yönelik bir hırs içinde yapmalarıdır. Ve tüm hayatlarını, düşüncelerini, planlarını bu işler üzerine kurmaları ve kendilerini yaratan Allah’ı razı etmenin yollarını aramak yerine, günlük hayatın küçük meşgaleleriyle tatmin bulmaya çalışmalarıdır.

Günlük işleri arasında cahiliye ev kadınının asla ödün vermediği birtakım alışkanlıkları da vardır. Bu alışkanlıklar genellikle bu ahlaktaki kadınların çoğunda ortaktır. Kendilerince, monoton hayatlarını ancak bu şekilde renklendirdiklerini ve ev ortamının sıkıntılarından bu şekilde uzaklaştıklarını düşünürler. Ellerine geçen her imkanı, her boş vakitlerini bu alışkanlıklarıyla harcarlar. Oysaki detaylıca incelendiğinde tüm bu alışkanlıkların bu kimseleri çok sıradan ve basit bir dünyaya çektiği görülür. Bu alışkanlıklar arasında en yaygın olanlar şunlardır:

Dedikodu yapmak

Cahiliye toplumunda yaşanan ev kadını karakterinde en yaygın olarak görülen özelliklerden biri “dedikodu”dur. Vakitleri ya da imkanları olmasa dahi bir parça olsun dedikodu yapabilmek için mutlaka bir fırsat bulurlar. Bazen kapı ağzında komşularla, bazen saatler süren telefon konuşmalarında, bazen de çay ya da kahve ziyaretlerinde bu manzarayı görmek mümkündür. Ancak burada asıl önemli olan bu ahlakı yaşayan insanların dedikodudan derin bir zevk almalarıdır. Çünkü dedikodu sırasında çekiştirilen kişi küçük düşürülüp aşağılanırken, dedikoduyu yapanlar kendilerini büyük göstermeye çalışırlar. Bu nedenle arkadaş toplantılarında konuşabilecekleri pek çok faydalı ya da zevkli konu varken, onlar ısrarla dönüp dolaşıp sözü birilerinin dedikodusunu yapmaya getirirler. Komşuları, dostları, akrabaları, eşleri, televizyon yıldızları ve hatta yoldan geçen yabancı biri bile bu dedikodulara malzeme olabilir.

Oysaki bahsedilen kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı hiçbir konuşmayı arkasından yapmak doğru değildir. Eğer gerçekten eleştirilmesi gereken bir konu varsa ve fayda vermek amacıyla konuşuluyorsa, yapılacak en doğru şey bu durumu ilgili kişiye bildirmektir. Yoksa herkesle durum değerlendirmesi yapıp, kınanan kişinin durumdan haberdar edilmemesinin altında iyi bir niyet ve akılcı bir amaç yattığı söylenemez. Üstelik dedikodu yapan bu insanlar, aynı şeyin kendileri için de muhakkak yapılacağını, bunun cahiliyenin kesin bir kuralı olduğunu bilirler. Ama bundan hiç hoşlanmazlar. Başka kişilerin kendileri hakkında konuştuğunu duyduklarında büyük bir sıkıntı yaşarlar. Ama kendileri için son derece hassasiyet gösterirken, başkalarının canının yanmasını umursamadan böyle çirkin bir tavra başvurabilirler.

Oysa Allah insanları dedikodudan men etmiştir. Allah bunun güzel bir ahlak olmadığını ayetlerinde bildirmiş ve eğer ortada yanlış bir şey varsa bunun ayetlerin ifadesiyle “iyiliği emredip, kötülükten menederek” insanların kendilerine bildirilmesini emretmiştir:

Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)

İşte Kuran’ın bu emri gereği, müminler asla birbirlerinin arkasından konuşup birbirlerini çekiştirmezler. Gerçek sevginin ve dostluğun en önemli alametlerinden birinin karşılarındaki kişiye dünyada ve ahirette fayda verecek şekilde hareket etmek olduğunu bilirler. Bu durumda da eğer yanlış bir tavır görüyorlarsa bir an önce yanlışını anlaması ve vazgeçmesi için bunu ilgili kişiye bildirirler. Gerçek bir dostluk ve sadakat anlayışı da bunu gerektirir. Ama cahiliye toplumunda evlilik gibi en yakın bilinen birliktelikler bile sağlam bir temele oturmadığı, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı olmadığı için, ortaya çıkan bu olumsuz model oldukça yaygındır.

Arkadaş toplantıları

Cahiliye toplumlarında ev kadınlarının vazgeçemedikleri en büyük alışkanlıklardan biri de kendi aralarında “gün” adını verdikleri, kadın kadına yapılan yemekli toplantılardır. Elbette bir insanın sevdiği dostlarıyla, arkadaşlarıyla biraraya gelmesi, toplanması, bu kişilerin birbirlerine ikramda bulunmaları güzel birer nimettir. Ancak bu toplantıların sevgi ve saygının ifade edileceği, dostlukların pekişeceği, Allah’ın adının anılacağı güzel ahlaka dayalı faaliyetler olması son derece önemlidir. Ancak cahiliye toplumunda genellikle bu toplantılar tam tersi bir ahlakın yaşandığı ortamlar olur. Genellikle böyle bir toplantıda cahiliye ahlakındaki kadınların yaptıkları kek hakkında aldıkları bir övgü onların mutlu olması için yeterli olurken, yine aynı şekilde eşleri izin vermediği için bu toplantılardan birine katılamamış olmak da belki haftalarca süren bir huzursuzluk ve mutsuzluğa neden olur. Bu, söz konusu insanların ne kadar sınırlı ve küçük bir dünyada yaşadıklarını görmek açısından dikkat çekicidir. Çünkü bu tip toplantılarda konuşulanlar, yapılanlar genellikle bu kişilerin ahiretlerine bir fayda sağlamaktan uzaktır. Söz konusu toplantılar çoğunlukla bu insanları dünyaya çekmeye yöneliktir. Ahireti, herşeyin Yaratıcısı olan Allah’ın Yüceliğini, Kuran’da emredilen güzel ahlakı yaşamayı hatırlatmak yerine boş konular tartışılır, gereksiz olayların kritikleri yapılır. Bu gibi kişiler birbirlerinin Kuran’a göre güzel yönlerini değerlendirmez, aksine birbirlerine sürekli olarak dünyevi ve samimiyetten uzak övgülerde bulunurlar ve bu övgüler çoğunlukla gerçek düşünceleri değildir. Karşılarındaki insanları Kuran ahlakını ne kadar yaşadıkları yönünde değerlendirmezler.

Dedikodu yapmak, televizyonlarda yayınlanan pembe dizilerin en son bölümünde olup bitenler ya da kek-pasta tarifleri bu toplantılarda konuşulan en hayati konuları oluşturur. Oysa aynı toplantı, aynı ortam Allah’tan korkan ve ahirete hazırlık yapan insanlar için oluşturulmuş olsa, kuşku yok ki burada yapılan sohbetlerden kişilerin hem kendilerini geliştirebilecekleri hem de başkalarına fayda sağlayabilecekleri çok güzel sonuçlar çıkar. Çünkü Kuran’da müminlerin boş sözlerden ve boş işlerden yüz çevirmeleri ve her anlarını faydalı işlerle, faydalı düşüncelerle geçirmeleri emredilmiştir. Ayetlerde bu konu şöyle bildirilir:

Onlar, ‘tümüyle boş’ şeylerden yüz çevirenlerdir. (Müminun Suresi, 3)

Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan Suresi, 72)

‘Boş ve yararsız olan sözü’ işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz” derler. (Kasas Suresi, 55)

Televizyonla boş vakit geçirmek

Cahiliye toplumunda ev kadınlarının yaşamlarının büyük bir bölümü televizyon karşısında geçer. Ancak elbette bu sadece kadınlara has bir alışkanlık değildir. Aynı şekilde eşlerinin ve çocuklarının da katıldığı bu saatler, cahiliye toplumunun en özel zevklerinden ve en önemli meşgalelerindendir. Ne izledikleri ise çoğu zaman o kadar da önemli değildir. Asıl önemli olan oyalanmak ve yaşadıkları sıkıntılı ortamdan kendilerince biraz olsun uzaklaşabilmektir. Gün boyu her ne iş yaparlarsa yapsınlar sürekli televizyonları açık olur. Fakat özellikle de “pembe diziler” adı verilen günlük diziler başladığı zaman neredeyse televizyon ekranına “kilitlenirler”. Bu dizilerde yaşanan romantizm onlara ayrı bir haz verir. Bu nedenle de tüm günlük programlarını bu dizilerin saatlerine göre düzenler ve bir yere gitmeleri gerektiğinde bile bir şekilde dizinin video kasetlere kaydedilmesini sağlarlar. Eğer böyle bir imkanları yoksa, bu durumda da işleri biter bitmez bir komşudan ya da yakınlarından büyük bir heyecanla dizideki son gelişmeleri öğrenirler.

Kendilerine bu pembe diziler yerine, ufuklarının gelişmesine yönelik, daha kaliteli filmler, kültürel ya da sanatsal içerikli programlar, iman hakikatlerinin anlatıldığı belgeseller önerildiğinde bile cahiliye kadınları yine de bu dizilerden vazgeçmek istemezler. Çünkü onların dünya görüşlerini, hayatlarını ve zevklerini en iyi yansıtan programlar bu dizilerdir.

Televizyon seyretmek elbette ki sakıncalı birşey değildir. İnsan bu şekilde vaktini çok güzel ve fayda verecek şekilde de geçirebilir. Ama Allah’ın apaçık varlığını ve ahireti unutmak, tüm vakti televizyon karşısında geçirmek ve daha önemli ya da daha faydalı bir iş söz konusu olduğunda yine de bu alışkanlıktan kopamamak yanlış bir tavırdır. Bu insanlar pek çok güzel iş yapabilecekken, amaçsızlıkları ve kendilerine sadece “ev kadını” kimliğini yakıştırmış olmaları nedeniyle böyle bir değerlendirme yapmaz ve bundan bir rahatsızlık duymazlar.

Gereksiz telefon sohbetleri

Cahiliye toplumundaki kadınlar, günün belirli vakitlerini telefonun başında geçirirler. Günlük haberleri öğrenmek ve son dedikoduları aktarmak için arkadaşlarının her birini teker teker ararlar. Aile içinde gelişen son olayları, eşleriyle aralarında geçen tartışmaları, alışverişte neler aldıklarını, eve hangi misafirin geldiğini, neler konuştuklarını tek tek anlatırlar. Bu telefon konuşmalarının bir kısmı saatlerce sürer ama konuşmaların çoğu hikmetsizdir.

Buna karşılık müminler boş konuşmanın ve boş işin her türlüsünden kaçınırlar. Asla hikmetsiz konuşmalara kendilerini kaptırmazlar. Gerekirse onlar da uzun süre telefonda konuşurlar. Ancak konuştukları konu mutlaka önemli ve faydalı bir konudur. Böyle bir ihtiyaç söz konusu değilse de sadece alışkanlık nedeniyle vakitlerini telefonda harcamazlar, bunun yerine çok daha faydalı ve geliştirici faaliyetler yaparlar.

Sosyetik kadın karakteri

Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda sosyete olarak anılan grup içinde gelişen kadın karakterinin, “ev kadını karakteri”nden temelde pek bir farkı yoktur. Kişilik özellikleri ve alışkanlıkları birbirine çok benzerdir. Ancak sosyete ortamındaki şartların ve imkanların orta halli bir ev kadınınkinden daha farklı olması, farklı alışkanlıkları da beraberinde getirir.

Bu kimseler yaşadıkları çevreye ayak uydurma endişesine kapılmışlardır. Bu nedenle de kendi istekleri, zevkleri ya da alışkanlıkları doğrultusunda değil de, daha çok çevrelerindeki insanların yani sosyetenin beklentileri yönünde hareket ederler. Sosyetenin büyük çoğunluğunun beklentileri ise para ve hava atma üzerine kurulmuştur. Bu nedenle bu hayat tarzını benimseyen kadınlar günlerini öncelikle sosyetede, o günlerde moda olan faaliyetleri takip etmek ve mümkün olduğunca bu hayata ayak uydurmaya çalışmakla geçirirler. Söz gelimi herkesin gittiği tatil merkezlerine gitmek, lüks terzilere kıyafet diktirmek, sosyete kuaförlerinde ya da solaryum merkezlerinde dedikodu yapmak, lüks restoranlarda buluşup öğlen yemekleri yemek, pahalı mağazalardan ya da yurt dışından alışveriş yapmak, en önemlisi de tüm bunlarla birbirlerine ‘hava atabilmek’ sosyete kadınlarının büyük kısmının dünyasını özetlemek için yeterlidir.

Dıştan bakıldığında çok renkli bir hayatları varmış gibi görünse de aslında onların hayatı da en az bazı ev kadınlarınınki kadar monoton ve sıkıntı doludur. Her gün öğlene kadar uyuduktan sonra günlük gazetelerin magazin sayfalarına ve sosyete haberlerinin yer aldığı magazin dergilerine bir göz atar ve ardından da günlük programlarını yapmaya başlarlar. Gün boyunca akşam katılacakları davette ne giyeceklerinin hazırlığını yapar, kuaföre gider sonra da gece geç saatlere kadar bu davetlerde vakit geçirirler. Burada geçirdikleri vakit de, yapmacık ilgi gösterileriyle, suni gülmelerle, birbirlerine hava atma gayretiyle geçen sıkıntı ve azap dolu bir vakittir. Ertesi gün ise, gece hayatının verdiği yorgunluk ve fiziksel yıpranma nedeniyle genellikle kötü bir uykunun ardından baş ağrısıyla uyanırlar.

Onların günlük hayatlarında, ev kadınlarının karşı karşıya olduğu ev temizliği, çocuk bakımı gibi konular daha az yer kaplar. Genellikle bu tip sorumlulukları yanlarında çalışan yardımcılarına bırakmış olmanın umursuzluğu içerisindedirler. Ancak hiçbir sorumluluk yüklenmemiş olmaları yaşadıkları umursuz karakterin daha da gelişmesine neden olur. Hayatlarında elde etmek istedikleri herşeyin önlerine hazır olarak gelmesi, çocuklarının, evlerinin başkaları tarafından yönlendirilmesi ve kendilerinden “sosyetik” olmaları dışında bir şey beklenmiyor olması onları çok kısa bir süre içerisinde tatminsizliğe ve büyük bir boşluğa sürükler. Elde etmek istedikleri bir şeye sahip olur olmaz, bu konudaki isteklerini ve şevklerinin yitirirler. Bunun ardından hemen yeni bir şeye kendini kaptırır, onun peşinden koşmaya başlarlar. Maddi anlamda istedikleri pek çok şeye sahip olurlar, ancak hiçbir zaman manen huzurlu olamazlar. Ne evliliklerinde ne de arkadaşlıklarında sadakat, güvenilirlik, sevgi, saygı gibi özellikleri bulamazlar.

Görüldüğü gibi çözümü bu karakterde arayan kimseler de aslında yine tatminsizlik ve huzursuzluk içerisindedirler. Dünya hayatının tüm imkanlarını devreye soktukları halde mutlu olamazlar. Sosyetenin belirli bir kısmında yaşanan dejenerasyonun etkisi tüm hayatlarına yansır. Böyle bir yaşantıda genellikle yalancılık, sahtekarlık, basitlik gibi her türlü ahlaksızlık son derece normal karşılanır. Bu kötü ahlakı yaşayan insanların ahlak bozuklukları dönüp dolaşıp kendilerine zarar verecek hale gelir. Kendileri dedikodu yaparlar ama başkaları da onları çekiştirip durur. Özel yaşamları hakkındaki her türlü ayrıntı hatta bazen de asılsız iftiralar kolaylıkla etrafa yayılır. En yakın arkadaşlarına verdikleri bir sır ertesi gün magazin dergilerinde manşet olur. Onlar başkalarına karşı yapmacık bir sevgi ve sahte bir dostluk anlayışıyla yaklaşırlar. Ama kendileri de aynı şekilde karşılık görürler. Hiçbir zaman gerçek, candan bir dostları olmaz. Kimseden samimi düşüncelerini yansıtan samimi konuşmalar duyamazlar. Edilen her iltifat, söylenen her söz yapmacıklığa dayalıdır. Ne arkadaşlıklarında ne de evliliklerinde asla sadakati yaşayamazlar. Eşleri de dahil olmak üzere kimseye güvenemezler. Seçtikleri bu hayat tarzı da diğer cahiliye karakterleri gibi din ahlakından uzak sistemin bir ürünüdür. Bu nedenle de mutlaka açmazdadırlar. Ancak tüm yaşamları boyunca yaşadıkları sıkıntılı ortama rağmen mutluluğu yine de dinde, güzel ahlakı yaşamakta aramazlar. Aynı bozuk sistem içinde çözümler bulmaya çalışırlar ama bunda başarılı olamazlar; gitgide daha da açmaza girerler.

İşte tüm bunlar, söz konusu insanların Kuran’dan yüz çevirmeleri nedeniyledir. Yaratıcımız olan Yüce Allah’ın emrettiği şekilde yaşamadıkları için asla huzur bulacak bir ortam elde edemezler. Allah’ı anmadıkları için, “… Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Rad Suresi, 28) ayetinin işaretiyle kalpleri hiçbir zaman huzur bulamaz, içlerindeki sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulamazlar. Yaratılış amaçlarına uygun bir hayat seçmedikleri için bu duruma düşmüşlerdir. Eğer onlar Allah’ın beğendiği hayatı ve yine O’nun emrettiği ahlakı yaşamış olsalar, muhakkak ki güzel bir hayatla karşılık göreceklerdir. Ayetlerde Allah’ın bu vaadi şöyle bildirilmiştir:

(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

Açıktır ki, Allah’ın emrettiği ahlakı yaşayan ve salih müminleri dost edinen bir insan böylesine güvensiz bir ortamda yaşamak zorunda kalmaz. Mutlaka güvenilir, sadık, dürüst ve samimi insanlardan oluşan birliktelikler yaşar ve cahiliye sisteminde duyulan güvensizliklerin ve korkuların hiçbirini tatmaz. Çünkü Kuran ahlakının hakim olduğu bir ortamda her mümin mutlaka güzel ahlak göstermeye gayret eder ve yine güzel bir karşılık görür:

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

 

Cahiliye toplumunda erkek karakterleri

Cahiliye toplumunun batıl geleneklerinin etkisini üzerinde taşıyan karakterlerden bir diğeri de “erkek karakteri”dir. Her ne kadar yazılı bir tanımı olmasa da, cahiliye toplumunun hemen her üyesi bu karakterin tüm özelliklerini ezbere bilir. Her aile, çocukları daha doğmadan önce eğer erkek olursa, ona bu karakteri nasıl vereceklerinin planlarını yapar, hayallerini kurar. Çünkü herşeyden önce bu ahlakın yaşandığı bir toplumda bir erkek çocuğu sahibi olabilmek büyük bir gurur vesilesidir.

Cahiliye toplumunda saygı duyulan bu özellikler ‘erkek adam dediğin…’ diye başlayan kalıplarla sık sık ifade edilir. Onlara göre erkek karakterinin ilk prensibi güçlü ve üstün olmaktır. Bu telkin gerçekten de erkeklerde kadınlara nazaran genellikle daha güçlü bir şahsiyet oluşmasını sağlar. Güçlü bir karaktere sahip olmak elbette güzel bir özelliktir, ancak cahiliye toplumunda kastedilen güç Kuran ahlakında bildirilen güçlü karakter anlayışından uzak bir kavramdır. Acımasızlığa, katılığa, şefkatten ve merhametten uzak olmaya ve hatta kimi zaman şiddete dayalı üstünlük ve güç anlayışı cahiliye toplumundaki erkek karakteri için doğal görülür. Toplumdaki diğer dengeler de zaten erkeğin bu üstünlük iddiasını destekleyecek niteliktedir. Cahiliye toplumlarındaki kadınlar çoğunlukla ikinci sınıf ve ezik bir karakteri benimsemişlerdir. Bu durumda erkeklerin üzerinde daha üstün olabilecek ikinci bir karakter yoktur. İşte bu düşünce onlarda kayıtsız şartsız bir yeterlilik duygusunun gelişmesine neden olur. Bu nedenle de genellikle kimseden, ama özellikle de kadınlardan gelecek hiçbir eleştiriye ya da tavsiyeye açık olmazlar.

Bunun yanında her erkek kendisini toplumun görmek istediği gibi olmaya mecbur hisseder ve verilen bu kalıpların dışına çıkmamaya müthiş bir titizlik gösterir. Çünkü cahiliye toplumunda erkekliğin gerekliliklerini yerine getirememek son derece küçük düşürücü bir durumdur. Bir erkek, çocukluğundan yaşlılığına kadar her an çok güçlü ve çok cesur olmak zorundadır. Hiçbir konuda asla en ufak bir zayıflık, yenilgi ve erkek karakterine ters düşücek bir tavır göstermemelidir. Öyle ki hastalandığında ya da herhangi bir sebeple acı çektiğinde dahi bunu belli etmemelidir. Çünkü tüm bunlar sadece kadınlara has özelliklerdir ve erkeğin bu tarz acizlikler içerisine girmesi cahiliye toplumunun bakış açısına göre yakışık almaz ya da kendi ifadeleriyle “erkek adam acı hissetmez”.

Ancak şunu da önemle eklemek gerekir ki, toplumun erkeğe verdiği güçlü, cesur ya da hakim karakterli olmak gibi özelliklerin hiçbirinde yanlışlık yoktur ve aslında tüm bunlar güzel özelliklerdir. Ama Kuran ahlakının yaşanmadığı bir toplumda ortaya atılan bir üstünlük iddiası “kibir” ve “büyüklenme” duygularının gelişmesine neden olur ki Kuran’da insanların bu tür tavırlardan sakınmaları emredilmiştir:

“İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Lokman Suresi, 18)

Bu nedenle cahiliye erkeklerinin aslında temelinde olumlu olabilecek bu özellikleri, büyüklenme eğilimlerinden dolayı olumsuz özelliklere dönüşür. Ortaya üstünlüğünden kesin emin olan, ne kendi hemcinslerinin, ne de diğer kişilerin sözüne itibar etmeyen enaniyetli bir kişilik çıkar.

Cahiliye Toplumundaki Erkek Karakterlerinden Çeşitli Örnekler

Buraya kadar anlatılanlar, cahliye toplumundaki erkek karakterinin ana yapısını oluşturur. Temelini bu yapıdan alan, ancak aile, çevre, yaşam koşulları gibi faktörlerin etkisiyle gelişen daha pek çok erkek karakterine rastlamak da mümkündür. Bunlardan bazılarını kısaca şöyle sıralayabiliriz;

Bir önceki başlıkta bahsi geçen erkek karakterinin tam tersini yaşayan kimseler ise cahiliye toplumunda “kılıbık erkek” olarak adlandırılır. Cahiliye toplumunda yaşanan, üstünlük iddiasındaki erkek karakterinin yerine bu kimseler de kendi haklarını koruyamayacak kadar aşırı pasif bir yapı geliştirmişlerdir. Bu kimseler kendilerinden beklenildiği gibi “erkek adam dediğin…” kalıplarıyla ifade edilen mantıklara uymayan insanlardır. Kendi üstünlüklerini iddia etmek yerine genellikle başkalarının hakimiyetine sığınmayı tercih eden bu insanlar, kişilikli bir tavır gösteremezler. Kişiliksiz, güçsüz ve kendi deyimleriyle “hanım evladı” olarak nitelendirilirler.

Cahiliye toplumunda görülen bir başka karakter “kazak erkek” ya da “maço” olarak adlandırılan karakterdir. Bu kimseler “erkeğin kayıtsız şartsız üstünlüğüne” ve “kadının da kayıtsız şartsız zayıflığına” inanmışlardır. Kadının herhangi bir eşya gibi erkeğin bir malı olduğuna, dolayısıyla da gerektiğinde iyi davranılıp ama gerektiğinde de sert davranılabileceğine” kanaat getirmişlerdir. Sert ve haşin hareketlerin, kaba bir üslup kullanmanın ve kısa sürede tersleşmenin kendilerine özel bir hava verdiğini düşünürler. Kadınların zaten kendilerine bu karakterde bir eş aradıklarından emindirler ve bu nedenle de bu tavırlarıyla oldukça cazibeli bir hale geldiklerine inanırlar.

Cahiliye toplumunun “akşamcı” olarak adlandırdığı bir erkek karakteri daha vardır. Bu kimseler hayatın en önemli eğlencesinin özel olarak hazırlanan meze sofralarında içki içip, “sarhoş muhabbetleri” yapmak olduğunu sanırlar. Kendileri ile aynı yanlış düşünceyi paylaşan bir arkadaş grubuyla birlikte neredeyse her akşam bu alışkanlıklarını yinelerler. Cahiliye toplumunun bu kimseleri “akşamcı” ismiyle anmasının sebebi de bu toplantılardır.

Geç saatlere kadar süren bu masa sohbetlerinde faydalı ve hikmetli hemen hemen tek bir konu dahi konuşulmaz. Sarhoş olmalarının etkisiyle tamamen boş bir konuya takılıp saatlerce o konu üzerinde “felsefe yapar”, nutuklar atar, birbirlerine hayat dersleri verirler. Hatta kimi zaman gecenin ilerleyen saatlerinde tartışmaya başlar ve çevrelerindeki insanlar tarafından zorla kontrol altına alınarak sakinleştirilirler. Bu kimseler genelde, günlük hayatlarında da akşamları yaşadıkları bu sarhoş karakterinin tüm özelliklerini yansıtırlar. Sık sık “akşamdan kalmayım, bana fazla bulaşmayın” şeklinde ifadeler sarfederler.

Bu saydıklarımız cahiliye toplumunda yaşanan erkek karakterlerinden sadece bir kaç tanesidir. Bunlar gibi daha yüzlercesine rastlamak mümkündür. Temeli, Kuran’a dayalı olmadığı için, cahiliye toplumunda yaşanan tüm bu modeller çarpık bir anlayış içerirler. Dikkatlice izlendiğinde bu hayatı ve bu karakteri yaşayan kimselerin hayatlarından gerçek anlamda memnun olmadıkları da açıkça görülür.

Yaşlı insan karakteri

Gençliğinde hangi karakteri benimsemiş olursa olsun, genellikle yaşlanınca cahiliye insanlarının gösterdiği standart bir karakter ve hayat şekli vardır. Ancak bu konuya geçmeden önce önemle belirtilmesi gereken bir nokta vardır: Bu bölümde söz edeceğimiz yaşlı karakterinin özellikleri, insanların din ahlakından uzak yaşamalarının getirdiği bir bozukluktur. Yaşamını Rabbimiz Allah’ın razı olmayacağı şekilde geçirmiş, yaşı ilerleyip ölüme yaklaştığında da ahireti düşünmeyen, dünyaya daha sıkı bağlanan insanların ruh halindeki çarpıklıktır.

Elbette bu özellikler kimi zaman kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir; burada bahsedeceğimiz kötü ahlak özelliklerinin yalnızca bir kısmını taşıyan veya tümünü birarada yaşayan insanlar olabilir. Sonuç olarak burada önemli olan Kuran ahlakından uzak olmanın getirdiği ahlak ve tavır bozukluğunun küçük bir dünya oluşturması ve söz konusu kişilerin bu küçük dünya içinde her türlü çirkin tavrı sergileyebilmeleridir.

Cahiliye kadınları, çocuklarını evlendirip torun sahibi olduktan sonra, yaşlı kadın karakterine bürünürler. Erkekler ise genellikle emekliye ayrılmış ya da çalışamayacak kadar yaşlanmış olmaları nedeniyle iş hayatını terk edip evde oturmaya başlarlar. Bu durumda kendilerini ruhen ve bedenen hala genç hissedenler bile, çevrelerinden gelen telkinlerin de etkisiyle yaşlı gibi davranma zorunluluğu hissederler. Çevrelerindeki tüm dostları, akranları, eşleri yaşlanmış, emekli olmuş ve bu karaktere bürünmüşlerdir. Çocukları da evlenip kendi sorunlarına dalmış ve onlardan iyice uzaklaşmışlardır.

Bu insanlar genellikle günlerini televizyon seyrederek ya da uyuklayarak geçirirler. Ancak kadının yaşadığı “ev kadını karakteri”nde hiçbir değişiklik olmaz. Söylenmeleri, kaprisleri tüm hızıyla devam eder. Eşleri de kendileriyle aynı şartlar altında olduğu halde evin tüm sorumluluğunun yine sadece kendilerinin üzerinde olması onları daha da ters ve aksi bir tavra sokar. Erkekler de artık yapacak bir işleri olmaması nedeniyle bütün gün evde boş boş oturmaktan dolayı sıkıntı içerisindedirler.

Gün içinde hangi saatte ne yapacakları bellidir. Hayatlarında korkunç bir monotonluk başlamıştır. Bu monotonluğu kırmaları için hep çocuklarından medet umarlar. Fakat onlar da tamamiyle kendi hayatlarını yaşamaktadır. Arada sırada hafta sonları ziyarete gelirler ancak birkaç saat süren bu ziyaretler onları hayatlarının tekdüzeliğinden kurtarmaya yetmez.

Bu insanlar bazen de kendileri gibi yaşlanmış olan arkadaşlarını ziyarete giderler. Bu toplantılarda konuştukları konular ise çoğunlukla evlatları ve hastalıkları ile sınırlıdır. Gittikleri doktorlardan, kendilerine konan yeni teşhislerden, kullandıkları ilaçlardan bahsedip birbirlerine tavsiyelerde bulunurlar.

Ancak yaşlanmayla birlikte karşı karşıya kaldıkları tüm acizliklere rağmen, ahireti düşünmeye yönelip, cahiliye sisteminin kendilerine kazandırdığı karakter özelliklerinden ve alışkanlıklardan vazgeçmezler. Oysaki uzun yıllar boyunca cahiliye ahlakını yaşamış ve bu şekilde hiçbir şey elde edemediklerini ve mutlu olmadıklarını açıkça görmüşlerdir. Ölümün bu denli yaklaştığı bir dönemde hala dünyaya sıkı sıkıya bağlı olmaları, din ahlakından uzak toplumda görülen yaşlı karakterinin en önemli yönüdür.

Elbette bu insanlar kendilerini hüsrana sürükleyecek büyük bir yanılgı içindedirler. Yapmaları gereken, herşeyin Yaratıcısı olan Allah’a dönüp yönelmeleridir. Belirli bir yaşa kadar bunu yapmamış olabilirler. Ama Allah’a hesap vereceklerini ve ölümün giderek yaklaştığını kavradıkları andan itibaren şuurlarının açılması ve geçmiş yaşantıları için tevbe ederek Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaları gereklidir. O güne kadar Kuran ahlakından uzak geçirdikleri hayatlarında yaşadıkları sıkıntılar, hastalıklar, sorunlar kendilerine bir ders ve ibret vesilesi olmalıdır.

Ancak cahiliye toplumunda tarif ettiğimiz “yaşlı karakteri”ne sahip insanlar genellikle bunların hiçbirini yapmaz, aksine daha isyankar, laf anlamaz tavırlara yönelirler. Sonuçta ortaya çıkan bu “yaşlı karakteri”nin başlıca özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Alınganlık ve Acındırma Yöntemleri

Yaşlanan insanların çoğu hem maddi hem de manevi yönden başkalarına bağımlı bir hayat sürerler. Bağımlı oldukları kimseler de çoğunlukla çocukları, torunları ya da diğer yakın akrabalarıdır. Bu kişilerin yaşlılara bakış açıları ise o kadar da olumlu değildir. Kişilik olarak iyi bir insan olarak tanınsalar da, yaşlıları genellikle bir ayak bağı ve külfet olarak görürler. Çünkü yaşlanmanın getirdiği sağlık sorunları maddi ve manevi bakım gerektirir. Yaşı ilerlemiş insanlar çoğunlukla bu imkansızlıklarından dolayı tek başlarına ayrı bir evde yaşayamazlar. Ancak çocukları, torunları veya akrabaları da özenli bakılması gerektiği için yaşlı bir insanı sürekli olarak evlerinde barındırmak istemezler.

Din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda, yaşlı insanların maruz kaldıkları bu durum yıllar boyu devam ettirilen batıl sistemin doğal bir sonucudur. Çoğunlukla yaşlanmış olan bu insanlar da cahiliye ahlakını benimsemiş, tüm yaşamları boyunca Yüce Rabbimiz Allah’tan ve O’nun emrettiği din ahlakından uzak yaşamışlardır. Çocuklarına, torunlarına da böyle kötü bir ahlakı benimsetmişler; onları  Allah’ın emrettiği güzel ahlak yerine cahiliye ahlakıyla yetiştirmişlerdir. Bunun sonucu da onlara yaşlılık yıllarında büyük bir zarar olarak geri dönmektedir; cahiliye sistemi içinde yaşayan çocukları gözlerini bile kırpmadan onları reddedebilmekte, zalim bir tavır gösterebilmektedir. Eğer yanlarında kalmalarına razı olsalar bile, zorunluluk nedeniyle evlerine aldıkları bu insanlara gösterdikleri tavırlar olumlu olmaz.

İşte bu isteksizliğin farkında oldukları için yaşlılarda gelişen en önemli özelliklerden biri alınganlıktır. Sadece zorunluluk nedeniyle yaşadıkları eve kabul edildiklerini bildikleri için evdeki diğer kişileri mümkün olduğunca az rahatsız etme isteği içerisindedirler. Ancak yine de için için büyük bir haksızlığa uğradıklarını düşünürler; onlar tüm ömürleri boyunca çocuklarına bakmak, onları en iyi şartlarda yetiştirmek ve hep onları mutlu etmek için çaba harcamışlardır. Ancak gösterdikleri tüm bu fedakarlıkların sonucunda karşılık buldukları tavır, sadakatsizliktir. Aslında bir anlamda onlar tüm bu yatırımları bir gün yaşlanacakları ve çocuklarının bakımına muhtaç kalacakları düşüncesiyle yapmışlardır. Ama gördükleri karşılık çok daha farklı olur. İşte bu karşılık nedeniyle haksızlığa uğradıklarını düşünerek her an alıngan olurlar.

Bu ruhun dışa vurumu olarak da sürekli karşı tarafın rahatsızlığının farkında olduklarını hissettirecek şekilde imalı konuşmalar yaparlar. Bu kimselerle genellikle rahat bir diyalog kurmak mümkün olmaz. Herşeyden bir anlam çıkartır ve bu anlam doğrultusunda ilginç cevaplar verirler. “Korkmayın size yük olmam” şeklinde sitemlerde bulunurlar. Sözgelimi ikram edilen yiyecekleri ya hiç yemez ya da çok az bir parça alırlar. Kimi zaman evdeki yemeklerin kendilerinden saklandığını düşünerek, dolaptaki yemeklerden kimseye göstermeden kaçamak bir şekilde yerler. Ya da kendilerine dinlenmeleri için bir oda verildiğinde “gerek yok ben şu kanepenin ucuna kıvrılırım” gibi şaşırtıcı tekliflerde bulunurlar. En ufak bir sözden küser, eşyalarını toplayıp gitmeye hazırlanırlar. Aslında gidecek başka bir yerleri de yoktur. Ama sırf kendilerini acındırmak ve karşı tarafı pişman etmek için böyle bir tavır sergilerler. Kendilerine bir hediye alındığı zaman bile bundan alınacak birşey bulurlar. Onlara hediyenin ya en ucuzunun alındığını, ya da herkese alınmışken onlar da aradan çıksın diye alındığını düşünürler.

Eve gelen misafirlere mümkün olduğunca istenmedikleri, ezildikleri ve iyi bakılmadıkları imajını vermeye çalışırlar. Hatırları sorulduğunda ise mutlaka pek iyi olmadıklarını ifade edecek konuşmalar yaparlar. Böylece kendilerine acınacağını, sempati duyulacağını ve daha fazla ilgi görebileceklerini düşünürler. Misafirlerde bu yönde bir kanaat gelişir belki, ancak evdeki diğer kişiler tarafından bu tavırları kızgınlıkla karşılanır ve onlara bakma konusundaki isteksizlikleri daha da artar.

İlgi Çekmeye Çalışmaları

İlgi çekmeye çalışmak cahiliye toplumunda kadın erkek tüm yaşlılara has bir özelliktir. Ancak onlarda gelişen bu karakterin en önemli sebebi yine cahiliye sisteminin çarpıklığıdır. Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda insanların aralarındaki sevgi anlayışı, ahlaklarına ve imanlarına yönelik değil de çıkar ilişkilerine dayalı olduğu için, menfaatlerin son bulduğu noktada sevgileri ve ilgileri de son bulur. Bu durumda artık menfaat sunamayacak konuma gelen yaşlılar da bu sevgiyi ve ilgiyi elde etmenin farklı yollarını aramaya başlarlar. Ancak onlar da bunu kendilerini gerçekten sevdirecek özellikler ve tavırlar sergileyerek değil, cahiliye sisteminin çirkin yöntemleriyle elde etmeye çalışırlar. Bu da karşı tarafta bir sevgi oluşturmadığı gibi, aksine başvurulan ahlak dışı yöntemlerden dolayı tam tersi bir etki meydana getirir.

Cahiliye ahlakını yaşayan yaşlıların ilgi çekmek için başvurdukları bu yöntemlerden biri sürekli olarak hastalıklarını dile getirmek, ne kadar acı çektiklerini, ne kadar zor durumda olduklarını anlatarak kendilerini acındırmaktır. Allah’a tevekkül etmedikleri ve içinde bulundukları duruma şükretmedikleri için hastalıklarından sürekli yakınırlar. Bu anlattıklarında gerçek payı da olmakla birlikte, çoğu zaman karşı tarafta etki uyandırabilmek için durumu abartabilir ya da zaman zaman yalan söyleyebilirler. Hasta oldukları düşünüldüğünde daha fazla ilgi ve hoşgörü görebileceklerine inanırlar. Bu durum gerçekten de karşı tarafın merhametini harekete geçirir, ama durumu abarttıklarını bilmeleri de bir yandan onları kızdırır. Yine de asıl istediklerinin ilgi olduğunu bildiklerinden bu karşılığı verirler, ama bu da tatmin edici olmaz. Çünkü cahiliye ahlakına sahip yaşlılar dikkatin sürekli olarak kendi üzerlerinde olmasını isterler.

Bu nedenle bazen de yüzlerini asıp bir kenarda oturur, yemek yemez, konuşmazlar. Amaçları kendilerine tüm bunların sebebinin sorulması ve böylece nazlanmalarıdır. Sorulduğunda birşey olmadığını söyler ve karşı tarafı mümkün olduğunca uğraştırırlar. Çünkü yanıt ne kadar zor alınırsa, ilgi o denli artmış olacaktır. Bazen de evin ücra bir köşesine gidip saatlerce oradan çıkmaz ve merak uyandırmak isterler. Oturdukları yerde ellerinde mendilleriyle sessizce ağlar ve sorulduğunda da “yalnızlıkları” ya da “seven kimseleri olmadığı için” ağladıklarını söylerler. Bunun üzerine karşı taraf “biz varız ya” diyecek, sevgi gösterecek ve gönlünü alacaktır.

Eğer tüm bunlarla tatmin olamazlarsa bu durumda da konuşmalarıyla beklentilerini ifade etmeye çalışırlar. Cahiliye toplumunda artık sloganlaşmış ve ne anlama geldiği tüm toplum tarafından bilinen sözlerle birtakım imalarda bulunurlar. Söz gelimi fazla ilgi görmedikleri bir ortamda bir anda “istenmediğim yerde kalacak değilim”, “gidecek yerim olsa sizi rahatsız etmezdim”, ya da “beni huzur evine gönderin, daha rahat edersiniz” gibi ifadelerde bulunurlar. Bu sözlerin çoğu sırf kendisine gösterilen ilginin artmasını sağlayabilmek içindir.

Oysaki tüm bu tavır, üslup ve basit taktiklere harcayacakları emeği güzel tavırlarda bulunmak için harcamış olsalar belki de istedikleri sevgi ve ilgiyi göreceklerdir. Ancak bunu Kuran ahlakına uygun olmayan çirkin tavırlara başvurarak elde etmeye çalışmaları, istedikleri sonuca bir türlü ulaşamamalarına neden olur.

Söz Dinlememeleri

Cahiliye toplumlarındaki yaşlı insanların bilinen bir başka dikkat çekici özelliği daha vardır; söz dinlememeleri. Konu her ne olursa olsun hep kendi bildiklerini yapmak isterler. Başkalarının sözlerine asla güvenmez, söylenenlerin altında mutlaka bir kasıt ararlar. Örneğin hastalıkları nedeniyle bazı yiyeceklerin dokunabileceği, dolayısıyla yememeleri gerektiği söylendiğinde, bunun sadece o yemekten yememeleri için uydurulmuş bir yalan olduğuna inanırlar. Bu nedenle de kendilerine tavsiyede bulunanların hem sözlerini dinlemez hem de bir yemeği bile kendilerinden esirgediklerini düşünerek darılırlar.

Ancak bu huyları bu kadarla da sınırlı kalmaz ve kimi zaman oldukça tehlikeli boyutlara ulaşır. Söz gelimi kendi hastalıklarını kendileri tedavi etmek ister, doktora gitmeyi kabul etmezler. Ya da doktorun verdiği ilacı kullanmayı reddeder, bunun yerine kendi bildikleri eski bir ilaç ya da karışımı kullanmaya kalkışırlar. Akıllarına ve tecrübelerine çok güvenir, gençlerinse hiçbir şey bilmediklerine inanırlar.

Düşüncesiz Tavırları

Tüm yaşantılarını din ahlakından uzak geçirmiş olan bu insanlar, yaşlı kimliğine sığınarak cahiliye toplumunun kötü bir alışkanlığı olan düşüncesizliğe makul bir zemin hazırlamaya çalışırlar. Yaşlı olmanın birtakım ahlaki bozuklukları mazur göstereceğine inanırlar. Zaten toplumun diğer bireyleri de bu durumu kabullenmiştir. Bu nedenle “yaşlıdır, kusuruna bakmayın, lafını sözünü bilmiyor işte” deyip geçiştirirler. Oysaki bu ahlak bozukluğu bazı yaşlı insanlar tarafından genellikle şuurlu ve kasıtlı olarak yapılmaktadır. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda her türlü detayı akledebilen ve kendilerine yönelik her türlü eksikliği ya da kusuru fark edebilen bu kimselerin patavatsızlığı da çoğunlukla bilinçli bir tavırdır.

Nitekim patavatsızlığı ne zaman yapacaklarını, hangi sözü söyleyeceklerini ve kime imada bulunacaklarını çok iyi bilirler. Neredeyse konuşmalarının büyük çoğunluğunda bu yöntemi kullanırlar. Düzgün ve normal sohbet ettikleri anlar çok nadirdir. Söz gelimi hasta olduklarında neden hastalandıkları sorulacak olursa “uzun süredir et yemedim de ondan”, “yattığım oda çok soğuk” ya da “çok yoruluyorum da ondan” gibi karşı tarafı zor durumda bırakacak, karşı tarafın kendileriyle ilgilenmediğini ifade eden, imalı cevaplar verirler.

Bazen de küçük intikam alma yolları peşinde koşarlar. Örneğin bir misafir geldiğinde özellikle evdekileri küçük düşürecek bir konuyu gündeme getirir, çevresindeki kişileri mağdur edeceğini bildiği, en olmayacak konuları herkesin ortasında anlatırlar. Ancak sonra da yaşlılığın arkasına sığınarak farkında değilmiş gibi yapar, üzgün olduklarını söyleyerek geçiştirirler. Oysaki işin aslı oldukça bilinçli bir plana dayanır. Kendilerini kızdıran birinden intikam almanın en kolay yolunun patavatsızlıkla onları küçük düşürmek olduğunu bilirler.

Dünyaya Olan Bağlılıkları

Cahiliye insanlarının büyük kısmı yaşlılığın getirdiği acizlikleri ve zorlukları açıkça gördükleri halde yine de ibret almaz ve dünya hayatına olan bağlılıklarından taviz vermezler. Ölüme bu denli yaklaştıkları halde, yine de ölümü kendilerine yakıştırmazlar. Dostlarının birer birer öldüklerine şahit olur, ama yine de hiç ölmeyecekmiş gibi davranırlar. Hala para biriktirmeye, geleceklerini garanti altına almaya çalışırlar. Bir gün kimsesiz ve parasız kalma endişesiyle yaşar, bir kenarda sürekli yiyecek, giyecek ya da para biriktirmeye uğraşırlar. Ancak dünyada zor durumda kalmaktan bu kadar korktukları halde, ahirette ne yapacakları konusunu hiç düşünmezler. Ahiret için hiçbir hazırlık yapmaya gerek duymazlar. Oysaki insanın asıl hayatı ahirettir ve asıl hazırlık yapılacak yer de ancak ahiret hayatıdır. Kuran’da  şöyle haber verilir:

Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)

Bu gerçeğe kesin olarak iman eden müminlerin yaşlılık dönemleri ise çok farklı olur. Onlar zaten tüm yaşamlarını Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak üzerine kurmuşlardır. Zaman geçtikçe ahirete, Allah’ın izniyle sonsuz cennet hayatına yaklaştıklarının şevki içindedirler. Bu umut dolu bekleyiş sebebiyle son derece neşeli, huzurlu, güzel ahlaklı bir karakter gösterirler. Çevrelerindeki insanlara sorun çıkarmaya değil, aksine onların sorunlarını çözmeye, onlara Kuran ahlakını öğretmeye, Allah’ın hoşnut olacağı bir karakter kazandırmaya çalışırlar. Fiziksel olarak güçsüz duruma düşseler de, zihinsel olarak sürekli çalışır ve çevrelerine fayda getirmeye yönelik bir faaliyet içinde olurlar.

Onların bu üstün ahlaklı tavırları çevrelerinde de büyük bir sevgi ve saygı uyandırır. Hem etraflarındaki insanlara güzel ahlakı öğrettikleri hem de kendileri son derece güzel ahlaklı oldukları için her zaman saygı ve ilgi görürler. Kuran’da iman edenlere, yaşça ilerlemiş kişilere hürmetkar olmaları tavsiye edilmiştir. Allah Kuran’da şöyle emretmiştir:

Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge.” (İsra Suresi, 23-24)

Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik… (Ankebut Suresi, 8)

Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. “Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır.” (Lokman Suresi, 14)

Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)

 

Cahiliye toplumunda mesleklerin etkisiyle gelişen karakterler

Cahiliye toplumunda tüm insan karakterleri belirli kriterlerin etkisinde kalarak gelişir. Bunların başlıcalarından biri de mesleklerdir. Çünkü meslek insanın toplum içerisindeki sosyal kimliğini ve sınıfını belirleyen en önemli etkendir. Kuran ahlakından uzak toplumlarda her insan mesleği, sosyal itibarı ve serveti ölçüsünde değer görür. Öyle ki yazılı bir kaynak olmamasına rağmen, cahiliye toplumunda tüm bu mesleklerin itibar sıralaması dahi bellidir ve herkes tarafından bilinir. Söz gelimi bir profesörün göreceği itibar bir işletmeciden, bir doktorunki bir modacıdan ya da bir mimarınki bir öğretmenden farklıdır.

Bu sebeple, cahiliye toplumlarında mesleğini seçecek olan kişinin sadece kendi ilgi alanını ve yeteneklerini değil, aynı zamanda elde edeceği sosyal konumu ve göreceği itibarı da göz önünde bulundurması gerekmektedir.

Meslek seçimiyle birlikte kişinin o güne kadar yaşadığı karakter tam bir değişikliğe uğrar. Artık seçtiği mesleğin karakterini yaşamak durumundadır. Çünkü cahiliye sistemi kendisine bu karakteri uygun görmüştür. Eğer gerçekten de toplumda bir yer edinmek ve bir yerlere gelmek istiyorsa karakterini değiştirmeli ve bu kimliğe bürünmelidir.

Böylesine bir karakter değişimi toplumun neredeyse hiçbir üyesi tarafından kınanmaz. Aksine bu yeni karakter ne kadar iyi uygulanırsa o kadar takdirle karşılanır. Bu durumda kişinin giyim tarzından, yürüyüşüne, oturuşuna, ses tonuna, üslubuna kadar herşeyi mesleğini temsil eder.

Bunun yanında her mesleğin “meslek adabı” adı altında anılan kendine has çarpık anlayışları da vardır. Dolayısıyla seçtiği meslekte başarılı olabilmek ve bir yerlere gelebilmek isteyen her insan bu “adap” olarak tanımlanan cahiliye kurallarına uymak zorundadır. Elbette burada kastedilen dürüst, samimi, çalışkan bir insanın gösterdiği edep veya uyguladığı ahlaki kurallar değildir. Cahiliye toplumunda kastedilen meslek adabı, kimi zaman gayri meşru kazançları, kimi zaman mesleğin getirdiği kibir ve enaniyeti, kimi zaman ezikliği, kimi zaman dürüst olmamayı makul gören ve aslında adapla hiçbir bağlantısı olmayan bir kavramdır.

Ayrıca şunu da önemle belirtmek gerekir ki, cahiliye toplumunda çeşitli sebeplerden dolayı bu kuralların dışına çıkan insanlar da vardır. Bu kimseler prensipleri ya da hayat tarzları nedeniyle mesleklerinin karakterlerine yön vermesine izin vermeyebilirler. Ancak bu çok küçük bir azınlıktan ibarettir. Nitekim bu karakterleri ortaya koymaktaki asıl amaç da zaten şahısları değil, Kuran ahlakından uzak bir toplumun büyük bölümüne hakim olan çarpık anlayışı deşifre etmektir.

Meslekleri anlatmaya geçmeden önce üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konu daha vardır: Bu bölümde detaylandırılacak olan konular mesleklere yönelik bir eleştiri niteliğinde değildir. Elbette insanların bir toplum olarak yaşayabilmesi için herkesin belirli bir mesleği olmalı, her insan kendi yetenekleri ve istekleri doğrultusunda hizmet vermeli, topluma faydalı bir insan olmalıdır. Bu noktada önemli olan şudur: İnsanları mesleklerine göre değerlendirmek, ona göre bir sınıflandırmaya koymak yanlıştır. Bunun yanı sıra insanların sahip oldukları mesleğe göre kendi şahsiyetlerinde oynama yapmaları çarpık bir mantıktır. Unutmamak gerekir ki, her insan kendisini yaratan Allah’a karşı sorumludur. Doğru olan da Allah’ın Kuran’da gösterdiği yollarla insanları değerlendirmektir. Kuran’da insanlar arasındaki üstünlük ölçüsü ise şöyle verilmiştir:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca (Allah’tan korkup-sakınma konusunda) en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi insanlar ancak takvalarından, Allah’a olan yakınlıklarından, gösterdikleri derin bağlılıktan sorumlu tutulacaklardır. Bir kişinin erkek veya kadın olması, genç veya yaşlı olması, doktor veya sekreter olması o kişinin hesap günü sorguya çekileceği konular değildir. Herkes kendi bulunduğu şartlar içerisinde Kuran’a uymakla, Allah’ın emrettiği şekilde yaşamakla, Kuran ahlakına uygun bir karakter geliştirmekle sorumludur.

İşte bu bölümde yanlışlığına dikkat çekilecek olan konu da kişilerin Allah’ı, hesap gününü, Allah’ın dinini unutup, geçici olan dünya hayatına kapılmaları ve kendilerine göre birtakım değer yargıları geliştirmeleridir. Ve ardından da çarpık değerler doğrultusunda karakterlerini, yaşantılarını belirlemeleridir. Mesleklere göre değişen bu cahiliye karakterlerini detaylandırmadan önce genel anlamda topluma hakim olan iş kadını ve iş adamı karakterini incelemekte fayda vardır.

İŞ KADINI KARAKTERİ

İş kadını karakteri, cahiliye ahlakının yaşandığı bir toplumda ev kadını karakterinden daha çok itibar görür. Çünkü cahiliye ölçülerine göre, ev kadınından daha önemli idealleri ve daha kayda değer sorumlulukları olduğu düşünülür. Nitekim iş kadını olmaya karar veren kişinin asıl amacı da, ev kadını kimliğinden ve bu kimliğin bazı kimselerde neden olduğu kompleksten kurtulup kendince daha itibarlı bir konuma gelebilmektir. Bu yanlış düşüncede olan insanlara göre iş hayatı kendisine herşeyden önce farklı bir kimlik kazandıracak, “kendi ayakları üzerinde durmasını” sağlayacak ve onu erkeklerle büyük ölçüde eşit şartlara getirecektir.

Nitekim cahiliye toplumunda bir iş kadınından beklenen de budur. Din ahlakından uzak yaşayan insanlar için en önemli kıstas maddi güç yani para olduğu için, bu imkana sahip kadınları diğerlerinden üstün görürler. Bu insanların sahip olduğu ahlak değil, sahip oldukları banka cüzdanları, tapular, şirket yetkileri bir saygı sebebidir.

İşte cahiliye ahlakına sahip toplumdaki bu kıstasların farkında olan iş kadınları da işlerine büyük bir hırsla sarılır ve sahiplenirler. Mesleklerinde ne kadar başarılı olurlarsa o kadar şahsiyet kazanacaklarına inanırlar. Bu nedenle de işyerindeki herkese karşı kendilerini ispatlama yarışına girerler. Eğer o işyerinde çalışan erkeklerin üst kadrosuna geçebilirlerse bunu büyük bir başarı olarak kabul ederler. Bu durum kendilerince çok önemli bir fırsattır. Etraflarına sürekli emirler yağdırır, yanlış yapılan ya da geciken bir iş olduğunda bu kimseleri herkesin ortasında azarlamaktan çekinmezler. Bir yandan erkeklere karşı kendilerini bu şekilde ispat etmeye çalışırlarken bir yandan da işyerindeki kadınlarla rekabete girişirler. Her fırsatta onların beceriksizliğini dile getirerek kendilerini ön plana çıkarmaya çalışırlar.

Ev kadınlarının toplumdaki imajına sahip olmadıkları için kazançta olduklarını zannederler. Oysaki değişen çok az şey olmuştur, temelde yaşadıkları, cahiliye ahlakına sahip kadın karakteri yine aynı şekliyle durmaktadır. Değişen sadece mekanlar ve kişiler olmuştur. Evinin, ailesinin sorunlarını kafasına takıp, kocasıyla ya da annesiyle çekişen ev kadını gitmiş, yerine iş yerindeki sorunlarla ve çalışanlarla rekabete girişen, kendini ispatlamaya çalışan iş kadını gelmiştir. Dedikodular, çekişmeler, kıskançlıklar ya da duygusallıklar aynı hızıyla devam eder. Çünkü insanın içinde bulunduğu sıkıntılı yaşamdan, karanlık ruh halinden kurtulabilmesi cahiliyenin bir karakterinden diğerine geçmesiyle değil, ancak ruhunda Kuran’a uygun bir değişiklik yapmasıyla mümkün olabilir. İşte, cahiliye ahlakını yaşayan iş kadınları bu önemli gerçeği göz ardı ettikleri için yine cahiliyenin tüm sıkıntı ve azaplarını yaşamaya devam ederler.

Mümin kadın ise bu önemli gerçeğin farkındadır. Kendini geliştirmek için dikkatini hayatında yapacağı teknik değişikliklere değil, ruhunda ve ahlakında yapacağı atılımlara verir. Bu nedenle de sürekli bir ilerleme kaydeder. Bunun dışında çoğu cahiliye kadınında olduğu gibi komplekslere sahip değildir. Çevresindeki diğer kadınlarla, işyerindeki erkeklerle veya çeşitli insanlarla maddi değerler ve dünyevi ölçüler için rekabete girmeye tenezzül etmez. Böyle bir tavır için hiçbir gerekçe de yoktur. Çünkü din ahlakında erkek-kadın rekabeti, bir tarafın üstünlüğü ya da eksikliği gibi bir kavram yoktur. Her ikisi de kendi yaratılışlarına uygun hareket ederler. Birbirlerine benzemeye değil, Kuran’da tarif edilen mümin modeline uymaya çalışırlar. Allah Katında da müminlerin arasında da sadece imanları ve güzel ahlakları ölçüsünde değer görürler. Ve kadın erkek tüm müminler sadece hayırlarda yarışırlar.

İŞ ADAMI KARAKTERİ

Cahiliye ahlakına sahip olan toplumlarda çalışan erkeklerin büyük çoğunluğu kendilerini Kuran’ın pek çok ayetinde bildirildiği gibi dünya hayatının meşgalelerine kaptırmışlardır. Tüm dünyaları işleri, en büyük amaçları ise işlerinde başarı elde etmek olmuştur. İş dışındaki hayatlarına bile yine bu para kazanma tutkusu hakimdir. Aileleri başta olmak üzere çevrelerindeki insanlarla konuştukları konular çok sınırlıdır. Ya işten bahseder ya da hiç konuşmaz saatlerce oturup düşünür, kafalarında daha çok para kazanmanın hesabını yaparlar. Kafaları işle o denli meşguldür ki, genellikle eşlerine, çocuklarına, ailelerine, dostlarına, arkadaşlarına karşı olan manevi yükümlülüklerini dahi unuturlar.

Bu ahlaktaki kişiler her konuyu hep iş merkezli düşünürler. Toplumsal ilişkileri çıkara dayalıdır. Dostluklarını hatta evliliklerini bile bu anlayış üzerine kurarlar. Kendilerine menfaat sağlayabileceğine inandıkları kimselerle ilişkilerini güçlendirirken, kendilerine fayda sağlamayacağına inandıkları kimselerle görüşmeyi de vakit kaybı olarak değerlendirirler.

İş yerinde ve evde genel olarak gergin ve stresli bir karakter sergilerler. İşlerinin iyi gitmediği günlerde “dokunsalar patlayacak” şeklinde ifade edilen bir yapıya bürünürler. Bu tip durumlarda son derece tahammülsüz olurlar. Bu hallerine anlayışsızlık gösterildiğinde ise daha da tersleşir ve sinirlenirler. Özellikle de eşlerinin iş hayatını kavrayamadıklarından dolayı anlayışsız olduklarını düşünür ve yakınırlar.

Genellikle hemen her konuda kendilerinden çok emindirler, akıllarını çok beğenir ve kimsenin sözüne itibar etmezler. Yılların tecrübesini üzerlerinde barındırdıklarını ve dolayısıyla da herşeyin en iyisini ve en doğrusunu kendilerinin bildiğini iddia ederler. Bu nedenle onları inandıkları birşeyin aksine ikna etmek mümkün olmaz. Hata yaptıklarını ya da yanlış düşündüklerini fark etseler bile sözlerini geri almak ve hata yaptıklarını kabul etmek çok ağırlarına gittiği için buna yanaşmazlar.

Onları böyle bir karaktere yönelten asıl etken ise başta da belirtildiği gibi “dünya hırsı”dır. Bu hırs nedeniyle pek çok insani yönlerini kaybetmiş, maddi çıkarlar dışında birşey düşünmez olmuşlardır. Burada belirtmek gerekir ki, bir insanın para kazanmak istemesi, işinde başarı elde etmek için çalışması veya işini geliştirmeye yönelik planlar yapması son derece doğaldır. Ancak bu istekleri dünyaya yönelik tutkulu bir şehvete dönüştürmek, ahireti unutarak hırsa kapılmak hatalıdır. Yoksa bir insan büyük bir zenginliğe ve mülke sahip olup, bunları Allah’ın razı olacağı şekilde harcamak isteyebilir veya salih bir niyetle başarı elde etmeye çalışabilir.

Cahiliyedeki iş adamı karakterinde ise böyle salih bir niyet değil, aksine dünyaya karşı tutkulu bir bağlılık vardır. Oysa karakterlerine bu denli hakim olan para, dünya hayatının geçici bir yararıdır. Dünyanın en zengin insanı ya da en başarılı iş adamı da olsalar bir gün mutlaka ölecek ve tüm kazandıklarını dünyada bırakacaklardır. Kendileri ise kazandıkları paranın hiçbir faydasını göremeyecekler, bedenleri de toprağın altında çürüyüp gidecektir. Ardından ise dünyada yaptıkları işlerden hesaba çekileceklerdir. Bu hesap gününde kendilerine para kazanmak için ne kadar çaba harcadıkları ya da ne kadar biriktirebildikleri sorulmayacaktır. Allah için ne yaptıkları, Allah’ın rızasını kazanıp kazanmadıkları sorulacaktır. Bu nedenle dünyaya yönelik olarak gösterdikleri tüm bu çabalar boşunadır.

Kuran’da onların boşa çıkacak olan bu çabalarından şöyle bahsedilmiştir:

De ki: “Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?” Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)

MÜDÜR VE YÖNETİCİ KARAKTERİ

Din ahlakından uzak toplumlarda, bir işyerinde birbirinden farklı pek çok karaktere rastlamak mümkündür. Bu karakterlerin her biri o işyerinde kendilerine verilen mevkinin etkisinde kalmışlardır. Her birinin yerine getirdiği sorumluluklar, aldıkları maaş ve diğer çalışanlara göre bulundukları konum bu karakterleri şekillendirir. Bu şartların etkisi altında gelişen karakterlerden biri de “yönetici karakteri”dir. Bu karakteri taşıyan kimselerin kendi aralarında çok normal karşıladıkları, ama aslında son derece çarpık bir mantığın ürünü olan bir özellikleri vardır; duruma göre değişip şekillenen iki karakteri aynı anda yaşarlar. Bunlardan biri işyerinde kendilerinden makam ve mevki olarak üstte olan kişilere, diğeri ise alt kadrolarında çalışan kimselere gösterdikleri karakterdir.

Cahiliye toplumundaki bu ahlaka sahip kimseler patronlarının yanında son derece ezik bir karaktere bürünürler. Onlara karşı her zaman için son derece saygılı, hatta kimi zaman “iki büklüm”dürler. İstenilen herşeyi anında yerine getirir ve en ufak bir kusur işlememeye son derece itina ederler. Patronları kendilerine her türlü sözü söylemeye, gerekirse azarlayıp terslemeye hak sahibidir. Müdürler bu tavırlardan alınmaz ve bunun patronlarının hakkı olduğunu düşünür. Tüm güçleriyle kendilerini beğendirmeye ve onların gözüne girmeye çalışırlar. Hatta onlara “yaranabilmek” için iş dışındaki angaryalarını bile üstlenirler. Tüm bu özverili tavırların sebebi ise çok açıktır; onlara maaşlarını veren ve işyerinin tüm hak ve yetkilerini elinde bulunduran kişi patronlarıdır, dolayısıyla da müdürlerin tüm menfaatleri yine bu kişilerin elindedir. Onların desteğini ve sempatisini kazanmak, müdürlerin kariyerleri ve gelecekleri açısından son derece önemlidir. Bu nedenle bu ahlaktaki kişiler şahsiyetlerinden ve onurlarından taviz vermekten kaçınmazlar.

Yine burada önemli bir ayrımı belirtmekte fayda vardır: İnsanların kendilerinden makamca veya yaşça üstün olan birine saygı göstermeleri, onlara karşı hürmet duymaları, taleplerini yerine getirmeleri elbette güzel bir davranıştır. Ancak bu kişilerin bunu yaparken Allah’ın rızasını aramaları ve karşı tarafı sağlayabileceği maddi menfaatler yönünde değil, onun ahlakı yönünde değerlendirmeleri gerekir.

Oysa cahiliye toplumunda insanlar bu değerlendirmeyi yapmazlar. Maddi zenginliği olan bir insan ahlaken son derece zayıf bile olsa ona derin bir saygı gösterirler. Buna karşılık kendilerine bağlı olarak çalışan kimseleri ahlaklarını hiç değerlendirmeden ezmeye çalışırlar. Çünkü burada da kıstasları Allah’ın rızası değildir. Cahiliyenin çarpık mantığına göre kendileri o insanlardan makamca ve maddi olarak üstündürler, o halde onlara her türlü kötü muameleyi yapma hakkına sahiptirler. Artık patronunun karşısındaki o ezik insan gitmiş yerine kibirli, kendinden aşırı emin, “dediğim dedik” bir yönetici gelmiştir. Emrindeki kişilere karşı son derece katı, prensip sahibi ve tavizsizdir. Etrafa emirler yağdırır, herhangi bir aksilik durumunda ise ilgili kişiyi herkesin ortasında azarlamaktan çekinmez. Çünkü bu kimselerden elde edeceği hiçbir menfaat söz konusu değildir. Ayrıca patronlarının kendi üzerlerinde tatmin ettikleri kibirlerini onlar da kendi altlarında çalışan kimseler üzerinde tatbik etmek isterler. Böylece şahsiyet bulduklarını ve patronlarının yanında büründükleri ezik kişilikten kurtulduklarını düşünürler.

Bu iki karakter arasındaki zıtlık işyerinin tüm çalışanları ve cahiliye toplumu tarafından oldukça olağan karşılanır. Çünkü sistemin böyle işlediği düşünülür. Bu batıl sisteme göre şirketin sahibi müdürlere, müdürler sekreterlere, sekreterler de temizlikçilere ya da odacılara istedikleri tavırları göstermekte serbesttirler. Bu sıralama tersten ele alındığında ise herkes bir üstünün yüzüne karşı elinden gelen en iyi davranışları gösterir ve istenilenleri en titiz şekilde yerine getirir. Ancak birbirlerinin gıyabında nefretlerini dile getirmekten çekinmezler ve duydukları saygı da hiçbir zaman gerçek bir saygı olmaz.

Açıkça görüldüğü gibi bu, son derece çarpık bir sistemdir. Çünkü bu insanlar güzel davranmayı bildikleri halde sırf birbirlerinden menfaatleri olmadığı için bu tavırları birbirlerine göstermeye gerek duymaz ve ancak çıkarları söz konusu olduğunda kullanırlar. Bu tavırları cahiliye sisteminin çarpıklığı içerisinde göze batmaz ve gündeme getirilmez. Oysaki bu Kuran’a göre büyük bir vicdansızlık örneğidir. Çünkü insan vicdanının ve aklının yettiği ölçüde, koşullar ne olursa olsun, herhangi bir maddi veya dünyevi beklenti içinde olmadan, en güzel tavırları göstermekle yükümlüdür. Allah insana hoşgörülü ve tevazulu olmasını emretmiştir.

Çünkü insanın etrafına karşı büyüklük taslayabileceği kendine ait hiçbir özelliği yoktur. Makam da, mevki de ancak Allah’a aittir. Onu kullarından dilediğine verir ve dilediğini üstün kılar. Dilediğinde de insanın durumunu tam tersine döndürmeye ve eline verdiği tüm imkanları geri almaya kadirdir. İşte bu nedenle de insan Allah’a karşı her an boyun eğici bir tavır içerisinde olmak zorundadır. Allah insana bu konumunu ve acizliğini Kuran’da şöyle hatırlatmıştır:

Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra Suresi, 37)

İşte mümin, bu ahlakı yaşayan insandır. Yeryüzünde karşısında her kim olursa olsun böbürlenmez ve Allah’a karşı sorumlu olduğunu unutmaz. Bu nedenle de böyle değişken ve samimiyetsiz bir karakteri kendisine yakıştırmaz. Allah’ın beğendiği ahlakı her an, her yerde, herkese karşı sergiler. Karşısındaki insanın makamı, mevkisi ne olursa olsun saygılı ve nezaketli bir tavır gösterir. Ama bu güzel tavırlarına karşılık o kişiden bir menfaat beklentisi olmaz; aksine her salih amelin karşılığını Allah’tan bekler, O’nun hoşnutluğu için çaba gösterir.

SEKRETER KARAKTERİ

Cahiliye toplumunda bazı meslekler diğerlerine göre daha havalı, bazıları ise daha sıradan bilinir. Sekreterlik pek çok mesleğe göre daha sıradan kabul edilir. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise, bu kimselerin bir kişinin yardımcısı olarak çalışıyor olmalarıdır. Bu nedenle cahiliye toplumu içinde sekreterler kendilerine meslekleri sorulduğunda çoğu zaman “asistanlık yapıyorum” gibi cevaplar vererek kendilerini daha nitelikli göstermek isterler. Bu mesleğin toplumun kimi çevrelerinde fazla itibar sağlayacak bir özellik taşımaması nedeniyle, kariyer sahibi patronlarıyla ve onların yardımcısı olmakla övünmeyi tercih ederler. Oysa bir insanın temiz bir işte, helal yollarla para kazanıyor olması onun için yeterli olmalıdır. Hiç kimsenin cahiliye ölçülerine göre üstün bir mevkiye sahip olması, etrafındaki insanlardan itibar görmesi gerekli değildir. Bir insanı değerli kılan ve ona hem dünyada hem de ahirette güzel bir yaşam sağlayacak olan, Allah’ın rızasını gözeterek yaptığı işlerdir.

Cahiliye ahlakı ise başta da belirttiğimiz gibi bambaşka ve çok yanlış ölçülere sahiptir. Bu yanlış değer yargılarını benimsemiş olan sekreterler de içten içe patronlarına karşı büyük bir hayranlık beslerler. Onları velinimetleri gibi görürler. Bu nedenle de kendi üzerlerinde her türlü hakka sahip olduklarını düşünürler. Ters tavırlarından, emirler yağdırmalarından ya da her türlü işlerini yaptırmalarından hiçbir şekilde alınmaz ve rahatsızlık duymazlar. Aksine onlar beklenilenin daha da fazlasını yapar ve patronlarını memnun etmek için büyük bir çaba harcarlar. Çünkü patronları bir anlamda onların geleceği demektir. Onları iş hayatında daha iyi bir konuma getirebilecek, çevre edinmelerini sağlayabilecek ve hatta eğer zorda kalırlarsa yardım elini uzatabilecek tek kişinin yine patronları olduğunu düşünürler.

Aslında yaptıkları görevlerden çoğu bir sekreterin iş tanımında yer almaz. Ama cahiliye toplumunda sekreterler kendilerine verilen her görevi yapmakla yükümlüdürler. Bunu fırsat bilen patronlar da onları olabildiğince çalıştırırlar. Gün içinde sinirlenerek sekreterlerine sürekli bağırıp çağırırlar. Sekreterler tüm bunlara ses çıkarmaz, patronlarının yüzüne karşı güler, ama fırsat buldukça da arkalarından dedikodularını yaparlar.

Bu arada sekreterler de patronlarından gördükleri iş ahlakını başkalarına uygularlar. Onlar da kendi çalıştıkları ortamda emirler yağdırıp işlerini yaptırabilecekleri birilerini mutlaka bulurlar. Bu kişiler genellikle çaycılar ya da temizlik görevlileridir.

Özellikle üst düzeyde çalışan birinin sekreterliğini yapanlar, şirketin diğer çalışan elemanlarına karşı oldukça kibirli tavırlar gösterirler. Çünkü kendilerini büyük bir şirketin patronuna en yakın kişi konumunda görürler. Cahiliye sisteminde holding patronunun sekreterinin şirket içinde, cahiliye mantığına göre bir üstünlüğü vardır. Tüm müdürler patrona ulaşmadan önce onunla muhatap olmak zorundadır. Çoğunlukla patronun ruh halini sekreterinden sorarlar. Sekreterler de bu durumu fırsat bilerek, diğer çalışanlara sürekli emirler yağdırmayı, özellikle alt kademedeki personeli tersleyerek konuşmayı tercih eder.

Cahiliye ahlakının yaşandığı bir toplumda bu karakterde yalan söylemek, tüm tavır bozukluklarına göz yummak, arkadan çekiştirmek ve ikiyüzlü davranmak gibi daha pek çok cahiliye tavrını görmek mümkündür. Tüm bunlar tek bir kişinin beğenisi kazanarak ondan menfaat elde etme amacını taşır.

Oysaki insana dünyada ve ahirette menfaat sağlayabilecek tek güç Allah’tır. İnsanların gözüne girmeye ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışan kimseler, asıl hoşnutluğu kazanılması gerekenin yalnızca Allah olduğunu unuturlar. Müminler ise sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışanlardır. Hiçbir zaman insanları gözlerinde büyütüp, onları güç sahibi sanıp, onlardan menfaat umma gibi bir yanılgıya düşmezler. Tüm kaderlerinin ve geleceklerinin ancak Allah’ın kontrolünde olduğunun şuurundadırlar.

DOKTOR KARAKTERİ

Doktorluk mesleği, özellikle günümüz toplumlarında halk tarafından el üstünde tutulan ve her kesimde saygı uyandıran bir meslek dalıdır. Gerçekten insanların sağlığı için çalışmak ciddi bir gayret, özverili bir yapı gerektirir. Ancak Kuran ahlakından uzak toplumlarda insanların doktorlara bakış açıları ve doktorluk mesleğini seçenlerin de bundan dolayı taşıdıkları karakter bazı farklılıklar gösterir.

Öncelikle bazı insanlar hayatlarının, doktorların elinde olduğu gibi yanlış bir inanca sahiptirler. Bu yüzden bu mesleği uygulayan kişilerden bir nevi “medet umarlar”.

Ailelerin çoğu, çocuklarının doktor olmasını ister ve çocuklarına bu yönde telkin verir. Bu nedenle “büyüyünce doktor olacağım” demeyen çocuk neredeyse yok gibidir. Kuşkusuz anne babaların çocuklarını insanlara fayda verecek bir mesleğe yöneltmesi güzel bir davranıştır. Ancak cahiliye toplumunda ailelerin çocuklarını bu mesleğe yönlendirmesindeki ilk amaç çevrelerinden övgü toplamaktır. Diğeri ise ailenin herhangi bir hastalığı olduğunda, doktor olan çocuklarının kendilerine en iyi şekilde bakacağını düşünmeleridir. Böylelikle aile bireyleri kendilerini bir nevi güvende hissederler. Yine aynı nedenlerden dolayı doktorlar en makbul damat adaylarıdır.

Cahiliye toplumunun doktorlara olan bu yanlış bakış açısı, kişiye tıp fakültesine girdiği andan itibaren aşılanmaya başlanır. Beyaz önlükle hastane koridorlarında yürüyen doktor adayları karşılarında tek bir model görürler. Onlara öğretilen doktor modelinde doktorlar öncelikle kendilerinden çok emin olurlar ve herşeyi kendilerinin bildiğini zannederler. Hastaların anlayamayacağı bir dille konuşup, cümlelerinin içinde birçok tıbbi terim kullanırlar. Bu kişiler elbette ki hastalarının bu kelimeleri anlamayacağını bilirler. Ama yine de bu tutumlarını değiştirmez, bunu doktorluğun bir gereği olarak algılarlar. Söz konusu ahlakın yaşandığı toplumlarda doktorların büyük bir kısmının mezun olduktan sonra dünyada yalnız birkaç tane amaçları kalır; ünlü bir uzman ya da profesör olmak, lüks bir muayenehaneye sahip olmak, mümkün olduğunca çok para kazanabilmek, vs.

Bazı toplumlarda insanlara aşılanan en büyük telkin, hayatlarının doktorların elinde olduğu yanılgısıdır. İşte bu gibi toplumlarda doktora gösterilen hürmet ve saygının altında insanların bu yanlış bilinçle yetiştirilmesi yatmaktadır. Kendilerini bir damla sudan yaratan, onlara rızıklarını veren Yüce Allah’ın üstün güç ve kudretinden tamamen habersiz yaşayan cahiliye toplumu, zihinlerinde adeta ilahlaştırdıkları doktorları (Allah’ı tenzih ederiz) insanüstü güçlere sahip birer varlıkmış gibi algılama yanılgısına kapılırlar. Hastalıklarının geçmesi için cahilce onlardan medet umarlar. Halbuki Allah insanları uyarmış ve her insanın ancak bir kul olduğunu bildirmiştir:

Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. (Araf Suresi, 194)

Elbette bir insanın iyileşmek için doktora gitmesi, onun tavsiye edeceği uygulamaları yapması gereklidir. Ama bunu yaparken unutmamak gerekir ki insanlara hastalığı da şifayı da veren Allah’tır. İnsanların nerede ve nasıl öleceğini de yalnızca Allah belirler. Allah herkes için bir ölüm tarihi tespit etmişken insanlar bundan habersiz o güne doğru yaklaşırlar. Bu büyük gerçeği unutarak gaflet içinde yaşayan insanlar Allah’a dua etmeyi unutur, ama doktorlardan yardım umarlar. Kendilerinden bu kadar ciddi bir beklenti içinde olunması, Kuran ahlakından uzak yaşayan doktorlarda da değişik bir kibir geliştirir.

Kimi doktorların özel muayenehanelerindeki tavırlarıyla, hastanede çalışırkenki tavırları arasındaki fark da cahiliye kıstaslarının çarpıklığını en güzel şekilde göstermektedir. Muayenehane özel bir kurum olduğundan, buraya gelen hastalar da genellikle maddi açıdan varlıklı kişilerdir. Cahiliye insanlarının para hırsı, varlıklı kişilere karşı son derece nazik davranmayı gerektirdiğinden, kimi doktorlar buraya gelen hastalara karşı oldukça kibar davranırlar. Çünkü muayeneye gelen kişi bu doktoru kendisi seçmiştir. Gördüğü ilgiyi beğenmediği takdirde parasını ödeyerek başka doktora gidebilecek güçtedir.

Olayların bir de diğer yönü vardır. O da, bazı doktorların, maddi açıdan varlıklı olmayan hastalara karşı olan tutumlarıdır. Parası olmayanın, cahiliye sistemi içerisindeki konumu her zaman ezilmeyi gerektirdiğinden, bu çarpık mantık örgüsü hastanelerde çalışan bazı doktorlarda da tam anlamıyla yerleşmiştir. Doktorların hastanelerde muhatap oldukları kişiler çoğu zaman fakir insanlardır. Bu yüzden cahiliye mantığıyla hareket eden bazı doktorlar kendilerini hastanenin en kıdemli kişisi olarak görürler. Cahiliye mantığında bu hastalara değer verilmediğinden, hastanede pek yüzlerine bakılmaz. Hatta pek çok hastane çalışanı da aynı yanlış bakış açısını almıştır. Bir yer veya doktor ismi soran hastalara oldukça ilgisiz davranırlar. Onlar da bu ortama ayak uydurarak şefkat ve merhamet hislerinden uzaklaşmış, gördükleri manzaralara alışmışlardır. Hastaneye gelen hastalar daha hastanenin kapısından girerken kapıda duran bekçilerin sinirli ve ters tavırlarıyla karşılaşırlar.

Cahiliye ahlakının hakim olduğu toplumlarda doktorların büyük çoğunluğu çok az bir maaşla hastanelerde gece gündüz çalışırlar. Yıllarca buralarda çalıştıktan sonra da en fazla bir bekleme salonuyla hasta odası olan bir muayenehaneye sahip olurlar. Bu, pek çok doktorun hayattaki en büyük idealidir. İnsanlara iyilik yapmak ve yardım etmek elbette ki takdir edilecek bir davranıştır. Ancak cahiliye ahlakının hakim olduğu doktor karakterinde bu yoğun çalışmanın temelinde sadece makam, maddiyat, ün gibi dünyevi beklentiler vardır. Oysa her ne meslekten olursa olsun kişiyi onurlu, saygın ve itibarlı yapacak olan bu kişinin Allah’ın sevgisini, rızasını ve ahireti kazanmak için çalışması ve kendi aczini bilerek gayret etmesidir.

Unutulmamalıdır ki, mesleği ne olursa olsun her insan kısa bir yaşam sürüp ahiret gerçeği ile karşılaşacaktır. Ölümün ardından, kaç hasta baktığı, tıbbi terimleri yeterince bilip bilmediği, mesleğindeki ünvanı ve bu tarz cahiliye kıstasları değil, Allah rızası için nasıl işler yaptığı sorulacaktır. Fakat din ahlakından uzak toplumlardaki doktorların çoğu bu gerçekleri görüp fark edemezler. Çünkü cahiliyenin yıllarca kendilerine verdiği yoğun telkinin etkisi altındadırlar. Onlar için sadece toplumun beğenisini kazanmak, insanların gözünde itibar sahibi olmak önemlidir.

Kuran ahlakına uygun olan ise yapılan her işin yalnızca Yüce Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapılmasıdır. Müminler meslekleri ne olursa olsun güzel bir ahlak gösterirler. Müminler, yanlarında bulunan hasta, güçsüz ve zayıf insanların en büyük destekçisi ve yardımcısıdırlar. Bu davranışlar, onların Kuran’a uymalarından ve Allah’ın emrettiği ahlak anlayışından asla ödün vermemelerinden kaynaklanır. Kuran’a sıkı sıkıya bağlanmış olan bir insan, tıp ilmini kavrayabilmesinin ancak Allah’ın dilemesiyle olduğunu, şifa olacak herşeyi Allah’ın yarattığını bilir. Bu nedenle de yaptıklarına ya da bildiklerine Allah dilemedikçe sahip olamayacağını açıkça görür. Kendisinin de her an hastalanabileceğini ve bu durumda da Allah’tan başka yardımcı ve şifa verici olmadığını unutmaz. Hz. İbrahim’in Kuran’da bildirilen bu konudaki duası tüm insanların kendilerine örnek alması gereken yüksek bir ahlakı yansıtmaktadır:

“Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O’dur. Bana yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur.” (Şuara Suresi, 78-82)

CAHİLİYEDE HEMŞİRE KARAKTERİ

Öncelikle belirtmek gerekir ki, insanlara merhametle yaklaşan, az bir karşılık alarak son derece fedakarane bir şekilde sabahlara kadar hasta insanlara yardımcı olmaya çalışan çok fazla hemşire vardır. Ancak burada bahsedilecek olan cahiliyenin din ahlakından uzak yapısını yaşayan kişilerdir.

Bu tip kişiler gün boyu en ağır şartlar altındaki hastalarla iç içe yaşadıkları için hastaların tüm sorunlarına alışmışlardır. Hatta vicdani yönden iyice körelmiş olan bir kısmı, şefkat ve merhametle yardım etmek yerine sakin ve umursuz bir tavırla hastaları bekletmeyi, anlayışsız davranmayı ve hatta azarlamayı bile olağan tavırlar haline getirmiştir. Böyle kişiler, hastaların çoğunun hasta psikolojisiyle hareket ettiklerini ve durumlarını abarttıklarını düşünmekte ve kendilerinden talep edilen yardımı esirgeyebilmektedir.

Acizlik içerisindeki hastaların kendilerine muhtaç olduğunu bilmeleri cahiliye karakterindeki kimi hemşireleri kibirli bir tavra yöneltir. Hastalara karşı üstten bakan, onları küçümseyen ve hatta bazen de aşağılayan bir tavır gösterirler. Çünkü kendileri muhtaç olunan insan konumundadırlar. Onlara göre bu kadar ‘önemli insanların’ sıradan insanlara karşı olan tavırları da doğal olarak kibirli ve ters olmalıdır.

Bu kötü ahlakı yaşayan kimselerin birbirlerine karşı olan tavırları da hastalara olan tavırlarından pek farklı değildir. Herkese bulunduğu mevkiye göre davranırlar. Söz gelimi başhemşireye çok saygı gösterirken, diğer hemşireleri küçümserler.

Cahiliye ahlakını yaşayan bazı ev kadınlarının fikirleri nasıl evin dört duvarı arasına sıkışıp kalmışsa, bir kısım hemşireler de aynı karakterle hastane sınırlarına sıkışıp kalmışlardır. Bu dünya içerisinde kendilerini gözlerinde çok büyütür ve kibire kapılırlar. İnsanlara şifa dağıtanın kendileri olduğunu zanneder, sadece bir vesile olduklarını düşünmezler. Halbuki hasta yatağına yattıklarında kendilerine şifa veremediklerine, zararı engelleyemediklerine kendileri de açıkça şahit olurlar. Ama yine de çoğu bu batıl inançlarından vazgeçmezler. Allah bir ayetinde Kendisi’nden başka hiç kimsenin zarar veya yarar vermeye güç yetiremeyeceğini şöyle bildirir:

Andolsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette “Allah” diyecekler. De ki: “Gördünüz mü-haber verin; Allah’tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O’nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O’nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi” De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O’na tevekkül etsinler.” (Zümer Suresi, 38)

Allah insanlara yalnızca Kendisi’ne güvenmeleri gerektiğini bildirmiştir. Daha önce Hz. İbrahim’in Kuran’da bildirilen duasında gördüğümüz gibi, müminler yalnızca Allah’a güvenip, yardımı yalnızca O’ndan bekleyen insanlardır. Allah’ın yarattığı bir yararı ya da zararı yine O’ndan başka engelleyebilecek bir güç olmadığına gönülden iman ederler. Dünyadaki tüm ilaçların, doktorların, hemşirelerin ya da uygulanan tüm tedavilerin Allah’ın insanlara şifa vermek için yarattığı vesileler olduğunu unutmazlar.

ESNAF KARAKTERİ

Toplumda çalışan kesimin büyük bir bölümü esnaf adı altında sınıflandırılır. Mağaza sahiplerinden küçük tüccarlara, tezgahtarlardan sokak satıcılarına kadar pek çok meslek esnaf tanımına dahildir. Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda, esnaf olarak nitelendirilen kimselerin de pek çok meslek grubu gibi kendine has bazı özellikleri vardır.

Pek çok cahiliye karakterinde olduğu gibi cahiliyenin esnaf karakterine yön veren en önemli etken de yine maddi değerlerdir. Daha çok toplumun orta halli kesiminden gelen bu insanların büyük bir çoğunluğu, cahiliye ahlakını yaşadıkları ve Kuran’a uymadıkları için, para kazanmak uğruna her türlü şekle girebilen bir karakter geliştirmişlerdir.  Çünkü toplumda yer edinebilmeleri ve saygın bir sıfat kazanabilmeleri ancak zengin olmalarıyla mümkün olur. Zira cahiliye toplumunda kişinin ahlakından, mesleğinden ya da kariyerinden önce gelen en önemli kriter zenginliğidir. Maddi bir güç söz konusu olduğunda kişinin ne cehaleti, ne görgüsüzlüğü, ne de dış görünümü sorun oluşturur. Maddi güç, her zaman, her türlü imkanın kapısını açabilir.

Bu nedenle cahiliye kriterlerine göre yaşayan esnaf kişilerin çoğu, iyi para kazanmanın yollarını arar ve tüm dünyaları da bundan ibaret hale gelir. Bir insanın maddi kazancının iyi olması için gayret göstermesinde hiçbir mahsur yoktur elbette. Ancak, bir kimsenin bunu yaparken malın ve zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğunu, Allah’ın dilediğini zengin dilediğini fakir kıldığını ve bunda birçok hikmet olduğunu unutmaması gerekir. Ganiy (çok zengin, herşeyden müstağni) olan Rabbimiz Allah’ın verdiğinden razı olması, Allah’ın hoşnutluğu ve rızası için zenginliği talep etmesi ve Allah’ın lütfu olan malı yine Allah yolunda en iyi şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu şekilde olmadığında ise, çok bencil ve çıkarcı bir karakter gelişebilir. Bu nedenle cahiliyedeki esnaf karakterindeki pek çok kişinin büyük ideallere sahip, insani yönü güçlü bir birey olmak gibi hedefleri yoktur; en büyük amaçları zengin olup dünyaya yönelik çıkarlar elde etmektir. Genellikle menfaatçi bir karakter geliştirirler. İnsanlardan ne kadar çıkar elde ederlerse kendilerini o kadar kurnaz görürler.

Bu hırsın bir sonucu olarak kimi insanlarca dolandırıcılık, sahtekarlık bu mesleğin doğal yönlerinden biri olarak görülür. Elbette bu kesim içerisinde İslam ahlakını benimseyen, Kuran ahlakına uygun davranan ve her zaman dürüst olan insanlar da vardır. Bu mesleği uygulayan insanların mutlaka dürüstlükten taviz vermeleri gerekmemektedir. Burada söz edilen dolandırıcılık, sahtekarlık din ahlakından uzak cahiliye sisteminin sonuçlarıdır. Söz gelimi cahiliye toplumunda ticaretle uğraşan kişilerin bir kısmı ellerindeki hasarlı eşyaları hiç tereddüt etmeden sağlammış gibi satabilirler. Bundan en ufak bir vicdan azabı duymadıkları gibi bir kısmı da kendilerine asıl olarak bunu meslek edinmişlerdir. Defolu eşya alır ve bunu sağlam fiyatına müşterilerine satarlar. Bu kimselerin yaptığı bu işe aynı civardaki tüm esnaf şahit olur ama genellikle hiçbiri karşı çıkmaz. Çünkü söz konusu kişilere göre bunlar ticaret hayatının gereğidir. Müşteri kavramı, bu insanların bir kısmına, kandırılacak ve üzerinden para kazanılacak kimseleri ifade eder. Oysa Allah tüm insanlara ticarette adil bir tutum sergilemelerini, insanları aldatmamalarını emretmiştir:

Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. (İsra Suresi, 35)

(Davud) Dedi ki: “Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır.”… (Sad Suresi, 24)

Tarih boyunca tüm cahiliye toplumlarında Allah’ın bu emirlerine uymayan, adaletsizlik yapmakta, insanları kandırmakta ısrarlı bir tutum sergileyen insanlar olmuştur. Allah elçileri vasıtasıyla bu insanları uyarmıştır. Hz. Şuayb’ın kavmine bu konuda yaptığı uyarılar Kuran’da şöyle haber verilir:

Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah (hayır)’ içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.” “Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” “Eğer müminseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.” (Hud Suresi, 84-86)

Ancak genelde cahiliye toplumlarında insanlar, sahip oldukları çirkin ahlak sebebiyle bu uyarıları dinlememiş ve bundan dolayı da hem dünyada bir sıkıntı ile karşılaşmışlardır, hem de ahirette bunların hesabını mutlaka vereceklerdir. Cahiliye toplumunda bu karakteri taşıyan insanlar menfaat elde etmek için gerektiğinde basit tavırlar göstermekten de çekinmezler. Cahiliyenin bu çarpık mantığını tezgahtar olarak çalışan bir kısım insanlarda da görmek mümkündür.  Cahiliye toplumuna ayak uydurmuş olan bu kişiler, müşterilerine bir eşya satabilmek için her türlü yolu denerler. Yakışmadığı çok açık olan bir giysinin yakıştığını ispatlamak için olmadık yalanlar söyler, uzun uzun dil dökerler.

Bu tip kişilerin toplumda en çok saygı duydukları kimseler ise zengin insanlardır. Onların her türlü işini yapmayı kendilerince büyük bir fırsat olarak görürler.

Cahiliye toplumunun büyük bölümü gibi bu insanların da bir kısmı İslam dinini tanır ve Allah’ın koyduğu emir ve yasakları oldukça iyi bilirler. Ancak buna rağmen sırf dünya hayatından çıkar elde etmek amacıyla bu emir ve yasakların birçoğuna uymazlar.

Bunun yanında para kazanmak için son derece hırslı bir karakter gösteren, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bu insanlar, kendilerini yaratan ve sahip oldukları herşeyi veren Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda son derece tutuk ve isteksiz davranırlar. Allah bu karakterdeki kişileri ve aynı zamanda da tüm insanları dünyaya bu kadar kapılıp ahireti unutmamaları konusunda pek çok ayeti ile uyarmıştır:

Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi    Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)

De ki: “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)

İşte müminlerin farkı ve Allah Katındaki üstünlükleri de buradadır. Onlar da gerektiğinde günlerinin büyük bölümünü çalışarak, para kazanmak amacıyla geçirebilirler. Ancak onlar iyi bir kazanç elde etmeyi, Allah’ın rızasını kazanabilmek, O’nun hoşnut olacağı harcamalarda bulunabilmek amacıyla isterler. Ayrıca yaptıkları iş ne olursa olsun, hiçbir zaman için Allah’ı zikretmeyi ve ahireti düşünmeyi unutmazlar. Allah’ın emri gereği, insanlara asla haksızlık, adaletsizlik yapmaz, hiç kimsenin hakkını ihlal etmezler. Allah bu güzel ahlaklı insanları Kuran’da şöyle tanıtmıştır:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

MEMUR KARAKTERİ

Cahiliye mantığında memur karakteri taşıyan insanlar arasında farklı bir ruh hali hakimdir. Bu nedenle bu kimselerin “memur” oldukları bakar bakmaz anlaşılır. Ancak onları deşifre eden yaptıkları iş değil, yüzlerindeki ifade ve gösterdikleri tavırlardır.  Cahiliye ahlakındaki bu insanların tavırlarına yön veren yanlış mantık ise şudur; bu kimseler sabit ücretlerle sabit mevkilerde bulunurlar. Dolayısıyla da normalin üzerinde gösterecekleri bir çaba onlara ne maaşları, ne mevkileri, ne de itibarları açısından ek bir menfaat sağlamayacaktır. Bu durumda ekstra bir iş yüklenerek sadece boşuna yorulmuş olacaklarını düşünürler. Ayrıca eğer yapılacak ek bir iş varsa bunu bir başkasının üzerine bırakmak varken kendileri üstlenmeyi de cahiliye bakış açısıyla “enayilik” olarak değerlendirirler. İşlerini halletmek için gelen kişilere gösterecekleri tavırlara da hiç özen göstermezler. Çünkü bu insanlara gösterecekleri güzel ahlaklı bir tavrı da “ek iş” olarak değerlendirirler.

İşte bu düşünceleri nedeniyle cahiliye ahlakına sahip olan memurların büyük çoğunluğu çevrelerine karşı umursuz bir karakter geliştirir. Sadece kendilerine verilen işi yapar ve bunun dışında birşey istendiğinde ya hiç ilgilenmez ya da bir başkasına yönlendirirler. İşyerlerine gelip kendilerine bir soru soran kişinin yüzüne ya hiç bakmaz ya da bakıp hiç cevap vermeden başlarını aşağıya doğru indirir ve işlerine devam ederler. Karşılarındaki kişiyi mağdur durumda bırakmaktan hiç sıkıntı duymazlar. Cahiliye ahlakındaki memurların bu baştan savma ve geçiştirici tavırları artık tüm toplumun neredeyse ezberlediği bir manzaradır. Karşılarındaki kimselere değer vermez ve sırf kendi rahatları için gerekirse onları sebepsiz yere saatlerce kuyruklarda bekletebilir ya da masa masa dolaştırabilirler. Umursuzlukları nedeniyle insani yönlerinin pek çoğu körelmiştir. Halden anlamak, ince düşünmek, nezaket ya da hoşgörü göstermek için bir gerekçe göremezler. Bu tavırları gösterseler de göstermeseler de nasıl olsa maaşlarını alacaklardır. Ve karşılarındaki insanı da bir daha görmeyeceklerdir zaten. Bu nedenle herşeyleri mekanikleşmiştir. Az konuşur, az güler, az düşünür ve sadece ellerine verilen işi yaparlar. Oysa Allah’ın emrettiği ahlakı yaşayan insanların böyle tavırlar göstermeleri mümkün değildir. Onlar diğer insanlara karşı her durumda saygılı, ilgili ve nezaketli bir tavır gösterir. Zor durumda kalan kişilere ellerinden geldiğince yardım eder, o an yardım edebilecek bir imkanları olmasa bile en azından güzel bir sözle karşılık verirler.

Burada tarif edilen memur karakterine sahip kişilerin bir başka özellikleri de her yönleriyle klasikleşmiş, yani hep aynı tavırları gösteren, olaylar karşısında belirli tepkiler veren kişiler olmalarıdır. Günlük hayatlarının akışı, görüştükleri insanlar, konuştukları konular, alışkanlıkları, zevkleri tamamen bu klasik yapının etkisi altındadır. Halen gençliklerinde moda olan tarzda giyinir, aynı saç stillerini uygularlar. Yeniliklere tamamen kapalı bir karakterleri vardır. Hiçbir konuda yerleşik olan düzenlerini bozmak istemezler. Onları, yapacakları yeniliğin eskisinden daha güzel olacağına ikna etmek mümkün olmaz. Her işlerini modası geçmiş aletlerle ve modası geçmiş yöntemlerle yapar, saatlerce uğraşır ve vakit kaybederler. Ama yine de alıştıkları stilden vazgeçmezler.

Tüm bu anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi cahiliye ahlakının memur karakterini yaşayan insanların büyük kısmı hem ahlak yapılarında hem de sosyal yaşantılarında tembel ve üşengeç bir tavır sergilerler. Çıkar sağlayacaklarını düşündükleri bir olay olmadığı sürece de bu yapılarından ödün vermezler. Konunun başında da açıklandığı gibi bir çıkar söz konusu olmadığında yaptıklarının boşa gideceğine inanırlar. Oysa memurluk, bir hizmet mesleğidir. İslam ahlakını yaşayan bir memur bir iş için gelen kişilere çok güzel tavırlar göstererek hizmet eder. Asla onları sıkıntıya sokacak, boş yere vakitlerini alacak şekilde davranmaz. Çünkü, insanın iyilikten ve güzel ahlaktan yana yaptığı hiçbir şeyin boşa gitmeyeceğini bilir. Yaptığı her işi Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın beğendiği ahlakı en fazlasıyla yaşamak niyetiyle bir ibadet olarak yerine getirir. Güzel davranışlarının hepsi hesap gününde ortaya konmak üzere Allah’ın Katında bir kitaptadır.

Kuran’da Hz. Lokman’ın oğluna bu konuyu şöyle hatırlattığı bildirilmiştir:

“Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır.” (Lokman Suresi, 16)

Yine Allah’ın bu konuyu hatırlattığı ayetlerden bazıları ise şöyledir:

De ki: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.” (Zümer Suresi, 10)

… Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)

Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)

Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve Kendi yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)

Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)

Elbette güzel tavırlarda bulunmak için insanın çaba harcaması ve emek vermesi gerekecektir, ama alınacak karşılık ayetlerden de anlaşılacağı gibi, güzellikle geçen bir yaşam, sonsuz bir cennet hayatı ve daha da önemlisi Allah’ın rızası olacaktır.

 

Sonsöz: Kuran ahlakını yaşamaya davet

Kitabın başından bu yana cahiliye toplumlarında hakim olan belli başlı insan karakterleri incelendi ve bu karakterleri üzerlerinde barındıran kişilerin istisnasız hepsinin de büyük bir “sıkıntı” ve “kayıp” içerisinde oldukları ortaya kondu. Ayrıca bu karakterlerden tek bir tanesinin bile dengeli ve huzurlu bir kişilik geliştiremediği, yaşadığı hayattan gerçek anlamda mutlu olamadığı görüldü.

Tüm bu karakterleri detaylıca incelemekteki amaç ise, cahiliye sisteminin oluşturduğu her fikrin, her yaşantının mutlaka “açmazda” olduğunu somut örneklerle gözler önüne sermektir. Çünkü müminler, Kuran’da açıklanan bu önemli gerçeği, “bilmeyenlere” bildirmekle ve onları vakit varken doğru olana çağırmakla sorumludurlar.

Şunu önemle belirtmek gerekir ki, tüm insanlar için tek çözüm, cahiliye sisteminden tamamen sıyrılıp, Kuran’da bildirilen mümin ahlakını yaşamaktır. Ancak o zaman Allah onlara olan nimetlerini artıracak ve mutluluğun yolunu açacaktır. Çünkü insanı yaratan Allah onun yaşayabileceği en ideal hayatı, herşeyden en çok zevki alabileceği sistemi ve mutluluğun yolunu yine Kuran’da bildirmiştir.

Unutmamak gerekir ki, tüm bu güzelliklerin kapısı istisnasız her insan için sonuna kadar açıktır. İnsanın önünde her an bu nimetleri yakalamak için bir fırsat vardır. Bunun için ne büyük fedakarlıklarda bulunmak, ne günlerce çalışıp yorulmak, ne de herhangi zor bir engeli aşmak gerekir. İnsanın sadece samimi olmaya ve Allah’a sığınmaya niyet etmesi, bu kapının açılması için yeterlidir. Bu ise çok kısa sürede gerçekleşebilecek bir karardır.

Bu nedenle cahiliyenin tüm bu çarpık karakterlerinden kurtulmak isteyen kişi bilmelidir ki bu çok kolaydır. İnsanın bu satırları okurken dahi tek bir niyetle Allah’ın rahmetini ve cennetini kazandıracak bir karakter kazanması mümkündür. Çünkü Allah her insanı duymakta ve kalbinden geçenleri bilmektedir; ona şah damarından daha yakındır. İnsan niyetini değiştirdiğinde Allah bunu o an bilir ve dilerse o kişinin üzerindeki nimetini değiştirip güzelliklerini artırır.

Allah samimi olarak tevbe etmeyle ilgili olarak bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Furkan Suresi, 70)

İşte bu kitap, bu fırsatı kaçırmadan, vakit varken cahiliye sisteminin sunduğu tüm zararlardan kurtulmak, müminlere vaat edilen nimetlere kavuşmak ve en önemlisi Allah’ın rızasını kazanabilmek için cahiliye ahlakını terk edip mümin karakterini yaşamaya bir davettir.

 

Yaratılış Gerçeği -1

sivekkusu

İnsan, etrafında gördüğü herşeyde, kendisine Allah’ı tanıtacak sayısız delille karşılaşır. Çamurlu topraktan çıkan rengarenk, hoş kokulu çiçekler, lezzetli sebze ve meyveler, çevremizde sürekli gördüğümüz birbirinden sevimli, dikkat çekici hayvanlar, bu güzelliklerin algılanmasını sağlayan duyu organları ve bunlar gibi sayısız deliller… Bunların tümü birer “iman hakikati”dir. Yani, kişiyi imana götüren ve imanının artmasına vesile olan gerçekler, yaratılış mucizeleridir. Bu bölümde iman hakikatlerinden bazı örneklere yer verilmiştir.

www.hayvanlaralemi.net

sivekkusu

…Arzda da sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. Bu, Allah’ın yaratmasıdır. şu halde, O’nun dıflında olanların  yarattıklarını  Bana gösterin… (Lokman Suresi, 10-11)

www.darwinvekuslar.com

sivekkusu

Sincap yaşamı için ihtiyaç duyduğu tüm özelliklerle birlikte yaratılmıştır. Sahip olduğu olağanüstü sevimli görüntü ise, Allah’ın insanlara sunduğu sayısız güzellikten biridir. Tek bir sincap bile bu özellikleriyle, kör ve şuursuz tesadüflerin eseri olmadığını, aklı ve vicdanı olan insanlara açıkça anlatmaktadır.

www.darwinistneleridusunmez.com

sivekkusu

Beyaz bir tavşan, yaşadığı karlı ortamlarda kamufle olabildiğinin farkında olmadan yaşar. Kelebek, kanatlarındaki simetrinin, desenlerin ve uyumun şuurunda değildir. Ama ikisine bakan akıl sahibi her insan, bu canlıların zaman içinde, tesadüflerin eseri olarak meydana gelmiş olamayacağını, her ikisinin de kusursuz bir yaratılışın açık delilleri olduğunu görebilir.

www.canlilarinevrimi.com

sivekkusu

Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah’a secde ederler ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl Suresi, 49)

www.altinoran.org

sivekkusu

Sahip olduğu renkler, desenler ve simetri bir tavus kuşunu oldukça gösterişli kılar. Ama o, niçin var olduğunu dahi bilemeyen ve güzellikleri takdir edebilme yeteneği olmayan bir canlıdır. Kuyruğundaki renkler ve desenlerle, dünyanın en güzel görüntülerinden birini sergileyen bu varlık, insanların Allah’a şükretmeleri ve Allah’ın yaratış gücünü görebilmeleri için yaratılmış nimetlerden yalnızca biridir.

www.hayatinkokeni.com

sivekkusu

Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi, 27)

www.ALLAHvar.com

sivekkusu

Yeri de (nasıl) döfleyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) ‘içten Allah’a yönelen’ her kul için ‘hikmetle bakan bir iç göz’ ve bir zikirdir. (Kaf Suresi, 7-8)

sivekkusu

Yavru hayvanlar son derece sevimli bir görünüme sahiptirler. En vahşi hayvanların bile yavrularında bu sevimlilik ve cana yakınlık ilk göze çarpan özelliklerdendir. Yüzlerine oranla daha iri olan gözleri, yuvarlak yüz hatları, yüzlerinde hakim olan şaşkınlık ve teslimiyetle karışık “bebek” ifadesi sevimliliklerini daha da artırır. Cana yakın tavırları ile yavru hayvanlar, Allah’ın sanatının tecellilerindendir.

Yaratılış Gerçeği -2

sivekkusu

Suikastçi böcekler, dış sindirim olarak bilinen türde beslenirler. Avlarının dokusunu sıvı haline getiren bir zehir salgılar ve ardından onu emerler. Toksin, hızlı işleyen ve ava birkaç saniye içinde boyun eğdiren bir yapıya sahiptir. Bazı suikastçi böcekler aktif olarak avını avlarken, diğerleri beklerler. Bu suikastçi böceğin kanatlarındaki renkler de korunmuştur. Günümüzdeki suikastçı böceklerin sahip oldukları tüm özelliklere, aşağıda resimde görülen fosil gibi 25 milyon yıl önce yaşayan suikastçı böcekler de sahiptir. 25 milyon yıllık suikastçi böcek fosili (üstte) .Yanda ise, günümüzde yaşayan bir suikastçi böcek görülüyor.

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

sivekkusu

Balon balığı milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadan varlığını devam ettirmektedir. 95 milyon yıl önce yaşayan balon balıklarıyla, bugün yaşayanların tamamen aynı olması, evrimcilerin asla açıklayamayacakları bir durumdur. Fosillerin gösterdiği gerçek, canlıları Allah’ın yarattığıdır. Günümüzde yaşayan balon balığı (yanda) Altta ise 95 milyon yıllık balon balığı fosili.   

Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 95 milyon yıl
Bölge: Lübnan

www.evrimbelgeseli.com 

sivekkusu

Kanatlı karınca türünün 5 – 8 mm uzunluğunda  iki uzun kanadı vardır. Yuvalarını su ve yiyecek kaynaklarına yakın yapan bu karıncalar milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. 25 milyon yıllık amber içindeki kanatlı karınca fosili, söz konusu canlıların milyonlarca yıldır aynı olduklarını, yani evrim geçirmediklerini göstermektedir.

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

www.harunyahya.net 

sivekkusu

25 milyon yaşındaki yaban arısı ve kambur sinek fosili, tüm canlılar gibi böcek türlerinin de evrim geçirmediklerinin ispatıdır. Bu canlılar milyonlarca yıldır aşağıda görüldüğü gibi günümüzde yaşayan örnekleriyle tamamen aynıdır, herhangi bir değişikliğe uğramamışlar yani evrim geçirmemişlerdir. 25 milyon yıllık parazitik yaban arısı ve kambur sinek fosili.

www.yaratilismuzesi.com

sivekkusu

Yukarıdaki resimde amber içinde fosilleşmiş iki tane iğnesiz arı fosili görülmektedir. Hemen üstte de günümüzde yaşayan iğnesiz bir arı vardır. Bu canlıların günümüzdeki örnekleriyle, milyonlarca yıl önce yaşayan örnekleri birbirlerinden farksızdır.

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

www.yasayanfosiller.com

sivekkusu

25 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramadan yaşamlarını sürdüren gal sinekleri ve kanatlı karıncalar, evrim teorisinin iddialarını yerle bir etmektedir. Resimlerde amber içindegal sineği ve kanatlı karıncalar ve onların günümüzde yaşayan örnekleri görülmektedir.

Solda: Gal sineği
Sağda: Kanatlı karıca

www.kuranmucizeleri.org

sivekkusu

Örümcekler yüz milyonlarca yıldır yapılarını değiştirmeden varlıklarını devam ettiren canlılardan biridir. Burada görülen amber içindeki örümcek ve ağı 25 milyon yıl yaşındadır. Günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farkı olmayan bu canlı, “Biz evrim geçirmedik, yaratıldık” demektedir.

Amber içinde, 25 milyon yıllık örümcek ve örümcek ağı fosili

www.canlilarinevrimi.com

ağaç kabuğu biti

Tüm fosiller, canlıların var oldukları günden itibaren aynı özelliklere sahip olduklarını, zaman içinde değişime uğrayıp evrim geçirmediklerini göstermektedir. Bu fosillerden biri de, ağaç kabuğu bitlerinin milyonlarca yıldır aynı olduğunu gösteren 25 milyon yıllık aşağıdaki amberdir.

25 milyon yıllık ağaç kabuğu biti fosili (sağda)
Altta ise günümüzde yaşayan bir ağaç kabuğu  biti .

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

www.dunyadanyankilar.com

sivekkusu
ateş böceği

Üstteki amberde görülen böcek Pyrochroidae familyasına aittir ve genellikle ateşböceği ya da ateş renkli böcek olarak bilinir. Bu örnekte ateşböceğinin dişli anteni çok net olarak görülmektedir. Bu amber parçasının içinde aynı zamanda kırkayak ve örümcek fosili de yer almaktadır. Milyonlarca yıldır değişmeden kalan ateşböcekleri, kırkayaklar ve örümcekler, canlıların başka türlerden aşama aşama oluşmadıklarını, sahip oldukları tüm özelliklerle birlikte yaratıldıklarını göstermektedir. 

25 milyon yıllık ateşböceği, kırkayak ve örümcek fosili

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

www.evrimmasali.com

sivekkusu

25 milyon yıl yaşındaki kabuk böcekleri, günümüzdekilerle aynıdır. Milyonlarca yıldır aynı olan bu böcekler, canlıların evrim geçirmediklerini, yaratıldıklarını gösteren örneklerden biridir.Milyonlarca yıl önce yaşamış olan kabuk böceklerinin günümüzdeki örneklerinden bir farkı bulunmamaktadır.

25 milyon yıllık kabuk böceği fosili (yanda)

www.yasayanfosiller.com

sivekkusu

 Fosiller, canlıların eksiksiz ve kusursuz yapılarıyla bir anda ortaya çıktıklarını ve var oldukları müddetçe değişmediklerini göstermektedir. Evrimcilerin açıklayamayacakları örneklerden biri de, amber içinde 25 milyon yıllık at nalı yengeci böceği fosilidir. At nalı yengeci böcekleri, evrime meydan okumaktadır.

Altta amber içinde 25 milyon yaşındaki at nalı yengeci böceği fosili,
solda ise günümüzde yaşayan bir örneği görülmektedir.

Kehf Suresi’nden Ahir Zamana İşaretler

Kehf Suresi, 01-10. Ayetler

Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah’a aittir. (Kehf Suresi, 1)

Kehf Suresi’nin ilk ayetinde Allah şükretmenin önemine dikkat çekmektedir. Allah insana sahip olduğu herşeyi; mükemmel işleyen bedenini, dünyadaki yaşanabilir ortamı, gökyüzündeki düzeni, yiyecekleri, suyu ve daha nicelerini verendir. Allah sonsuz cömert olandır. Rabbimiz insanlara dünya hayatında genellemeyle dahi sayılamayacak kadar çok nimetler vermiştir. Bu gerçek, bir ayette şöyle hatırlatılmaktadır:

Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)

Allah’a, verdiği tüm nimetlerden dolayı sürekli bir şükür halinde olmak iman edenlerin en önemli özelliklerinden biridir. Unutulmamalıdır ki Allah, tüm bu nimetlerle insanları denemektedir. Allah, Nisa Suresi’nin 147. ayetinde “şükrün karşılığını veren” olduğunu haber vermektedir. Buna rağmen insanların büyük bir bölümü kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmektedirler. Hz. Süleyman’ın Neml Suresi’ndeki sözleri şöyledir:

… “Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.”  (Neml Suresi, 40)

Ahir zaman ise insanların şükürden tamamen uzaklaştıkları bir dönemdir. Bu dönemde insanlar tüm nimetleri verenin Allah olduğunu unutur, dünya hayatına büyük bir hırsla bağlanırlar. Sahip oldukları maddi-manevi her türlü zenginliği kendilerinden bilirler. Bu nimetleri kendi çabalarıyla, zekalarıyla ve hak ederek elde ettiklerine inanırlar. Ancak bu şekilde düşünen kişiler, gerçekte Allah’a karşı çok büyük bir nankörlük içinde olduklarını kesin olarak bilmelidirler. Çünkü insana sahip olduğu tüm nimetleri veren Allah’tır. Nitekim ayetlerde bu gerçek şöyle bildirilir:

Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)

Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O’na yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup (hemen) Rablerine şirk koşar; Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için. Öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz. (Nahl Suresi, 53-55)

Nahl Suresi’nin yukarıdaki ayetlerinde bildirildiği gibi, insanlar Allah’ın verdiği nimetleri unutmakta ve O’na şirk koşmaktadırlar. İnsanları Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük yapmaya zorlamak ve şükürden uzaklaştırmak ise şeytanın bir taktiğidir. Bu şekilde onları inkara yaklaştırmakta ve Allah’ın yolundan saptırmaktadır. Şeytanın bu sinsi taktiği ve gerçek amacı Kuran’da şöyle bildirilir:

“Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Allah) Dedi: “Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak ordan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım.” (Araf Suresi, 17-18)

kelebek, geyik, meyveler

Allah’a şükretmenin önemine ayetlerde dikkat çekilmesine rağmen insanların şükürden uzaklaşmalarının elbette ki dünyada da bir karşılığı vardır. Dünya üzerindeki yokluk, kıtlık, sefalet, ahlaki çöküş gibi sıkıntıların temelinde insanların     Allah’ı unutmaları ve şükretmemeleri yatmaktadır. Şükür insana nimetlerin, refahın ve huzurun kapılarını açarken, şükürden uzaklaşıp, nankörlük etmek ise büyük bir azap getirir. Allah bir ayetinde şu şekilde buyurur:

“Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7)

Ayette de belirtildiği gibi şükretmeyen, Allah’ın nimetlerine nankörlük eden bir kişi şiddetli bir azabı da hak etmektedir. Nitekim Allah söz konusu kişilere hem dünyada hem de ahirette bir azap vermektedir.

şelale, manzara

Geçmişte yaşanan olaylar bu konuda önemli ibretler içermektedir. Geçtiğimiz yüzyılda dünyayı, Allah’ın dinini inkar üzerine kurulu ideolojileri benimsemiş kişiler yönetmiştir. Faşizm ve komünizm gibi ideolojiler, insanları hak dinin güzelliklerinden uzaklaştırmış, onlara inkarı çekici göstermiştir. Bu zalim ideolojilerin peşinden sürüklenerek Allah’ı inkar eden insanlar, şükretmeyi de bunun bir neticesi olarak unutmuş ve yıllar boyu çok büyük belalarla karşılık bulmuşlardır. İnsanlar      Allah’ın nimetlerine nankörlük yapmalarının karşılığını, nimet eksikliği olarak almışlardır. Kuran’da nankörlüğün karşılığı şöyle haber verilmiştir:

Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. (Nahl Suresi, 112)

20. yüzyıl boyunca tüm dünyanın açlık, yokluk, korku ve acı yaşamalarının temelinde de bu nankör tutumları bulunmaktadır. Kuran’da Allah’ın nimetlerine nankörlük eden insanların cezalandırılacağı şöyle haber verilmiştir:

Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi, 17)

Dosdoğru (bir Kitaptır) ki, Kendi Katından şiddetli bir azapla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan müminlere müjde vermek için (onu indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır. (Kehf Suresi, 2)

Kehf Suresi’nin 2. ayetinde Kuran’ın önemine ve dosdoğru bir kitap olduğuna dikkat çekilmektedir. Kuran, Allah’ın izniyle insanlara öğüt veren ve sonsuz yaşamları için onları uyaran ve doğru yolu gösteren, Allah’ın vahyidir. Rabbimizin rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için sarılmamız gereken yegane yol göstericidir. Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran mutlak ölçüdür. Bakara Suresi’nin 120. ayetinde de bildirildiği gibi “Şüphesiz doğru yol, Allah’ın yoludur.” Rabbimiz iman edenlere yol olarak Kuran’a sımsıkı sarılmaları gerektiğini şöyle açıklamaktadır:

“Şu halde, sana vahyedilene sımsıkı-tutun; çünkü sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Ve şüphesiz o (Kur’an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 43-44)

Kehf Suresi’nin 2. ayetinde aynı zamanda ayetlere uymanın önemine de Allah  dikkat çekmektedir. İman eden bir kişi tüm hayatı boyunca Allah’ın hükümlerine, emir ve tavsiyelerine titizlikle uymakla yükümlüdür. Hiçbir zorluk, baskı ya da sıkıntı onu bu konuda bir gevşekliğe ve gaflete sürükleyemez. Şartlar ne olursa olsun her zaman bu konularda titiz, gayretli ve kararlıdır.

Ayette dikkat çekilen hükümlerden bir diğeri de insanları uyarıp korkutmaktır. Allah Kuran’ın pek çok ayetinde iman edenlere bu önemli sorumluluğu hatırlatmakta, insanlara iyiliği emretmenin ve onları kötülükten men etmenin önemine işaret etmektedir. Ayrıca Allah Kuran’da bu görevin bir ibadet olarak yerine getirilmesini emretmiş ve bunu yapan insanların kurtuluş bulacağını da müjdelemiştir. Bu konudaki bir ayet şöyledir:

Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)

Her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnekler peygamberlerdedir. Bu şerefli görevi üstlenen elçiler, tarih boyunca insanları türlü şekillerde uyarmışlar ve Allah’a iman etmeye davet etmişlerdir. Elçiler insanları uyarırlarken, onlara cehennemin varlığını hatırlatıp, sonsuz bir azapla da korkutmuşlardır. Allah bu gerçeği Leyl Suresi’nde  şu şekilde  bildirir:

Artık sizi, ‘alevleri kabardıkça kabaran’ bir ateşle uyardım. Ona, ancak en bedbaht olandan başkası yollanmaz. (Leyl Suresi, 14-15)

Kehf Suresi’nin 2. ayetinde dikkat çekilen bir diğer önemli konu da salih amelin önemidir. Salih amel insanın sadece Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini hedefleyerek, samimi bir kalple yaptığı hayırlı fiillerdir. Salih amelin önemi ile ilgili bir başka ayet şöyledir:

Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’. (Fatır Suresi, 10)

Kuran’ın daha pek çok ayetinde Rabbimiz salih amel işlemenin önemini belirtmiş ve salih amelin Kendi Katında güzel bir karşılık bulacağını müjde vermiştir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

(Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha önce de rızıklandığımızdır” derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 25)

Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim)    Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)

İman edip salih amellerde bulunanlar ve ‘Rablerine kalbleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar’, işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır. (Hud Suresi, 23)

Kehf Suresi’nin 2. ayetinde Allah’ın dikkat çektiği bir diğer önemli konu da müminlere müjde vermektir. Kuran’ın pek çok ayetinde elçilere, iman edenlere müjde vermeleri emredilmiştir. Dünya hayatının tüm sıkıntılarının, zorluklarının, eksikliklerinin geçici olduğu, Allah’ın yardımının, rahmet ve merhametinin daima inananlarla birlikte olduğu gibi haberlerle müjdelenmek müminler için çok büyük birer sevinç vesilesidir. Sonsuz ahiret nimetlerinin yakınlığı da hiç şüphesiz müminlerin şevkini, çabalarını ve azimlerini artıracaktır. Bir ayette Allah şöyle buyurur:

Biz bunu (Kuran’ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp-korkutman için. (Meryem Suresi, 97)

Kehf Suresi’nin 2. ayetinde dikkat çekilen konuların tümü, ahir zamanda da tüm Müslümanların titizlikle üzerinde durmaları gereken konulardır. Ahir zamanda yaşanacak olan fitne ve bozgunculuktan, dinsiz ideolojilerin getirdiği belalardan insanları koruyacak olan, bu ayette de dikkat çekildiği gibi Kuran’a sımsıkı sarılmak olacaktır. Kuran’ın rehberliğinde salih amellerde bulunmak, insanlara iyiliği emretmek ve onları sonsuz cennet nimetleriyle müjdelemek, aynı zamanda da ebedi cehennem azabı ile korkutarak Kuran’ın hükümlerinden taviz vermeme yönünde uyarmak, ahir zamanda vicdan sahibi Müslümanların en önemli vazifelerindendir.

Onlar orda ebedi olarak kalıcıdırlar. (Kehf Suresi, 3)

İnsanların büyük bir bölümü Allah’ın varlığını, cennet ve cehennem hayatının yakınlığını inkar ederler. Bu kişilere göre ölüm bir yok oluştur. Hesap günü yoktur. Bazı insanlar ise cehennem azabının varlığını kabul eder, ancak bu azabın sayılı gün süreceğine inanırlar. Buna göre insan cehennemde kısa bir süre kalacak, günahlarının kefaretini ödeyecek, daha sonra da buradan çıkıp, sonsuz cennet nimetlerine kavuşacaktır. Oysa Kuran ayetlerinde bu şekilde geçici bir azaptan bahsedilmemektedir. Allah Al-i İmran Suresi’nde şu şekilde bildirir:

Bu, onların: “Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak” demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. (Al-i İmran Suresi, 24)

İşte Kehf Suresi’nin 3. ayetinde geçen ifadede de Allah, insanların cehennem konusundaki bu yanılgılarına dikkat çekmekte ve cehennem azabının inkarda diretenler için ebedi olduğunu bildirmektedir. Dünya hayatına kapılıp Allah’ın varlığını inkar eden, Allah’ın Resulü’nün yolunu izlemeyen, ayetlerdeki hükümleri uygulamayan insanların kalacağı yer, -Rabbimizin dilemesi dışında- ebediyete kadar cehennemdir. Bu, Allah’ın adaletidir. Kuran’da inkarda direten insanların cehennemde de azgınlıklarını sürdürdükleri haber verilir:

Şüphesiz suçlu-günahkarlar, cehennem azabı içinde süresiz kalacaklardır. Onlardan (azab) hafifletilmeyecek ve orda onlar umutlarını kaybetmiş kimselerdir. Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir. (Cehennem bekçisine:) “Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin” diye haykırdılar. O: “Gerçek şu ki siz, (burda) kalacak kimselersiniz” dedi. (Zuhruf Suresi, 74-77)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, inkar edenler cehennemde dahi acizliklerini görmemekte, büyüklenmeyi sürdürmektedirler. Allah’a yönelmemekte, bunun yerine “Rabbin bizim işimizi bitirsin” diye bir meleğe seslenmektedirler. Bu, onların azgın karakterlerini sürdürdüklerinin bir delilidir. Nitekim Allah ayetlerinde “geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak” (Araf Suresi, 53) diyen inkarcıların yalancı olduklarını da bildirmiştir:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir. (Enam Suresi, 27-28)

Başka ayetlerde de dünyada insanlara yeteri kadar mühlet verildiği, ancak onların büyüklenmekten vazgeçmedikleri bildirilmektedir:

Ya da azabı gördüğü zaman: “Benim için bir kere daha (dünyaya dönme fırsatı) olsaydı da, ihsan edenlerden olsaydım” (diyeceği günden sakının). “Hayır, Benim ayetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, büyüklüğe kapıldın ve kafirlerden oldun.” (Zümer Suresi, 58-59)

Tüm bunlardan anlaşıldığı gibi bu tür insanlar düzelmemektedirler. Allah müminlere karşı çok merhametli olduğu için, bu tip azgın insanları cennete, müminlerin arasına sokmamaktadır. Cennet, içindeki tüm nimetler ve tüm insanlarla bir güzellik mekanıdır; Allah’ın hoşnut olmadığı hiçbir varlık cennette bulunmamaktadır. Bu da Allah’ın salih kullarına olan şefkatinin ve adaletinin sonuçlarından biridir.

Sonsuz cennet nimetleri ise yalnızca salih müminlerindir. Allah ayetlerinde şu şekilde bildirmektedir:

İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir var.) (Al-i İmran Suresi, 136)

Kim Allah’a ve elçisine isyan eder ve onun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır. (Nisa Suresi, 14)

Bilmiyorlar mı, kim Allah’a ve elçisine karşı koymaya çalışırsa, gerçekten onun için, onda ebedi kalmak üzere cehennem ateşi vardır? İşte en büyük aşağılanma budur. (Tevbe Suresi, 63)

(Bu Kur’an) “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp-korkutur. Bu konuda ne kendilerinin, ne atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar yalandan başkasını söylemiyorlar. (Kehf Suresi, 4-5)

Kehf Suresi’nin 4. ve 5. ayetlerinde Hıristiyanların Allah hakkındaki büyük iftiralarına dikkat çekilmektedir. Hıristiyanlar ortaya attıkları sapkın teslis inancıyla kendi dinlerini bozmuş ve batıl bir din oluşturmuşlardır. Ayetlerde onların yaptıkları bu büyük tahrifat şu şekilde ifade edilmektedir:

Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘OL’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız; “üçtür” demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak     Allah yeter. (Nisa Suresi, 171)

“Allah çocuk edindi” dediler. O, (bundan) yücedir; O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah’a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus Suresi, 68)

İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri “Hak Söz”. Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: “Ol” der, o da hemen oluverir. (Meryem Suresi, 34-35)

Kuşkusuz Kehf Suresi’nin bu ayetlerinde ve yukarıdaki ayetlerde dikkat çekilen bu zihniyet tam olarak bir müşrik inancıdır. Kuran’da bildirildiği gibi, Allah, eşi ve benzeri bulunmayan, çocuk edinmekten münezzeh olan, herşeyin tek hakimi ve hükümdarı, göklerin ve yerin Rabbidir. Ahir zamanda yaşayan Müslümanlar, Hıristiyanların, kendi kutsal kitaplarını tahrif ederek ortaya attıkları bu sapkın iddialarının geçersizliğini insanlara anlatmakla yükümlüdürler.

Şimdi onlar bu söze (Kur’an’a) inanmayacak olurlarsa sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi)? (Kehf Suresi, 6)

Bu ayette Allah’ın elçisinin ve iman edenlerin yaptığı tebliği dinlemeyenlere dikkat çekilmektedir. Salih müminler Allah’ın Kuran’da emrettiği iyiliği emretme ve kötülükten men etme sorumluluğu gereği, insanları Allah’a iman etmeye davet eder, onlara Kuran ayetlerinde bildirilen gerçekleri haber verirler. Ancak insanların büyük bir bölümü elçilerin tebliğinden yüz çevirir, inkarda diretirler. Bu, Allah’ın, “Şüphesiz kıyamet-saati, yaklaşarak gelmektedir; bunda hiçbir kuşku yok. Ancak insanların çoğu iman etmiyorlar.” (Mümin Suresi, 59) ayetiyle bildirdiği bir gerçektir.

İman edenlerin tebliği karşısında inkar edenler çok çeşitli olumsuz tavırlar gösterirler. Bazıları İsra Suresi’nin 90. ayetinde haber verilen, “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız” benzeri ifadelerle Allah’ın elçisinin bir mucize getirmesini bekler, bazıları ise iman edenlerle alay ederler. İnkarcıların alaylarına Bakara Suresi’nde şöyle bir örnek verilmektedir:

Ve (yine) kendilerine: “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” denildiğinde: “Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)

Her peygamber gönderildiği kavimden bu ayetlerdekine benzer karşılıklar görmüş, çoğu zaman baskı ile karşılaşmıştır. Örneğin Hz. Nuh’un her yolu deneyerek yaptığı ihlaslı tebliğine karşılık, kavminin olumsuz tepkileri Kuran’da şu şekilde anlatılır:

Dedi ki: “Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum. Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa davet ettim. Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim. Bundan böyle” dedim. “Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. (Nuh Suresi, 5-10)

Ayetlerde de bildirildiği gibi insanlar her dönemde kendilerine hak dinin tebliğ edilmesine genellikle olumsuz karşılık vermişlerdir. Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır: Tebliğ yapılan kişinin verdiği karşılık, tebliğ yapan Müslümanı hiçbir zaman olumsuz yönde etkilemez. Çünkü hidayeti verecek olan Allah’tır. İnsan ne kadar güzel anlatırsa anlatsın, ne kadar etkili ve hikmetli konuşursa konuşsun, Allah dilemedikçe karşısındaki kişinin kalbinde etki meydana getiremez. Kuran’da bu gerçeği bildiren başka ayetler de vardır. Örneğin Allah Nahl Suresi’nde şöyle hükmetmektedir:

Andolsun, Biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün. Sen, onların hidayet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidayet vermez, onlar için yardım edecek yoktur. (Nahl Suresi, 36-37)

Allah’ın bu ayetlerinde bildirdiği gibi insanın diğer insanlar üzerinde hidayet verici bir etkisinin olması mümkün değildir. O halde iman edenlerin tek sorumlulukları tebliğ yapmak ve hidayet vermeyi Allah’ın takdirine bırakmaktır. Tevekküllü davranmak, sabır göstermek, güzel sözle Allah’ın dinine davet etmek hiç şüphesiz insanların kalplerinde çok büyük bir etki yaratacaktır. Ayetlerde Allah şöyle buyurmaktadır:

Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve inkar ederse Allah, onu en büyük azap ile azablandırır. Şüphesiz onların dönüşleri Bizedir. Sonra onları hesaba çekmek de elbette Bize aittir. (Gaşiye Suresi, 21-26)

Hidayeti verecek olan, tebliğ yapılan kişinin iman etmesini sağlayacak olan    Allah’tır. Başka ayetlerde de hidayeti verenin sadece Allah olduğu şu şekilde bildirilir:

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur… (Yunus Suresi, 99-100)

Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir. (Kasas Suresi, 56)

Yusuf Suresi’nde de yine aynı konuya dikkat çekilmiştir. Bir Müslüman ne kadar salih niyetle tebliğ yapsa da Allah’ın hidayet vermediği insanların iman etmesi mümkün değildir. Müslümana düşen öğüt vermek ve hatırlatmaktır; bir mümin bu sorumluluğunu yerine getirirken, karşısındaki kişinin hidayetinin Allah’ın takdirinde olduğunu bilir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, iman eden bir insanın gösterdiği çaba -Allah’ın izniyle- kendisine bir ecir olarak yazılacak, onun hakkı söylemesine karşı direnenler ise yaptıklarının karşılığında azaba uğrayacaklardır. Allah Yusuf Suresi’nde bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:

Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir. Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret de istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir ‘öğüt ve hatırlatmadır.’ Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. Şimdi bunlar, kendilerine Allah’ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken kıyametin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular? De ki: “Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” (Yusuf Suresi, 103-108)

Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)

İnsanların büyük bir bölümü dünya hayatının bir deneme olarak yaratıldığı gerçeğini bilmez ya da bildiği halde bu büyük gerçeği görmezden gelir. Bu nedenle de dünya hayatına şiddetle bağlanır, ölümü ve ahiretin varlığını aklına dahi getirmek istemez. Oysa Allah, “Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (Bakara Suresi, 155)ayetiyle insanların dünya hayatında bir denemeden geçirildiklerini bildirmiştir. Mülk Suresi’nde de dünya hayatının ve ölümün yaratılış amacı şu şekilde bildirilir:

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)

Unutulmamalıdır ki insanın “iman ediyorum” demesi Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanması için yeterli değildir. Kişinin imanının sağlamlığını ve Allah’ın ayetlerine olan titizliğini tüm hayatı boyunca, her durumda göstermesi şarttır. Bir zorluk, hastalık, sıkıntı ya da açlık anında olduğu gibi zenginlik, güç, iktidar sahibi olduğunda da her zaman Allah’a yönelmeli ve Allah’ın hükümlerini titizlikle uygulamalıdır. Allah Ankebut Suresi’nde şu şekilde bildirir:

İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)

yelkenli, altın, gökdelen

Ancak insanların büyük bir bölümü dünya hayatının süslerini ahiret hayatına tercih ederler. Son model bir spor araba, lüks bir villa, mücevherler ya da gösterişli kıyafetlere sahip olmanın bu dünya hayatının tek amacı olduğu yanılgısına düşerler. Daha zengin, daha güzel, daha ünlü olabilmek için yarışır, hayatlarını bu değerlerin peşinde koşarak geçirirler. Oysa bunlar amacına uygun kullanılmadığı takdirde insana hiçbir kazanç getirmeyecektir. Bu gerçek Al-i İmran Suresi’nde şu şekilde bildirilir:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran Suresi, 14-15)

Ayetlerde de bildirildiği gibi dünya hayatı geçicidir ve dünya hayatının süsleri de aldatıcıdır. Tarih boyunca olduğu gibi ahir zamanda da dünya üzerinde var olan tüm saraylar, şatolar, dev fabrikalar, köprüler, kasalar dolusu altın ve mücevherler, bankalarda biriken paralar, hisse senetleri, arabalar, sürat motorları, uçaklar kısacası herşey insanların denenmesi için yaratılmıştır. Bunlara sahip olmak bir üstünlük olmadığı gibi, bunlara sahip olmamak da bir kayıp değildir.

Asıl önemli olan insanın Allah’a imanı, samimiyeti, güzel ahlakıdır. Her insan mutlaka ölümle karşılaşacak ve sonsuz ahiret hayatının bir gerçek olduğunu mutlaka anlayacaktır. O halde dünya hayatının süslerine aldanmak çok büyük bir hata, çok kötü bir alışveriş olur.

Doğru olan inananların davranışlarıdır ki, onlar sonsuz ahiret hayatı karşılığında canlarını ve mallarını satmışlardır. Ve bu alışverişten dolayı çok büyük bir neşe içindedirler. Allah müminleri bir ayetinde şöyle müjdelemektedir:

Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111)

Biz gerçekten (yeryüzü) üzerinde olanları kupkuru-çorak bir toprak yapabiliriz. (Kehf Suresi, 8)

Önceki bölümde açıkladığımız gibi yeryüzündeki tüm güzellik ve zenginlikler insanları denemek için Allah’ın yarattığı metalardır. Bu ayette ise Rabbimiz, insanlara sahip oldukları metalar ne kadar değerli, ne kadar ihtişamlı, ne kadar güzel olursa olsun bunların tümünün muhakkak kuru bir toprağa dönüşeceğini hatırlatmaktadır.

Allah dilerse, dünya hayatının süslerine kapılıp Allah’ın varlığını unutan insanların ellerindeki tüm varlıklarını bir anda alıp, onları yokluk içinde bırakabilir. Allah herşeye güç yetirendir. Dilediğini zengin kılar, dilediğini fakirleştirir. Tüm mülkün sahibidir ve mülkü dilediğine verir. Bu gerçek Kuran’ın pek çok ayetinde bildirilmiştir. Bu ayetlerden birkaç tanesi şöyledir:

Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, herşeyi bilendir. (Şura Suresi, 12)

Görmüyorlar mı ki, Allah, dilediğine rızkı yayıp-genişletir ve kısar da. Şüphesiz bunda, iman eden bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Rum Suresi, 37)

Allah, kullarından dilediğine rızkı yayıp-genişletir, (ve) kısar da. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Ankebut Suresi, 62)

Sen, yoksa Kehf ve Rakim Ehlini Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: “Rabbimiz, Katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl). (Kehf Suresi, 9-10)

Bu ayetlerde Kehf ve Rakim Ehlinin olağanüstü durumlarına dikkat çekilmektedir. Kıssanın devamında da görüleceği gibi, Kehf Ehli’nin yaşadıkları alışılmışın dışında, metafizik olaylardır. Hayatlarının her anı mucizevi gelişmelerle doludur. Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde ahir zamanla bağlantısına dikkat çekilen Kehf Ehli’nin Kuran’da anlatılan bu durumu, ahir zamanda da insanların olağan dışı, metafizik olaylarla karşılaşabileceklerine bir işarettir.

Ayetin devamında ahir zamanda gençlerin büyük sorumluluklar yükleneceklerine işaret ediliyor olabilir. Bu dönemde inkarcı felsefelerle fikri bir mücadele yürütülmesinde, hak dinin anlatılmasında, insanlara yönelik zulmün kaldırılmasında gençler önemli görevler üstleneceklerdir. Kuran’da dinin anlatılması konusunda gençlerin taşıdığı öneme başka ayetlerde de dikkat çekilmektedir. Örneğin Kehf Suresi’nde Hz. Musa’nın “genç bir yardımcısı” olduğu haber verilir. Bir ayette ise Hz. Musa’ya kavminden sadece genç bir topluluğun iman ettiğini Allah şöyle bildirir:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı… (Yunus Suresi, 83)

Kehf Suresi’nin 10. ayetinde gençlerin bir yere “sığındıkları” bildirilmektedir. Kıssanın sonraki ayetlerinden anlaşıldığına göre, Kehf Ehli’nin mağaraya sığınmalarının nedeni dönemin baskıcı sisteminin oluşturduğu ortamdır. Kendi fikirlerini rahatça söyleyemeyen, doğruları anlatamayan, Allah’ın dinini gerektiği gibi tebliğ etmeleri engellenen Kehf Ehli, çözümü bu toplumdan uzaklaşmakta bulmuştur.

Bu ayette, ahir zamanda da komünist, faşist veya başka ideolojideki totaliter yönetimler nedeniyle benzer bir ortam oluşacağına, bu yönetimlerin fikir ve düşünce hürriyetini kısıtlayacağına ve dini yaşamak isteyenlerin üzerinde bir baskı oluşturacağına işaret ediliyor olabilir. Kendi dönemlerindeki benzer bir baskı nedeniyle Kehf Ehli mağaraya sığınmış ve inkarcı kavimlerinden ayrılmışlardır. Ahir zamanda da insanlığa belalar getiren komünist ve faşist sistemlerin baskısından kurtulmak için samimi Müslümanların gözlerden uzak olmaları, gaybet yani gizlilik içinde olmaları muhtemeldir. Bu baskıdan uzaklaşan Müslümanlar, insanlar arasında fazla gözükmeyecekler, kendilerini toplumdan uzakta tutacaklardır.

Ancak bu durum, uzaklaşıp bekleme manasında değildir. Kehf Ehli mağaraya sığınmış, yaptıkları işleri Allah’ın kolaylaştırması, kendilerine rahmetinden yayması için dua etmişlerdir. Kısacası Kehf Ehli’nin mağaraya sığınmasının nedeni sadece beklemek değil, kendilerini bu süre içinde geliştirmek olmuştur. Ahir zamanda da totaliter rejimlerin olduğu yerlerde baskı altında olan Müslümanlar kendilerini gizleyeceklerdir. Bu vesileyle Allah’ın kendi üzerlerindeki rahmetini artırmasını, işlerini ve dine düşman fikir akımlarına karşı yürüttükleri mücadeleyi daha da kolaylaştırmasını umacaklardır.

Kehf Ehli’nin duasını Allah’ın bildirdiği 10. ayette çok önemli bir konuya daha dikkat çekilmektedir. İman edenler her işi yapanın sadece Allah olduğunu hiç unutmamalıdırlar. İnsan her zaman ihtiyaç içindedir, Allah karşısında aciz ve muhtaçtır. Kendi aklı, kendi çabası ve gücü ile birşey yapması mümkün değildir. Allah dilemediği zaman insanın değil bir işi sonuçlandırması, elini kaldırması, yürümesi, hatta nefes alması dahi mümkün olmaz. İnsanın her an Allah’ın yardımına, desteğine ve rahmetine ihtiyacı vardır. Kuran’da da insanın bu aczine ve her işi yapanın Allah olduğuna dair pek çok ayet bulunmaktadır. Allah Enfal Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Herşeyi yaratan, tüm işleri evirip çeviren Allah’tır. İnsan ise samimiyetiyle ve teslimiyetiyle denenmektedir. Kehf Ehli de bu gerçeği bilen samimi Müslümanlar oldukları için mağaraya sığındıkları anda hemen Allah’a yönelmiş, dualarıyla Allah’a teslimiyetlerini ifade etmişlerdir. Kehf Ehli, ilimde derinleşmelerini sağlayacak olanın da, her yönden işlerini kolaylaştıracak olanın da Allah olduğunu bilmekte, bu nedenle öncelikle Allah’tan yardım istemektedirler. Bu durumdan da anlaşılmaktadır ki, asıl olan insanın samimi Müslüman olması ve Rabbimize dua edip herşeyi O’ndan istemesidir.

Kehf Suresi, 11-20. Ayetler

Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf Suresi, 11)

Önceki ayetlerde de ifade edildiği gibi Kehf Ehli kendilerini inkarcı sistemin baskılarından korumak için mağaraya sığınmışlardır. Aynı şekilde ahir zamanda da müminler dünya üzerinde çok büyük bir zulüm sistemi kuran faşizm ve komünizm gibi din ve mukaddesat düşmanı,vatanlarını, milletlerini ve devletlerini felakete sürükleyen ideolojilerin baskılarından kendilerini korumak için gizlenmeyi tercih edeceklerdir. Aynı Kehf Ehli’nin yaşadığı dönemde olduğu gibi bu tip yönetimler altında olan Müslümanların fikir hürriyeti olmayacak, düşüncelerini söyleyemeyecekler, çok büyük bir baskı altında olacaklardır.

Resimlerde, halen dine düşman olan toplulukların zulmü altında yaşayan insanlar görülmektedir. Bu kargaşa ve zalimlik, ahir zamanın da bir alametidir. Ancak Müslümanlar, bu zorlu dönemin Allah’ın izniyle son bulmak üzere olduğunu bilmekte ve bunun şevkini yaşamaktadırlar.

Ancak bu gizlenme dönemi Müslümanlar için sıkıntılı, tedirgin bir bekleyiş değil, tam aksine huzurlu ve rahat bir bekleyiştir. Ayette geçen “… yıllar yılı kulaklarına vurduk” ifadesiyle müminlerin gizlendikleri dönemde, aynı uykudaymış gibi bir huzur içinde olacaklarına işaret edilmektedir.

Bu dönem müminler için bir eğitim, kendini geliştirme, ilimde derinleşme ve imanda güçlenme dönemidir. İnkar edenlerin, ahlaki değerlere düşman olanların, vatana, millete zararlı, saldırgan çevrelerin toplum içinde meydana getirdikleri şiddet olaylarından, baskıdan, zulümden, zorbalıklardan inananlar etkilenmeyecekler, aynı bir mağaradaymış gibi tüm zorluklardan uzak olacaklardır. Bu durum, Allah’tan bir rahmet olarak onları koruyacaktır.

Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. (Kehf Suresi, 12)

Ashab-ı Kehf’in gizliliği, ayetten de anlaşıldığı gibi, belirli bir süreye kadar devam etmiştir. Daha sonra Allah’ın takdir ettiği zamanda, O’nun dilemesi ile bu gençler uyanmışlardır. Ahir zamanda faşizmi veya komünizmi benimsemiş yönetimlerin baskısı altında bulunan iman ehlinin gizlenme dönemi de Allah’ın kaderde belirlediği bir süreye kadar devam edecektir. Bu süre sonunda ise tüm gizlilik ortadan kalkacak ve iman edenler insanların arasına karışıp, Allah’ın varlığını, iman hakikatlerini, Kuran ahlakını onlara anlatmak için çalışmalarına başlayacaklardır.

Bu gizlenme süresinin ne kadar olacağı ise Allah Katında bir hesap üzeredir. Ayette bu sürenin yıl, gün, saat olarak Allah Katında belli olduğuna işaret edilmektedir. Tüm kainatı yoktan var eden Rabbimiz herşeyin hesabını bilendir. Cin Suresi’nde Allah’ın Muhsi (sonsuz da olsa herşeyin sayısını bilen) sıfatı şu şekilde  haber verilmektedir:

Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah,) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve herşeyi sayı olarak da sayıp-tespit etmiştir. (Cin Suresi, 28)

Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. (Kehf Suresi, 13)

Bu ayette güçlü bir imanın ve gerçek hidayet ehli olmanın önemine dikkat çekilmektedir. Çünkü insan Allah’a karşı güçlü bir imana sahip değilse, Kuran ayetlerine titizlikle uymuyor ve Allah’ın Resulü’nün yolunu izlemiyorsa bu kişinin ne kadar büyük işler yaptığının Allah Katında bir önemi olmayabilir. Dünyada maddi anlamda başarılı olsa, kariyeri ya da ünü artsa bile, bu başarı ona ahirette hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü önemli olan insanın imanı ve takvasıdır. Allah Bakara Suresi’nde hidayet ehli Müslümanları şu şekilde tarif etmektedir:

Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır. Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet  üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır. (Bakara Suresi, 2-5)

Rabbimiz bir başka ayetinde ise, hidayete uyan kullarının korku ve üzüntü yaşamayacaklarını şöyle müjdelemektedir:

Dedik ki: “Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size Benden bir hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara Suresi, 38)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi eğer iman sahibi bir Müslüman bir işe başlarsa, Allah onu kolaylık içinde başarıya ulaştırır. Eğer bu insan bir zorluk içindeyse, Allah onu içinde bulunduğu zorluktan da kurtarır. Bir ayette Allah şöyle bildirir:

Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 257)

Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; İlah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız.” (Kehf Suresi, 14)

askerler, namaz kılanlarYanda, İsrail askerlerinin baskısı altında ibadetlerini sürdüren Filistinli Müslümanlar

Bu ayette sabrın, kararlılığın ve irade sahibi olmanın iman edenler için önemine dikkat çekilmektedir. Bunlar, ancak tevekkül sahibi bir insanın sahip olacağı özelliklerdir. Ayette geçen “raptetmiştik” ifadesi ise herşeyi kaderde Allah’ın yaptığına bir işarettir. İman edenlere zorluklar ve sıkıntılar karşısında sabretme gücünü de, kararlılığı da veren Allah’tır.

İnsanın Allah’ın yazdığı kader dışında hiçbir iş yapması, hiçbir söz söylemesi mümkün değildir. Dolayısıyla kaderde herşeyi Allah’ın yaptığını, kendisinin de hiçbir şey yapmaya gücünün yetmediğini bilen bir kişi doğal olarak sabırlı olur. Allah’ın herşeyi salih kulları için en hayırlı ve en güzel şekilde yarattığını bilmenin verdiği rahatlığı ve huzuru yaşar. Allah bu güzel ahlakı gösterip sabreden kullarını, güzel bir ecir ve kurtuluşla müjdelemektedir. Bu konuyla ilgili ayetler şöyledir:

Sizin yanınızda olan tükenir, Allah’ın Katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)

Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

… Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kafirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. (Enfal Suresi, 65)

Kararlılık ve irade de imanla, hidayetle ve tevekkülle birlikte gelen mümin özellikleridir. Çünkü Allah’a tevekkül etmiş ve kadere iman etmiş bir kişi, hiçbir zorluk ve sıkıntı karşısında yılgınlık göstermez,  mücadele azmini yitirmez. Herşeyi yapanın Allah olduğunu bildiği için şevk ve heyecan içinde karşısına çıkan her ecir fırsatını değerlendirir ve hayırlarda yarışır.

Ayette ayrıca Kehf Ehli’nin gizlendikleri dönem sona erdiğinde, kralın karşısına çıktıkları belirtilmektedir. Bu dönem, Allah’tan başka güçlerin ilah haline getirildiği, inkarın insanlar arasında yayıldığı ve din ahlakından uzaklaşıldığı bir dönemdir. Müslümanların inançları baskı altına alınmıştır. Buna rağmen Kehf Ehli krala hiçbir koşulda “Allah’a Bir olarak iman etmekten” vazgeçmeyeceklerini, Allah’tan başka hiçbir şeye tapmayacaklarını söylemişlerdir. Eğer usulen de olsa tersini söyleyecek olsalar, bununla Allah’a karşı suç işlemiş olacaklarını samimi kanaatleri olarak ifade etmişlerdir.

Dönemin baskıcı, zalim ve otoriter kralı karşısında gösterdikleri bu cesur ve kararlı tutum, onların samimi Müslümanlar olduklarının da bir delili niteliğindedir. Herşeyi kaderde en güzel şekilde Allah yaratır ve Allah dilemedikçe hiçbir güç onlara bir zarar veremez. Bu gerçeği bildikleri için çok güzel bir tevekkül ve kararlılık örneği göstermişlerdir.

Ahir zaman da, insanların Yüce Allah’tan başka ilahlar edindikleri, inkarı yaygınlaştırdıkları bir dönemdir. Bu ayetten anlaşıldığı gibi, ahir zamandaki samimi Müslümanların da, dönemin baskıcı ve totaliter rejimleri karşısında imanlarını aynı kararlılık ve cesaretle korumaları gerekmektedir.

“Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” (Kehf Suresi, 15)

Bu ayette, Kehf Ehli’nin kendi milletlerine karşı yaptıkları tebliğ faaliyetinden bahsedilmektedir. Onlar, kendi dönemlerindeki müşrik topluluklara Allah’ın dinini tebliğ etmiş, onlardan Allah’a şirk koşmaktan vazgeçmelerini istemişlerdir. Ayrıca müşrik topluluklarını inkarlarını dayandıracakları bir delil göstermeye davet etmişler, onlar bir delil getiremediklerinde de müşriklerin yalancılıklarını ve iftiralarını açıklamışlardır.

askerler, namaz kılanlarCharles Darwin

Aynı Kehf Ehli’nin yaşadığı dönemde olduğu gibi asrımızda da Müslümanlar Allah’tan başkasını ilah edinenlerden deliller istemektedirler. Ahir zamanda maddeyi ve tesadüfleri ilah olarak tanıtan putperest  bir inanç mevcuttur; bu inanç Darwinizm’dir.

Darwinizm, tüm kainatın başıboş ve rastgele tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia eden, doğada sadece güçlü olanın hayatta kalacağı şekilde çatışmaya ve şiddete dayalı bir sistem olduğunu savunan din karşıtı bir iddiadır. Gerçekte Allah’ın sonsuz güç ve kudretiyle yoktan var ettiği cansız ve canlı varlıkları, başıboş tesadüflerin meydana getirdiğini iddia eden Darwinistler, bu iddialarıyla Allah’a karşı çok büyük bir iftirada bulunmaktadırlar.

Üstelik bu iftiralarını ayakta tutabilmek için yalanlara ve sahte delillere başvurmaktadırlar. Darwinizm’in tarihi, Piltdown Adamı, Nebraska Adamı, rekapütilasyon teorisi, sahte dino-kuş “Arkeoraptor” gibi türlü sahtekarlıklarla doludur. Sahte deliller üreten, hayali çizimler ve senaryolarla insanlara geçmişte bir evrim süreci yaşanmış gibi göstermeye çalışan, bilimsel verileri hiç tereddüt etmeden çarpıtan, çeşitli telkin metodları kullanan Darwinizm, çok büyük bir aldatmaca ve göz boyamadan ibarettir. (Detaylı bilgi için bkz. Darwinizm’in Karanlık Büyüsü, Harun Yahya)

askerler, namaz kılanlarEvrimci sahtekarlıkların en bilinenlerinden biri, Piltdown Adamı denen bu kafatasıdır. İnsanın atası olarak tanıtılan kafatasının, orangutan çenesi ile insan kafatasının birleştirilmesiyle üretildiği ortaya çıkmış ve bu olay, bilimsel bir skandal olarak tarihe geçmiştir.

İşte ahir zamanda Müslümanların karşısındaki en büyük din düşmanı fikir sistemlerinden biri Darwinizm’dir. Müslümanlar da, aynı Kehf Ehli gibi, Allah’ın varlığını reddedip tesadüfleri ilah edinen Darwinistlerden iddialarını kanıtlayacak deliller istemektedirler. Ancak Darwinistler bunun karşılığında yine yalana ve çeşitli sahtekarlıklara başvurmakta, demagojik yöntemler kullanarak kesin bir delil ortaya koymaktan uzak durmaktadırlar. Çünkü Darwinistlerin de, tüm inkarcı topluluklar gibi ellerinde, iddialarını destekleyecek hiçbir delilleri bulunmamaktadır. (Detaylı bilgi için Bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)

Herşeyin tesadüflerin eseri olduğunu iddia eden Darwinizm, bu yönüyle Allah’a karşı açıkça iftirada bulunmaktadır. Allah, Kehf Suresi’nin 15. ayetinde geçen”Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” şeklindeki ifadeyle Darwinistlerin bu zalimliklerine de işaret etmektedir.

(İçlerinden biri demişti ki:) “Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.” (Kehf Suresi, 16)

Ayette Kehf Ehli’nin inkarcıların fikir sisteminden tamamen ayrıldıkları, uzaklaştıkları ifade edilmektedir. Bu ayrılık, inkarcılarla iman edenler arasında fikri bir çatışma meydana getirmiştir. Ve inkar edenler Müslümanlar uzerinde bir baskı oluşturmuşlardır.

Bu baskının neticesinde iman edenler kendilerini tamamen tecrit etme ve inkarcılardan tamamen koparma ihtiyacını hissetmişlerdir. Mağaraya sığınma da bu tecrit durumunu ifade etmektedir. Allah bu dönemde Kehf Ehli’nin üzerindeki nimetini yaymış, onlara pek çok konuda kolaylık sağlamıştır. Bu kolaylık ve desteklerden en önemlisi ise iman edenlerin, inkar edenlerin olumsuz etkilerinden uzak kalmaları olmuştur.

İnkar eden topluluklar, Müslümanların kutsal saydıkları değerlere saldırıda bulunmayı alışkanlık edinmişlerdir. Ellerine geçen her fırsatta onların mukaddesatlarıyla, vatan ve milletlerine olan bağlılıklarıyla ve hizmet şevkleriyle alay eder, hatta hakaretlerde bulunurlar. İman edenlerin kendilerini bu kişilerden uzakta tutmaları bu açıdan çok büyük bir rahmet ve çok büyük bir kolaylıktır. Çünkü böylece inkarcıların aleyhteki ifadelerini dinlemek yerine, dine daha fazla hizmet etme imkanı bulmaktadırlar. Kendilerini geliştirmeye, ilimde derinleşmeye, kültürel ve sosyal çalışmalar yapmaya daha geniş zaman ayırabilmektedirler. Allah’ın kendilerine sağladığı bu kolaylık sayesinde de milletlerinin daha guzel bir yaşama kavuşabilmeleri ve insanların tek kurtuluş yolu olan Kuran ahlakına yönelmeleri için daha fazla çalışma yapabilmektedirler.

(Onlara baktığında) Görürsün ki, güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser-geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın. (Kehf Suresi, 17)

Bu ayette Müslümanların evlerinin güneş almasının önemine dikkat çekiliyor olabilir. Bir eve, mümkün olduğunca, hem batarken, hem de doğarken güneşin gelmesi çok önemlidir. Bu sayede güneş ışınlarının olumlu etkilerinden faydalanma imkanı oluşmakta, daha sağlıklı bir ortam meydana gelmektedir. Ayette ayrıca geniş ve ferah evlerin de önemine dikkat çekiliyor olabilir. Yaşanan mekanları, imkanlar ölçüsünde, geniş, aydınlık, güneş alan ve ferah bir hale getirmek, müminler için zevkli, rahat ve huzur verici olacaktır.

ev dekorasyon, bahçe, ev

Bu ayette -daha önce de vurguladığımız gibi- hidayetin önemine de dikkat çekilmektedir. Ancak Allah’ın hidayet verdiği kişinin kurtuluşa ereceği, hidayet vermediği kişinin ise sonsuz bir azapla karşılık bulacağı açıklanmaktadır.

Kehf Suresi’nin 17. ayetinde tebliğ yapan kişinin huzurla, sabırla, itidalle ve sakin bir şekilde dini anlatmasına, hidayeti verecek olanın Allah olduğunu hiçbir şekilde unutmaması gerektiğine tekrar dikkat çekilmektedir. Allah bir ayetinde “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara Suresi, 256) şeklinde buyurmaktadır. Eğer bir kişi yapılan tebliğe olumlu tepki vermiyor, inkarda diretiyorsa bu durumda tebliğ yapan kişiye düşen şey, Allah’a tevekkül etmek ve hiçbir şekilde karşısındaki insana baskı uygulamamak olmalıdır.

Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı. (Kehf Suresi, 18)

Günümüzde de bir kısım Müslümanlar bir nevi rahmani uyku içindedirler. Bu sayede, insanları dinden uzaklaştırmaya çalışan materyalist ideolojilerin sebep olduğu belaların dehşetinden ve şiddetinden etkilenmemektedirler. Bu maddeci akımlar yüzünden oluşan ahlaki dejenerasyondan, zulüm ve kargaşadan etkilenmeden Kuran ahlakını yaşamayı sürdürmektedirler.

Kehf Ehli’nin de yaşadığı haber verilen bu uyku halinin nedeni ise kadere tabi olmanın getirdiği tevekkül ve huzur olabilir. Çünkü tüm kainatı bir kader üzere yoktan yaratan Allah, dünyada gerçekleşen bütün olayları da Müslümanların lehine tanzim etmektedir. Rabbimiz bir ayetinde, “… Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez” (Nisa Suresi, 141) şeklinde buyurmuştur. Bu, Müslümanlar için büyük bir müjdedir ve huzur vesilesidir. Dünya üzerinde gerçekleşen her olayın Müslümanlar için olumlu ve hayırlı olduğunun bir işaretidir.

uyuşturucu, şiddet

Müslümanların yaşadıkları bu huzur ve güvenlik duygusunun bir başka sebebi de, Allah’ın samimi kullarını mutlak başarıya ulaştıracağını vaat etmiş olmasıdır. Ayette iman edenler şöyle müjdelenmektedir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Yukarıdaki ayette bildirildiği gibi, Allah salih kullarını, her ne zorlukla karşı karşıya olurlarsa olsunlar, güvenliğe çıkaracağını müjdelemektedir. Bu da, Kehf Ehli gibi günümüzde de samimi Müslümanların huzur içinde çalışmalarını sürdürmesine bir sebeptir.

somali, afrika, açlıkDünyanın dört bir yanında savaşlar, çatışmalar devam etmekte, insanlar açlık ve yoklukla mücadele etmekte, bir yandan da ahlaki dejenerasyon büyük bir artış göstermektedir. Tüm bu olumsuzlukların önüne geçmenin tek yolu ise, Kuran ahlakının getirdiği güzelliklerin insanlara sabır ve şefkatle anlatılmasıdır.

Kehf Suresi’nin 18. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu da hayvan sevgisidir. Bu ayette Kehf Ehli’nin köpeklerinden söz edilerek, Müslümanların bahçelerinde güvenlik amacıyla bekçi köpeği bulundurabileceklerine işaret edilmiş olabilir. Köpek güvenilir bir canlıdır, dostane bir tavrı vardır, sahibine sadıktır, tehlikeyi hemen fark edebilecek kadar hassastır ve refleksi çok yüksektir. Dolayısıyla ayette, Müslümanların öncelikle Allah’a sığınıp, daha sonra da kendilerini koruyup kollamak için bir tedbir olarak bekçi köpeği edinebileceklerine işaret edilmektedir.

Müminler, hayvanları koruma amacının dışında,  onlara duydukları sevgi ve şefkat nedeniyle de yanlarında tutarlar. Kuran’da bu konuda Hz. Süleyman örnek verilmektedir. Ayetlerde Hz. Süleyman’ın atlara olan sevgisi şu şekilde bildirilir:

Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.” Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. “Onları bana geri getirin” (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı. (Sad Suresi, 31-33)

Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu… (Kehf Suresi, 18)

Ayrıca Müslümanlar Allah’ın dilemesi dışında başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini de çok iyi bilmekte ve bunun rahatlığını yaşamaktadırlar. Allah, Kendisi’ne teslim olmuş, kadere iman eden ve tam bir tevekkül gösteren müminlerin nasıl bir kararlılığa sahip olduklarına şöyle dikkat çekmiştir:

 

De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51)

Kehf Suresi’nin 18. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu da hayvan sevgisidir. Bu ayette Kehf Ehli’nin köpeklerinden söz edilerek, Müslümanların bahçelerinde güvenlik amacıyla bekçi köpeği bulundurabileceklerine işaret edilmiş olabilir. Köpek güvenilir bir canlıdır, dostane bir tavrı vardır, sahibine sadıktır, tehlikeyi hemen fark edebilecek kadar hassastır ve refleksi çok yüksektir. Dolayısıyla ayette, Müslümanların öncelikle Allah’a sığınıp, daha sonra da kendilerini koruyup kollamak için bir tedbir olarak bekçi köpeği edinebileceklerine işaret edilmektedir.

Müminler, hayvanları koruma amacının dışında, onlara duydukları sevgi ve şefkat nedeniyle de yanlarında tutarlar. Kuran’da bu konuda Hz. Süleyman örnek verilmektedir. Ayetlerde Hz. Süleyman’ın atlara olan sevgisi şu şekilde bildirilir:

Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.” Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. “Onları bana geri getirin” (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı. (Sad Suresi, 31-33)

somali, afrika, açlık

 

Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” (Kehf Suresi, 19)

Ayette ilk olarak Müslümanların, karşılaştıkları olaylarda bir karara varmadan kendi aralarında istişare etmelerinin önemine dikkat çekilmektedir. Dikkat çekilen bir diğer konu ise diriltenin de öldürenin de Allah olduğu, Allah dilemediği sürece hiçbir insanın buna muvaffak olamayacağıdır.

Bunun yanı sıra ayette Kehf Ehli’nin mağarada ne kadar süre kaldıklarıyla ilgili aralarında bir konuşma geçtiği de aktarılmakta, ardından ise bir kişinin “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir” dediği bildirilmektedir. Burada önemli olan husus, anlaşılmayan ya da sonucu bulunamayan herhangi bir konu olduğunda, müminlerin hemen “Allah bilir” deyip, hayır ve hikmeti Allah’a bırakmalarıdır. Çünkü gaybı sadece Allah bilmektedir. O nedenle de insanların bilmedikleri bir konu üzerinde tartışmaları, cevabını araştırıp bulmaya çalışırken bunun sıkıntısını yaşamaları tevekküllü bir tavır olmaz. Önemli olan o anda gösterilen teslimiyet ve hemen kaderin hatırlatılmasıdır.

Kehf Suresi’nin 19. ayetinde müminlere bazı işaretlerde daha bulunulmaktadır. Bunlardan birincisi müminlerin alışverişe gönderdikleri kişiden herhangi bir yiyecek değil, temiz yiyecek istemeleridir. İman edenlerin temizlik konusundaki hassasiyetleri pek çok Kuran ayetinde bildirilmektedir. Örneğin Allah elçilerinin “… temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram…” (Araf Suresi, 157) kıldığını haber vermektedir. Bunun yanı sıra iman edenlere”Elbiseni temizle” (Müddessir Suresi, 4) şeklinde buyurmaktadır. Kuran’daki temiz rızıklar ve temizlikle ilgili ayetlerden bazıları şu şekildedir:

Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)

Size, rızık olarak verdiklerimizden temiz olanlarından yiyin, bu konuda azgınlık yapmayın, yoksa gazabım üzerinize kaçınılmaz olarak iner: benim gazabım, kimin üzerine inerse, muhakkak o, tepetaklak düşmüştür. (Taha Suresi, 81)

Kehf Suresi’nin bu ayetinde dikkat çekilen diğer bir husus da müminlerin yiyecek almak için şehri tercih etmeleridir. Bunun nedeni şehirde çok daha geniş imkan ve seçim alternatifi olması olabilir. Kuran’da şehirlerin önemi ile ilgili başka ayetler de bulunmaktadır. Örneğin Allah, Enam Suresi’nde tebliğin şehirlerden başlamasına dikkat çekmiştir:

İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve şehirler anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Ahirete iman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır. (Enam Suresi, 92)

Ayette müminlere bir başka hatırlatmada daha bulunulmaktadır. Bu da müminlerin her zaman için nezaketli ve saygılı olmalarıdır. Bu, Allah’ın Kuran’da bildirdiği güzel ahlakın bir gereğidir.

Kehf kıssasında ayrıca Müslümanların ahir zamanda daha ziyade evlerinde bulunacaklarına işaret ediliyor olabilir. Bunun nedeni de, komünizm, faşizm gibi din dışı ideolojilerin hakim olduğu bu büyük fitne döneminde, dışarı çıkıp hedef haline gelmemek, dikkat çekmemek olabilir. Ayette aynı zamanda müminlerin gerektiği durumlarda, uzun zaman evlerinde kalarak kendilerini ilim ve bilgi yönünden geliştireceklerine dikkat çekiliyor olabilir. Nitekim Peygamberimiz (sav)’in de ahir zaman konusunda kendisinden tavsiye isteyenlere, “… evlerinizin yiğiti olunuz, oradan ayrılmayınız!” ve “evinden dışarı çıkma!” şeklinde tavsiyelerde bulunduğu bildirilmektedir.4

Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.”(Kehf Suresi, 20)

Bu ayette “taşa tutarlar” ifadesiyle terörist bir karakter tarif edilmektedir. Günümüzde de dinsiz ideolojilerin etkisi altında kalan insanlarda bu karakter açıkça görülür. Örneğin komünist ideolojiyi benimseyen teröristler, vatanı korumak için cansiperane mücadele eden devlet görevlilerine, polislere ve jandarmalara, sadece devlete olan düşmanlıkları nedeniyle taş atmakta, saldırmaktadırlar. Bunu yapmalarındaki amaç ise bu kişileri yıldırmak, güçlerini azaltmaktır. Bu yolla komünizm taraftarları, kendi din düşmanı ideallerini gerçekleştirebilmeyi, ülkelerini kaosa ve kargaşaya sürükleyerek komünist bir sistemi hakim etmeyi amaçlamaktadırlar.

şiddet, olaylar, çatışmaDinsiz ideolojilerin etkisi altında kalan insanlar şiddeti, düşmanlığı, devlete karşı ayaklanmayı bir çözüm yolu olarak görürler. Bu terörist karakter toplumları çok büyük bir kaosun içine sürükler. Bu yaşananları önlemenin tek yolu ise insanlara Allah korkusunun anlatılmasıdır.

Bu sonuca ulaştıktan sonra asıl hedefleri ise dinine, vatanına, milletine bağlı insanları, kendi -dinsiz, ahlaki her türlü değere karşı, insanlar arasında daimi bir çatışma olması gerektiğini iddia eden- düşünce sistemlerine çevirmektir. Yani tüm insanları devlete karşı ayaklandırmak, sokaklara dökmek, kardeşi kardeşe kırdırmaktır. Ancak anarşist hareketlerin bir sonuca ulaşmayacağı ve onlara uyanların da hiçbir zaman kurtuluş bulamayacakları çok açıktır. Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir. (Rad Suresi, 25)

Bu yüzden ahir zamanda insanların, dünyaya beladan başka bir şey getirmeyen kanlı ideolojilerden uzak durmaları, din aleyhtarı ideolojilerin provokasyonlarına, kışkırtmalarına kanmamaları, bozguncuların tarafında yer almamaları son derece önemlidir.

Kehf Suresi, 21-30. Ayetler

Böylece, Allah’ın va’dinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonraki insan kuşaklarına) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: “Onların üstüne bir bina inşa edin, Rableri onları daha iyi bilir.” Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: “Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız” dediler. (Kehf Suresi, 21)

Bu ayet Kehf Suresi’nde kıyamet alametlerine ve ahir zamana yönelik çok önemli işaretler olduğuna açıkça dikkat çekmektedir.

Kehf Ehli’nin insanlar tarafından bulunması ise, iyi insanların iyilerle kendiliğinden buluşacaklarına, birbirlerinden uzakta bulunsalar da bir gün mutlaka biraraya geleceklerine işaret olabilir. Allah, “… Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri biraraya getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir” (Bakara Suresi, 148) ayetiyle de aynı gerçeği haber vermiştir.

Ayette ayrıca, insanların, Kehf Ehli’nin bulunduğu yere bir mescid yaptırmak hakkında konuştuklarından da bahsedilmektedir. Bu ayette, iyi ve güvenilir insanların hayatlarını geçirdikleri yerlere binalar ve mescidler yapmanın makbuliyetine dikkat çekilmektedir. Bunun amacı hem sevilen insanları yadetmek, hem de bu vesile ile o mekanları bir nevi eğitim ve ibadet yeri haline getirmektir. Bu sayede faydalı düşüncelerin ve güzel ahlakın insanlar arasında yaygınlaşması sağlanacaktır. Bu gibi yerler, iman edenlerin biraraya gelecekleri ve birlikte Allah’ın adını anacakları mekanlar olacaktır.

cami

 

Kuran’da pek çok ayette mescidlerde yalnızca Allah’ın anıldığına ve mescidlerin önemine dikkat çekilmektedir. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)

Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah’a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka hiçbir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etmeyin, tapmayın). (Cin Suresi, 18)

(Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: “Üç’tüler, onların dördüncüsü köpekleridir.” Ve: “Beştiler, onların altıncısı köpekleridir” diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. “Yedidirler, onların sekizincisi köpekleridir” diyecekler. De ki: “Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez.” Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma. (Kehf Suresi, 22)

Bu ayette Kehf Ehli’nin kaç kişi oldukları hakkında zanla tahminlerde bulunan insanların durumundan bahsedilmektedir. Oysa ayette bu sayıyı sadece gaybın tek sahibi olan Rabbimizin bildiği ve bu bilgiyi de ancak az sayıdaki kullarına bildirdiği ifade edilmektedir.

Ayetin devamında, bilinmeyen bir konu üzerinde tartışmanın, sürekli yeni fikirler getirmenin, tahminlerde bulunmanın doğru olmadığı da bildirilmektedir. Böyle bir tartışma ayette, “bilinmeyene-gayba taş atma” olarak ifade edilmektedir. Aynı ifade başka ayetlerde de bulunmaktadır. Örneğin Sebe Suresi’nde insanların bu özellikleri şu şekilde tarif edilir:

… “Biz O’na iman ettik” derler; ancak onlara uzak bir yerden (ahiretten imana) el uzatmak nerede? Oysa daha önce onu inkar etmişlerdi; onlar uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı (dil uzatıyorlardı). (Şimdi) Kendileriyle istek duydukları şeyler arasında perde çekilmiştir; daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar, kuşku verici bir tereddüt içinde idiler. (Sebe Suresi, 52-54)

Allah’ın beğenmediği bu ahlaktan her Müslüman uzak durmalı, bu gibi tartışmalardan, bilmediği konular üzerinde fikir yürütmekten şiddetle kaçınmalıdır. Böyle bir durumda yapılması gereken şey “En doğrusunu Allah bilir” deyip, muteber olmayan sözlere kıymet vermemektir. Müslümanların bu tarz durumlarda verdikleri cevap, “… Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen…” (Maide Suresi, 116) ayetindeki gibi olmalıdır. Çünkü Kuran’ın birçok ayetinde gaybı sadece Allah’ın bildiği haber verilmektedir. Örneğin bir ayette şöyle buyrulur:

Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)

Ayetteki gibi tartışmaların yapıldığı durumlarda insanların, üzerinde fikir yürüttükleri konulardaki tek dayanakları halktan gelen ifadeler olur. Sokaktan gelen uydurma rivayetlere, konu hakkında bilgi sahibi olmayan bir kişinin söylediği bir söze, bir başkasının yaptığı bir yoruma dayanan bu tartışmaların doğru bir sonuca ulaşmayacağı ise açıktır. İnsan “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsra Suresi, 36) ayetiyle de bildirildiği gibi bilmediği konular hakkında etraftan duyduğu dayanaksız açıklamalara kapılmamalıdır.

Ayette geçen “onları pek az (insan) dışında kimse bilemez” ifadesiyle de Allah, derin bilgiye sahip çok az sayıda kişinin, bu sayıyı bilebileceğine işaret etmektedir. Örneğin bu kişi, kitabın ilerleyen bölümlerinde mucizevi özelliklerini detaylı olarak inceleyeceğimiz Hz. Hızır olabilir. Bunun yanısıra Hz. Hızır’ın eğitiminden geçmiş ve ona tabi olmuş talebelerinin de, Allah’ın dilemesi ve bildirmesiyle bu bilgiye sahip olması mümkündür. Nitekim Kuran’da Allah’ın vahyetmesiyle elçilerin gaybdan yana bazı bilgilere sahip oldukları bildirilmektedir:

O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. (Cin Suresi, 26-27)

Allah Peygamberimiz (sav)’e de gaybdan bazı bilgiler vahyetmiş, sonra ona şu şekilde seslenmiştir:

Bu, sana (ey Muhammed) vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, o hileli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin. (Yusuf Suresi, 102)

Hz. Nuh’a ise Allah, gelecekte yaşayacağı bazı olayları şu şekilde bildirmektedir:

“Ey Nuh” denildi. “Sana ve seninle birlikte olan ümmetler üzerine Bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in. (Sizden türeyecek diğer kafir) Ümmetleri de yararlandıracağız, sonra onlara Bizden acı bir azab dokunacaktır.” Bunlar: Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordun. Şu halde sabret. Şüphesiz (güzel olan) sonuç takva sahiplerinindir. (Hud Suresi, 48-49)

Ayetin devamında geçen “… açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma” ifadesi ise Kuran’a uygun tartışmaya işaret etmektedir. Müminler, bir konu üzerinde tartışırken Kuran’a uygun delil getirmeye önem vermelidirler. Dini inkar edenler tam tersi bir tutum içindedirler. Onların tek amacı tartışma çıkarmak, bu vesileyle dine ve inananlara karşı düşmanca tavırlarını ortaya koymaktır. Nitekim Allah Kuran’da bazı insanların “yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye” (Zuhruf Suresi, 58) inkarcı örnekler verdiklerine dikkat çekmektedir.  Bunun nedeninin de “tartışmacı ve düşman” bir kavim olmaları olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle Kuran ahlakını yaşayan insanların tüm bunlardan kaçınmaları ve Allah’ın hoşnut olacağı şekilde davranmaları gerekir. Allah iman edenlerin inkarcılarla konuşurken nasıl bir üslup kullanmaları gerektiğini şu örnekle bildirmektedir:

Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Ve de ki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda ‘deliller getirerek tartışma (ya, huccete gerek)’ yoktur. Allah bizi biraraya getirip-toplayacaktır. Dönüş O’nadır.” (Şura Suresi, 15)

Kehf Suresi’nin 22. ayetinin sonunda geçen “onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma” şeklindeki ifade ise iman edenlerin vahiyle bildirilenlerin dışında hiçbir bilgiye rağbet etmemeleri gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü gaybı bilen Allah’tır. İnsanların kendi bilgilerine, zanlarına ve yorumlarına dayanarak ortaya attıkları yanlış rivayetlerin müminler nezdinde hiçbir kıymeti yoktur. Dolayısıyla kaynağı belli olmayan, ağızdan ağıza dolaşarak gelen, kulaktan dolma aktarılan, uydurma rivayetlere, haberlere önem vermemeyi Allah bu ayetle yasaklamaktadır.

Hiçbir şey hakkında: “Ben bunu yarın mutlaka yapacağım” deme. (Kehf Suresi, 23)

Kader gerçeğini unutan insanların tüm hayatları yarın, gelecek ay, gelecek yıl ya da yaşlılık çağları için kesin planlar yapmakla geçer. Kimisi işyerinde yapacağı kariyerin, kimisi hayatını adadığı spor dalında alacağı ödüllerin, kimisi ise sahip olacağı mal ve mülkün hesabını yapar. Bu ayette ise Allah, insanın yarın ne yapacağını dahi bilemeyeceğini hatırlatmaktadır.

Ayette bildirildiği gibi geleceğe yönelik kesin bir ifadede bulunan insan, kaderin farkında değil demektir. Oysa insan sadece ve sadece Allah’ın kaderinde yazdığı şeyleri yaşar. Eğer ertesi gün yapmayı planladığı şey kaderinde yazılıysa yapar, eğer Allah bu olayı yaşamasını takdir etmemişse o zaman yaşamaz. Ancak ertesi gün için kaderinde yazılı olmayan bir şeyi planlaması da yine o kişinin kaderindedir. Küçük büyük her türlü olayın, Allah’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğinin ve bir kitapta kayıtlı olduğunun haber verildiği ayetlerden biri şöyledir:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Kader, Allah’ın geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan tüm olayları bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü ise, Allah’ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini sorarlar ve kaderi kavrayamazlar. Oysa yaşanmamış olan olaylar, bizim için yaşanmamıştır. Allah ise zamana ve mekana bağlı değildir, zaten bunları yaratan Kendisi’dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Bizim bir cetvelin başını, ortasını, sonunu ve aralarındaki tüm birimleri bir bütün olarak tek bir anda kolayca görebilmemiz gibi, Allah bizim bağlı olduğumuz zamanı başından sonuna kadar tek bir an olarak bilir. İnsanlar ise sadece zamanı gelince bu olayları yaşayıp, Allah’ın onlar için yarattığı kadere tanık olurlar.

cadde, insanlar

Resimde kırmızı daire içine alınmış insan için geride bıraktığı yol geçmişte, caddenin ilerisi ise gelecekte bulunacağı mekanlardır. Bu caddeye kuşbakışı bakan bir kişi için ise, caddede yürüyen kişinin geçmişi, geleceği ve şu anı tek bir andır. Allah, herşeyin tek Yaratıcısı olarak zamanın ve mekanın dışında olduğu için, tüm bu aşamaları tek bir an olarak bilmektedir.

Bunun aksini iddia etmek, yani geleceğe dair planlarının mutlaka gerçekleşeceğini öne sürmek, Allah’a karşı büyüklenmek demektir. Bunun sonu ise mutlaka hüsrandır. Ayette bu kişilerin durumunu Allah şöyle haber vermektedir:

Ama iman edenler ve salih amellerde bulunanlar, onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara Kendi fazlından ekleyecektir de. Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah’tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)

Ancak: “Allah dilerse” (inşaAllah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: “Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir.” (Kehf Suresi, 24)

Ayette herhangi birşeyi unutma durumunda Allah’ın adının anılmasının, unutulan şeyi hatırlamada -eğer hatırlanması hayırlıysa- faydalı bir yol olduğuna işaret edilmektedir. Böyle bir unutma durumunda Allah’ın adının zikredilmesi insan için bir şifa olabilmektedir. Ancak insanın unuttuğu şeyi hatırlaması da Allah’ın dilemesi ile mümkündür. Eğer Allah dilemiyorsa hatırlatmaz, bir hayır görüyorsa da kişinin hatırlamasını sağlar.

Ayetin devamında ise Allah, Peygamberimiz (sav)’e yakın bir başarı için dua etmesini emretmektedir. Dünya hayatında meydana gelen başarılar bazen uzun, bazen de kısa vadede olabilir. Kimi zaman insan çok çalışıp, gayret sarf ettiği bir işte kısa sürede başarı kazanamayabilir. Uzun süre irade göstermesi, sabretmesi gerekebilir. Bunun pek çok hikmeti, insanı eğitici yönleri vardır. Ancak bunun yanısıra iman edenler Allah’tan, kısa dönemde başarılı olmayı da talep edebilirler. Önemli olan Hz. Şuayb’ın sözleriyle, “Benim başarım ancak Allah iledir; O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip-dönerim” (Hud Suresi, 88) ayetinde haber verildiği gibi samimi bir kalple Allah’a yönelmektir. Allah’a tevekkül eden ve her türlü işi yapanın sadece Allah olduğunu bilen insan Rabbimizin desteğini her an umabilir. Nitekim Allah A’la Suresi’nde Peygamberimiz (sav)’e “Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız” (A’la Suresi, 8) şeklinde seslenmekte ve dilediği insanı kolayca başarıya ulaştırabilecek olanın sadece Kendisi olduğunu hatırlatmaktadır.

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki: “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf Suresi, 25-26)

Bu ayetlerde Ashab-ı Kehf’in mağarada uyku halinde üç yüz yıl kaldıkları bildirilmektedir. Uyanmalarına yakın bir zamanda bu süre uzatılmış ve üç yüz yılın üzerine dokuz yıl daha eklenmiş olabilir. Böylece onlar mağarada üç yüz dokuz yıl kalmış olabilirler.

Kehf Suresi’nin 26. ayetinde ise Allah’ın gayba tam olarak, her yönden hakim olduğu bildirilmektedir. Çünkü göklerdeki ve yerdeki her türlü olayı yaratan Allah’tır. Ayetlerde Rabbimizin bu sıfatı şu şekilde ifade edilir:

Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır, bütün işler O’na döndürülür; öyleyse O’na kulluk edin ve O’na tevekkül edin. Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir. (Hud Suresi, 123)

Allah… O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Allah, zamanın da Yaratıcısı’dır. Dolayısıyla Kendisi zamandan bağımsız, münezzehtir. Bizim için milyonlarca, milyarlarca yıl sürecek olaylar, Rabbimizin Katında tek bir an olarak mevcuttur. Allah, herşeyi, sonsuz evveli ve sonsuz sonrayı, en mükemmel şekilde, her yönden, cihetli ve cihetsiz olarak görmekte ve işitmektedir. Sesin bildiğimiz ya da bilmediğimiz her şeklini en iyi şekilde duymaktadır. Enbiya Suresi’nde de bildirildiği gibi “… Benim Rabbim, gökte ve yerde söylenen-sözü bilir; O, işitendir, bilendir.” (Enbiya Suresi, 4)

İnsan, zamana ve mekana tabi olduğu için -Allah bildirmediği sürece- gayba dair bir bilgiye sahip olamaz. Ancak zamanı ve mekanı yaratan Rabbimiz geçmişi de, geleceği de, şu anı da eksiksiz olarak görmekte ve işitmektedir. Allah zamana, olaylara, tarihe, kadere, maddeye ve canlı-cansız herşeye, sonsuz evvelde ve sonsuz sonrada tam olarak hakimdir. Allah, Bakara Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:

“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

Kainattaki herşeyin tek velisi ve tek koruyucusudur. Hiçbir canlının O’nun dışında bir velisi, dostu, koruyucusu yoktur. İnsan çok acizdir. Bu nedenle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Maddi ve manevi sıkıntılardan kurtulmanın tek yolu yegane dostumuz ve velimiz olan Allah’a sığınmak, tek koruyucu olarak O’nu bilmektir. Allah ayetlerde şu şekilde bildirir:

… Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir. (Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. (Bakara Suresi, 106-107)

Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. (Tevbe Suresi, 116)

Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor. (Araf Suresi, 196)

Kehf Suresi’nin bu ayetinin sonunda bildirildiği gibi Rabbimizin hiçbir ortağı yoktur. Allah herşeye güç yetiren, zamana, mekana, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm alemlere hakim olan tek varlıktır. O’nun bir ortağı yoktur ve olması da mümkün değildir. İhlas Suresi’nde Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (herşey O’na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)

Sana Rabbinin Kitabından vahyedileni oku. O’nun sözlerini değiştirici yoktur ve O’nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın. (Kehf Suresi, 27)

İnsanın gerçek dini öğrenebileceği en doğru kaynak Kuran’dır. Çünkü Kuran herşeyi yaratan, herşeyin en doğrusunu bilen Allah’ın sözüdür. Allah insanlara ihtiyaç duyacakları her konuyu Kuran’da açıklamaktadır. Bu ayetiyle Allah, Peygamberimiz (sav)’e de Kuran’la vahyedilenleri okumasını emretmiştir.

Ayetin devamında ise Kuran’ın sözlerinin kesinlikle değişmeyeceği bildirilmektedir. Kuran’da Allah’ın haber verdiği gibi, daha önce gönderilen kutsal kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiş, ekleme ve çıkarmalarla değiştirilmiştir. Ancak bu durum Kuran için geçerli değildir. Allah’ın “Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz.” (Hicr Suresi, 9) ayetiyle de bildirdiği gibi Kuran Allah’ın koruması altındadır. Kuran’ın bu özelliğini Rabbimiz ayetlerde şu şekilde haber verir:

Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 115)

Batıl, ona önünden de, ardından da gelemez. (Çünkü Kur’an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir. (Fussilet Suresi, 42)

Ayetin devamında geçen “…O’nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın” ifadesiyle ise insanların düştükleri büyük bir yanılgıya işaret edilmektedir. İnsanların büyük bir bölümü Allah’ın sonsuz kudretini takdir edemezler. Başka dost ve veliler edinir ve bunların bir zorluk anında kendilerine yardım edeceklerine, destek olacaklarına inanırlar. Oysa insan, Allah’ın dışında sığındıklarının da kendisi gibi Allah’ın yarattığı, aciz kullar olduklarını unutmamalıdır. Kendisine sığınılan varlıklara da Allah güç vermektedir ve her biri Allah’ın tecellileridir. Kainattaki her varlık ancak Allah’ın dilemesiyle hareket etmektedir:

Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın.” Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor. O’ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de. (Araf Suresi, 194-197)

Ayette de bildirildiği gibi insanların Allah’ı bırakıp, dünya hayatında kendine dost ve veli olarak seçtiği kişiler Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyen aciz varlıklardır. Bu varlıkların insanı herhangi bir zorluktan, sıkıntıdan ya da afetten kurtarması kesinlikle mümkün değildir. Bir başka ayette bu gerçek şöyle haber verilir:

Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: “Bunlar Allah Katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (Yunus Suresi, 18)

Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. (Kehf Suresi, 28)

Bu ayette sadece Allah’ın rızasını hedefleyerek, sabah akşam sürekli Allah’a dua etmenin önemine dikkat çekilmektedir. Dua insan için çok büyük bir nimet ve Allah’a yakınlaşmak için bir yoldur. İnsan, günün her anında, her ortamda Allah’a dua edebilir. Allah “Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?…” (Furkan Suresi, 77) ayetiyle duanın önemini bildirmektedir. Bir başka ayette Allah insanlara şu şekilde seslenmektedir:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

spor araba, mezar,

 

Ayetin devamında Allah insanlara dünya hayatının geçici metalarından etkilenmemeleri gerektiğini tekrar hatırlatmaktadır. Çünkü bu dünya hayatı –daha önce de belirttiğimiz gibi- insanlar için bir denemedir. Kehf Suresi’nde dünya hayatındaki evlerin, arabaların, yatların, villaların, altınların, gümüşlerin, gösterişli kıyafetlerin ve daha binlerce süsün yaratılış amacını Allah şu şekilde bildirir:

Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)

İnsan dünyada sadece birkaç 10 yıl kalacak ve sonra bir anda kendini hesaba çekilirken bulacaktır. Çünkü dünya hayatı çok hızlı geçmektedir. Allah”Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar” (İnsan Suresi, 27) ayetiyle insanlara bu gerçeği hatırlatmaktadır. İnsanların göz ardı ettikleri ahiret hayatı ise sonsuza dek sürecektir ve insanın, kendisinden kaçamayacağı bir gerçektir. O nedenle insanın bu geçici dünya süslerine aldanıp, sonsuz ahiret hayatını unutması çok büyük bir hatadır. Allah ayetlerinde şu şekilde bildirir:

Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.  (Hadid Suresi, 20)

Ayette ayrıca iman edenlerin birarada olmalarının önemine de dikkat çekilmektedir. Allah’ı anmak, O’na dua etmek, herşeyi yalnız O’nun rızası için yapmak salih müminlerin davranışıdır. Salih müminlerle birarada olmanın, Allah’ı her an anan insanlarla birlikte bulunmanın önemi açıktır. Müminlerin vakitlerini birlikte geçirmelerinin birçok açıdan faydası vardır. Onlar aralarında sürekli Allah’ı zikrettikleri, birbirlerine Kuran ayetlerini hatırlattıkları için, birlikteyken gaflete düşme ya da ibadetlerini aksatma ihtimalleri en aza iner. Birlikte Allah’ı tesbih eder, insanlara iyiliği tavsiye eder ve onları kötülükten men ederler, bilgi ve kültür yönünden birbirlerini geliştirirler. Huzurlu, neşeli, temiz, güvenilir ve rahat bir ortam içinde yaşarlar. Birbirlerini korur ve kollarlar. Ayette müminlerin birbirlerine düşkünlükleri şu şekilde tarif edilir:

Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

Allah’ı inkar edenlerle birlikte olmanın ise pek çok olumsuz yönü vardır. İnkar edenler sürekli Allah’a, iman edenlerin mukaddes değerlerine karşı bir saldırı ve iftira içindedirler. İçlerindeki düşmanlığı sürekli dile getirir, iman edenlerle alay ederler. Allah, iman edenlerin bu gibi ortamlarda bulunmasını şöyle yasaklamıştır:

O, size Kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)

İnkar edenlerle birlikte olmanın bir başka olumsuz yönü ise, yakini çok güçlü olmayan bir insanın, Allah’ın zikrinden uzak, nefsinin peşinden koşan bu insanlardan olumsuz anlamda etkilenmesi ihtimalidir. İmanda derinleşmiş, salih Müslümanların inkarcılardan etkilenmesi Allah’ın izniyle mümkün değildir. Ancak dini yeni tanıyan, Kuran ahlakını tam olarak yaşamayan bir insan inkar edenlere uyabilir, onların süslü sözlerinden, aldatıcı konuşmalarından etkilenip, peşleri sıra gidebilir. Bu da onu, dünyada ve ahirette zarara uğratabilir.

Ve de ki: “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Şüphesiz Biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir. (Kehf Suresi, 29)

Müminler insanlara Allah’ın dinini ve Kuran ayetlerini anlatıp, onları iman etmeye davet ettikten sonra o kişiler üzerinde bir baskı oluşturmazlar. Kitabın ilk bölümlerinde de anlattığımız gibi hidayeti verecek olan Allah’tır. Müminlerin inkar edenlere karşı kullandıkları üslup ayetlerde şu şekilde belirtilir:

“Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun Suresi, 2-6)

Ancak müminin görevi, karşısındaki kişiyi inkar ettiği takdirde, öldükten sonra karşılaşacağı cehennem azabıyla korkutmak ve bu büyük tehlikeyi haber vermektir. Bu ayette de inkar edenlerin karşılaşacakları sonsuz cehennem azabı anlatılmaktadır. O gün inkar edenlerin hiçbir yardımcıları ve şefaatçileri olmayacaktır.

Allah, “Cehennem ateşine, ‘küçültücü bir sürüklenme ile’ sürüklenecekleri gün” (Tur Suresi, 13) ayetiyle cehennem ehlinin nasıl küçük düşürüleceklerini bildirmiştir. Dünya hayatında sadece mal ve mevki sahibi oldukları için kibirlenenler, insanlara zulmedenler cehennemde çok zavallı ve aciz olduklarını anlayacaklardır. Cehennem ehli “Elleri boyunlarına bağlı olarak…” (Furkan Suresi, 13) ateşin sıkışık yerine atılacak, dumanlı bir gölge içinde konaklayacaktır. Ateşin uğultulu homurtusunu sürekli işitecekler, kemikleri çatırdatan inlemeler ile muhatap olacaklardır. Onlar bir azaptan bir başka azaba sürüklenecekler, tüm yakarışlarına rağmen azap onlardan kesinlikle hafifletilmeyecektir. Çünkü cehennem azabından, “Kapıları kilitlenmiş bir ateş…” (Beled Suresi, 20) ayetinde belirtildiği gibi kesinlikle bir kaçış yoktur.

Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. (Kehf Suresi, 30)

Salih amelin önemini önceki bölümlerde anlatmıştık. Bu ayette de Allah en güzel davranışlarda bulunmanın önemine dikkat çekmektedir. En güzel davranış Allah’ın en çok razı olacağı, Kuran ahlakına tam uygun ve ihlasla yapılan salih davranıştır. Allah bir ayetinde güzel davranışların önemini şöyle bildirmektedir:

Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır; öyle ki, kötülükte bulunanları, yaptıkları dolayısıyla cezalandırır, güzel davranışta bulunanları da daha güzeliyle ödüllendirir. (Necm Suresi, 31)

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, iman eden insanların Allah’ı razı edecek güzel davranışlarda bulunmaları da son derece önemlidir. Rabbimiz güzel davranışlarda bulunanların daha güzel bir karşılığı umabileceklerini haber vermiştir. İnsanın yaptığı güzel davranışların karşılığını sadece Allah’tan beklemesi gerekir.

Allah insanın her yaptığını sarıp kuşatandır. Rabbimizin yaptığımız tüm güzel davranışlardan haberdar olması yeterlidir. Çünkü bize bunların karşılığını verecek olan, sinelerimizin özünü bilen Allah’tır. Allah, Kuran ahlakına uygun, güzel davranışlarda bulunan müminlerin ecirlerini eksiksiz vereceğini söylemekte, onları cennetle şöyle müjdelemektedir:

Haberiniz olsun; Allah’ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar iman edenler ve (Allah’tan) sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Yunus Suresi, 62-64)

Kehf Suresi, 31-40. Ayetler

Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek. (Kehf Suresi, 31)

Bu ayette güzel davranışlarda bulunup, Allah’ın rızasını kazanmak için çaba sarf eden müminlerin karşılık olarak bulacakları sonsuz cennet nimetleri tarif edilmektedir. Allah Kuran’daki pek çok ayetiyle iman edenleri cennet ile müjdelemiştir. Örneğin Nahl Suresi’nde müminlerin, güzel bir karşılanma ile bölük bölük cennete sevk edilecekleri bildirilir:

Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: “Selam size” derler. “Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin.” (Nahl Suresi, 31-32)

gül, gül bahçesi

 

Bu onurlu karşılanmanın ardından Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu, sayısız nimetlerle dolu cennette sonsuz hayatlarına başlayacaklardır. Cennet hayatında müminlerin layık görüldükleri çok fazla güzellik vardır. Ancak bu güzelliklerin hepsinin üstünde Allah’ı razı etmiş ve O’nun cennetine kavuşmuş olmanın verdiği manevi haz olacaktır. İnkar edenler, içine atıldıkları cehennem azabında tarifsiz pişmanlıklar içinde azap çekerlerken, müminler Allah’ın sevdiği ve kendilerinden razı olduğu kullar olarak yaşamlarını sürdüreceklerdir. Dar ve sıkışık olan cehennemin aksine “genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resulü’ne iman edenler için hazırlanmış” (Hadid Suresi, 21) olan cennette konaklayacaklardır. Cennette her baktıkları yerde büyük bir mülk ve güzellik görecek olan müminler, ağır işlenmiş atlastan yataklar üstüne yaslanıp, devşirilmesi kolay meyvelerden yiyeceklerdir. Altlarından ırmaklar akan köşklerde konaklayıp, yüksek tahtlarda oturacak, birbirleriyle karşılıklı sohbet edeceklerdir. Allah’ın Kuran’da tarifini yaptığı cennette ne sıcak, ne soğuk tam kararında gölgelikler olacaktır.

gül, gül bahçesi

 

Kehf Suresi’nin 31. ayetinde belirtildiği gibi, hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler ile altın bilezikler cennet ehline layık kılınan giysilerdir. Güzel giyimlerinin yanı sıra Allah cennet ehlini güzel yiyecekler ve içeceklerle rızıklandıracaktır. Çeşitli meyveler, kuş eti ve içenlere lezzet veren içkiler, nice bahçeler ve üzüm bağları, eşsiz hurma ve nar ile dalları bükülmüş kiraz ağaçları, üst üste dizilmiş meyveleri sarkmış muz ağaçları Kuran’da Allah’ın bildirdiği cennet rızıkları arasındadır.

Bütün bu güzelliklerin yanı sıra dünya hayatında sabredilmesi gereken zorlukların hiçbiri cennette olmayacaktır. Yorgunluk, korku, hüzün ve akla gelebilecek hiçbir olumsuzluğun olmadığı, sonsuz güzelliklerle dolu bir ortam olacaktır. Bir ayette Allah cennet güzelliklerini şöyle haber vermektedir:

Takva sahiplerine va’dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır… (Muhammed Suresi, 15)

Allah cennet nimetlerini ve cehennem azabını Kuran ayetleriyle ayrıntılı olarak tarif etmiştir. İnsanların bu apaçık gerçeği anlamazlıktan gelmeleri kendilerine kayıptan başka birşey getirmeyecektir. Bu nedenle de insanın yapması gereken cennetin eşsiz nimetlerine kavuşmak için ahirete yönelik ciddi bir hazırlık yapmak ve çaba göstermek olmalıdır.

İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” (Kehf Suresi, 32-34)

Ayetlerde verilen bu örnekle Allah insanların, hidayet ehli bir kişi ile Allah’a iman ettiğini söylediği halde gerçekte inkarcılardan olan bir kişi arasında kıyas yapmalarını istemektedir. Ayette bahsi geçen bağ sahiplerinden biri diğerinden daha zengindir. İşte maldaki bu üstünlük, söz konusu kişinin Allah’a karşı büyüklenmesine, enaniyete kapılmasına neden olmuştur.

Oysa herşeyi yoktan var eden Rabbimiz mülkün tek sahibidir. Allah mal ve mülk vererek insanları nasıl davranışta bulunacaklarıyla denemektedir. Kimi insanlar bu mal ve mülkü kendi başarıları, çabaları ve zekalarıyla elde ettiklerini zannederek nankörlük yaparlar. Malın çokluğuyla sevinir, bunu insanlar arasında bir böbürlenme ve prestij konusu haline getirirler. Salih müminlerin tavrı ise Al-i İmran Suresi’nde bildirildiği gibidir:

De ki: “Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin.” (Al-i İmran Suresi, 26)

tarla, bahçe

Ayette bildirilen bağ sahiplerinden biri, bahçeleri ve ürünleri kendisinin zannederek Allah’a karşı çok büyük bir nankörlükte bulunmuştur. Aslında kendine ait olmayan, Allah’ın yalnızca bir nimet ve deneme konusu olarak verdiği mallara kendince sahip çıkmıştır. Bu sahiplenme duygusu ile şiddetli bir enaniyete kapılmıştır. Allah böbürlenmenin çirkinliğini ayetlerde şu şekilde haber vermektedir:

Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin Katında da hoş olmayanlardır. (İsra Suresi, 37-38)

Allah Kuran’ın daha pek çok ayetinde böyle kişilerin alacağı karşılığı tarif etmiştir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.’ “Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.” Hayır; ileride bileceksiniz. Yine hayır; ileride bileceksiniz. Hayır; eğer siz kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız, Andolsun, o çılgınca yanan ateşi de elbette görecektiniz. Sonra onu, gerçekten yakîn gözüyle (Ayne’l Yakîn) görmüş olacaksınız. Sonra o gün, nimetten sorguya çekileceksiniz. (Tekasür Suresi, 1-8)

Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” (Kehf Suresi, 35-36)

Ayetlerde nankörlük yapan bağ sahibinin açıkça Allah’a karşı büyüklendiği bildirilmektedir. Bu kişi, sahip olduğu bağların başına sonsuza kadar birşey gelmeyeceğini iddia etmekte, bu sözleriyle bir nevi ilahlık iddiasında bulunmaktadır.

Oysa sonsuz olan sadece Allah’tır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, bunlardan münezzehtir. Allah’ın Halık ismi “Herşeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tespit eden, ve ona göre yaratan, yokluktan var eden” anlamındadır. İnsanın, ilk var olduğu zamandan ölümüne kadar her anı Allah Katında canlı olarak mevcuttur. Allah’ın sonsuz hafızasında herşey olduğu gibi durmaktadır. İnsanların yaşadıkları olayları, başlarından geçen hadiseleri ve hayatlarındaki her türlü detayı Allah yaratmıştır ve bunların hiçbiri yok olmaz. “… Bu, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın gerçekten herşeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir” (Maide Suresi, 97)ayetinde bildirildiği gibi, herşey en küçük ayrıntıya kadar Allah Katında muhafaza edilir.

üzüm, üzüm bağı

Allah zamandan münezzeh olduğu için, O’nun Katında herşey bir anda gerçekleşmiş ve sonucuna ulaşmıştır. İnsan yaratılışı gereği zamana bağlı olarak yaşadığı için yaşadıklarını geçmiş, şimdi ve gelecek süreci içinde izler. Oysa bizim hafızamızda bir hatıra olarak yer eden ve “geçmiş” diye tanımladığımız olaylar sadece    bizim için “geçmiş”tir. Planlarını yaptığımız ve “gelecek” diye isimlendirdiğimiz bilinmezler ise yine sadece bizim için bilinmezdir. Allah için geçmiş, gelecek, şimdi hepsi birdir. İşte bu nedenle Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz. Çünkü bunların hepsini yaratan Allah’tır ve Allah herşeyi tek bir anda bilmektedir. Nitekim Lokman Suresi’nde de bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir:

“Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır.” (Lokman Suresi, 16)

Tüm olaylar Allah’ın “Ol” demesiyle olmuş ve bitmiştir. Tüm zamanların, boyutların, mekanların üstünde olan ve tüm eksikliklerden bağımsız olan Allah için, yarattığı evrendeki tüm olaylar tek bir an hükmündedir. Hz. Musa’nın, Kehf Ehli’nin, Hz. Hızır’ın, Hz. Zülkarneyn’in, Hz. Muhammed (sav)’in ve diğer peygamberlerin hayatlarından verilen örneklerin gerçekleştiği zamanla bizim içinde yaşadığımız zaman da Allah Katında tek bir andır. Bizim torunlarımızın hatta onların torunlarının ve kıyamete kadar yaşayacak tüm insanların hayatları da aynı “an”ın içinde devam etmektedir. Allah Katında kıyamet kopmuş, tüm insanlar sonsuz hayatlarını geçirecekleri yerlere gitmişlerdir. Allah’a iman edenler şu anda cennettedirler, inkarcılar ise şu an cehennemde azap çekmektedirler.

İnsanlar arasında yaygın olan batıl bir inanca göre, Allah evreni ve insanı yaratmış, onlara bir süre vermiştir ve onların denenmelerini beklemektedir. Evrenin ömrü bitene kadar da bekleyecektir. (Allah’ı tenzih ederiz) Fakat gerçekte Allah’ın beklemesi asla söz konusu olamaz. Beklemek insana özgü bir acizliktir. Allah ise insanların yaşadığı bütün acizliklerden uzak ve Yücedir. Allah’ın Kuran’da Kendisi’ni tanıttığı Kuddüs sıfatı, “hatadan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten çok uzak” anlamındadır. Bu nedenle Allah tüm insanların geçmişlerine, geleceklerine ve yaşadıkları tüm olaylara bütün detaylarıyla hakimdir. Fakat insan, sınanma yeri olan bu dünya hayatında zamanı, geçmişten geleceğe doğru akışlı, yani önceli ve sonralı zanneder. Oysa Allah Katında önce-sonra, geçmiş-gelecek diye bir şey yoktur. Herşey, tüm insanlar, tüm canlılar aynı anda yaşamakta, tüm zamanlar, tüm devirler, tüm çağlar, tüm tarihler ve hatta tüm günler, tüm saatler, dakikalar  aynı anda bulunmaktadır. İnsan sınırlı zihin kapasitesi nedeniyle bunu göremiyor olsa da bu gerçek açıktır.

İşte müminlerin Allah’ın büyüklüğünü takdir edebilmelerinin, Allah’a olan teslimiyetlerinin ve güvenlerinin ana sebebi budur. Müminler, Allah’ın kendilerini ve herşeyi nasıl sarıp kuşattığının ve Allah’a ne derece muhtaç olduklarının, O’nun büyüklüğü yanında ne denli küçük olduklarının bilincindedirler.

Müminler Allah’ın yüceliğini ve kudretini takdir edebilen, olayların ardında saklı hikmetleri, incelikleri kavrayabilen kimselerdir. Bundan dolayı da Allah’a gönülden boyun eğmişlerdir.

Kehf Suresi’nin 36. ayetinde geçen “… Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım” ifadesi ise Allah’tan korkmayarak, Allah’ın hükümlerini yerine getirmeyerek cennete gideceklerini zanneden insanları tarif etmektedir. Bu insanlar kendilerini müstağni görmekte, Allah’a karşı büyüklenmektedirler.

Dünya üzerinde Allah’a iman ettiğini ve Kuran’ın hak olduğuna inandığını söyleyen, ancak Allah’tan hiç korkmayan insanların sayısı oldukça fazladır. Bu insanlar Allah’ın hükümlerini yerine getirmez, helal ve haramlara riayet etmez, elçinin yolunu izlemezler. Ancak buna rağmen öldüklerinde cennete gideceklerine dair çok güçlü bir inançları vardır.

İman edenler ise “Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar. Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz” (Mearic Suresi, 26-28) ayetlerinde bildirildiği gibi cennet nimetlerinden yana bir umut, cehennem azabından yana bir korku içindedirler. İman edenlerin bu ruh haline “O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır” (Araf Suresi, 56) ayetinde de işaret edilmektedir. Çünkü Allah ayetlerinde hiçbir insanın cehennem azabı ile karşılaşmaktan emin olamayacağını hatırlatmakta, inkar edenlerin ise muhakkak bu şiddetli azapla karşılık bulacaklarını haber vermektedir:

Şimdi bunlar, kendilerine Allah’ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken kıyametin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular? (Yusuf Suresi, 107)

Artık ‘kötülüğü örgütleyip düzenleyenler’, Allah’ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? (Nahl Suresi, 45)

Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?” (Kehf Suresi, 37)

Bu ayette bir kişiyi güzel ahlaka davet ederken ya da bir hatırlatmada bulunurken müminlerin nasıl bir yol izlenebileceği tarif edilmektedir. Eğer bu kişi Allah karşısındaki acizliğini unutmuşsa ve büyüklenmekteyse, yapılacak en iyi şey, ona aczini hatırlatmaktır.

Nitekim ayette de diğer bağın sahibi olan iman ehli kişi, büyüklenen kişiye “topraktan ve bir damla sudan yaratıldığını” hatırlatarak onu güzel ahlaka davet etmektedir. Bu davetin -Allah dilerse- kişi üzerinde olumlu bir etki oluşturabileceği açıktır. Diğer bağın sahibi büyüklenen bağ sahibinin imanının zayıf olduğunu fark etmiş, ona imani takviye yapma ihtiyacı hissetmiştir. İman hakikati anlatmak da bir insanın imanını güçlendirmede izlenebilecek en güzel yollardan biridir.

Kendi ürünlerinin daha üstün olduğunu iddia eden bağ sahibinin konuşmaları bir Müslümanın konuşmalarına benzememektedir; aksine inkarcı bir üslubu hatırlatmaktadır. Bu nedenle de iman ehli olan bağ sahibi, sorusunun sonunu “inkar mı ettin?” şeklinde bağlamaktadır. Belki diğer kişi açıkça Allah’ı inkar ettiğini söylememektedir, ama kullandığı kelimeler Allah’a kesin bilgiyle iman etmediğini göstermektedir. Diliyle “inanıyorum” demekte, ama fiilen Allah’ın hükümlerini uygulamamaktadır. Bu çelişki aslında açıkça dini ve Allah’ı inkar etmek anlamına gelmektedir.

Halk arasında böyle çelişkili karakterlere sıkça rastlanmaktadır. İnsanların büyük bölümü iman ettiklerini söylemekte, ancak Allah’ın razı olacağı gibi bir hayat yaşamamaktadır. Kuran ahlakına aykırı davranmakta ve Peygamberimiz (sav)’in  yolunu izlememektedir. Kitabın önceki bölümlerinde de üzerinde durduğumuz gibi, bu ahlaka sahip olan insanlar tüm bu inkar ifade eden sözlerine ve davranışlarına rağmen, cennete gideceklerine inanmakta, kendilerini doğru yolda sanmaktadırlar. Ama aslında kendilerini kandırmaktadırlar. Allah böyle insanların durumuna Kuran’da şöyle dikkat çekmiştir:

Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Araf Suresi, 147)

sevimli bebek, işadamı, okul, sınıf

“Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” (Kehf Suresi, 38)

Kehf Suresi boyunca insanların çok büyük bir bölümünün Allah’a şirk koştuklarına sık sık dikkat çekilmektedir. Kuran’da şirk, herhangi birşeyi, bir kimseyi ya da bir kavramı, tercih etme ya da kıymet verme bakımından Allah’la eşit veya daha ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpık bakış açısıyla hareket etmek anlamında kullanılır. Kuran’da bu tutum, “Allah’tan başka ilah edinmek” olarak tanımlanır. İnsanın, Allah’ın rızasına muhalif olacak şekilde kendisine hayat amacı olarak belirlediği, kendisinden medet umduğu, rızasını aradığı her varlık, Allah’ın rızasına tercih ettiği herşey Allah’tan başka edindiği birer ilahtır aslında.

Şirk, insanın kaçınması gereken günahların en başında gelmektedir. Çünkü bu, Allah’a karşı işlenebilecek en büyük suç olarak bildirilmiştir. İşte bu yüzden Allah dilediği günahı affedeceğini, ancak şirki asla affetmeyeceğini bildirmiştir (Nisa Suresi, 116). Allah’ın bağışlamayacağını bildirdiği, sapkınlık olarak nitelendirdiği bir günah, elbette ki Müslümanların en çok kaçınacakları durumdur. Üstelik Kuran’ın pek çok yerinde Allah müminleri şirke karşı uyarmış, onları bu en büyük kötülükten şiddetle sakındırmıştır. Hz. Lokman’ın oğluna verdiği, “Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman Suresi, 13) şeklindeki öğüt de bunlardan biridir. Şirkin bu derece önemli bir konu olmasının bir diğer sebebi ise insanın amellerinin boşa gitmesine ve hüsrana uğramasına neden olmasıdır. Bu gerçek de Kuran’da şöyle bildirilmektedir:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu: Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. (Zümer Suresi, 65)

Ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi Allah’a şirk koşmak telafisi mümkün olmayan, insanı cehenneme kadar sürükleyebilecek bir günahtır. Bu nedenle Allah’tan korkan bir kişinin bu tehlikeye karşı çok dikkatli olması gerekir.

“Bağına girdiğin zaman, ‘MaşaAllah, Allah’tan başka kuvvet yoktur’ demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan.” (Kehf Suresi, 39)

Bu ayette “maşaAllah” kelimesinin önemine dikkat çekilmektedir. MaşaAllah “Allah’ın dilemesiyle” anlamında kullanılan bir ifadedir. Müminler Allah’ın yaratışındaki üstün sanatı ve kudreti ifade etmek istediklerinde “maşaAllah” der ve Allah’ı tesbih ederler.

Bu kelimeyi kalpten hissederek kullanmak, çevredeki kişilere de herşeyin sahibinin Allah olduğunu, her olayın kaderde ve Allah dilerse gerçekleştiğini hatırlatır. Herşeyi yapanın Allah olduğunu sık sık hatırlatmak ise, hiç şüphesiz insanlara çok büyük fayda verir. Çünkü insan kendi aczini unutmaya ve gaflete düşmeye yatkın bir varlıktır.

Örneğin burada söz ettiğimiz inkara yönelmiş olan bağ sahibi, tüm malın ve mülkün kendine ait olduğunu ifade ederken aslında Allah’a şirk koşmaktadır. Bunu açıkça ifade etmese de buradaki ifadelerinden ve tavrından, “gizli şirk” içinde  olabileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle arkadaşı onu her türlü şirke karşı uyarmakta ve herşeyin Allah’a ait olduğunu ona tekrar tekrar hatırlatmaktadır.

     
 

‘Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Rum Suresi, 31)

 
     

Özellikle içinde yaşadığımız çağda, insanların böyle bir tehlikeye karşı daima uyanık olmaları gerekmektedir. Çünkü bu gibi konulara insanlar hayatlarında çok sık rastlamaktadırlar. Örneğin “Gani” yani “Zengin” terimi Allah’ın bir vasfıdır. Ancak aynı tanımlama insanlar için de kullanılmaktadır. Gerçi bu vasfı kullanmanın, bu kişinin mali durumunu tarif etmek açısından hiçbir sakıncası yoktur. Ancak, şirke yol açan durum, kişinin bu zenginliğin sebebi olarak kendisini, kendi zekasını, çabasını görmesidir.

Durum böyle olunca -bağ sahibinde olduğu gibi- zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğu unutulur. Bu kişi sahip olduğu herşeyi kendisine Rabbimizin verdiğini, Allah’ın Gani sıfatıyla kendisini zenginleştirdiğini, verdiği herşeyi dilerse bir anda alabileceğini göz ardı etmiş olur. Dolayısıyla Allah’tan başka herkesin mutlak fakir ve aciz olduğunu, Allah’ın dilediği kulları üzerinde dilediği sıfatlarıyla tecelli edebileceğini düşünmez. Bu, çok cahilce bir yaklaşımdır ve insanı şirke sürükleyen bir düşünce tarzıdır. Çünkü bu bakış açısıyla hareket edildiğinde Allah’ın sonsuz kudreti ve hakimiyeti tamamen unutulur ve kişi hakkı olmayan bir ilahlık vasfını kendisine verir.

Doğru olan tavır ise zenginliğin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmektir. O’nun, göklerin ve yerin mülkünün tek hakimi olduğunu takdir etmek ve insana verdiği bu zenginliği dilediği anda alabileceğinin de bilincinde olmaktır. Zenginlik verilen kişiyi değerlendirirken de onun zengin ya da fakir olması önemli olmamalı, onun Allah’ın nimet verdiği bir kulu olduğu düşünülmelidir. Örneğin bu kişinin aile üyeleri malın asıl sahibi olarak onu görürlerse, yalnızca ondan medet umarlarsa, malın esas malikinin Allah olduğunu unutup, bu kişiye de bu gerçeği hiç hatırlatmazlarsa bu çok yanlış bir bakış açısı olur. Aynı şekilde bu kişinin yanında çalışan insanlar da kendilerini yediren ve içirenin, barındıranın Allah olduğunu unutmamalıdırlar. Allah’ı unutup, yanında çalıştıkları kişiyi pek çok şeye muktedir, Allah’tan bağımsız bir güce sahip olarak değerlendirirlerse, bu çok büyük bir akılsızlık olur. Nitekim bu gerçek insanlara Kuran’da da bildirilmiştir:

“… Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 17)

“Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten ‘yakıp-yıkan bir afet’ gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.” “Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.” (Kehf Suresi, 40-41)

Bu ayetlerde de iman ehli olan bağ sahibi, böbürlenen arkadaşına acizliğini hatırlatmaktadır. Allah’tan gelecek herhangi bir belaya karşı koyamayacağını, buna rağmen büyüklenmesinin ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu anlatmaktadır.

Sahip oldukları mallarla ve zenginlikleriyle övünen insanların en büyük yanılgılarından biri de, dünya hayatındaki tüm güzellikler gibi, bunların geçici olduğunu unutmalarıdır. Güzellik ve gençlik birkaç on yılda ortadan kalkacak yerini yaşlılığa bırakacaktır. Sağlık da aynı şekilde yerini hastalıklara, acizliklere ve zayıflıklara terk edecektir.

Önceki ayette de açıkladığımız gibi zenginlik de geçicidir. Allah dilediği zaman fakir bir insanı bir anda zenginleştirebilir ya da zengin olanın malını bir anda yerin dibine geçirebilir. İnsan evlerini, yatlarını, arabalarını, mücevherlerini bir selle, depremle ya da başka bir felaketle bir anda kaybedebilir. Kimsenin Allah’tan gelen bir afeti engellemeye gücü yetmez. İnsan, hiç ummadığı bir anda tüm yakınlarını kaybedebilir, kendisi de hiç beklemediği bir anda ölümle karşılaşabilir, kaza geçirerek sakat kalabilir, kalıcı bir şekilde yaralanabilir, hafızasını yitirip tüm yeteneklerini kaybedebilir. Bu felaketlerin hepsi,”Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez… ” (Teğabün Suresi, 11) ayetinde bildirildiği gibi Allah’ın dilemesiyle ve Allah’ın istediği zaman gerçekleşebilir. Hiç kimse bu felaketi engelleyemez, geri alamaz ya da erteleyemez. Böyle bir günde ne malı ne de zenginliği kişiye hiçbir fayda sağlamaz. Allah’ın ayetiyle de bildirdiği gibi “Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah’tan (gelecek azaba karşı) hiçbir şey kazandırmaz.” (Al-i İmran Suresi, 10)

deprem

Yatlarının, villalarının ve diğer mallarının başına sonsuza kadar birşey gelmeyeceğini iddia eden insan, bir kasırga sonrasında ne kadar aciz ve çaresiz olduğunu hemen fark eder.

İnsana güç, zenginlik, sağlık, dinçlik veren Allah’tır. Allah, dünya hayatında insanları bir ibret olarak  yaşlandırmakta, bedenlerinin de -tıpkı diğer dünya nimetleri gibi- kendi kontrollerinde olmadığını onlara göstermektedir.

İnsan, hayatının hiçbir anında Allah’ın, kaderinde yazdığı dışında birşey yaşayamaz. Dolayısıyla yapması gereken Allah’a teslim olmak ve tevekkül etmektir.    Allah’a karşı büyüklenen bağ sahibi, bahçesinin ve ürünlerinin başına sonsuza kadar birşey gelmeyeceğini iddia ederken bu gerçeği görmezden gelmektedir. Bahçesini sulayan akarsuyun sonsuza kadar yerinde duracağından, ürünlerine hiçbir salgın hastalığın musallat olmayacağından, kuraklık gibi bir bela ile hiçbir zaman karşılaşmayacağından emindir. Zenginliğinin, zekasının ve çabasının mallarını korumaya yeteceğini sanmaktadır.

Ancak Allah için bunu tersine çevirmek çok kolaydır. Bahçeyi sulayan akarsu, ufak bir yer hareketiyle bir anda yerin derinliklerine doğru akmaya başlayabilir. Bu olay, bağ sahibinin gözleri önünde çok kısa zamanda gerçekleşebilir. Böylece o verimli arazi bir anda kupkuru bir hal alabilir. İnsanın böyle bir durumda ne suyu geri getirmeye, ne de tarlasını eski verimli haline döndürmeye gücü yetmez. Medet umduğu malları ve tüm zenginlikleri de kendisine bir yarar sağlamaz. Bunlar o kişinin büyüklenmesinin ve nankörlüğünün dünya hayatındaki karşılığıdır. Ahiret hayatında ise şirk koştuğu, değer verdiği, sahiplenip Allah’a karşı iftirada bulunmasına neden olan metalar kendisine bir fayda vermeyecektir. Ayetlerde inkar edenlerin bu durumu şöyle bildirilir:

Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. “Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir; (Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 2-9)

Ayette hatırlatılan bir diğer konu ise suyun yerin derinliklerinden yeryüzüne çıkmasının ne kadar büyük bir nimet olduğudur. Yerin kilometrelerce derinliklerinde olan su, Allah’ın dilemesiyle yeryüzüne çıkmakta, insanlar için şifa olmaktadır. Eğer bu suyu kullanma imkanı olmasaydı, insanlar için çok büyük zorluklar ve sıkıntılar oluşacaktı. Ancak su kuyuları ve suya ulaşmamızı sağlayan diğer yöntemler sayesinde yerin dibindeki tertemiz, mineral yönünden çok zengin sulara ulaşabilir ve bunları kendi faydamız doğrultusunda kullanabiliriz.

sulama teknikleri, kuraklık

Kehf Suresi, 41-50. Ayetler

“Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten ‘yakıp-yıkan bir afet’ gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.” “Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.” (Kehf Suresi, 40-41)

Bu ayetlerde de iman ehli olan bağ sahibi, böbürlenen arkadaşına acizliğini hatırlatmaktadır. Allah’tan gelecek herhangi bir belaya karşı koyamayacağını, buna rağmen büyüklenmesinin ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu anlatmaktadır.

Sahip oldukları mallarla ve zenginlikleriyle övünen insanların en büyük yanılgılarından biri de, dünya hayatındaki tüm güzellikler gibi, bunların geçici olduğunu unutmalarıdır. Güzellik ve gençlik birkaç on yılda ortadan kalkacak yerini yaşlılığa bırakacaktır. Sağlık da aynı şekilde yerini hastalıklara, acizliklere ve zayıflıklara terk edecektir.

Önceki ayette de açıkladığımız gibi zenginlik de geçicidir. Allah dilediği zaman fakir bir insanı bir anda zenginleştirebilir ya da zengin olanın malını bir anda yerin dibine geçirebilir. İnsan evlerini, yatlarını, arabalarını, mücevherlerini bir selle, depremle ya da başka bir felaketle bir anda kaybedebilir. Kimsenin Allah’tan gelen bir afeti engellemeye gücü yetmez. İnsan, hiç ummadığı bir anda tüm yakınlarını kaybedebilir, kendisi de hiç beklemediği bir anda ölümle karşılaşabilir, kaza geçirerek sakat kalabilir, kalıcı bir şekilde yaralanabilir, hafızasını yitirip tüm yeteneklerini kaybedebilir. Bu felaketlerin hepsi,”Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez… ” (Teğabün Suresi, 11) ayetinde bildirildiği gibi Allah’ın dilemesiyle ve Allah’ın istediği zaman gerçekleşebilir. Hiç kimse bu felaketi engelleyemez, geri alamaz ya da erteleyemez. Böyle bir günde ne malı ne de zenginliği kişiye hiçbir fayda sağlamaz. Allah’ın ayetiyle de bildirdiği gibi “Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah’tan (gelecek azaba karşı) hiçbir şey kazandırmaz.” (Al-i İmran Suresi, 10)

deprem

Yatlarının, villalarının ve diğer mallarının başına sonsuza kadar birşey gelmeyeceğini iddia eden insan, bir kasırga sonrasında ne kadar aciz ve çaresiz olduğunu hemen fark eder.

İnsana güç, zenginlik, sağlık, dinçlik veren Allah’tır. Allah, dünya hayatında insanları bir ibret olarak  yaşlandırmakta, bedenlerinin de -tıpkı diğer dünya nimetleri gibi- kendi kontrollerinde olmadığını onlara göstermektedir.

İnsan, hayatının hiçbir anında Allah’ın, kaderinde yazdığı dışında birşey yaşayamaz. Dolayısıyla yapması gereken Allah’a teslim olmak ve tevekkül etmektir.    Allah’a karşı büyüklenen bağ sahibi, bahçesinin ve ürünlerinin başına sonsuza kadar birşey gelmeyeceğini iddia ederken bu gerçeği görmezden gelmektedir. Bahçesini sulayan akarsuyun sonsuza kadar yerinde duracağından, ürünlerine hiçbir salgın hastalığın musallat olmayacağından, kuraklık gibi bir bela ile hiçbir zaman karşılaşmayacağından emindir. Zenginliğinin, zekasının ve çabasının mallarını korumaya yeteceğini sanmaktadır.

Ancak Allah için bunu tersine çevirmek çok kolaydır. Bahçeyi sulayan akarsu, ufak bir yer hareketiyle bir anda yerin derinliklerine doğru akmaya başlayabilir. Bu olay, bağ sahibinin gözleri önünde çok kısa zamanda gerçekleşebilir. Böylece o verimli arazi bir anda kupkuru bir hal alabilir. İnsanın böyle bir durumda ne suyu geri getirmeye, ne de tarlasını eski verimli haline döndürmeye gücü yetmez. Medet umduğu malları ve tüm zenginlikleri de kendisine bir yarar sağlamaz. Bunlar o kişinin büyüklenmesinin ve nankörlüğünün dünya hayatındaki karşılığıdır. Ahiret hayatında ise şirk koştuğu, değer verdiği, sahiplenip Allah’a karşı iftirada bulunmasına neden olan metalar kendisine bir fayda vermeyecektir. Ayetlerde inkar edenlerin bu durumu şöyle bildirilir:

Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. “Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir; (Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 2-9)

Ayette hatırlatılan bir diğer konu ise suyun yerin derinliklerinden yeryüzüne çıkmasının ne kadar büyük bir nimet olduğudur. Yerin kilometrelerce derinliklerinde olan su, Allah’ın dilemesiyle yeryüzüne çıkmakta, insanlar için şifa olmaktadır. Eğer bu suyu kullanma imkanı olmasaydı, insanlar için çok büyük zorluklar ve sıkıntılar oluşacaktı. Ancak su kuyuları ve suya ulaşmamızı sağlayan diğer yöntemler sayesinde yerin dibindeki tertemiz, mineral yönünden çok zengin sulara ulaşabilir ve bunları kendi faydamız doğrultusunda kullanabiliriz.

sulama teknikleri, kuraklık

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.” Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi, 42-44)

Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, Allah’tan başkasından medet uman, onlardan merhamet dilenen, onlara güvenen bir kişi, umduğu karşılığı asla bulamaz. Bu nedenle hayatı boyunca, özellikle de zor anlarında, büyük bir boşluk ve sahipsizlik hissine kapılır. Kendisini, dünyanın binbir türlü karmaşası ve sıkıntısı karşısında, güvendiği sahte ilahlar tarafından terk edilmiş, çaresiz, yapayalnız bırakılmış hisseder.

Kuran’da bu gerçeğe, “Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun.” (İsra Suresi, 22) ayetiyle dikkat çekilmiştir. Allah, enaniyetli bağ sahibini de -mallarını almak suretiyle- yapayalnız bırakmış, bir afetle tüm zenginliğini bir anda ortadan kaldırmıştır. İşte bu felaket anında bağ sahibi de gerçekleri, yani Allah’a şirk koşarak ne kadar büyük bir hataya düştüğünü görmüştür.

üzüm bağı, kuraklık

Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, kendini dünyada güç sahibi zanneden her insan,  Allah’ın dilemesi ile bir anda ne derece aciz olduğunu anlar. Ne kendine ne de etrafındaki insanlara yardım etmeye güç yetiremez. Herşey Allah’ın elindedir. O’ndan başka zarar ve yarar vermeye gücü yeten kimse yoktur. Bu gerçek bir ayette şu şekilde hatırlatılır:

Şayet Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik dokunduracak olursa da O, herşeye güç yetirendir. (Enam Suresi, 17)

kıtlık

İnsanın tek dost ve velisi Allah’tır. Allah’ın dışındaki varlıklar ise yalnızca O’nun yarattıklarıdır. O’nun dilemesiyle var olmuşlardır ve yine O’nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirmektedirler. Şifayı ve rızkı veren, güldüren ve ağlatan Allah’tır. Allah’tan başka herşey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, Allah’tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek kimse de yoktur.

Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı, böylece rüzgarların savurduğu çalı-çırpı oluverdi. Allah, herşeyin üzerinde güç yetirendir. Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 45-46)

Kehf Suresi’nin bu ayetlerinde “sürekli olan salih davranışlara” dikkat çekilmektedir. Salih davranış, iyi ve hayırlı iş anlamına gelir ki, bu da Allah’ın rızasına ve Kuran ahlakına uygun her türlü fiil ve hareketi ifade eder.

İnsan, Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanabilmek için salih amellerde bulunmalıdır. Çünkü bu ameller, Müslümanların sabırlarını, kararlılıklarını, sadakatlerini, kısacası imanlarındaki dirayetlerini ortaya koyar.

İnsanın bir iş yaparken, içinde taşıdığı niyeti son derece önemlidir. Bir amelin salih olması, yalnızca Allah rızası gözetilerek yapılmış olmasına bağlıdır. Eğer yapılan iş, katıksız Allah rızasından uzaklaşırsa, o zaman salih amel olma özelliğini yitirebilir. Bu durum, insanın başkalarının rızasını araması anlamına gelir ki Allah, Kendisi’nden başkasının rızası için yapılan ibadetleri ayetlerinde şu şekilde tarif eder:

İşte (şu) namaz kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)

Aynı durum infak konusu için de geçerlidir. İnsanların bir bölümü mallarından infakta bulunurken sadece Allah’ın rızasını gözetir, bir kısmı ise gösteriş amaçlı infak ederler. Bu kişiler arasındaki fark Kuran’da şöyle haber verilir:

Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez.

Yalnızca Allah’ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 264-265)

kuraklık, kıtlık

Salih amelde bulunan bir Müslümanın hiç unutmaması gereken bir diğer önemli konu ise bu amellere ihtiyacı olanın sadece kendisi olduğudur. Allah müstağnidir; yani her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Dolayısıyla, Allah’ın Müslümanların yapacakları amellere ihtiyacı yoktur. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilir:

Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah’a göre güç değildir. (Fatır Suresi, 15-17)

Rabbimiz dilediği anda dilediği şeyi yapabilir. “… İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu…” (Rad Suresi, 31) ayetinde belirtildiği gibi Allah herşeye güç yetirendir. Allah’ın dinini güçlü kılmak için gösterdikleri gayret Müslümanların kendi faydalarınadır. Dolayısıyla, bir insan salih amel işlemekle, gerçekte ancak kendisine yarar sağlamakta, kendi ahiretini kazanmaktadır. Bu gerçeği Allah Kuran’da, “kim cehd ederse (çaba gösterirse), yalnızca kendi nefsi için cehd etmiş olur. Şüphesiz Allah, alemlerden müstağnidir.” (Ankebut Suresi, 6) ayetiyle haber verir.

Salih amelin ayette Allah’ın haber verdiği bir diğer önemli özelliği ise “sürekli” olmasıdır. Çünkü bazı insanlar için günde birkaç kez iyilikte bulunmak, mallarının bir kısmını bir kez infak etmek, bazı konularda fedakarlıkta bulunmak çok kolay olabilir. Bunları alışkanlıkla ya da çıkarlarına dokunmadığı için yapıyor olabilirler. Ancak önemli olan müminin hayatının her anında hayırlı işler yapmasıdır. Her an Allah’ın rızasını kazanmak için gayret etmesi, sürekli fedakarlıkta bulunması, Allah’ın dinini tebliğ etmek için sürekli bir çaba içinde bulunması çok önemlidir. Üstelik çevresinde başka hiç kimse Allah’ın bu emirlerini yerine getirmese de, kendisi hiç vazgeçmeden devam etmelidir. Böylece kararlılığını ispatlamış ve Allah’a olan yakininin ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymuş olacaktır. Nitekim Allah Meryem Suresi’nde şu şekilde bildirmektedir:

Allah, hidayet bulanlara hidayeti artırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. (Meryem Suresi, 76)

İman edip hayatı boyunca salih ameller işleyen bir müminin kavuşacağı kurtuluş ise Allah’ın rızası ve cennetidir. Kuran’da müminleri Allah şöyle müjdeler:

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki Biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır. Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: “Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler.” Onlara: “İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir” diye seslenilecek. (Araf Suresi, 42-43)

Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün; onları birarada toplamışız da, içlerinden hiçbirini dışarıda bırakmamışızdır. Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defa yarattığımız gibi Bize gelmiş oldunuz. Hayır, Bizim size bir kavuşma-zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi? (Kehf Suresi, 47-48)

Tüm insanların ölüm vakitlerinin belirlenmiş olması gibi kainatın da bir ölüm anı vardır. Bu an Kuran’da “kıyamet” olarak isimlendirilmiştir. Ancak kıyamet saatinin ne zaman olduğunun bilgisi sadece Allah’ın Katındadır. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilir:

Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın Katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardır. (Lokman Suresi, 34)

Kehf Suresi’nin bu ayetlerinde ise insanların kıyamet saati konusundaki zanlarına işaret edilmektedir. İnsanların uzak zannettikleri kıyamet saatinin yaklaşarak gelmekte olduğunu Allah Kuran’da, “İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 1) ayetiyle bildirmiştir.

İnsanların büyük bir bölümü bu dünya hayatının hiç sona ermeyeceğine inanır, kıyamet gününün de asla gelmeyeceğini iddia ederler. Ölümün bir yokoluş olduğunu düşünür, hesap gününün varlığını inkar ederler. Kıyametin, yeryüzü, içinde bulunanlar ve kainatta var olan herşey için bir yokoluş olduğu doğrudur, ancak bu yokoluş onların zannettikleri gibi bir son değil, aksine sonsuz ahiret hayatının başlangıcıdır.

Allah her insanı yoktan var eden ve kaderde belirlediği sürede canını alacak olandır. Her insanın hangi gün, hangi saat, hatta hangi saniye, nerede ve nasıl öleceği Allah Katında bellidir. Ölüm insan için bir bilinmezken, zamandan ve mekandan münezzeh olan Rabbimiz tüm bu bilgileri kuşatmıştır.

Allah kıyamet gününde nasıl bir ortam oluşacağını da Kuran’da bildirmiştir. O gün müminler “Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 68) ayetinde Allah’ın vaat ettiği gibi korku duymayacaklardır. İnkar edenler için ise oldukça zorlu bir gün olacaktır.

bahçe dekorasyonu

Müminler, yaşamları boyunca Allah’ı razı etmeye, Allah’ın emrettiği ibadetleri titizlikle yerine getirmeye ve Allah’tan gereği gibi korkup sakınmaya karşı gösterdikleri itinanın karşılığını en güzeliyle alacaklardır. Allah onlara inkar edenlerin duyduğu paniği, pişmanlığı ve mutsuzluğu hissettirmeyecektir. Allah müminlerin ahiretteki durumlarını Kuran’da şöyle haber vermiştir:

O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Hadid Suresi, 12)

eyfel kulesiResimdeki trenin yol boyunca geçtiği her yer, şu anda bulunduğu nokta ve gelecekte geçeceği yerler bir an olarak Allah Katında saklanmaktadır.

(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: “Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp herşeyi sayıp-döküyor?” Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf Suresi, 49)

Kehf Suresi’nin bu ayetinde Allah inkarcıların hesap gününde inkarcıların yaşayacakları dehşeti haber vermektedir. Ayette dikkat çekilen bir diğer konu, inkarcıların dünyada yaptıkları her fiili karşılarında gördüklerinde yaşadıkları şaşkınlıktır. Bu insanların şaşkınlığa düşmelerinin nedenlerinden biri, Allah’ın tüm zamanları ve olayları sarıp kuşattığı, bunların tümüne hakim olduğu gerçeğinden gafil olmalarıdır.

Kitabın önceki bölümlerinde de sık sık hatırlattığımız gibi Allah Katında geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek aynı anda olup bitmiştir. Kader, Allah’ın, geçmişte yaşanmış, şu an halen yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan tüm olayları en ince detaylarına kadar bilmesidir. Rabbimiz, bu olayların tümünü bilir ancak bu, bizim bir şeyi bilgi olarak bilmemiz gibi değildir. Bu olayların tümünü yaratan Allah’tır. Bu yüzden Allah her insanın yaşamındaki her saniyenin hakimidir.

İnsanlar ise, Allah’ın kaderlerinde belirlediği ve O’nun Katında tek bir an olarak muhafaza edilen olaylara, kendileri için zamanı gelince yaşayıp tanık olurlar. Fakat insanların çok büyük bir bölümü bu gerçeğin farkında değildir ve çarpık bir kader anlayışına sahiptir. İnsanlar arasında “alınyazılarını değiştirebilecekleri” ya da “kaderlerini yenebildikleri” şeklinde batıl bir inanç vardır. Örneğin bir kazadan son anda kurtulan bir kişi çoğu insana göre sözde “kaderini yenmiştir”. Oysa bu kişinin geçireceği kazanın tüm ayrıntıları, bu kişinin kazadan kurtulması, ne büyüklükte bir yara alacağı, bu yaranın kaç gün  içinde tedavi olacağı o kişinin kaderinde yazılıdır. O kişi kaderinde yazıldığı için kazadan kurtulmuş ve ölmemiştir. Yoksa hiç kimsenin kaderini değiştirmesi mümkün değildir. “Kaderimi yendim” diyerek kendilerini aldatanların bu cümleyi söylemeleri ve böyle yanlış bir psikolojiye girmeleri de, yine kaderlerindedir. Kader, tüm zamanları aynı anda bilen ve tüm zamanlara ve mekanlara hakim olan  Allah’ın ilmidir.

İşte bu nedenle hesap günü, insanlar yaptıkları her işi, söyledikleri her sözü, içlerinden geçirdikleri her niyeti karşılarında bulacaklardır. Belki kendilerinin bile unuttuğu detaylar, hesap günü Rabbimizin dilemesiyle onlara bildirilecektir. İnsanlar yaptıkları bir kötülüğün veya söyledikleri kötü bir sözün üzerinden yıllar, hatta yüzyıllar geçtiğini düşünerek bunun unutulacağını zannedebilirler. Oysa hesap günü yaşananlar da, o insanların binlerce yıl önce dedikleri anda yaptıkları da aslında Allah için bir an hükmündedir. Bu nedenle insanların yaptıkları işlerin gizli kalacağını, unutulacağını, karşılarına çıkmayacağını düşünmeleri çok büyük bir akılsızlık olur.

Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; İblis’in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi. O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir. (Kehf Suresi, 50)

Bu ayette itaatin önemine dikkat çekilmektedir. Ayette şeytanın Allah’ın emrine itaat etmeyip, Hz. Adem’e secde etmediği bildirilir. Şeytanın en dikkat çeken özelliği itaatsizliği iken, müminler Allah’a, elçilerine ve O’nun kitabına olan güçlü itaatleriyle tanınırlar.

İtaatli olmak, insan hayatının her anında çok büyük önem taşımaktadır. Bilindiği gibi bir toplumda huzur ve sükunet, insanların devlete ve onun tüm birimlerine gösterdikleri itaat, saygı ve güvenle sağlanabilir. Allah Müslümanlara pek çok ayetiyle itaati emretmektedir. Dolayısıyla Kuran ahlakına göre yaşayan insanların oluşturduğu bir toplum aynı zamanda, devlete itaatin ve saygının en yüksek derecede yaşandığı bir ortam olur.

Din ahlakı, aynı zamanda insanları her türlü anarşi ve terör eyleminden de uzak tutar. Çünkü Allah Kuran’da insanları “bozgunculuktan” da men etmiştir. Bu konuyla ilgili ayetlerden bazıları şöyledir:

Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez. (Kasas Suresi, 77)

… Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız. (Araf Suresi, 85)

Din ahlakını gereği gibi kavrayan ve yaşayan bir insan, Allah’ın ayetlerindeki bu emri gereği, yeryüzünde karışıklık çıkarmaktan şiddetle kaçınır. Kuran ahlakına uygun, huzur ve sükunet dolu, itidalli, hoşgörülü, olayları tırmandırmayan, aksine her zaman uzlaştırıcı bir tutum sergiler.

oyun parkı, çocuklar

Yukarıdaki Kuran ayetlerinde anlatılan, şeytanın yoluna uymayan gerçek dindar modeli toplumda yaygınlaşırsa, toplumsal hayatta barış ve esenlik hakim olur. Polisin ve diğer güvenlik güçlerinin görevlerini yapmalarına imkan tanımayan, onlara öfkeyle karşılık veren ve zorluk çıkaran insanlar olmaz. Aksine İslam ahlakını yaşayan insanlar, yardımsever ve hoşgörülü tutumlarıyla, güvenlik güçlerinin yanında yer alır, onların işlerini kolaylaştıracak şekilde hareket ederler. Bu ahlaktaki insanların varlığı sayesinde toplumdan anarşi, terör, kargaşa ve düşmanlık giderilir. İnsanlar arasında süregelen kavgalar, bağırtılar, tartışmalar tamamen ortadan kalkar. Herkes sokağa rahatça çıkabilir, gece-gündüz güven içinde her yerde dolaşabilir.

Kehf Suresi, 51-60. Ayetler

Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şahid tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim. (Kehf Suresi, 51)

Bu ayette insanın kendisine her zaman iman sahibi, itaatli ve güzel ahlaklı kimseleri dost edinmesine işaret edilmektedir. Böyle kimselerle birlikte olmak insanı her türlü tehlikeden koruyacak, kötü yollara sapmasını engelleyecek, her an salih bir amel üzerinde olmasına vesile olacaktır. Müminler birbirlerinin dost ve velileri oldukları için her an Allah’ın ayetlerini hatırlatacak ve birbirlerine güzel ahlakı tavsiye edeceklerdir. Bunun aksi, yani insanın kendisine saptırıcıları ve isyankarları dost edinmesi ise kişiye kayıptan başka bir şey getirmeyecektir. Ayetlerde insanların büyük bir bölümünün şeytanı kendilerine dost edindiklerinden ve bunun sonucunda da büyük bir hüsrana uğradıklarından bahsedilir:

O zaman şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara: “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu (karşılaştı) o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: “Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan da korkuyorum” dedi. Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Enfal Suresi, 48)

Unutulmamalıdır ki şeytan dünya hayatında insanlara dost gibi görünmekte, ancak Allah’ın azabı ile karşılaştığında kendisini dost edinenleri bir anda yapayalnız bırakmaktadır. Bu nedenle Kuran’da her zaman için, tek dost ve veli olarak iman edenlerin seçilmesi emredilmektedir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 55-56)

(Kafirlere) “Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın” diyeceği gün; işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk. Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 52-53)

Bu ayetlerde Allah’a ortak koşan insanların ahirette hiç ummadıkları bir karşılık görecekleri haber verilmiştir. Allah’ın ayetlerini inkar edip, O’na şirk koşanları, o gün ortakları terk edecek ve onlar tamamen yapayalnız kalacaklardır. Her insan yalnızca kendi yapıp ettiklerinden hesaba çekilecek, hiçbir şekilde haksızlıkla karşılaşmayacaktır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Andolsun, onlara Rabbinin azabından ‘bir ufak esinti’ dokunacak olsa hiç tartışmasız; “Eyvahlar bize, gerçekten bizler zulme sapanlarmışız” diyecekler. Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 46-47)

Kehf Suresi’nin bu ayetlerinde dikkat çekilen bir diğer konu ise, Allah’a ortak koşanların ahirette bir “kaçış yolu” aramalarıdır. Ancak Allah ayetinde böyle bir kaçış yeri bulamadıklarını bildirmektedir. Yani bu insanların durumu, Allah Katında bilinmektedir. Bu ayette haber verilenler, dünya üzerinde gelmiş geçmiş hiçbir insanın bilmediği, görmediği görüntüler, işitmediği konuşmalardır. Bunlar, bizim için gelecekte gerçekleşecek olaylar olduğu için gaybdır, bilinmezdir. Ancak tüm zamanları kuşatan Rabbimiz Katında bu olaylar çoktan gerçekleşmiş ve sonuçlanmıştır.

mezuniyetBizim için geçmiş ve gelecek olan her olay, Allah Katında tek bir an olarak yaşanmıştır. Biz Allah’ın hafızamıza verdiği bilgileri geçmiş olarak algılarız. Gelecekle ilgili bilgiler ise hafızamızda olmadığı için bizim için bilinmezdir. Ancak bizim için geçmiş ve gelecek olan bütün olaylar ve içinde bulunduğumuz şu an, Allah’ın Katında şu an fiilen ve tek bir an olarak yaşanmaktadır.

Rabbimiz insanların öne sürdükleri mazaretleri, kaçış için yaptıkları planları, kullandıkları yöntemleri, nasıl bir azapla karşılaşacakları, azap içinde sonsuz zamanlarını nasıl geçireceklerini bilmektedir. Zaten tüm bunları yaratan da O’dur. Bunları bize ibret almamız için önceden haber vermektedir. Ancak bu, sadece bizim için “önceden”dir. Allah Katında “önceden” veya “sonradan” diye bir şey yoktur. Önce, Allah Katında hazır durumdadır ve şu an yaşanmaktadır. Yani Allah’ın önceyi bilmesi, önceyi hatırlama şeklinde değildir. Sonra olacak olaylar da Allah’ın hıfzında bir bilgi olarak vardır. Ama bu bilgi bizim bir şeyi öğrenmemiz gibi değildir. “Sonra” da Allah Katında şu an halen yaşanmaktadır ve yine şu an bitmektedir. Halihazırdaki an da şu an yaşanmıştır ve son bulmuştur. Her an; yani önce, sonra ve şimdi yaşadığımız herşey gerçekte Allah Katında  “tek bir an” olarak mevcuttur. Allah tüm zamanları ve mekanları ilmiyle ve kudretiyle sarıp kuşatmıştır.

     
 

Demişlerdir ki: “Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va’dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş”. (Yasin Suresi, 52)

 
     

 

(Andolsun, bu Kuran’da insanlar için Biz her örnekten çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsan, herşeyden çok tartışmacıdır. (Kehf Suresi, 54)

İnsanlar için hidayet rehberi olan Kuran, hakla batılı birbirinden ayırır. Allah Katından, iman edenler için bir rahmet olarak gönderilmiştir. Açık ve anlaşılırdır. İnsanlar için bir öğüt ve bir uyarıdır.

Yukarıda yer alan ayette de dikkat çekildiği gibi Kuran’da, insanların hayatları boyunca ihtiyaç duyabilecekleri pek çok konu hakkında açıklamalar ve örnekler bulunmaktadır. İnsanın nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiğinden günlük yaşam tarzına, insanlarla ilişkilerinden ticaret hayatına, yerdeki ve gökteki eşsiz yaratılış delillerinden geleceğe dair işaretlere kadar çeşitli bilgiler yer almaktadır. Allah’ın “… Biz Kitap’ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık… ” (Enam Suresi, 38) ayetiyle de bildirdiği gibi din ahlakını yaşamak isteyenler için Kuran’da herşey detaylı olarak açıklanmıştır. Kuran’ın bu özelliği ayetlerde şu şekilde bildirilir:

Allah’tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 114-115)

… Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)

öfke, sinir

Allah’ın Kuran’da men ettiği tartışmacı karakter hem insanın kendisini sıkıntıya sokan hem de çevresindeki insanların rahatsızlık duymasına yol açan bir tavır bozukluğudur. Tartışmaların çözümü ise Kuran’da “sözün en güzelini söylemek” olarak tavsiye edilmiştir.

Kuran’ın bu kadar açıklayıcı bir kitap olarak indirilmesinin hikmetlerinden biri de, insanların ayetlerden öğüt almaları ve kendi nefislerine dair tüm eksikliklerin çözümlerini Kuran’dan bulmalarıdır. Bir öfke anında ne yapılacağı, zor bir durumda nasıl sabır gösterileceği, insanı güzel ahlaktan uzaklaştıran haset, alay gibi özelliklerden nasıl sakınılacağı ayetlerde bildirilmektedir. Bunun yanı sıra inkar edenlerin, müşriklerin, münafıkların ahlakları hakkında da bilgiler verilmekte, iman edenlerin bunlardan ibret almaları tavsiye edilmektedir. Dolayısıyla ayetler üzerinde dikkatle düşünen bir insan, Kuran’dan hem kendi nefsine yönelik, hem de çevresinde olup bitenlere yönelik çok fazla ders çıkarabilir. Allah Taha Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:

Böylece Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha Suresi, 113)

Kehf Suresi’nin 54. ayetinde ayrıca insanın tartışmacı yapısına da dikkat çekilmektedir. Kitabın önceki bölümlerinde de vurguladığımız gibi insanların büyük bir bölümü büyüklenmelerinden, kendi fikirlerinin daha doğru olduğunu düşünmelerinden ve karşılarındaki kişilerin fikirlerine değer vermediklerinden dolayı tartışmaya girer ve söz ile üstün gelmeye çalışırlar. Kendi fikirlerini karşı tarafa kabul ettirmek için her yolu dener, sinirlenir, bağırır hatta kimi zaman saldırgan bir tutum izlerler.

Müminlerin böyle tartışmacı bir tavra verdikleri karşılık ise sadece Kuran ile hükmetmek ve sözün en güzelini söylemektir. Bunun insanları doğru yola çağırmada etkili olabilecek tek yol olduğunu bilir ve Allah’ın yardımı ile her zaman üstün gelirler. Ayette bu güzel ahlakın etkisi şu şekilde tarif edilir:

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak evvelkilerin sünnetinin kendilerine de gelmesi veya azabın onları karşılarcasına gelmesi(ni beklemeleri)dir. (Kehf Suresi, 55)

Kehf Suresi’nin bu ayetinde, Kuran ahlakına davet edildikleri ve elçiler tarafından doğru yola uymaları konusunda uyarıldıkları halde inkar eden kimselerin durumu bildirilmektedir. Bu insanların, büyüklük tasladıklarına, tevbe edip bağışlanma dilemeye yanaşmadıklarına dikkat çekilmektedir. İnkarlarının nedeninin ise Allah’tan gelecek bir felaketi beklemeleri olduğu haber verilmektedir. Bu da söz konusu insanların, Allah’ın kendilerini bir belaya uğratmasına ihtimal vermediklerinin, Allah korkularının az olduğunun ve hatta hiç olmadığının delilidir.

Nitekim geçmiş kavimlerde de Allah’ın elçileri insanları Allah’a iman etmeye ve Kuran ahlakını yaşamaya davet ettiklerinde, hep benzer bir inkarla ve redle karşılaşmışlardır. Allah korkusu olmayan her kavim inkarda diretmiş, bunun sonucunda da azap bu kişilerin üzerine hak olmuştur. Kuran’da inkar edenlerin azapla karşılık görmelerinin “Allah’ın sünneti” yani değişmez bir kanunu olduğu pek çok ayetle haber verilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:

O inkâr edenlere de ki: “Eğer vazgeçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır. Ama yine dönecek olurlarsa, önceki (toplumlara uygulanan) sünnet, muhakkak (onların başından da) geçmiş olacaktır. (Enfal Suresi, 38)

(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)

Ama Bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, imanları kendilerine hiçbir yarar sağlamadı. (Bu,) Allah’ın kulları arasında sürüp-giden sünnetidir. İşte kafirler burada hüsrana uğramışlardır. (Mümin Suresi, 85)

pompei

Ayetlerde de bildirildiği gibi Allah’ın mutlaka gerçekleşecek ve hiçbir değişikliğe uğramayacak olan kanunu (sünneti) gereği, elçilerin davetine icabet etmeyen tüm kavimler, vakti Allah Katında belirlenmiş bir zamanda helak edilmişlerdir. Bu, hiç kimsenin ne değiştirmeye, ne öne almaya, ne de bir saat geciktirmeye güç yetiremeyeceği bir olaydır. Çünkü bu, herşeyin Maliki olan Rabbimizin, ezelde tespit ettiği bir zamandır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın. (Ahzap Suresi, 62)

Biz elçileri, müjde vericiler ve uyarıcılar olmak dışında (başka bir amaçla) göndermeyiz. İnkar edenler ise, hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele ediyorlar. Onlar benim ayetlerimi ve uyarıldıklarını (azabı) alay konusu edindiler. (Kehf Suresi, 56)

İnsanların yaşamlarına yerleşmiş olan batıl sistemleri ortadan kaldırmak ve Allah’ın hak dinini yaymak amacıyla her topluma elçiler gönderilmiştir. Elçiler Allah’a şirk koşan ve inkarı bir yaşam tarzı haline getiren insanları türlü yollarla    Allah’a iman etmeye ve İslam ahlakına uymaya davet etmişlerdir. Ancak tarih boyunca batıl dinler toplumlara çok köklü şekilde yerleşmiştir. Kavimler içinde hak dini benimsemeyen ve batıl dini çok şiddetli şekilde savunan insanlar olmuştur. Nasıl ki Allah’ın elçileri hakkı geçerli kılmak istemişlerse, inkarcılar da batılı yani dinsizliği, ahlaksızlığı, zulmü geçerli kılmaya çalışmışlardır. Bu insanlar, Allah’ın elçilerinin insanlar üzerinde oluşturdukları olumlu etkiyi ortadan kaldırmak ve insanların din ahlakına tabi olmalarını engellemek için çaba harcamışlardır.

İnkarcı topluluklar hakkı geçersiz kılmak için çeşitli yollar denemişlerdir. Halklarının elçilere rağbet etmelerini engellemek için iftiralar atmış, peygamberlere tuzaklar kurmuşlardır. Elçiye olduğu gibi, elçinin getirdiği hak kitaba da karşı çıkmış, insanların Allah’ın kitabını okumalarını engellemeye çalışmışlardır. Bunun için gerektiğinde şiddet kullanmaktan da çekinmemişlerdir. Örneğin, Nuh kavminin, Hz. Nuh’un tebliğini engellemek için yaptığı mücadele bir ayette şu şekilde tarif edilir:

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak’ mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mümin Suresi, 5)

Allah’ın yukarıdaki ayetinde belirttiği gibi inkarcıların yaptığı mücadele batıl bir mücadeledir ve sonu mutlaka hüsrandır. Allah, onları hiçbir zaman başarıya ulaştırmamıştır ve bundan sonra da ulaştırmayacaktır. Rabbimiz, insanları hak dinden uzaklaştırmaya çalışanları, kaderde tespit ettiği en hayırlı vakitte şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Batılın peşinden gidip, hakkı inkar edenlerin dünya hayatındaki sonları büyük bir kayıpken, ahiretteki sonları ise çok daha büyük bir hüsran olacaktır. Kuran’da Allah şöyle buyurmaktadır:

Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyamet-saatinin kopacağı gün, (işte) o gün, batılda olanlar hüsrana uğrayacaklardır. (Casiye Suresi, 27)

Kehf Suresi’nin 56. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise, inkar edenlerin Allah’ın ayetleriyle ve yaklaşmakta olan cehennem azabıyla alay etmeleridir.

Bu kişilerin Allah’ın ayetlerini inkar etmelerinin en önemli nedenlerinden biri ise büyüklenme içinde olmalarıdır. Tek istedikleri Allah’ın adının hiç anılmaması, kimsenin İslam ahlakına itibar etmemesidir. Çünkü ancak böyle bir ortamda kendi çirkin ahlaklarını sürdürebilecek, ancak kendileri gibi kişilerin çoğunlukta olduğu bir ortamda rahat edebileceklerdir. Yaratılış delillerini inkar ederek veya açıkça Allah’ın gücünü görmezlikten gelerek rahatlayabileceklerini zannederler. Bu, öylesine büyük bir akılsızlıktır ki çok açık olan deliller dahi bu insanların iman etmelerine yeterli olmaz. Onlar Allah’ı ve dini inkar ederek, kendilerince üstünlük elde edeceklerini, çevrelerindeki insanların gözünde büyüyeceklerini düşünürler. Oysa çevrelerindeki insanlar da Allah’ın yarattığı ve O’na karşı muhtaç olan, aciz varlıklardır.

Üstelik böylesine kibirlenmelerine sebep olan şeyler yine Allah’ın kendilerine verdiği özelliklerdir. İnsana zekayı, fiziksel gücü, maddi imkanları, güzelliği veren Allah’tır. İnsanlar sahip oldukları herşeyi Allah’a borçludurlar. Fakat akıllarını ve vicdanlarını kullanmayanlar Rabbimize şükretmek yerine alaycılığı tercih ederler.

Kuran’da bu kişilerin Allah’ın ayetlerini duyduklarında hemen alaylı söze daldıklarından bahsedilir. Örneğin Tevbe Suresi’nde “Bir sure indirildiğinde onlardan bazısı: “Bu, hanginizin imanını arttırdı?” der. Ancak iman edenlere gelince; onların imanını artırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler.” (Tevbe Suresi, 124) şeklinde bildirilir. Ancak onların alaycı tavırları müminlerin morallerini bozup, şevklerini kırmaz. Tam aksine şevklerini artırır, imanlarına güç katar. İnkarcıların bu anlayışsızlığı ve ayetlere olan çarpık yaklaşımları bir başka Kuran ayetinde şöyle haber verilir:

Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, “Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?” derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)

Yukarıdaki ayette dikkat çekildiği gibi, Allah’ın bir ayetinde “sivrisinek”ten bahsetmesinin hikmetini inkarcılar anlamamışlardır. İçine düştükleri kavrayış eksikliği sebebiyle “Allah bu örnekle neyi amaçlamış?” diyerek, kendilerince alaycı bir tutum göstermişlerdir. Ancak bugün bilim, kimi akılsız insanların “sivrisinek” diyerek küçümsedikleri canlıların aslında pek çok mucizevi özelliklere sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır. (Detaylı bilgi için bkz. Sivrisinek Mucizesi, Harun Yahya) Allah bu canlıdaki olağanüstü özelliklere bundan 1400 yıl önce de dikkat çekmiştir ve o dönemin inkarcıları bu bilgilerden yoksun oldukları için sarf ettikleri alaycı sözlerle küçük duruma düşmüşlerdir.

Müslümanların ibadetlerine gösterdikleri titizlikle alay etmek inkarcılar arasında çok yaygındır. Allah bir ayetinde inkarcıların sergiledikleri bu akılsızca davranışı şöyle haber vermiştir:

Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır. (Maide Suresi, 58)

Allah Kuran’da oruç, 5 vakit namaz, tesettür gibi ibadetleri insanlara farz kılmıştır ve müminler de bunları büyük bir titizlikle yerine getirirler. Peygamberimiz (sav) de hadis-i şeriflerinde ibadetlerin önemine ve titizlik gösterilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Örneğin 5 vakit namazın önemiyle ilgili olarak Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen bir kudsi hadisinde Resulullah şöyle buyurmaktadır:

“Beş vakit namazlar, gelecek haftaya kadar cüm’a, gelecek seneye kadar ramazan, büyük günahlardan sakınılırsa, aralarındaki hatalar için kefarettirler.” (Müslim) (Riyazü’s Salihin, İmamı Nevevi, çeviren: Mehmet Emre, Bedir yayınevi, sf. 698)

Allah, dini inkar etme yanılgısına düşen insanların alaycı tavırları hakkında daha pek çok ayet indirmiştir. Ve müminlere de bu tarz konuşmalarla karşılaştıklarında nasıl bir tutum izlemeleri gerektiğini de şöyle öğütlemiştir:

Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir… (Enam Suresi, 68)

Allah’ın dinini ve elçilerini inkar edenlerin, onları alay konusu haline getirenlerin ahiret günündeki sonu ise bir ayette şu şekilde bildirilir:

İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf Suresi, 106)

Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)

Elçilerin yaptıkları apaçık davetlere ve hatırlatmalara rağmen insanların çok büyük bir bölümü ayetlerden yüz çevirir. Ancak Allah’ın bu ayetinde de haber verdiği gibi onların bu inkarları da Allah’ın dilemesiyle ve emriyle gerçekleşmektedir. Bu kişilerin inkar içinde olmaları, alayları ve anlayışsızlıkları onlar için belirlenmiş bir kaderdir. Anlamak için ne kadar çaba sarf etseler, ne kadar irade gösterseler de bunu başaramazlar. Onlar da kaderlerini yaşamak zorundadırlar.

Hidayeti veren ancak Allah’tır. Ve Allah inkarı bu kişilerin kaderlerine yazmıştır. Dolayısıyla hiçbir davetin ya da tebliğin bu insanlar üzerinde Allah dilemedikçe etki etmesi mümkün değildir. Allah onların inanmalarını kalplerine perde indirerek engellemiştir. Ayetlerde şu şekilde bildirilir:

Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar… (Enam Suresi, 25)

Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 7)

Allah bu insanların “sonsuza kadar” inanmayacaklarını Kuran’da bildirmiştir. Rabbimiz bu ayetle bizlere kaderin değişmesinin asla mümkün olmadığını, -biz ne kadar çaba harcasak da- bir insanın kaderinin dışında hiçbir şey yaşayamayacağını hatırlatmaktadır.

Senin Rabbin rahmet sahibi (ve) bağışlayıcıdır. Eğer, kazandıklarından dolayı onları (azabla) yakalasaydı, şüphesiz onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir buluşma zamanı vardır, onun dışında asla başka bir sığınak bulamayacaklardır. (Kehf Suresi, 58)

Ayette Allah’ın kulları üzerindeki sonsuz şefkat ve merhameti hatırlatılmaktadır. Rahman olan Allah sonsuz merhametini ve lütfunu görünen ya da görünmeyen herşeyde tecelli ettirir. İnsanın soluduğu havadan yediği yemeğe, kalbinin her an atmasından doğadaki kusursuz güzelliklere kadar her bir detay Allah’ın kulları üzerindeki sonsuz merhametinin bir tecellisidir. Tüm insanlar Allah’ın rahmetiyle canlılık bulup, Allah’ın rahmetiyle hayatlarını devam ettirirler.

İnsanlardan bu nimetleri gören, yaratılış amacını kavrayarak Allah’a kulluk edenler olduğu gibi nankörlük ederek O’ndan yüz çevirenler de vardır. Allah dünya hayatında nimetlerini tüm insanlara eksiksiz olarak sunmaktadır. İman etmeyenler, münafıklar ve müşrikler de dünya hayatında soludukları hava, içtikleri su dahil olmak üzere gizli açık tüm nimetlerden faydalanırlar. Allah müminlere verdiği gibi onlara da mal-mülk, içinde oturacakları güzel evler ve soylarını devam ettirecekleri evlatlar verir. Onları da güzel rızıklarla besler. Onlara da sağlık, güç ve güzellik verir.

Allah dünya hayatında inkar edenleri belki dine dönerler, düşünüp aklederler ve belki şükrederler diye bu nimetlerden yararlandırmaktadır. Fakat bu yararlandırma sadece dünya hayatındadır. Ahirette ise bütün nimetler, bunları Allah’a yakınlaşmak ve O’nun rızasını aramak için kullanan ve O’na şükreden müminlere aittir. Çünkü Allah Rahimdir ve O, cenneti yalnızca mümin kullarına müjdelemiştir. Ayetlerde bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar.

Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah, onu) Kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O’nun va’di yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 60-61)

Kehf Suresi’nin burada açıkladığımız ayetinde vurgulanan bir diğer konu ise, Allah’ın azaba uğratacağı her toplum için belirlenmiş bir zaman olduğudur. Her insanın ve her topluluğun hangi gün, hangi saat, ne şekilde bir azapla karşılaşıp helak olacağı Allah Katında bellidir. Allah, “Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tespit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne erteleyebilir.” (Müminun Suresi, 43) ayetiyle bu gerçeği bildirmiştir.

Ülkeleri helaka uğratacak olan bir depremin, selin, kasırganın ya da herhangi bir azabın geliş vakti, şiddeti, ne kadar süreceği, nasıl bir etki meydana getireceği Allah’ın kaderde takdir ettiği haliyle bellidir. Tüm zamanları kuşatan Rabbimiz, inkar ederek hesap gününe inanmayan bu insanların kaderinde o günü, hatta dakikayı ve saniyeyi belirlemiştir. Allah Taha Suresi’nde şu şekilde bildirir:

Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azab dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” (Taha Suresi, 97)

İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tespit ettik. (Kehf Suresi, 59)

Bu ayette Allah’ın hükümlerine karşı çıkan hiçbir milletin ve ülkenin baki kalamayacağına işaret edilmektedir. Allah’a ve dine saygısı olmayan, Kuran ahlakına aykırı hareket eden her toplum mutlaka yıkıma uğrayacak, tarih sahnesinden silinecektir.

Tarih boyunca Allah’ın hükümlerine karşı düşmanca bir politika yürüten, İslam ahlakına karşı adeta savaş açan pek çok topluluk olmuştur. Son 100 yıl içinde dünyayı kana bulayan Komünist yönetimler bunun en yakın örnekleridir. Komünizmin iktidara geldiği ülkelerde dini kurumlar ortadan kaldırılmış, dindar halka karşı çok büyük bir zulüm politikası yürütülmüş, din adamları acımasızca katledilmiş, kutsal kitapların okunması dahi yasaklanmıştır. Ancak bu rejimlerin hiçbirisi kalıcı olamamıştır; bugün geri dönüp baktığımızda her birinin teker teker tarih sahnesinden çekildiğine tanık oluruz.

rusya, komünizm

Yan sayfada, Rusya’da din düşmanı komünist rejimin yıkıp, tahıl ambarına çevirdiği ibadethanelerden biri.

Kuran’da da insanlara zulmetmeyi bir politika haline getirmiş pek çok kavmin örneği verilmektedir. Bu kavimlerden biri de Firavun ve önde gelen çevresidir. Firavun Hz. Musa’nın tebliğini açıkça inkar etmiş, iman edenlere büyük zulümler uygulamıştır. Ancak onun baskı ve şiddet bakımından güçlü olan yönetimi de kalıcı olmamış, çok büyük bir felaketle yeryüzünden silinmiştir. Firavun’un başına gelenler ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): “İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım” dedi. Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 90-92)

bosna, makedonya

Dine karşı yürütülen savaşın en önemli delillerinden biri de yıkılan mabedlerdir. Üstte solda Bosna’da yıkılan bir cami, sağda ise Makedonya’da son dönemde yakılan bir cami görülüyor.

Bu gibi zalim rejimlerin belli bir süre iktidarda kalmaları, zulümlerini belli bir dönem boyunca devam ettirmeleri ise Allah’ın dünya hayatında yarattığı imtihanın bir gereğidir. Allah bir ayetinde Hz. Muhammed (sav)’e “Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (İbrahim Suresi, 42) şeklinde seslenerek, zulmedenlerin mutlaka karşılık göreceklerini bildirmektedir. Dünya üzerindeki bu zulmün yaratılış hikmeti ise Bakara Suresi’nde şu şekilde açıklanır:

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: “Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.” (Bakara Suresi, 155-156)

firavun yarılan denizde boğulmuştur

Tarihte zalimliği ile bilinen diktatörlerden biri de Firavun’dur. Hz. Musa’ya ve kavmine eziyet eden, onları dinlerinden geri çevirmek için uğraşan Firavun için Allah’ın belirlediği kader ibret verici olmuştur.Firavun ve ordusu, Allah’ın dilemesiyle yarılan denizde boğulmuştur.

Ayette ayrıca bu ülkelerin “zulümleri”nden dolayı azapla karşılık gördüklerinden bahsedilmektedir. Bu noktada Kuran’daki zulüm kavramını incelemek gerekir. Kuran’da zulmedenlerin Allah’a şirk koşan, O’nun ayetlerini inkar eden, elçileri yalanlayan kimseler oldukları haber verilir. Allah “… Zulmedenlerden başkası, Bizim ayetlerimizi inkar etmez.” (Ankebut Suresi, 49) ayetiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:

İnkâr edenler dedi ki: “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne.” Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler)…” (Sebe Suresi, 31)

(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular. (Araf Suresi, 148)

Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez. (Al-i İmran Suresi, 86)

Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)

Yukarıdaki ayetlerde haber verildiği gibi, Allah’ın kitaplarını inkar edenler, Allah’tan başka varlıkları ilah olarak kabul edenler, elçilerin hak olduğunu gördükleri halde imanlarından sonra inkara sapanlar, Allah’ın ayetleri ile alay edenler zalimlerdir. Rabbimizin Kuran’da zulüm olarak nitelendirdiği daha pek çok kötü davranış vardır. Kısaca zulüm, Allah’ın emrettiği ahlakı benimsemeyen ve O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmeyen, Allah’a ve dine karşı büyüklenen, ahireti ve hesap gününü inkar eden insanların ve kavimlerin tüm davranışlarıdır.

firavun'un cesedi

Allah zalimlik yapan ve ilahlık iddiasında bulunan Firavun’a ibret verici bir son hazırlamıştır. Kuran ayetlerinde Firavun’un başına gelen olaylar detaylı anlatılır ve cesedinin de ibret için bulunacağı bildirilir.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kuran’da inkar eden her kavmin ve her insanın, hem dünya hayatında hem de ahirette çok büyük bir azaba uğrayacağı bildirilmiştir. Allah bir ayette şu şekilde bildirir:

İnkâr edenleri ise, dünyada ve ahirette şiddetli bir azabla azablandıracağım. Onların hiç yardımcıları yoktur. (Al-i İmran Suresi, 56)

lut gölü

Geçmişte Lut kavminin yaşadığı tahmin edilen Lut gölü ve çevresi.

Görüldüğü gibi ayette zulmeden her topluluğun mutlaka Allah’ın sonsuz azabıyla karşılaşacağı, dünya hayatında da azaba uğrayacağı bildirilir. Bu azap anı ise Kehf Suresi’nde bir “buluşma zamanı” olarak ifade edilmiştir. Bu an geldiğinde zulmeden topluluk ne kadar güçlü, ne kadar kalabalık ya da ne kadar zorlu olursa olsun mutlaka yıkılacak, yeryüzünden silinip gidecektir. Çünkü bu, Allah’ın bir kanunudur.

Kuran’da dikkat çekilen bir diğer konu ise yıkım öncesinde, eğer bir ülke halkı toplu olarak helak edilecekse, o kavme gönderilen elçi ile yıkımı yapmakla görevli meleklerin bir buluşma zamanı olduğudur. Bu buluşmada, elçi ve görevli melekler söz konusu kavim için azabın geleceği anı tespit ederler. Kuran’da bu konuda verilen bir örnek Hz. Lut’u meleklerin ziyaret etmesidir.

Hz. Lut sapkın kavmini uzun süre boyunca iman etmeye davet etmiş, içinde bulundukları sapkınlıklardan vazgeçmeleri için onlara hatırlatmalarda bulunmuştur. Ancak Allah’ın ayetlerini inkar eden ve ahlaksızlığı bir yaşam şekli haline getiren Lut kavmi, Hz. Lut’un bu davetini sürekli reddetmiş ve inkarda diretmiştir. Bunun üzerine helak, onların üzerine hak olmuştur. Bu helak haberini ise melekler Hz. Lut’a yaptıkları ziyaret sırasında bildirmişlerdir. Ayetlerde bu ziyaret şu şekilde aktarılır:

Elçilerimiz Lut’a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: “Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve aileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır.” “Şüphesiz Biz, fasıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab indireceğiz.” (Ankebut Suresi, 33-34)

Böylelikle elçiler Lut ailesine geldiklerinde, (Lut) Dedi ki: “Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz.” “Hayır” dediler. “Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik.” “Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz.” “Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin.” (Hicr Suresi, 61-65)

Ayetlerde de görüldüğü gibi elçiler Hz. Lut’u ziyaretlerinde ona, olacak olan yıkımı bildirmiş ve azabın “vuruş anı”nı belirlemişlerdir. Bu zaman Hz. Lut’un kavmi için “tan yerinin ağarma vakti” olarak belirlenmiş ve ayetlerde şöyle haber verilmiştir:

Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde kör-sersemdiler. Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda ‘derin bir kavrayışa sahip olanlar’ için gerçekten ayetler vardır. (Hicr Suresi, 72-75)

Hani Musa genç yardımcısına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim.” (Kehf Suresi, 60)

Bu ayette kullanılan “genç” kelimesi ile, bir iş yapılırken genç insanların da yardımını almanın ve onlarla birlikte hareket etmenin önemine işaret ediliyor olabilir.

Gençlerin yaşlarının getirdiği enerjilerini, dinamizmlerini, güçlerini, şevk ve heyecanlarını Allah rızası için hayır işlerinde kullanmalarını teşvik etmek gereklidir. Nitekim ayetlerde de bu konuya dikkat çekilmekte, Hz. Musa’ya kavminden sadece bir bölüm gencin iman ettiğinden bahsedilmektedir:

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Kehf Suresi’nin 60. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise Hz. Musa’nın üzerinde durduğu buluşma yeridir. Hz. Musa çıktığı yolculukta bir kişiyle buluşmayı hedeflemektedir ve kendisine bu buluşma yerinin “iki denizin birleştiği bir bölge” olarak bildirildiği anlaşılmaktadır.  Hz. Musa’nın bahsettiği yer de dünya üzerinde bu tarife uyan bölgelerden herhangi birinde bulunabilir.

Ayette haber verilen “uzun zamanlar geçireceğim” ifadesi ise buluşma yerinin kesin olarak belirlendiğine dikkat çekmektedir. Çünkü Hz. Musa başka bir yere değil, çok uzun zaman geçse bile, mutlaka daha önceden belirlenen o yere gitmesi gerektiğini bilmektedir. Buluşmanın başka bir yerde olması mümkün değildir. İki denizin birleştiği yerde buluşacakları kesindir ve bu, buluşmanın bir şartı olarak bildirilmiştir. Bu nedenle Hz. Musa aradan ne kadar süre geçerse geçsin, bu mekana ulaşmak için çaba sarf edecek ve gerekirse orada bekleyecektir.

Kehf Suresi, 61-70. Ayetler

Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Kehf Suresi, 61)

Ayetten Hz. Musa ve genç yardımcısının yanlarında yemek üzere bir balık getirdikleri anlaşılmaktadır. Ancak henüz yeme vakitleri gelmeden evvel,     Allah bu balığı ikisine birden unutturmuş, balık da onların unuttukları bu anda akıntıya doğru gidip, yanlarından uzaklaşmıştır.

Bir insanın kendi iradesiyle bir konuyu unutması ya da yine kendi iradesiyle herhangi bir şeyi hatırlaması kesinlikle mümkün değildir. Burada da onlara balığı unutturan Allah’tır. Bunu unutmaları her ikisinin de kaderlerinde, onlar daha dünyaya gelmeden çok önce yazılmıştır. Durum böyle olduğu için, onlar ne kadar irade gösterseler, ne kadar hatırlamaya çalışsalar da Allah dilemedikçe herhangi bir şeyi hatırlamaları kesinlikle mümkün değildir. Allah dilediği zaman, dilediği kadarıyla bu olayı hatırlayabilirler ve yine Allah’ın dilemesiyle bu olayı hafızalarında tutabilirler.

Ancak bu unutmanın pek çok hikmetleri vardır. Allah bir hayır ve hikmet üzerine ikisine birden yiyeceklerini unutturmuştur. Hz. Musa’nın iki denizin birleştiği yere gelmesinin nedeni, Kehf Suresi’nin devamında hakkında bilgiler verilen önemli ve kutlu bir şahısla görüşmektir. Kaderde belirlenmiş bu yere ulaşmak için Hz. Musa ve genç yardımcısı uzun zaman geçirmişlerdir. Ancak bu buluşmanın tam yerine ulaşabilmek için daha fazla detaya ihtiyaçları vardır. Çünkü iki denizin birleştiği yer olarak ifade edilen mekan geniş bir alanı ifade etmektedir. Böyle geniş bir alanın hangi noktasında buluşacaklarını bilmeden, aradıkları kişiyi bulmaları çok zor olabilir.

kayalık, dalgalar

İşte bu aşamada balığın kaçışının bir hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bu kaçış açık bir işarettir. Çünkü balık, aradığı kutlu şahıs ile Hz. Musa’nın buluşacakları yerin detayının tespitinde bir görev üstlenmiştir. Musa Peygamber ve yardımcısının unutması sonucu balığın kaçtığı yer, onların buluşma noktasını belirlemektedir.   Allah bu buluşmanın nokta tayinini, balığın kaçışını vesile kılarak gerçekleştirmektedir.

Bu ayetle genel olarak buluşma yeri belirlenmesinde nokta tayininin önemine de işaret edilmiştir. Kehf kıssasında bildirilen bu olayda buluşma yeri, iyi akılda kalacak, önemli bir alametle belirlenmiştir. Genel buluşmalarda da böyle kesin bir nokta tayini yapılması önemlidir. Bu, hem aksaklıkları ortadan kaldıracak, hem vakit kaybını önleyecek, hem de buluşacak kişilere bir kolaylık sağlayacaktır.

(Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: “Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk.” (Kehf Suresi, 62)

Ayette, Hz. Musa ile genç yardımcısının, aradıkları yeri geçtikten sonra yoruldukları ve yemek yeme ihtiyacı hissettikleri haber verilmektedir. Yemeklerini hazırlamak istedikslerinde ise balık akıllarına gelmiş ve böylece balığı unuttuklarını anlamışlardır.

Allah onlara ilk önce balığı unutturmuş, daha sonra da kaderlerinde belirlenmiş bir anda onların bu unuttukları konuyu hatırlamalarını sağlamıştır. Bu hatırlama ile de buluşma yerine ve buluşulacak noktaya dikkatlerini çekmiştir.

Allah’ın buluşma yerini tespitinde, Hz. Musa ve yardımcısının akıllarına mutlaka gelecek olan balığı seçmesi önemlidir. Çünkü onlar, uzun yolculuk sonrası mutlaka yorulacak ve acıkacaklardır. Bu, gerçekleşmesi Allah’ın izniyle kesin bir olaydır. Ve acıktıkları anda yanlarında yemek için getirdikleri balığa yönelmeleri de mutlaka gerçekleşecek bir olaydır. Acıktığında yemek yemek her insan için zaruri bir ihtiyaçtır. Anlaşılmaktadır ki, Allah’ın buluşma noktasının tayininde yanlarında yiyecek olarak bulundurdukları balığı seçmesinin hikmetlerinden biri de bu olabilir.

(Genç-yardımcısı) Dedi ki: “Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu.” (Musa) Dedi ki: “Bizim de aradığımız buydu.” Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler. (Kehf Suresi, 63-64)

Ayetlerde Hz. Musa ve yardımcısının balığı unuttuklarını anlayınca, kaybettikleri noktayı da hatırladıkları belirtilmektedir. Bu yer ise, Hz. Musa’nın sözlerinden anlaşıldığına göre bir kayalıktır. İki denizin birleştiği yerdeki kayalık nokta, Hz. Musa’nın bahsi geçen kutlu kişi ile buluşacağı yerdir. Hz. Musa balık vesilesiyle, Hz. Hızır olduğu tahmin edilen kutlu şahıs ile buluşacakları yeri tam olarak tespit edebilmiştir. Bundan sonra ise balığın görevi bitmiş ve balık da denizde yolunu tutmuştur.

Bu ayette ayrıca, Hz. Musa’nın genç yardımcısı, balığın yerini kendisine unutturanın şeytan olduğunu belirtmektedir. Şeytanın unutturma etkisi diğer ayetlerde şu şekilde geçmektedir:

Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)

İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: “Efendinin katında beni hatırla.” Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı. (Yunus Suresi, 42)

     
 

…Şüphesiz ‘izzet ve gücün’ tümü Allah’ındır. O, işitendir, bilendir. Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır… (Yunus Suresi, 65-66)

 
     

Ancak burada önemli bir hatırlatma daha yapmak gerekir: Şeytanın tek başına hiçbir gücü yoktur. Şeytana, bir insanda unutma gibi olumsuz bir etki oluşturma gücünü veren Allah’tır. Allah, tüm gücün ve kuvvetin tek sahibidir. Allah’ın izni dışında hiçbir varlığın kendi iradesiyle bir iş gerçekleştirmesi mümkün değildir. Allah “… O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur…” (Hud Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi, tüm varlıkların tüm fiillerini kontrol edendir. Dolayısıyla Hz. Musa’ya ve yardımcısına balığı unutturan da aslında şeytan değil, şeytan da dahil olmak üzere kainattaki tüm varlıkların yegane hakimi olan Yüce Allah’tır. Nitekim balığın unutulması Hz. Musa ve yardımcısı için hayırlı bir olay olmuş, Allah’ın belirlediği kader bu şekilde hayırla işlemiştir.

Kehf Suresi’nin 64. ayetinde ise Hz. Musa ve genç arkadaşının, balığın kaçtığı kayalık yerin buluşma noktası olduğunu fark ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu anlayınca da hatırladıkları bu mekana doğru yola koyulmuşlardır. Ayette geçen “geriye doğru gittiler” ifadesi de daha önce geçip, balığı unuttukları kayalığa doğru gittiklerini göstermektedir. Çünkü yeni bir yere gitmemekte, daha önce gittikleri bir yere tekrar dönmektedirler.

Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. (Kehf Suresi, 65)

Önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi Allah kullarına karşı sonsuz merhamet sahibidir, Rahman ve Rahim’dir. Hz. Musa’nın buluşmak üzere yola çıktığı Hz. Hızır ise Allah’ın kendisine rahmet verdiği bir kişidir. Yani Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatı Hz. Hızır üzerinde tecelli etmektedir. Allah, Hz. Hızır’a Kendi Katından üstün bir ilim vermiş ve onu üstün bir kul kılmıştır. Kıssanın devamında da Hz. Hızır’ın üstün merhamet anlayışının pek çok örneğini göreceğiz.

Bu noktada Kuran’daki merhamet anlayışının da üzerinde durmak gerekir.  Allah’ın, “Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır” (Beled Suresi, 17-18)ayetlerinde de belirttiği gibi merhametli olmak, bir mümin özelliğidir.

Hayatlarını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan müminler, Allah’ın bu hükmünü eksiksiz ve kusursuz olarak yerine getirmeye çalışırlar. Onların merhamet anlayışlarının temelinde Allah’a olan samimi imanları yatar. Müminler, Allah’ın izni dışında hiçbir olayın gerçekleşmeyeceğini ve O’nun kendilerine bağışladıklarına ne kadar muhtaç olduklarını bilirler. Dolayısıyla, bu kavrayıştan kaynaklanan bir tevazuya sahiptirler. Tevazu sahibi olmayan bir insan gerçek anlamda merhametli de olamaz. Çünkü yalnızca kendisini düşünür ve kendi çıkarları, kendi nefsinin istekleri herkesten önce gelir. Bu nedenle, başkalarının ihtiyaçlarını, eksikliklerini hiç umursamaz. Bunun doğal bir sonucu olarak da kimseye karşı şefkat ve merhamet hisleri besleyemez. Oysa tevazulu ve Allah’a tam teslim olmuş bir insan, Allah’ın yarattıklarına karşı da içli bir şefkat ve merhamet hisseder.

Müminlerin merhamet göstermedeki kararlılıklarının bir sebebi de Allah’ın razı olacağı gibi bir ahlaka sahip olmayı istemeleridir. Allah pek çok ayette açıklandığı gibi “merhametlilerin en merhametlisi”dir. Dolayısıyla müminler de merhameti, güçlerinin yettiği en son sınıra kadar yaşamaya çalışırlar. Müminler, “Eğer Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?” (Nur Suresi, 20) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah’ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Allah’ın kendilerine merhamet etmesini istedikleri için de diğer müminlere karşı ellerinden geldiğince merhametli olmaya çalışırlar.

Müminler her konuda olduğu gibi merhamet konusunda da kendilerine ölçü olarak sadece Kuran’ı alırlar. Bu nedenle de merhameti ancak Allah’ın merhamet edilmesini bildirdiği durumlarda ve yine Allah’ın belirlediği kişilere gösterirler.

Kimi zaman bir mümine olan sevgi ve merhametleri, nefislerine zor ve ağır gelebilecek bazı noktalarda onlara müdahale veya eleştirilerde bulunmayı gerektirebilir. Karşılarındaki kişinin yaptığı kötü bir tavırda onu eleştirebilir yani Kuran’da emredildiği üzere kötülükten men edebilirler. Asıl merhamet de budur. Her Müslüman, kardeşinin Kuran dışı bir hareketini engellemeyi göze alır, ama o kişinin sonsuz hayatını cehennemin içinde geçirmesini göze alamaz. Bu nedenle de Allah’ın en çok hoşnut olacağı ahlakı yaşaması yönünde teşvik ederek onu cennete hazırlar. Unutmamak gerekir ki, asıl merhametsizlik, karşı tarafın ahiretini düşünmeksizin, yaptığı yanlış işlere bile bile seyirci kalmaktır.

Allah Peygamberimiz (sav)’in merhamet anlayışını bir ayette “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe Suresi, 128) ifadesiyle bildirmiştir. İşte bu ahlakı kendilerine örnek alan inananlar da birbirlerinin ahiret menfaatlerini gözeterek, Allah’ın emrettiği şekilde davranırlar.

Musa ona dedi ki: “Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” (Kehf Suresi,66)

Ayetlerde geçen ifadelerden, Hz. Musa’nın buluşacağı bu kutlu kişi hakkında daha önceden vahiy ile detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır. Söz konusu durumu ortaya koyan pek çok delil vardır. Örneğin Hz. Musa buluşacağı yere, bulunduğu yere göre oldukça uzak olmasına rağmen gitmek için bir çaba sarf etmiştir. Çünkü orada buluşacağı kişinin kendisine çok fazla fayda vereceğine emindir. Bunun herhangi bir buluşma olmadığını, çok özel bir buluşma olduğunu bilmektedir. O nedenle her türlü zorluğu göze almakta, uzun bir yol katetmektedir.

Ayrıca buluşur buluşmaz karşısındaki kişiyi hemen tanımış, onun üstün ahlakını ve ilmini fark etmiş ve kendisine tabi olmayı talep etmiştir. Bu da karşısındaki kişinin ilim öğretilen, kutlu bir kişi olduğunun kendisine önceden bildirmiş olabileceğini göstermetedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Buluşacağı bu kişinin doğru yolda olan ve doğru yola ileten bir kişi olduğu, bu kişiye tabi olması gerektiği ve ondan bilgi öğrenmesi gerektiği Hz. Musa’ya vahiy yoluyla bildirilmiş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Üstelik ondan aldığı bu bilgi ve ilim ile Hz. Musa’nın doğru yola ulaşacağını da bildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle de onu gördüğünde tabi olmak istediğini hemen söylemiştir.

Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.” (Kehf Suresi, 67)

Ayetlerde dikkat çekildiğine göre Hz. Hızır da Hz. Musa hakkında detaylı bilgiye sahiptir. Üstelik konuşmalarından Hz. Hızır’ın geleceğe dair bilgilere de Allah’ın bildirmesiyle sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Hızır, Hz. Musa’nın talebini dinledikten sonra ona hemen kendisiyle birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini söylemiştir. Daha hiçbir olay olmadan, Hz. Musa’nın nasıl bir tavır göstereceğini bilmeden ve görmeden Hz. Hızır’ın böyle bir açıklamada bulunması çok dikkat çekicidir. Bunun nedeni ise Hz. Hızır’ın geleceği bilmesidir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Bu bilginin Hz. Hızır tarafından bilinmesi, herşeyin Allah’ın dilemesiyle olduğuna da bir işaret niteliğindedir. Çünkü gelecek hakkındaki bilgiyi Allah ancak dilediği kullarına, dilediği kadarıyla vermektedir. Hz. Hızır’ın gelecekten haber vermesi de ancak Allah’ın takdiriyle mümkündür. Kitabın önceki bölümlerinde de detaylı olarak açıkladığımız gibi Allah kullarından dilediğine gaybın haberlerini verebilir.

Hz. Musa’nın, kıssanın sonraki bölümlerinde karşılaşacağı olaylar çoktan sonuçlanmıştır ve Allah Katında her anıyla bilinmektedir. Yaşayacağı olaylar, Hz. Musa’nın kaderinde yazılmıştır. Bu da insanın, Allah’ın kaderinde takdir ettiği dışında hiçbir şey yaşayamayacağına açık bir delildir.

Müminlerin bu ilmi kavramış, Allah’a ve kadere teslim olmuş, mütevekkil kişiler olması gerektiği bir ayette şu şekilde bildirilir:

De ki: “Allah’ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler. (Yunus Suresi, 49)

(Böyleyken) “Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf Suresi, 68)

İnsanın gün içinde başına pek çok olay gelir. Zorluklarla, sıkıntı verici durumlarla, neşe ve huzur veren olaylarla karşılaşır. Ancak insanların büyük bir bölümü Allah’ın varlığını ve her olayın Allah Katında bir kader üzere belirlendiğini düşünmedikleri için, başlarına gelen olayları şans ya da tesadüf gibi gerçek dışı kavramlarla açıklamaya çalışırlar. Bu da olup bitenlere hayır gözüyle bakmalarını, yaşadıklarından hikmetli sonuçlar çıkarabilmelerini engeller. Bu nedenle de sürekli sıkıntıya, üzüntüye düşer, mutsuz olurlar. Bu, iman edenlerle inkarcılar arasındaki çok büyük bir farktır. Çünkü iman edenler her olayın Allah’ın dilemesiyle ve çok büyük bir hayırla yaratıldığının bilincindedirler.

Kuran’da pek çok ayetle haber verilen bu gerçeği kalbine sindiren bir insan, dünya hayatında her ne olayla karşılaşırsa karşılaşsın, durumundan hoşnut olmayı ve bu olayın ardında gizlenen güzellikleri ve hikmetleri görebilmeyi başarır. Allah, her olayı çok ince bir plan üzerine, sonsuz akıl ve hikmet ile yaratmıştır. İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren karşılaştığı iyi ya da kötü gibi görünen her olayı Allah yaratmaktadır. Yaşamı bir bütün olarak yeryüzünün tek hakimi olan Allah kontrol etmektedir. Allah kusursuz, mükemmel, hikmetli ve en güzel şekilde yaratandır. Öyleyse insana düşen bu mükemmelliği görüp takdir etmektir. Ve Allah’ın sonsuz aklının olabilecek en kusursuz sonuçları yaratacağını bilerek, her olayın hayır ve hikmet yönünü görmeye çalışmaktır. Çünkü Allah’a iman eden ve imanı ile her olayı hayır gözüyle değerlendirip, hayra yorumlayan bir insan dünyada da ahirette de hep hayır ve güzellikle karşılaşacaktır.

araba kazası, ofisİman edenler başlarına gelen ve o anda şer gibi görünen her olayı, Allah’ın deneme olarak yarattığını bilirler ve Allah’a teslim olarak, her ne şart altında olursa olsun güzel ahlak gösterirler. Kader gerçeğini kavrayamayanlar ise, her olayda sıkıntı ve ümitsizlik içindedirler.

Allah sonsuz, insan ise sınırlı bir akla sahiptir. İnsan ancak olayların dıştan görünen kısmı ile muhatap olabilmekte ve ancak kendi anlayışı ile bu olayları değerlendirebilmektedir. Bazı insanlar sınırlı bilgi ve anlayışı ile kimi zaman hayır ve güzellik olan bir olayı olumsuz, kötülük ile dolu olan bir olayı ise olumlu ve hayırlı olarak nitelendirebilmektedirler. Bu durumda doğruları görebilmek için iman eden bir insanın yapması gereken şey, Allah’ın sonsuz akıl ve bilgisine teslim olarak, her olaya hayır gözüyle bakmaktır. Çünkü olumsuz gibi görünen her olay da iman eden bir insan için gerçekte bir “kader dersi”dir. Nitekim Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

(Musa:) “İnşaAllah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi. (Kehf Suresi, 69)

Ayette görüldüğü üzere, Hz. Musa, Hz. Hızır’ın söylediği sözler karşısında hemen Müslümanca bir tavır göstermekte ve “İnşaAllah” -yani “eğer Allah dilerse”- diye cevap vermektedir. Bu kelime müminlerin Allah’a olan teslimiyetlerinin, kaderin her an işlediğini bildiklerinin, Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerinin farkında olduklarının bir ifadesidir.

Kehf Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinin açıklamalarında da söz ettiğimiz gibi, hiçbir şey için “bunu yarın mutlaka yapacağım” dememek, “Allah dilerse (inşaAllah)” demek Allah’ın bir emridir.

Hz. Musa’nın bu cevabıyla Allah, Müslümanların bir işe başlamadan, bir karar vermeden, ertesi gün için bir plan yapmadan önce mutlaka “inşaAllah” demelerinin önemine dikkat çekmektedir. Çünkü insana o işi gerçekleştirme gücünü ve beceriyi veren de, sonuçta başarıya ulaştıracak olan da yalnızca Allah’tır.

Müslümanların bu çok önemli gerçeği bir an bile akıllarından çıkarmamaları, kainattaki her olayın herşeyden haberdar olan Allah’ın kontrolünde ve bilgisinde olduğunu unutmamaları gerekmektedir.

Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar.” (Kehf Suresi, 70)

Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssası ile peygambere ve elçilere uymanın önemine bir kez daha dikkat çekilmektedir. Bu tabiyet esnasında müminlerin titiz bir saygı göstermeye ehemmiyet vermeleri gerekmektedir.

Bu konuyla bağlantılı olarak, insanın, tabi olduğu elçinin her yaptığını bir hayır ve güzellik olarak görmesi gerekir. Elçinin her yaptığında bir hikmet araması, eğer hikmetini fark edemiyorsa da bunun açıklanmasını sabır ve saygıyla beklemesi lazımdır. Gereksiz sorularla rahatsızlık meydana getirmek, meraklı sözlerle sıkıntı oluşturmak her müminin kaçınması gereken davranışlardır.

Eğer yapılan bir hareketin ya da söylenen bir sözün hikmetleri görülmüyorsa, o zaman Müslümana düşen şey; tabi olduğu elçinin veya mürşidin, hikmetlerini açıklamasını saygıyla beklemektir. Bu bakış açısına sahip bir Müslüman, yapılanın aslında son derece isabetli ve doğru olduğunu hemen fark edecek ve ilk baştaki tavrının hatalı olduğunu kolaylıkla anlayacaktır. Nitekim ayetlerde de tabi olunan kişinin gerekli gördüğü zaman yaptığı işlerin, aldığı kararların ve söylediği sözlerin hikmetini öğütle açıklayacağı bildirilmektedir. Örneğin Hz. Hızır Kehf Suresi’nin bu ayetinde “ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar” diyerek, Hz. Musa’ya karşılaştığı olayların hikmetini açıklayacağını hissettirmiştir.

Kehf Suresi, 71-80. Ayetler

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.” (Kehf Suresi, 71)

Kehf Suresi’nin bu ayetinden Hz. Musa’nın Hz. Hızır ile olan yolculuğu sırasında yanına genç arkadaşını almadığı anlaşılmaktadır. Bu seçimin pek çok hikmeti olabilir. Ancak bunlardan biri, ikili eğitimin önemine işaret etmesidir.

Gerçekten de ikili eğitim olabilecek en iyi eğitim şeklidir. Kalabalık bir topluluk içindeyken insanların konsantrasyonlarının dağıldığı, dikkatlerini toplamakta zorlandıkları bilinen bir gerçektir. Üç kişi olunduğunda dahi insanın dikkatinin dağıldığı, eğitimini aldığı konuya yoğunlaşmakta zorlandığı bilinmektedir. İşte bu nedenle Kuran’da teke tek eğitime işaret edilmektedir. Bu şekilde kişi çok daha kolay konsantre olur, dikkatini verir ve eğitimi veren kişiyle doğrudan iletişim halinde olduğu için konuları çok daha hızlı kavrayabilir. Nitekim tüm dünyada geçerli olan özel ders alma sisteminin önemi de bu olumlu yönlerinden kaynaklanmaktadır.

Ayette dikkat çekilen bir konu daha vardır: Hz. Musa Hz. Hızır’ın çok değerli bir kişi olduğunu, hayırla görevlendirildiğini çok iyi bilmektedir.

Ayette bildirilen olay, Hz. Hızır’ın ilk karşılaştıklarında ona söylediği sabır gösteremeyeceği olaylardan birinin kaderinde gerçekleştiği andır. Hz. Hızır’a geleceğe dair verilen bilginin bir kısmı böylece gerçekleşmiştir. Hz. Musa ise kaderinde yazılı olduğu için bu soruyu sormuştur. Burada bir peygamber zellesi oluşmuştur.

eski gemi… Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi… (Kehf Suresi, 71)

Zelle, peygamberlerin yanılmaları, unutmaları veya yanlışlık eseri yaptıkları davranışlarına verilen isimdir. Bu zellelerin her biri çok büyük hayırlarla ve hikmetlerle, elçilerin kaderlerinde yaratılmaktadır. Kaderde her bir zellenin oluşacağı an ve yer bilinmektedir ve bellidir. Allah bu ayetlerle bizlere bu tip zellelerin oluşabileceğini bildirmektedir.

Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?” (Musa:) “Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi. (Kehf Suresi, 72-73)

Kehf Suresi’ndeki bu ayetlerde, Hz. Hızır’ın konuşmalarındaki kesinlik dikkati çekmektedir. Hz. Hızır, gerçekleşecek olan olayları bildirirken çok emin bir üslupla konuşmaktadır. Hz. Musa’nın hiçbir şekilde sabredemeyeceğini “kesinlikle” diyerek ifade etmekte, buna gücü yetemeyeceğini dile getirmektedir.

73. ayette ise herşeyin Allah’ın emriyle gerçekleştiğine tekrar dikkat çekilmektedir. İnsanın kendi iradesiyle ağzından tek bir kelime çıkması, ya da ağzından çıkacak bir kelimeyi engellemesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü insana nutku veren ve onu konuşturan Allah’tır. Allah canlı-cansız dilediği her varlığa dilediğini söyletmeye güç yetirendir. Nitekim Kuran ayetlerinde Allah’ın kıyamet gününde insanların işitme, görme duyularına ve derilerine nutuk verdiği bildirilmektedir. Bu durum ayetlerde şu şekilde buyurulmaktadır:

Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: “Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?” Dediler ki: “Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz. Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet Suresi, 20-22)

Başka ayetlerde de Allah’ın izin vermesi dışında hiçbir varlığın konuşmaya güç yetiremeyeceğini Rabbimiz şöyle haber vermektedir:

Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); O’na hitap etmeye güç yetiremezler. Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün; Rahman’ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar konuşmazlar. (Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir. (Nebe Suresi, 37-38)

     
 

Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık. Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca ‘bir keredir.’ (Kamer Suresi, 49-50)

 
     

 

Daha önce de sık sık vurguladığımız gibi unutmayı ve hatırlamayı Allah meydana getirir. Allah geçmişten bugüne kadar yaşamış olan tüm insanların zihinsel faaliyetlerinin tamamına hakim olandır. Unutması da, sormaması gereken bir soruyu sorması da Hz. Musa’nın kaderinde an an yazılmıştır. Hiçbir insanın, beynine hakim olup bu unutmanın önüne geçmesi ya da söyleyeceği söze engel olması mümkün değildir. Allah dilediği an, dilediği kişiye, dilediği konuyu unutturur. Dilerse tüm hafızasını bir anda elinden alır, dilerse hiç bilmediği konuları onun hafızasında ilim olarak yaratır. Bunların hepsi Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir.

Hz. Musa’nın ayette geçen “bu işimde bana zorluk çıkarma” şeklindeki sözlerinden ise, Hz. Hızır’la olan eğitimin kesilmesini istemediği anlaşılmaktadır.

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.” (Kehf Suresi, 74)

Hz. Musa her ne kadar söz verse de, soru sormama konusunda karar alıp, irade göstermek istese de kaderinin dışına çıkamamakta ve bu soruları sormayı engelleyememektedir. Üstelik Hz. Hızır’ın Allah’ın emriyle hareket eden, ilim sahibi bir kişi olduğunu bildiği, ona tabi olduğunu söylediği halde, Hz. Hızır’ın yaptıkları karşısında bir tepki göstermektedir. Dolayısıyla burada tekrar bir peygamber zellesi oluşmuştur.

Ancak hiç unutmamak gerekir ki, her insana canını veren ve verdiği canı alacak olan sadece Allah’tır. Allah dilemedikçe bir insanın bir diğerini öldürmesi mümkün değildir. Allah Enfal Suresi’nde bu durumu şu şekilde bildirir:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Hz. Hızır da Allah’ın emri ve dilemesiyle hareket eden, salih bir kuldur. Yaptığı her hareket, söylediği her söz ancak Allah’ın emriyle gerçekleşmektedir. Üstelik bu ölümün bir cana karşılık olup olmadığını Allah dilemedikçe hiç kimsenin bilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde öldürülen çocuğun “tertemiz bir can” olup olmadığını da Allah bildirmedikçe, hiç kimse bilemez. Ancak burada Hz. Musa, tüm bu sözleri Allah’ın dilemesiyle ve Allah kaderinde yazdığı için söylemektedir.

Dedi ki: “Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”(Musa:) “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun” dedi. (Kehf Suresi, 75-76)

Kullarına dilediği zaman sabır gösterme gücünü veren, dilediği zaman da bu gücü geri alan Allah’tır. Kuran’da müminlerin bu güzel özellikleri pek çok ayette vurgulanmakta, ancak sabrı verenin Allah olduğu belirtilmektedir. Örneğin Bakara Suresi’nde Talut’un ordusunun savaş sırasında sabrı Allah’tan diledikleri bildirilir:

Onlar, Calut ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara Suresi, 250)

76. ayette ise Hz. Musa’nın, meydana gelen bu durumdan Hz. Hızır’ın rahatsızlık duyduğunun farkında olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Hızır’ın yaptığı hatırlatmalara ve sabır gösteremeyeceği yönünde kesinlik arz eden konuşmalarına rağmen, Hz. Musa ısrarla sabır göstereceğini ifade etmiş, ancak iki olaydan sonra artık bir çözüm yolu bulmaya karar vermiştir. Bunun için de Hz. Hızır’ın bu eğitimden vazgeçmemesine yönelik yeni bir ikna üslubu kullanmıştır.

Hz. Musa’nın çekindiği konu Hz. Hızır’ın onu eğitmekten, ona çeşitli öğütlerle ders vermekten vazgeçmesi ihtimalidir. Bu nedenle de tek isteği, ona güvence ve garanti vererek bu dersten vazgeçmesini engellemektir. Hz. Musa eğitimin olabildiğince devam etmesini ve Hz. Hızır gibi özel ilim verilmiş kutlu bir kuldan mümkün olduğu kadar istifade edebilmeyi istemektedir. Bunun için de ikna edici bir şart koşmayı çözüm yolu olarak bulmuştur.

(Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa)Dedi ki: “Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin.” (Kehf Suresi, 77)

Yollarına devam eden Hz. Musa ve Hz. Hızır, girdikleri kasabada güzellikle karşılanmamışlardır. Bu karşılamadan yaptıkları yolculuğun çok zorlu bir yolculuk olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kasaba halkı onları konuklamaktan, hatta onlara yemek vermekten dahi kaçınmıştır.

Bu ayette Allah, doğruyu ve faydalı ilmi bulmak için her türlü zorluğa talip olunmasının makbuliyetine işaret etmektedir. Hz. Musa da, Hz. Hızır ile birlikte olabilmek, onun ilminden istifade edebilmek ve öğütlerinden faydalanabilmek için her türlü zorluğa razıdır. Bu tüm inananlar için de bir öğüt niteliğindedir. Müslümanlar da benzer bir durumla karşılaştıklarında aynı kararlılığı ve güzel ahlakı göstermelidirler.

harabe

… Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti… (Kehf Suresi, 77)

Ayette ayrıca Hz. Hızır’ın son derece yetenekli, maharetli ve süratli bir kimse olduğuna işaret edilmektedir. Bu, hem daha önce gemiyi içindekilere hiç sezdirmeden tahrip edebilmesinden, hem de duvarı inşa ederken yaptığı işin hızından ve dayanıklılığından anlaşılmaktadır. Allah ayetinde “hemen onu inşa etti” diye bildirerek bu hıza ve tecrübeye işaret etmiştir. Ayrıca Hz. Hızır, gemiyi delerken de çok büyük bir hüner göstermiştir. Gemiyi tahrip etmemiş, sadece birkaç küçük hasarla, karşı tarafın beğenmeyeceği bir hale getirmiştir. Buradan Hz. Hızır’ın duvarın ve geminin yapıldığı malzemeye tam bir hakimiyeti olduğu anlaşılmaktadır.

     
 

De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (E’nam Suresi, 162)

 
     

Ayetin devamında Hz. Musa üçüncü ve son kez Hz. Hızır’a bir soru sormaktadır. Oysa Hz. Hızır ücret alıp almaması gerektiğini zaten Allah’ın kendisine verdiği ilimle gayet iyi bilmektedir.

Bir kişinin yaptığı iş karşılığında ücret alması zarureti yoktur. Bazı durumlarda ücret alınırken, bazılarında alınmayabilir. Bu, duruma ve koşullara göre değişebilir. Mümin tüm yaptıklarını sırf Allah rızası için yapar. Yaptığı herhangi bir iş ücretli olabildiği gibi ücretsiz de olabilir. Ücretli olduğunda da alınan para yine sadece Allah rızası için kullanılır. Ücret alıp almama kararı, elçinin ya da peygamberin Allah’ın verdiği ilim ve emirler doğrultusunda kendi takdiridir.

Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim.” (Kehf Suresi, 78)

Hz. Musa’nın sorduğu bu son soru, aralarında ayrılma vaktinin geldiğinin de bir işareti niteliğindedir. Zaten ayrılma gerekçesini Allah Hz. Musa’ya söyletmiş, tek bir kez daha soru sorarsa ayrılacaklarına dair kendisi söz vermiştir. Gerekçeyi ise Hz. Hızır açıklamıştır.

Hz. Hızır bu ayette, Hz. Musa’ya “yorumu yapılmadığı için sabredemedin” diyerek öğütle açıklamada bulunacağını söylemektedir. Bu sözleriyle tüm bunların, hikmetleri açıklanırsa sabredebilecek şeyler olduğunu ifade etmiştir. Yani eğer Hz. Hızır ilk andan itibaren sorulan soruların hikmetlerini açıklamış olsaydı, Hz. Musa bunlara sabır gösterebilirdi. Burada bir kez daha peygamberin veya mürşidin açıklamadığı konularda mutlak hayır ve hikmet aranması gerektiği akla gelmektedir.

Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın yol boyunca yaşadıkları, ikisinin de kaderinde belirlenmiş ve Allah Katında yazılmıştır. Bunların hiçbir şekilde farklı yaşanması ihtimali yoktur. İkisinin ayrılma anı da, tıpkı birleşme anı ve birleşme yeri gibi, Allah Katında bellidir. Allah ikisinin de kaderlerinde bu anları sonsuz evvelde belirlemiştir

“Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.” (Kehf Suresi, 79)

Bu ayette görüldüğü gibi, ayrılma kararını belirledikten sonra Hz. Hızır olayların hayır ve hikmetlerini birer birer açıklamaya başlar. Birinci olayda Hz. Hızır bir gemiyi delmiştir. Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır.

Hz. Hızır’ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi onun, yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı duyduğu muhabbeti, şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatları Hz. Hızır üzerinde yoğun bir şekilde tecelli etmektedir. Bu, müminleri inkarcılardan ayıran üstün bir özelliktir. Allah, Beled Suresi’nde şu şekilde bildirir:

Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Ya da açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Veya sürünen bir yoksulu. Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır. (Beled Suresi, 12-18)

Merhamet, müminlere düşkünlük ve şefkat Allah’ın peygamberlerinin ve elçilerinin de en dikkat çeken özellikleridir. Allah’ın üstün ilme sahip kullarından biri olan Hz. Hızır da tüm elçiler gibi şefkatli ve merhametli, Allah’ın Katından rahmet verdiği bir insandır. O nedenle de yoksulluk ve ihtiyaç içinde olan bu insanlara yardım etmek için hemen gemilerinde bir delik açmış, böylece gemiyi eksik ve kusurlu göstererek zalimlerin el koymasından kurtarmıştır.

Hz. Hızır’ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. Çünkü gemiyi makul ölçülerde, tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir. Ancak gemi sahipleri zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir.

stalin dönemi rus çocuklar

Stalin döneminde açlığa terk edilmiş çocuklar.

Ayette dikkat çekilen bir diğer önemli konu ise, yoksul halkın bulunduğu bölgede zorba bir rejim olmasıdır. Yapılan uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla, bu, bir dikta rejimi olabilir. Bu bölgedeki despot yönetim, iman edenlerin mallarını bir gerekçe göstermeden gasp ediyor olabilir. Bu nedenle de müminler zorluk içinde yaşıyor ve bu durumdan bir çıkış yolu bulmakta zorlanıyor olabilirler.

İnsanların mallarının bu şekilde gerekçe gösterilmeden gasp edilmesi, eski dönemlerdeki despot derebeylik veya monarşilerde veya çağımızdaki faşist ve komünist rejimlerde sıkça görülen bir uygulamadır. Söz konusu totaliter yönetimler, savunmasız halkların mallarına el koyarak, onları açlık ve yokluk içinde bırakmışlardır. Bu örnek zorba yönetim anlayışının tarihin en eski dönemlerinden beri gelen bir düşünce olduğunun da bir delilidir.

“Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk.” (Kehf Suresi, 80)

Ayette çocuğun ailesinin mümin kimseler olduğu haber verilmektedir. Bu bilgi ile, o devirde de hak dinin olduğuna işaret edilmektedir.

Hz. Hızır’ın çocuğun canını almasıyla ilgili ayetler incelenirken vurgulanması gereken bir diğer konu ise çocuğun ölümünün Allah’ın bir takdiri olduğudur. O çocuğun ölümünü Allah kaderinde yer ve zaman olarak yazmıştır. Allah “Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun Katındadır.” (Enam Suresi, 2) ayetiyle insanlara bu gerçeği hatırlatmaktadır. Kuran’da bildirildiği gibi her insanın canını melekler alır. Allah, Enfal Suresi’nde bu gerçeği şu şekilde bildirir:

Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: “Yakıcı azabı tadın” diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50)

Ancak meleklerin canı alması da bir sebeptir, gerçekte ise canı alan ancak Allah’tır. Kuran’da bu konuyla ilgili Hz. İbrahim’in samimi duası şöyle örnek verilmiştir:

“Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O’dur;” “Bana yediren ve içiren O’dur;” “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur;” “Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur,” “Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur;” “Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat.” (Şuara Suresi, 78-83)

Allah bu çocuğun canının alınmasını Hz. Hızır’ın eliyle takdir etmiştir. Ancak Hz. Hızır olmayıp, başka biri de bu ölüme bir vesile olabilirdi. Bir kaza sonucu, kalbinin durması nedeniyle ya da düşüp başını yaralayarak bir anda hayatını yitirebilirdi. Allah’ın “… Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler” (Nahl Suresi, 61) ayetiyle bildirdiği gibi bir kişinin eceli geldiği zaman, bu tarihi kimsenin engellemesi ya da öne alması mümkün değildir. Ayrıca bu olayda Allah, ölüm meleklerini görünmeyen sebep kılmış, görünen yüzünde ise, Hz. Hızır çocuğun canını alıyor gibi göstermiştir. Gerçekte ise Hz. Hızır vahiyle hareket eden bir insandır ve Allah’ın emrinin dışına kesinlikle çıkamaz. Allah dilemedikçe, kendi iradesiyle birşey yapması mümkün değildir. Allah bu çocuğun canını almak için onu vesile etmiştir.

Aynı durum Hz. Musa’nın canını aldığı kişi için de geçerlidir. Ayetlerde bu olay şu şekilde bildirilir:

(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orda kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) “Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkca saptırıcı bir düşmandır” dedi. Dedi ki: “Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.” Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Kasas Suresi, 15-16)

Hz. Musa yardım etmek için kavga eden iki kişinin arasına girmiş, ancak istemediği bir olay gerçekleşmiş ve bir kişinin canını almıştır. Ancak burada da Hz. Musa’nın sadece bir vesile olduğunu unutmamak gerekir. Görünüşte o adam Hz. Musa’nın attığı yumruk ile hayatını yitirmiştir. Ama Hz. Musa yalnızca görünürdeki sebeptir. Allah bu kişinin canını almak için Hz. Musa’yı vesile etmiştir. Görünmezdeki vesileler ise yine ölüm melekleridir. Allah ayetlerinde onların canı almakla sorumlu olduklarını bildirmektedir. Asıl canı alan ise Allah’tır.

İnsan ne kadar direnirse dirensin, nereye sığınırsa sığınsın, nereye kaçarsa kaçsın, aslında farkında olmadan her an kendi ölümüne doğru ilerler. Allah,”Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” (Al-i İmran Suresi, 154) ayetiyle hiçbir insanın ölümden kaçamayacağını hatırlatmaktadır.

tren kazası

Bu tren kazasında ölen insanlar da kazadan birkaç dakika öncesine kadar ölüm kelimesini akıllarına dahi getirmemiş olabilirler.

İnsanın önünde başka bir tercih veya çıkış yolu yoktur. Eceli geldiğinde ne yöne dönerse dönsün, nereye kaçarsa kaçsın ölüm melekleriyle mutlaka karşılaşacaktır. Kaderde belirlenmiş bir anda ve yerde ölüm onu mutlaka yakalayacaktır. Kuran’da, bu sır şöyle haber verilir:

De ki: “Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma Suresi, 8)

Her nerede olursanız ölüm sizi bulur. Yüksekçe tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile… (Nisa Suresi, 78)

Hz. Hızır ise ileride inkarcılardan olacağına dair kesin bilgiye sahip olduğu bir çocuğu, Allah’ın emriyle öldürmektedir. O çocuğun hem ailesine ve çevresine zulmetmesini engellemek, hem de günahlara boğulmasına mani olmak istemektedir.  Bunun için önceden tedbir almaktadır.

Kehf Suresi, 81-90. Ayetler

Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik.” (Kehf Suresi, 81)

İnsanların büyük bir bölümü ölüm, yakınlarını kaybetme gibi olayların hayır ve hikmet yönünü görmekte zorlanırlar. Oysa dünya üzerinde gerçekleşen her olayda olduğu gibi, ölümde de çok büyük hikmetler ve hayırlar gizlidir. Bu hikmetlerden biri ayette “Allah’ın daha güzelini ve daha temizini vermek” istediği şeklinde bildirilmektedir. Allah Kuran ahlakını yaşamamakta ve inkarda direnen toplulukları şu şekilde uyarmaktadır:

Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi’nin onları sevdiği, onların da Kendisi’ni sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)

Rabbin, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir. Dilerse sizi giderir ve dilerse, sizi bir başka kavmin soyundan (inşa edip) var ettiği gibi yerinize bir başkasını getirir. (Enam Suresi, 133)

 

     
 

Hz. Hızır’ın Güzel Ahlakı

Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssası detaylı olarak tefekkür edildiğinde her ayette Hz. Hızır’ın karakterine dair önemli işaretler bulunduğunu anlarız. Bu özellikleri kitabın önceki bölümlerinde detaylı olarak inceledik. Ancak burada tüm bu özellikler maddeleştirilmiş ve delilleriyle birlikte biraraya getirilmiştir. Amacımız Hz. Hızır’ın ayetlerde belirtilen karakter özelliklerini bir bütün halinde görmektir:

Hz. Hızır’ın Allah’ın Emirlerini Tereddütsüz Uygulaması

Kehf Kıssası’nda Hz. Hızır’ın en çok dikkat çeken özelliği bir vahiy aldığında hiç tereddüt etmeden bunu yerine getirmesi ve Allah’ın emirlerini uygulamadaki titizliğidir.

Hz. Hızır’ın Merhamet ve Şefkati

Yardıma ihtiyacı olan, yoksula, yetime ve zayıf bırakılanlara hemen yardıma koşması, onun şefkat ve merhametinin en güzel delilleridir.

Hz. Hızır’ın İman Edenlere Düşkünlüğü ve Yardımseverliği

Hz. Hızır iman edenlere olan düşkünlüğünden dolayı mümin olan bir anne ve babanın  hemen yardımına koşmaktadır.

Hz. Hızır’ın Aklı, Feraseti ve İleri Görüşlü Olması

Aldığı tedbirler ve inkar edenlere kurduğu tuzaklar Hz. Hızır’ın aklının ve ferasetinin birer delili niteliğindedir.

Hz. Hızır’ın Tevekkülü

Hiçbir zorluktan etkilenmemesi, her olayın Allah Katında yazılmış bir kader üzere gerçekleştiğini bilmesinden kaynaklanmaktadır.

Yukarıda saydığımız özellikler Hz. Hızır’ın Kuran ayetlerinde bize bildirilen özellikleridir. Bunun yanısıra kendisi Allah’ın rahmet ettiği, hikmet verdiği, Katından bir ilimle desteklediği üstün ahlaka sahip bir kimsedir. Hz. Hızır, Hz. Musa ile olduğu dönem boyunca onu en güzel şekilde eğitmiş, hem sözlü olarak hem de hal olarak ona çok önemli öğütlerde bulunmuştur. Sabrıyla, kararlılığıyla, yardımsever oluşuyla, olgunluğuyla ona örnek olmuş, yaşadığı olayların ardında hikmet aramayı öğretmiştir.

 
     

 

“Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu.” (Kehf Suresi, 82)

Hz. Hızır’ın açıkladığı son hikmet ise öksüz çocuklara ait olan duvarı inşa etmesi ile ilgilidir.

Bu ayette salih müminlere ait öksüz ve yetim çocukların korunmalarına dikkat çekilmektedir. Allah yetimler hakkında Bakara Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:

… Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: “Onları ıslah etmek (yararlı kılmak) hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun (fesad) çıkaranı ıslah ediciden bilir (ayırdeder). Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara Suresi, 220)

Ayette de bildirildiği gibi iman edenler yetimlerin hakkını korumada, onların ahlakını güzelleştirmede azami titizlik gösterirler. Bu onların güzel ahlaklarının,  Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulamadaki titizliklerinin bir sonucudur. Müslümanlar, “Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir” (Bakara Suresi, 215) ayetinde bildirildiği gibi yetimlere infakta bulunurlar. “Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler” (İnsan Suresi, 8) ayetinde ise kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile, öncelikle onları koruyup kolladıkları bildirilmiştir. Allah yetimlere zulmedenleri ise Nisa Suresi’nde şu şekilde uyarmaktadır:

Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir. (Nisa Suresi, 10)

Hz. Hızır da İslam ahlakının bir gereği olarak yetim çocukların geleceğini düşünmekte ve onlar için çok önemli bir yatırım yapmaktadır. Eğer Hz. Hızır duvarı tamir etmeseydi, duvar yıkılıp yetim çocukların babalarına ait hazine ortaya çıkacak, çocukların malları da zalim kimseler tarafından yağmalanacaktı. İşte bu nedenle Hz. Hızır hazine için, çocuklar ergenliğe erişinceye kadar korunup, gizlenebilecek sağlam bir yer yapmış, onların gelecekleri için önemli bir tedbir almıştır.

Hz. Hızır’ın yoksullara ve yetimlere gösterdiği bu şefkat ve merhamet daha önce de vurguladığımız gibi Allah’ın Rahim (sonsuz merhamet sahibi) sıfatının bir tecellisidir. Hz. Hızır’ın bu duvarı sağlam inşa etmesi ile çocukların mallarını korumak için güçlü bir tedbir almanın önemine işaret edilmektedir. Hz. Hızır Allah’a tevekkül göstermiş ve bu nedenle de çocuklar için çok sağlam, Allah Katında belirlenmiş zamana kadar zarar görmeyecek, muhkem bir duvar inşa etmiştir.

Ayrıca bir duvarın yıkılması başta oradan geçen insanlar olmak üzere çevresindeki bitkilere, yakınlarında olan hayvanlara çok büyük zarar verip, ölüm ya da yaralanmalara neden olabilir. Bu ayette de yıkık duvarların tekrar inşa edilirken sağlam yapılmaları gerektiğine işaret ediliyor olabilir.

Ayette ayrıca Hz. Hızır’ın “Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım” dediğine dikkat çekilmektedir. Bu, daha önce de vurguladığımız gibi, Hz. Hızır’ın herşeyi yapanın Allah olduğunu, herşeyin kaderde olup bittiğini bildiğini gösteren bir konuşmadır. Hz. Hızır hiçbir kararı kendi dilemesiyle yapmadığını en güzel şekilde ifade etmektedir.

Sana (Ey Muhammed,) Zu’l-Karneyn hakkında sorarlar. De ki: “Size, ondan ‘öğüt ve hatırlatma olarak’ (bazı bilgiler) vereceğim. (Kehf Suresi, 83)

Ayetin başında geçen bu “öğüt ve hatırlatma” ifadesi son derece önemlidir. Çünkü tarih boyunca Hz. Zülkarneyn kıssası çeşitli yorumcularca çok farklı şekillerde yorumlanmıştır.

Ancak Allah Hz.Zülkarneyn kıssasının ilk ayetinde bu kıssanın aktarılmasının hikmetlerinden bazılarını bizlere açıkça bildirmektedir: Müminlere bir hatırlatma, öğüt verme ve hikmet bildirme…

Kehf Suresi’ndeki diğer kıssalarda olduğu gibi, Hz. Zülkarneyn kıssasında da müminlere İslam ahlakının örnekleri verilmekte, ibret alınacak olaylar aktarılmaktadır. Ayetlerde anlatılanlar çok açıktır ve anlaşılması çok kolaydır. Ayetlerin okunduğu anda anlaşılan anlamı, bu kıssaları tefekkür etmemiz ve bir ders çıkarabilmemiz için yeterlidir. Allah Hud Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:

Elif, Lam, Ra. (Bu,) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan (Allah) tarafından birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir Kitap’tır (ki:) (Hud Suresi, 1)

Bu durumda iman eden bir insanın yapması gereken, Kuran ayetlerini samimiyetle, ders ve ibret alma kastıyla okumaktır. Allah “Kuran ayetlerinin apaçık olduğunu” (Hac Suresi, 16) pek çok ayetinde bildirmiştir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Ramazan ayı… İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir… (Bakara Suresi, 185)

…Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)

Gerçekten, Biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. O da, bir yol tuttu. (Kehf Suresi, 84-85)

Kehf Suresi’nin 84. ayetinde Allah sapasağlam bir iktidarın önemine dikkat çekmektedir. Bir ülkedeki iktidarın hem ekonomik, hem siyasi, hem politik, hem de askeri açıdan güçlü olması son derece önemlidir. Aksi durumda, yani her an yıkılacak gibi çürük bir iktidarın varlığında, ülke çok ciddi sorunlarla karşı karşıya gelebilir. Öncelikle dış düşmanlar bu ülkeyi daha güçsüz hale getirmeye çalışırlar. İçteki muhalefet ise zaten zayıflamış olan iktidarı daha da güçten düşürmek için çaba sarf etmeye başlar. Bunların sonucu olarak ekonomik sorunlar, ayaklanmalar, isyanlar başlar ve ülke bir anda büyük bir kaosun içine sürüklenir. Ancak ayetlerde Hz. Zülkarneyn’in ülkesinde bu sorunların yaşanmadığı, iktidarının çok sağlam, akılcı ve güçlü olduğu anlaşılmaktadır. 

Allah ayette geçen, “ona herşeyden bir yol (sebep) verdik” ifadesiyle Hz. Zülkarneyn’e herşeye çözüm ve çare bulma gücü verdiğine dikkat çekmektedir. Hz. Zülkarneyn çok akıllı, ferasetli ve basiret sahibi bir mümindir. Allah’ın verdiği bu üstün özellikler sayesinde karmaşık gibi gözüken her türlü soruna hemen çözüm bulmakta, aksaklıkları gidermektedir. Allah herşeyde onun yolunu açmış, onu üstün bir ilimle desteklemiştir. Nitekim kıssanın devamında da görüleceği gibi, onun bu özelliği insanlar tarafından da bilinmekte, bu nedenle kendisi sürekli fikri sorulan, danışılan ve kendisinden yardım istenilen bir kişi olarak tanınmaktadır.

Sonunda güneşin battığı yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta buldu, yanında bir kavim gördü. Dedik ki: “Ey Zu’l-Karneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde güzelliği (geçerli ilke) edinirsin.” (Kehf Suresi, 86)

Ayetten Hz. Zülkarneyn’in ilk önce batıya doğru gittiği anlaşılmaktadır. Güneşin battığı yer olarak tarif edilen bu bölge, dünyanın en batı noktası olabilir. Eğer Avrupa kıtası esas olarak alınırsa bu bölge, Avrupa kıtasının en uç noktasını oluşturan İspanya ve Cebelitarik Boğazı civarı olabilir. Afrika kıtası esas olarak alınırsa bu kez de bu kıtanın en batıdaki noktaları olan Moritanya ve Senegal gibi bölgelere işaret ettiği düşünülebilir. Ancak harita ölçü alındığında en batı noktanın Afrika kıtasına işaret ediyor olması muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir).

Ayetlerde Hz. Zülkarneyn’in yöneldiği bu batı bölgesini tarif ederken kullanılan bir diğer tanım ise “kara çamurlu göze” ifadesidir. Bu ifadenin Arapçası “aynin hami’e”dir. Bu ifadedeki “ayn” kelimesi “göz, pınar, çeşme, kaynak” anlamlarına gelmektedir. “Hamie” kelimesi ise “siyah çamur, balçık, bulanık, çamurlu” manalarındadır.

güneşin batışı tablo

Hz. Zülkarneyn’in yöneldiği batıdaki bölgenin Afrika olabileceğine Bediüzzaman Said Nursi de işaret etmektedir. Bediüzzaman şu şekilde tarif etmektedir: Zülkarneyn’in mağrib (batı) tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş’in gurub avanına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika’nın tamam istilâsı gibi çok ibretli mes’elelere işaret eder… Hem çeşme (ayn), teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz manasında olan “ayn” kelimesi, esrar-ı belâgatça gayet manidar ve münasibdir…

Batıyı kuşatan denize çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kuran’ın nazarı ise herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kâh bir meydan, kâh bir saray bazan bir beşik, bazan bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca batıyı kuşatan atlas denizini bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.5

Güneşin deniz kenarında batışını uzaktan izleyen bir kişi, güneşi denize giriyormuş gibi görür. Ya da dağın arkasından güneş batarken, uzaktan bakıldığında sanki güneş dağa giriyormuş gibi hissedilir. Bu kişinin bulunduğu yere ve bakış açısına bağlıdır.

Hz. Zülkarneyn ayette tarif edilen bölgeye ulaştığında orada bir toplulukla karşılaşır. O topluluğa karşı nasıl davranması gerektiğini ise Allah ona bildirir. Eğer o topluluk kendisine biat ederse ve Müslümanca yaşarsa, onlara iyilikle davranacaktır. Ancak eğer Allah’ın hükümlerine karşı çıkar, İslam’a tabi olmaz ve fitne çıkarırlarsa o zaman ona göre bir karşılık alacaklardır.

Hz. Zülkarneyn’in vereceği karşılık hukuki bir karşılıktır. Güzellikle ve iyilikle davranana güzel karşılık verilirken, kötülüğü, zulmü ve isyanı yol edinenlere de ona göre bir karşılık verilecektir. Bu karşılığın nasıl olacağı ise hakimin yetkisindedir. Bu ifadeden Hz.Zülkarneyn’in devlet başkanlığı görevinin yanı sıra hakimlik yetkisine de sahip olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Zülkarneyn, o dönemde mevcut olan ceza hukukuna göre ya hapis cezası, ya gözaltı, ya da başka bir ceza uygulamaktadır.

karadelik

Ayrıca bu ayetteki ifadelerden, Hz. Zülkarneyn’in ülkesinde devlet başkanlığı sistemi olduğu da anlaşılmaktadır. Lider olan Hz.Zülkarneyn tek hakim güçtür, devlet başkanıdır, yargı hakkını elinde bulunduran bir hakim konumu da bulunmaktadır.

Eğer kötülükle davranan bu kişi ya da gruplar isyanda bulunuyor, direnişe geçiyor ve saldırılar düzenliyorlarsa, o zaman devlet kendisini tüm güçleriyle korumaktadır. Ayette geçen “azap” kelimesiyle de devletin kendini savunmasına işaret ediliyor olabilir. Bu cezalandırma yöntemlerinin üzerinde durulurken, Hz.Zülkarneyn’in askeri ve polisiye gücüne, kolluk kuvvetlerine de işaret edilmektedir.

Ayette geçen “göze” kelimesi bazı yorumcular tarafından farklı şekillerde tefsir edilmektedir. Buna göre, Hz. Zülkarneyn “sebep” aracılığıyla uzayda bir yolculuk yapmış ve Güneş’i bir “karadelik”in içine girerken görmüştür. Karadelikler güneşlerin battıkları, yani içinde yok oldukları, ölen yıldızlardır. Bazı ölen yıldızlar büzülmekte, küçük bir hacim içinde çok yoğun bir maddeyi barındırmaktadırlar. Güneş’ten 3 kat büyük olan bu yıldızlar, sadece birkaç kilometre çapındadırlar. Böyle olunca da çekim güçleri muazzam bir şekilde artmakta, ışığı, sesi hatta zamanı bile yutmaktadırlar. Kendisine yakın olan yıldızları içine çekmekte ve içine çektiği her yıldızla çekim güçleri bir kat daha artmaktadır.6

Karadelikler kendilerine yaklaşan cisimleri yutmaları sebebiyle “karabataklık” şeklinde düşünülmektedirler ve ışımamaları sebebiyle de “karadelik” adını almaktadırlar.

Dedi ki: “Kim zulmederse Biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırır.” (Kehf Suresi, 87)

Ayette geçen ifadelerden Hz. Zülkarneyn’in Müslüman bir idareci, devletinin ise Müslüman bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Zülkarneyn konuşmalarında hemen Allah’ı ve ahiret gününü hatırlatmakta yani onlarla Müslümanca konuşmaktadır.

Hz. Zülkarneyn’in vurguladığı bir diğer konu ise zulmün karşılığının o zamanki hukuka göre belirlendiğidir. Ayette geçen azaplandırmadan kasıt -yukarıda da ifade ettiğimize benzer- cezai yaptırımlardır. Allah o dönemde, inkar eden topluluğun bu dünyadaki azabını, Hz. Zülkarneyn’in eliyle takdir etmiştir. Ancak bu azap, yaptıkları zulme karşılık olarak dünya hayatında verilen bir cezadır. Rabbimizin “Ahiret azabı ise, muhakkak çok daha büyüktür; bir bilseler” (Kalem Suresi, 33) ayetinde de bildirdiği gibi ahiretteki karşılık çok daha şiddetli, çok daha çetindir.

deprem, yıkılan evler

Allah’ın varlığını ve ahireti inkar eden, Kuran’ın hükümlerini yalanlayan her insan, hem dünyada hem de ahirette mutlaka hak ettiği karşılığı görecektir. Nitekim tarih boyunca pek çok kavim dünya hayatında büyük azaplara uğratılmıştır. Elçilerin Allah’a imana davet ettikleri kavimlerden bu daveti reddedenler dünya hayatındaki azapla karşılaşmıştır. Allah bu kavimlerin helaklarını haber verdiği ayetlerde, ahiret azabının çok daha şiddetli olduğunu da hatırlatmış, insanlara asıl çekinmeleri gereken azabın ahiret azabı olduğunu bildirmiştir. Ayetlerde Allah şöyle bildirir:

Böylece Biz de onlara dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz günlerde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga’ gönderdik. Ahiret azabı ise daha (büyük) bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım edilmeyecektir. (Fussilet Suresi, 16)

İşte Biz ölçüsüzce davrananları ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız; ahiretin azabı ise gerçekten daha şiddetli ve daha süreklidir. (Taha Suresi, 127)

Ayette cehennemde inkarcıların karşılaşacağı bu azap “görülmemiş bir azap” olarak tarif edilmektedir. Bu kelimeyle, ahiret azabının insanların dünyada karşılaştığı, görüp, bildikleri her türlü azaptan çok daha şiddetli olduğuna işaret edilmektedir. O nedenle insanların dünyada karşılaştıkları azaplardan önce ahiret azabını düşünmeleri ve bundan korkmaları gerekmektedir. Bu şiddetli korku insanların yaptıkları hatalardan dolayı tevbe etmelerine ve inkardan vazgeçip, kendilerini Allah’a teslim etmelerine vesile olabilir.

 

Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz.” (Kehf Suresi, 88)

Bu ayetten Hz. Zülkarneyn’in sadece bir devlet adamı ve hakim değil, aynı zamanda tebliğci bir Müslüman, bir mürşid olduğu da anlaşılmaktadır. Tebası altındaki insanları eğittiği, onlara Allah’ın rızasına uygun tarzda hükmettiği açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Zülkarneyn, karşılaştığı topluluğu hemen Allah’a imana, samimiyete, Kuran’da bildirilen salih amelleri, ibadetleri yerine getirmeye davet etmektedir. Bu kişileri teşvik etmek için dünya ve ahiret hayatındaki karşılığa dikkat çekmekte, böylece onları hidayete çağırmaktadır. Bu, tüm elçilerin gönderildikleri kavimlere yaptıkları bir davettir. Peygamberler durmaksızın insanları Allah’ın yoluna çağırmışlar, çeşitli metodlar geliştirerek insanların vicdanlarını harekete geçirmek için çalışmışlardır.

     
 

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

 
     

Ayetlerde dikkat çekilen bir diğer konu ise, insanlardan ne tepki gelirse gelsin kararlı davranmak, Allah’ın “iyiliği emredip kötülükten men etme” emrini mutlak surette yerine getirmektir. Bu, peygamberler gibi salih müminlerin de üzerine düşen önemli bir sorumluluktur. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)

Kehf Suresi’ndeki bu ayette dikkat çekilen bir diğer önemli konu ise, Müslümanlara kolaylık yolunun gösterilmesinin ve zorluk çıkarılmamasının önemidir. İyi insanlara yaptıkları işlerde, aldıkları kararlarda ve günlük hayatları içinde kolaylık, rahatlık ve huzur sağlanmalıdır. Nitekim ayette    “Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara Suresi, 185) şeklinde Rabbimiz bildirmekte ve iman edenlere önemli bir hatırlatmada bulunmaktadır. Allah bir diğer ayetinde “Andolsun Biz Kur’an’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer Suresi, 17) şeklinde buyurmaktadır. Dolayısıyla müminler, her zaman kolaylık yolunu seçmenin Kuran ahlakının bir gereği olduğunu bilmelidirler. Ayrıca Allah’ın “Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız” (Ala Suresi, 8) şeklindeki müjdesini akıllarından çıkarmamalıdırlar. Allah Hac Suresi’nde şu şekilde bildirir:

Allah adına gerektiği gibi cehd edin (çaba harcayın). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim’in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi “Müslümanlar” olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlanız O’dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)

Sonra (yine) bir yol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu (güneşi), kendileri için bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine doğmakta iken buldu. İşte böyle, onun yanında “özü kapsayan bilgi olduğunu” (veya yanında olup-biten herşeyi) Biz (ilmimizle) büsbütün kuşatmıştık. (Kehf Suresi, 89-91)

Hz. Zülkarneyn ikinci kez yol tuttuğunda bu kez doğu tarafına doğru gider. Ayette geçen bu ifade ile, muhtemelen yine haritaya göre en doğudaki Kore, Çin ya da Kuzey Çin (Mançurya) gibi bölgelere işaret ediliyor olabilir.

Ayetin devamında Hz. Zülkarneyn’in “Güneş’i kendileri için bir siper kılmadığımız bir kavim” ile karşılaştığından bahsedilmektedir. Ayette geçen siper kelimesinin Arapçası “sitren”dir ve bu kelime “örtmek, gizlemek” anlamına gelen Arapça “setere” fiilinden gelmektedir. Buradan anlaşıldığı gibi siper kelimesi bu ayette, “elbise ya da binadan müteşekkil örtü” anlamında kullanılmaktadır.

güneş, manzara

Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı… (Kehf Suresi, 90)

Dolayısıyla söz konusu topluluk, içinde barınabilecekleri bir evleri olmayan, düz bir arazide yaşayan, güneşten korunabilecekleri barınakları, şemsiyeleri veya herhangi başka bir gereçleri bulunmayan, dışarıda yaşayan göçebe bir topluluk olabilir. Geceleri çalışıp, gündüzleri de yer altında bir sığınakta yaşıyor olabilirler. Aynı zamanda giyecekleri olmayan, ilkel şartlarda, medeni olmayan bir ortamda yaşayan bir topluluk olmaları da muhtemeldir. Nitekim Ömer Nasuhi Bilmen de ayette geçen bu ifadeyi aynı şekilde tefsir etmektedir:

“Zülkarneyn’in bu seyahatinde (güneşin doğduğu bir cihete kavuştu) güneşin ilk ziya neşrettiği bir mamureye geldi. O güneşi (bir kavim üzerine tulu eder buldu ki, onlar için güneşe karşı bir siper yapmış değildik) bu kavim için güneşin şulelerini bertaraf edecek bir giysi, bir bina ve bir tepe gibi birşey bulunmuyordu. Bunlar güneş doğunca, ya yer altındaki mahzenlere veya denize sokulurlardı. Güneş bertaraf olunca çıkar maişetleriyle uğraşırlardı.”7

91. ayette ise Hz. Zülkarneyn’in özü kapsayan bir bilgiye sahip olduğundan bahsedilmektedir. Özü kapsayan bilgi ifadesinin Arapçadaki karşılığı “hubr”dur. Ve bu kelime “bütün incelikleri ve hakikati bilme” anlamında kullanılmaktadır.

Bu ilim daha önceki bölümlerde de vurguladığımız gibi Allah’ın dilediği kullarına Kendi Katından verdiği özel bir ilimdir. Kehf Suresi’nin 68. ayetinde de dikkat çekildiği gibi, Hz. Hızır da bu özel ilme sahip kutlu bir kişidir.

Kehf Suresi, 091-100. Ayetler

Sonra (yine) bir yol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu (güneşi), kendileri için bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine doğmakta iken buldu. İşte böyle, onun yanında “özü kapsayan bilgi olduğunu” (veya yanında olup-biten herşeyi) Biz (ilmimizle) büsbütün kuşatmıştık. (Kehf Suresi, 89-91)

Hz. Zülkarneyn ikinci kez yol tuttuğunda bu kez doğu tarafına doğru gider. Ayette geçen bu ifade ile, muhtemelen yine haritaya göre en doğudaki Kore, Çin ya da Kuzey Çin (Mançurya) gibi bölgelere işaret ediliyor olabilir.

Ayetin devamında Hz. Zülkarneyn’in “Güneş’i kendileri için bir siper kılmadığımız bir kavim” ile karşılaştığından bahsedilmektedir. Ayette geçen siper kelimesinin Arapçası “sitren”dir ve bu kelime “örtmek, gizlemek” anlamına gelen Arapça “setere” fiilinden gelmektedir. Buradan anlaşıldığı gibi siper kelimesi bu ayette, “elbise ya da binadan müteşekkil örtü” anlamında kullanılmaktadır.

güneş, manzara

Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı… (Kehf Suresi, 90)

Dolayısıyla söz konusu topluluk, içinde barınabilecekleri bir evleri olmayan, düz bir arazide yaşayan, güneşten korunabilecekleri barınakları, şemsiyeleri veya herhangi başka bir gereçleri bulunmayan, dışarıda yaşayan göçebe bir topluluk olabilir. Geceleri çalışıp, gündüzleri de yer altında bir sığınakta yaşıyor olabilirler. Aynı zamanda giyecekleri olmayan, ilkel şartlarda, medeni olmayan bir ortamda yaşayan bir topluluk olmaları da muhtemeldir. Nitekim Ömer Nasuhi Bilmen de ayette geçen bu ifadeyi aynı şekilde tefsir etmektedir:

“Zülkarneyn’in bu seyahatinde (güneşin doğduğu bir cihete kavuştu) güneşin ilk ziya neşrettiği bir mamureye geldi. O güneşi (bir kavim üzerine tulu eder buldu ki, onlar için güneşe karşı bir siper yapmış değildik) bu kavim için güneşin şulelerini bertaraf edecek bir giysi, bir bina ve bir tepe gibi birşey bulunmuyordu. Bunlar güneş doğunca, ya yer altındaki mahzenlere veya denize sokulurlardı. Güneş bertaraf olunca çıkar maişetleriyle uğraşırlardı.”7

91. ayette ise Hz. Zülkarneyn’in özü kapsayan bir bilgiye sahip olduğundan bahsedilmektedir. Özü kapsayan bilgi ifadesinin Arapçadaki karşılığı “hubr”dur. Ve bu kelime “bütün incelikleri ve hakikati bilme” anlamında kullanılmaktadır.

Bu ilim daha önceki bölümlerde de vurguladığımız gibi Allah’ın dilediği kullarına Kendi Katından verdiği özel bir ilimdir. Kehf Suresi’nin 68. ayetinde de dikkat çekildiği gibi, Hz. Hızır da bu özel ilme sahip kutlu bir kişidir.

Sonra bir yol (daha) tuttu. İki seddin arasına kadar ulaştı, onların (sedlerin) önünde hemen hemen hiçbir sözü kavramayan bir kavim buldu. (Kehf Suresi, 92-93)

Hz. Zülkarneyn üçüncü kez yol tuttuğunda bu kez geri döner ve en doğu ile en batı arasında bir bölgeye ulaşır. Burası, Himalayalar’da bir bölge olabilir.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursi de aynı bölgelere işaret etmekte ve Hz. Zülkarneyn’in “… Hind ve Çin’deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mani olduğunu…”8 hatırlatmaktadır. Üstad’ın da belirttiği gibi bu iki set, iki dağ silsilesi olabilir.

Ayette Hz. Zülkarneyn’in yeni gittiği bölgede karşılaştığı topluluğun hemen hiçbir sözü kavramadıkları da ifade edilmektedir. “Hiçbir söz” değil, “hemen hemen hiçbir söz” denmesi, bu topluluğun farklı ve alışılmışın dışında bir dil konuştuğuna işaret ediyor olabilir.

dağ manzarası… iki dağın arası eşit düzeye gelince, “Körükleyin” dedi… (Kehf Suresi, 96)

Ancak Hz. Zülkarneyn bu kavimle konuşabilmektedir. Bu durumda Hz. Zülkarneyn ya özel bilgisiyle bu farklı dili anlayıp konuşuyordur ya da yanında bulunan kişiler bu dili anlıyor olabilirler. Bu ayet, Hz. Zülkarneyn’in yanında bu konularda bilgili özel bir ekibi olduğuna işaret ediyor olabilir.

Ayetlerden ayrıca Hz. Zülkarneyn’in gittiği her yerde sefalet, yoksulluk ve zayıf bırakılmışlık olduğu anlaşılmaktadır. Batı tarafındaki topluluk da, doğudaki topluluk da ihtiyaç içindedir. Doğudaki topluluk güneşten korunacak bir barınakları olmayacak kadar büyük bir sefaletle iç içedir. İki setin arasındaki halk ise cehalet içindedir, kültürel ve teknolojik açıdan gelişmemiştir. Ayrıca kendilerini dış tehlikelerden korumaktan aciz bir topluluktur. Bu nedenle de ülke büyük bir anarşi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hz. Zülkarneyn’den yardım istemelerinin en önemli nedeni de işte bu yoksulluk, cehalet ve kargaşa olabilir. Bunların hepsi o dönemde yeryüzünde mevcut durumu anlamamız için önemli işaretlerdir.

Dediler ki: “Ey Zu’l-Karneyn, gerçekten Ye’cuc ve Me’cuc, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?” (Kehf Suresi, 94)

Arapçaya başka bir dilden girdikleri tahmin edilen Ye’cüc ve Me’cüc kelimeleri ile yeryüzünde bozgunculuk yapan bir topluluğa dikkat çekilmektedir. Nitekim İslam alimleri de yorumlarında Ye’cüc ve Me’cüc’ün o bölgede zorbalık yapan, fesat çıkaran, insanlara zulmeden bir ya da daha fazla kavim olduklarını ifade etmektedirler.

Ye’cüc ve Me’cüc’ün bozgunculukları nedeniyle zor durumda olan bu kavim, Hz. Zülkarneyn’den kendilerine yardım etmesini istemekte, bu yardımın karşılığında da ona vergi vermeyi teklif etmektedirler. Buradan Hz. Zülkarneyn’in tek başına bir kişi olmadığı, bir devleti yönettiği anlaşılmaktadır. Aynı Hz. Süleyman gibi Hz. Zülkarneyn de devlet gücüne ve askeri güce sahiptir.

dünya haritasıKehf Suresi’ndeki kıssadan anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Zülkarneyn, dünyanın pek çok bölgesini kontrolü altında bulunduran, Müslüman bir hükümdardı.

Ayette işaret edilen bir diğer konu da Hz. Zülkarneyn’in yanında, önceki ayette işaret edilen dil uzmanları gibi, bayındırlık ve imar konularından da anlayan bir ekip olduğudur. Hz. Zülkarneyn’in bu konularla ilgilendiği, mimari ve imar teknolojisini iyi bildiği de yapılan yardım talebinden anlaşılmaktadır. Hatta bu konulardaki bilgisi ile tanındığı, meşhur olduğuna da ayetlerde işaret edilmektedir. Onun bu ünü nedeniyle, diğer devletler kendisinden bu yönde bir yardım istemektedirler. Tüm bu özellikleri, Hz. Zülkarneyn’in devletinin gücünü ve çapını anlamak için de bir delil niteliğindedir.

Hz. Zülkarneyn ayrıca “yeryüzünde bozgunculuğu ve fitneyi önleyen bir kişi” olarak da tanınmaktadır. Bu nedenle de zor durumda olan, bu yönde sıkıntı çeken, iç karışıklıklar yaşayan veya dışarıdan baskı gören devletler ondan yardım istemektedirler. Bu, Hz. Zülkarneyn’in dünyaya nizam veren, komşu ülkelerin yardım istediği, askeri gücüne ve yeryüzünde bozgunculuğu önleyici yönüne güvendiği, çok güçlü bir devletin başında olduğunun bir delili olabilir. Bir milletin başka bir devletten yardım talep etmesi, üstelik bu yardımın karşılığında vergi vermeye razı olması bu milletin içinde bulunduğu sıkıntılı duruma çözüm bulamadığının göstergesidir. Yardım istedikleri devletin de, kendileri için zorlu olan konulara çözüm bulabilen, güçlü ve yerleşik bir hakimiyete sahip olduğunun apaçık bir alametidir.

Hz. Zülkarneyn’in hem batı tarafında hem de doğu tarafında böyle büyük saygı görmesi ve etkili olması onun dünyaya hakim bir devletin başında olduğunun göstergesi olabilir. Dolayısıyla ayetlerden onun, yeryüzüne barış, adalet ve güvenlik getirmekle sorumlu olduğunu bilen bir lider olduğunu anlıyoruz. Kendisini sadece kendi ülkesinden değil, dünyanın her bölgesinden sorumlu hissetmektedir.   Allah bu ayetiyle, yeryüzüne adalet, barış ve güvenlik getirmenin her Müslümanın üzerine bir sorumluluk olduğuna da işaret etmektedir. Her ülke kendi imkanları doğrultusunda dünya sorunları ile ilgilenmeli ve ihtiyaç içinde olan topluluklara maddi ve manevi yardımda bulunmalıdır.

Hz. Zülkarneyn kıssasıyla ahir zamanda İslam ahlakının da –aynı Hz. Zülkarneyn’de olduğu gibi- tüm dünyaya hakim olacağına işaret edilmektedir. Rabbimiz Nur Suresi’nde bu güzel müjdeyi iman edenlere şu şekilde bildirmektedir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır. Madem öyle, bana (insani) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım.” (Kehf Suresi, 95)

Bu ayette tekrar Hz. Zülkarneyn’in iktidarının sağlamlığına dikkat çekilmektedir. Onun iktidarı en küçük bir darbede yıkılacak kadar çürük ve zayıf bir iktidar değildir. Son derece güçlü, halkına ve ihtiyaç içinde olan diğer milletlere güven veren, yönetim şekli ve uygulamalarıyla insanlar üzerinde tedirginlik oluşturmayan bir devlettir. Allah’ın izniyle hiçbir zorluk ve darbe ile yıkılmayacak bir sağlamlığa sahip görünmektedir. Bu ayetle Allah, iç ve dış muhalefetin, baskıların ve zorbalıkların asla etki etmeyeceği, çatışma, kaynama ve ayaklanmalarla sarsılmayacak kadar devlete hakim bir iktidarın önemine dikkat çekmektedir. 

Hz. Zülkarneyn yaptığı yardım karşılığında hediye almamaktadır. Kuran’da peygamberlerin bu ahlakıyla ilgili başka örnekler de bulunmaktadır. Örneğin Hz. Süleyman’ın kendisine gönderilen hediyeleri reddedişi Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

“Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler.” (Elçi hediyelerle) Süleyman’a geldiği zaman: “Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz” dedi. (Neml Suresi, 35-36)

çölde develer

Belkıs, tarihteki güçlü devletlerden biri olan Sebe devletinin melikesidir. Kuran’da Hz. Süleyman’ın Sebe melikesi Belkıs’ın kendisine gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği haber verilmiştir. Üstte, Sebe melikesinin Hz. Süleyman’a gönderdiği hediye kervanını temsil eden bir resim.

Hz. Süleyman’ın da, Hz. Zülkarneyn’in de kendilerine teklif edilen maddi karşılığı kabul etmemesinin pek çok hikmeti olabilir. Bu hikmetlerden biri alacağı bir yardımın karşı tarafta oluşturabileceği olumsuz etkileri  engellemek olabilir. Çünkü insanın maddi yardımda bulunduğu bir kişiye karşı saygısında, itaatinde ve boyun eğiciliğinde azalma olabilir. Bu, insan psikolojisinde olan bir ruh halidir. Ayette böyle bir duruma mahal vermemek için, yapılan bir yardımın ücretsiz ve ikram olarak yapılmasının önemine işaret edilmektedir. Hiç şüphesiz böyle bir yardım hem sevgiyi, hem de bağlılığı daha çok artıracaktır. Üstelik Hz. Zülkarneyn de tıpkı Hz. Süleyman gibi, ekonomisi ve hazinesi çok güçlü bir devletin başındadır ve bu zengin devletin, yaptığı yardıma bir karşılık beklemeye ihtiyacı yoktur.

Ancak Hz. Zülkarneyn, maddi karşılık almadığı bu kavmin, yapacağı yardıma insan gücüyle destek olmalarını istemektedir. Böylece kendi devletinin insan gücünü kullanmayı tercih etmemekte, yardım ettiği kavmin yerel halkını görevlendirmekte, onlara çeşitli sorumluluklar vermektedir. Bu şekilde, onlara sanatı ve bilimi öğretmekte, kültürel ve teknolojik açıdan ilerlemelerini sağlamaktadır. Ayrıca atıl ve boş duran insan gücünü harekete geçirmektedir. Böylece hem kendi devletinin hazinesinden gereksiz harcama yapmamakta, hem de kendi savunmalarında görevlendirmek suretiyle onları ülkelerine fayda sağlar hale getirmektedir. Adalete, saygıya ve hakkaniyete dayanan böyle bir ilişki hiç şüphesiz karşılıklı güveni ve halkın desteğini kolaylıkla elde edebilir.

istanbul boğazıBöyle bir uygulamanın pek çok olumlu yönü vardır. Bunlardan birincisi, halkın eğitimi ve yetişmiş insan gücünün artmasıdır. Ayrıca halk tembellikten ve ataletten kurtulacak, kendi çabaları ile başarı elde etmenin huzurunu yaşayacaktır. Bu aynı zamanda, milletin özgüvenini kazandıracak bir uygulamadır. Kendi devletinin bekası için çalışan bir milletin yaptığı işte zorluk çıkarması, isyana ve başkaldırıya eğilim göstermesi çok zordur. Dolayısıyla bu yardım sırasında da halk kolaylıkla yönetilecektir. Ayrıca insanlar kendi kavimlerinden insanlarla daha rahat ve daha verimli çalışır, kendi milletlerine hizmet etmekten daha çok zevk alırlar. Allah rızası için yapılan işlerde tabi ki bunun ehemmiyeti yoktur. Ama her insanın bu konuda titizlik göstermesi, sadece Allah rızasını gözetmesi beklenemez. Bu vesileyle dindar olanlar gibi, dindar olmayan insanların da hukukları korunmuş olur. Burada Hz. Zülkarneyn’in, yaşadığı dönemde dünyanın dört bir yanını fethetmiş bir hükümdar olarak ne kadar akılcı bir politika izlediğini görmek mümkündür.

Ayette Hz. Zülkarneyn’in “bir engel yaptığından” bahsedilmektedir. Burada geçişi engelleyen bir yapının inşa edilmesiyle, yıkılmaz ve devrilmez mimariye, yüksek teknolojiye işaret edilmektedir. Özellikle de bina, köprü başta olmak üzere her türlü imarın sağlam olması son derece önemlidir. Bu gibi yapılar deprem, sel, yağmur gibi doğal felaketlerle ya da herhangi bir askeri saldırıyla yıkılmayacak kadar sağlam yapılmalıdır.

“Bana demir kütleleri getirin”, iki dağın arası eşit düzeye gelince, “Körükleyin” dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: “Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır (katran) dökeyim.” (Kehf Suresi, 96)

katranKatran

Ayette Hz. Zülkarneyn’in iki dağ arasında set inşa ederken betonarme teknolojisinden faydalandığına işaret ediliyor olabilir. Bu teknoloji günümüzde hemen hemen tüm binaların ve büyük barajların inşaatlarının yapımında kullanılmaktadır.

Ayrıca ayette Hz. Zülkarneyn’in iki dağ arasındaki bu sağlam engeli yaparken demir ve katranı (bazı tefsircilere göre erimiş bakırı) kullandığı haber verilmektedir. İnşaat sektöründe kullanılan en sağlam malzeme demirdir. Binaların ya da köprü, baraj gibi mimari eserlerin sağlamlığının artırılması için mutlaka demir kullanılması gerekir. Çünkü demir olmadan yapılan inşaatlar en ufak bir hasarda, sarsıntıda ya da tahribatta hemen çökerler.

Hz. Zülkarneyn, seti oluştururken demir kütleleri ve harç kullanarak büyük bir set meydana getirmiş olabilir. Demirleri uç uça getirmiş ve üzerlerine dökülen harç ile sağlam bir betonarme yapı oluşturmuştur. (En doğrusunu Allah bilir).

Ayette “eritilmiş bakır” olarak çevrilen ifadenin bir anlamı da “katran”dır. Katran, demiri nem ve deniz suyundan korumak için kullanılan, çam ağacından ve maden kömüründen elde edilen bir kaplama maddesidir. Hz. Zülkarneyn katranı, oluşturduğu demirden yapının üzerine akıtmış ve bu sayede demirin okside olup, paslanmasını engellemiş olabilir. Nitekim bugün modern betonarme teknolojisiyle inşa edilen yapılarda da katran benzeri yalıtım malzemeleri sıkça kullanılmaktadır.

dağ manzarası

Hz. Zülkarneyn betonarme yapıyı oluşturmak için üzerine katran akıtılmış olan demiri, kum, kireç, çakıl taşı ve sudan oluşturulan bir harç malzemesi ile birleştirmiş olabilir. Böylece betonun çok daha güçlü olmasını sağlamış olabilir. Normal şartlar altında kum ve kireçle yapılan bir harç kolaylıkla delinebilir. Ancak bu harç demirle takviye edilince, delinmesi mümkün olmaz. Bu yapı, delmek isteyenler açısından son derece caydırıcı olur. Bu betonarme yapının üzerine uygulanan bir baskı sonucunda yıkılması, zarar görmesi, üzerinde geçiş yapılacak bir delik açılması, o zamanki şartlarda yıkılması Allah’ın dilemesi dışında imkansızdır.

inşaatHz. Zülkarneyn’in inşa ettiği set, günümüz baraj teknolojisine benzer bir sistem ile de yapılmış olabilir. Ayetlerden öğrendiğimiz bilgiler buna işaret etmektedir. Resimlerde görüldüğü gibi demirle desteklenmiş inşaatlar, özel aletler olmadan yıkılamayacak ve aşılamayacak derecede sağlam olmaktadır. Aşağıda demirlerin, kullanıldıkları duvarın delinmesini engelleyici stilde dizilişleri görülüyor.

baraj

Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler. Dedi ki: “Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va’di haktır.” (Kehf Suresi, 97-98)

Kehf Suresi’nin 97. ayetinde Zülkarneyn tarafından yapılan setin aşılamadığı bildirilmektedir. Bu ifade setin yüksek olduğuna bir işarettir. Ayrıca o dönemin insanlarının bu seti delmeye güç yetirememeleri ise setin dayanıklılığına dikkat çekmektedir. Bu dayanıklılık da yine söz konusu setin yapımında, günümüzde tüm modern yapılarda kullanılan betonarme teknolojisine benzer sistemle inşa edildiğinin delillerinden olabilir.

Ayrıca 98. ayette bildirildiği üzere, Hz. Zülkarneyn’in setin yapımını tamamladıktan sonra ilk hatırlattığı şey Allah’ın, Rahman ve Rahim sıfatlarıdır. O, bu setin Allah’ın merhametinin bir delili olduğunu ve Allah dilemedikçe böyle bir seti yapmayı hiç kimsenin başaramayacağını çok iyi bilmektedir. Bu nedenle de seti yapanın Rabbimiz olduğunu hemen hatırlatmakta, böylece insanların bu başarıyı kendilerinden sanma gafletine düşmelerine engel olmak istemektedir.  Kehf Suresi’nin 98. ayetinde Hz. Zülkarneyn’in inşa ettiği bu güçlü setin kıyamete kadar baki kalacağı da haber verilmektedir. Ayette geçen vaad kelimesi, bir sonraki ayetten de anlaşıldığı gibi kıyameti ifade etmektedir. Bu ise, setin kıyamete kadar korunacağı anlamına gelmektedir.

Ayette yapımı bildirilen bu setin yeri belki zaman içinde bulunur, belki bulunmayabilir. Bunun bilgisi Rabbimizin katındadır. Önemli olan şudur: Ayette haber verildiği gibi bu setin kıyamete kadar yıkılması mümkün değildir. Allah ayetinde bu setin ancak kıyamette yıkılacağını açıkça haber vermiştir. Nitekim Allah kıyamet günü herşeyin yıkılacağını, dağların yürütüleceğini, yer üzerinde hiçbir şeyin kalmayacağını diğer pek çok ayetinde de bildirmiştir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:

Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün… (Kehf Suresi, 47)

Yer, düzlendiği, içinde olanları dışa atıp boşaldığı, Ve ‘kendi yaratılışına uygun Rabbine boyun eğdiği zaman. (İnşikak Suresi, 3-5)

Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: “Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak. Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek. (Taha Suresi, 105-107)

     
 

HZ. ZÜLKARNEYN KISSASI HAKKINDA FARKLI BİR YORUM

Hz. Zülkarneyn kıssası hakkında akla gelen bir diğer ihtimal ise, bu kıssanın gelecekte gerçekleşecek olayları anlatıyor olmasıdır.

Daha önce vurguladığımız gibi Allah katında zaman tektir; gelecek , geçmiş ve şu an tek bir anda yaşanmaktadır. Nitekim Kuran’ın bazı ayetlerinde, kıyamet gününde, cennette ve cehennemde vuku bulacak her bir detay gerçekleşmiş ve sonuçlanmış olaylar olarak bizlere anlatılmaktadır. Bu ayetlerden biri şöyledir:

Sur’a üfürüldü; böylece Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. (Zümer Suresi, 68)

Görüldüğü gibi ayette bildirilen olaylar geçmişte olmuş bitmiş olaylar gibi anlatılmaktadır. Oysa bunların tümü bizim için gelecektir, henüz gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla Hz. Zülkarneyn kıssası da geleceğe dair bir olay olup, bize geçmiş zaman olarak anlatılıyor olabilir.

Allah Kehf Suresi’nin 84. ayetinde Hz. Zülkarneyn için “… ona herşeyden bir yol (sebep) verdik” şeklinde buyurmaktadır. Burada Hz. Zülkarneyn’in gelecekte dünyanın her yerine hakim, büyük bir güce sahip olacağına işaret ediliyor olabilir.

Günümüzde bir ülkenin -ya da bir liderin- dünya hakimiyetinden söz edebilmek için, bu ülkenin maddi gücünün yanısıra, iletişim teknolojisine de sahip olması gerekmektedir. Bir liderin bölge bölge dolaşıp ülkeleri denetlemesi mümkün değildir. Bu nedenle liderin merkezi bir başkentte olup, diğer bölgeleri uydu ve çeşitli iletişim araçlarıyla kontrol altında tutması çok daha akılcıdır. Nitekim Kehf Suresi’nin 95. ayetinde geçen “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır” ifadesiyle, Hz. Zülkarneyn’in yerleşik bir düzene sahip olduğuna işaret edilmektedir.

Kıssayı bu yönde incelediğimizde her ayetin farklı bir işareti olabileceğini görürüz. Örneğin Hz. Zülkarneyn’in önce batıya, sonra doğuya gittiği, daha sonra da geriye döndüğü bildirilmektedir. Bu ayetlerde, uydu yayınında kanalların değiştirilmesine, yayında kanal değiştirdikçe Hz.Zülkarneyn’in farklı bir bölge ile iletişim kurduğuna işaret ediliyor olabilir. Ayetlerde sürekli bir “bulma”ya dikkat çekilmektedir. Hz. Zülkarneyn’in “göze”nin yanında bir kavim “bulduğundan”, doğu tarafında sözden anlamayan bir topluluk “bulduğundan” bahsedilmektedir. Bu “bulmalar” bir “arama” sonucunda oluşmaktadır ve uydu kanallarında yapılan bir “aramaya” bakıyor olabilir. 

Ayetlerde doğu tarafındaki halk için “güneşi kendilerine siper edinmemiş” denmektedir. Eğer bu bilgileri iletişim teknolojisini göz önünde bulundurarak yorumlarsak, burada iki farklı işaret olduğunu düşünebiliriz. Hz. Zülkarneyn uydu aracılığıyla bu bölgeleri izliyor ve onlar hakkında istihbarat elde ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Ayrıca bu ifade ile ahir zamanda pek çok alanda kullanılacak olan enfraruj teknolojisine de işaret ediliyor olabilir. Günümüzde enfraruj kameralar tıp, adli tıp, meteoroloji, kriminoloji, istihbarat, endüstri gibi pek çok alanda kullanılmaktadır. İnsan vücudu da bu kameralar aracılığıyla tüm detaylarıyla incelenebilmektedir.

uydu teknolojisiUydu teknolojisi sayesinde yeryüzünden detaylı görüntü alınmakta, özellikle de istihbarat amaçlı uydular her ülkeyi yakından takip edebilmektedir. İkonos uydusundan alınan Washington Anıtı (solda) ve Venedik (sağda) fotoğrafı.

Ayetlerde Hz. Zülkarneyn’in hitap ettiği bildirilen topluluk tüm bir kavim ise, onlara uydu aracılığı ile ve televizyon yayını sayesinde hitapta bulunuyor olabilir. Bu şekilde dünyanın her yerindeki insanların şikayetlerini ve ihtiyaçlarını öğrenip, daha sonra hakim olduğu bu bölgeleri karargahından talimatla yönetmesi mümkündür.

enfraruj kameraResimlerde de görüldüğü gibi enfraruj teknolojisi sayesinde suç işlenen bölgelerdeki her türlü suç aleti kolaylıkla tespit edilmekte, karanlıkta işlenen suçlar da tüm detaylarıyla gözlenmektedir. Ayrıca hastalıkların ön teşhisinde de önemli ilerlemeler kaydedilmektedir.

Ayetlerde geçen Yecüc ve Mecüc’ün bozgunculuğu klasik anlamda bir terör ya da anarşi olayı olabileceği gibi, yayın aracılığıyla yapılan bir bozgunculuk da olabilir. Diğer yayınları engelleyip, sadece kendileri bozgunculuk amaçlı bir yayın yapıyor olabilir. Hz. Zülkarneyn de bu yayını farklı yöntemlerle engellemiş, böylece bozgunculuğun önüne geçmiş olabilir. Örneğin ayette söz edilen demir ve bakırı kullanarak, bir elektromanyetik alan oluşturmuş, bu şekilde radyo ve televizyon yayınlarını bozmuş olabilir. Nitekim elektromanyetik kaynaklardan biri olan trafo, demir çekirdek etrafına bakır iletken sarılarak elde edilmektedir. Bu elektromanyetik alan çok güçlü olduğu takdirde radyo ve televizyon yayınlarını bozabilir.

televizyon philipsBir diğer ihtimal ise çok büyük, kitlevi bir uydu anteni yapımına işaret edilmiş olmasıdır. Antenin büyük olmasının sebebi ise Yecüc ve Mecüc’ün yeryüzündeki tüm yayınları çalışmaz hale getiren bozucu etkisini aşabilmek için olabilir. Antenlerin yüzeyleri, genel olarak daha ucuz ve hafif olan alüminyumdan yapılır. Ancak antenin iletkenliğini artıracak en ideal malzeme aslında alüminyum değildir. Bakır çok daha ideal bir iletkendir. Bu bakımdan bakır tercih edilmiş olabilir. Ancak bu kadar büyük bir antenin bakır plakalarla kaplanması da akılcı değildir. Bunun yerine antenin yüzeyi eritilmiş bakırla kaplanırsa, hem kalıcı bir çözüm olur, hem de tek parça pürüzsüz bir yüzey elde edilerek antenin olabilecek en yüksek performansta çalışması gerçekleştirilir.

Karşıt yayın yoluyla ya da elektromanyetik alan oluşturarak yapılan bu seti,  görünmez bir engel olarak ifade etmek mümkündür. Nitekim bazı İslam alimleri Kehf Suresi’nin 93. ayetinde geçen ifadeyi “seddeyn” değil “süddeyn”, Kehf Suresi’nin 94. ayetinde geçen ifadeyi ise “sedd” değil, “südd” şeklinde okurlar. Eğer “sedd” şeklinde okunursa bu “gözle görünen engel” manasına gelirken, “südd” şeklinde okunursa “gözle görülmeyen engel” anlamına gelmektedir.  (En doğrusunu Allah bilir).

televizyon sonyAyette geçen “Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler” (Kehf Suresi, 97) şeklindeki ifade de buna işaret ediyor olabilir. Çünkü bu büyük antenin yayınını engellemek isteyen Yecüc ve Mecüc’ün ya bu yayının üzerine çıkabilmeleri ya da bu yayını delmeleri gerekmektedir. Uluslararası literatürde korsan yayınların herhangi bir yayının arasına girerek, illegal yayın yapmasına da “yayın delme” adının verilmesi manidardır.

Bu yorumla değerlendirildiğinde “hemen hiçbir söz anlamayan” tabirinin de yapılan uydu yayınını, bazı zamanlar kavrayamayan bir kavme işaret ettiği düşünülebilir. Bu kavim yayının bozulduğu anlarda sözü anlayamıyor, sonra yayın düzeldiğinde de makul olarak hemen kavramaya başlıyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Kehf Suresi’nin 86. ayetinde geçen “… kara çamurlu bir göze” şeklindeki ifade de dikkat çekicidir. Çünkü normal bir televizyon ekranında güneşin batışı küçük bir su gözesinde batış gibidir. Televizyonda görüntülerin rengi değişir ve deniz sathındaki bir batış ekranda grileşeceği için, dışarıdan bu görüntüyü izleyen bir kişi için güneş, kara görünümlü bir gözede batıyormuş gibi gözükür. “Aynin hami’e” ifadesinde geçen “ayn=göz” ve “hami’e=bulanık” kelimelerinin bu anlamları da göze ve  televizyondaki görüntünün bulanıklığına işaret ediyor olabilir.

Ayrıca hem batı hem de doğu tarafı ile iletişim içinde olması, bir tarafta güneş doğarken diğer tarafta güneş batması da dünyanın farklı bölgeleri ile bağlantı içinde olduğuna işaret ediyor olabilir.

 
     

Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sur’a da üfürülmüştür, artık onların tümünü birarada toparlamışız. Ve o gün, cehennemi, inkar edenlere tam bir sunuşla sunmuşuz. (Kehf Suresi, 99-100)

Tüm kainatın da bir ölümü olduğu Kuran’da bildirilmektedir. Ölümlü olan yalnız insan değildir. Tüm hayvanlar, bitkiler, gezegenler, kısacası yaratılmış olan canlı cansız tüm maddesel varlıklar bir gün mutlaka yok olacaklardır. Kuran’da bu gün, “İnsanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı…” (Mutaffifin Suresi, 6) gün şeklinde tarif edilmektedir.

Kıyamet dehşet verici bir gündür. O gün, önceden inanmamış olanlar, Allah’ın azametini, kudretini ilk kez, hem de çok büyük bir şiddetle hissedeceklerdir. İşte bu nedenle kıyamet, inkarcılar için başlı başına büyük bir azap, bir dehşet, pişmanlık, acı ve şaşkınlık günüdür. Kıyameti gören insan, hiçbir şekilde tarif edilemeyecek, dünyadaki tüm korkulardan yüzlerce kat şiddetli olan bir korkuya kapılacaktır.

Kıyametin başlangıcı Sur’a üfürülmesi ile olur. Bu, dünyanın ve bütün evrenin toplu yıkımının ve sonun başlangıcının işaretidir. Artık geriye dönüş yoktur. Dünya hayatının tamamen bitip herkes için gerçek hayatın, yani ahiretin başladığının sesidir bu. Bu ses, inkar edenlerin kalplerinde kesintisiz ve sonsuza dek taşıyacakları korku, dehşet, yılgınlık ve şaşkınlığı başlatan ilk sestir. Müddessir Suresi’nde kıyamet gününün inkar edenler için nasıl bir an olduğu şöyle belirtilmiştir:

Çünkü o boruya (sur’a) üfürüldüğü zaman. İşte o gün, zorlu bir gündür. Kafirler içinse hiç kolay değildir. (Müddessir Suresi, 8-10)

Kehf Suresi’nin bu ayetlerinde de kıyamet anında bu kavimlerin dalgalar halinde birbirlerine geçeceğine dikkat çekilmektedir. İnsanlar, ölüm korkusunun verdiği sarhoşluk içinde dalgalanır gibi bir oraya, bir diğer tarafa gideceklerdir. Kontrollerini tamamen yitirecek, korku içinde ne yaptıklarını, nereye gittiklerini şaşıracaklardır.

İnsan dünyada kıyametten ne kadar gaflette ve ona karşı ne kadar hazırlıksızsa, o gün kapılacağı dehşet de o denli büyük olur. Bu korku ve dehşet hissi, kendisine ölüm anı gelmesinden itibaren sonsuza kadar peşini bırakmayacaktır. Bu korkunun, çocukların saçlarını bile bir anda ağartabilen bir korku olduğu ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

Eğer inkar edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız? Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır; (artık) O’nun va’di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir. (Müzzemmil Suresi, 17-18)

Allah’ı, o güne kadar yaptıklarından habersiz sananlar o anda kendilerinin aslında kıyamet gününe kadar zaman verilmiş aciz kullar olduklarını anlarlar. Çünkü Allah, o zamana dek ayette bildirildiği üzere; “… onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (İbrahim Suresi, 42) Diğer ayetlerde de, inkarcıların korku ve şaşkınlığı şöyle tarif edilir:

Kaari’a (başa çarpıp patlak verecek felaket)… Nedir kaari’a? Sana o kaaria’yı bildiren nedir? İnsanların, ‘her yana dağılmış’ pervaneler gibi olacakları gün ve dağların ‘etrafa saçılmış’ renkli yünler gibi olacakları (gün). (Kaaria Suresi, 1-5)

Hac Suresi’ndeki ayetlerde ise, insanların adeta şuurlarını kaybettikleri, kendilerini bilmezcesine koşuşturdukları şu şekilde aktarılır:

Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü Kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kendi emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azabı pek şiddetlidir. (Hac Suresi, 1-2)

İnsanların o günkü çaresizliğini anlatan ayetlerden birkaçı da şöyledir:

Ay karardığı, Güneş ve Ay birleştirildiği zaman. İnsan o gün: “Kaçış nereye?” der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, ‘sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbi’nin katıdır. (Kıyamet Suresi, 8-12)

Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da   gözleri bir perde içindeydi. (Kuran’ı) dinlemeye katlanamazlardı. (Kehf Suresi, 101)

Kehf Suresi’nin bu ayetinde Allah inkar edenlerin zikirden yana gaflet içinde olduklarını bildirmektedir. Rabbimiz bir başka ayetinde de “Hayır, onlar Rablerini zikirden yüz çevirenlerdir” (Enbiya Suresi, 42) şeklinde buyurmaktadır. Onlar Allah’ın ayetlerini inkar etmekte, kainatın her bir detayındaki yaratılış delillerini görmezlikten gelmekte ve Allah’ın insanlara bir hidayet rehberi olarak indirdiği Kuran’ı dinlemekten şiddetle kaçmaktadırlar. Oysa Allah zikrin önemini pek çok ayette vurgulamakta ve aksinin gaflet hali olacağını bildirmektedir:

“Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.” (Araf Suresi, 205)

İnsan, Kuran ahlakını yaşamakla, her yaptığı işte Allah’ın rızasını aramakla ve Allah’ın emir ve tavsiyelerine titizlikle uymakla yükümlüdür. Zikrin önemi Ankebut Suresi’nde de şu şekilde bildirilir:

Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)

Müminler için ise Allah’ın “Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Münafıkun Suresi, 9) emri gereği zikir herşeyden önemlidir. Allah “Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil Suresi, 8) şeklinde buyurmuştur. Müslümanların Allah’ı zikretme konusundaki kararlılıkları bir ayette de şu şekilde bildirilir:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Kehf Suresi’nin 101. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise inkar edenlerin Kuran’ı dinlemeye katlanamamalarıdır. Onlar kendileri gibi, diğer insanların da Kuran’dan uzak durmalarını isterler. Çünkü Kuran’ı dinleyen bir kişi vicdanının sesine uyarak, iyilerin yanına geçebilir; hakkı uygulamaya, yaşamaya ve yaşatmaya başlayabilir. İşte bu nedenle de inkar edenler, kendilerine yapılan tebliği dinlememek için türlü yöntemler kullanırlar. Allah “İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.” (Fussilet Suresi, 26)ayetiyle bu kimselerin kullandıkları yöntemi de bildirmiştir.

İnkar edenler Kuran’ı dinlememek için yukarıdaki ayette belirtildiği gibi yüksek sesle üstün gelmeye çaba harcar, konuyu değiştirmeye çalışır veya saldırgan bir üslupla ayetlerin okunmasını engellemeye gayret ederler. Bu yöntemler işe yaramazsa, bu kez iman edenleri susturmak için şiddete, tehdite ve türlü baskı yöntemlerine başvurabilirler. Bunları yapmalarının tek nedeni ise duydukları gerçeklerden etkileneceklerinden, vicdanlarının harekete geçeceğinden ve bazı düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu fark edeceklerinden korkmalarıdır. Bu korkularını onların yüz ifadelerinden, tavırlarından, Kuran ayetleri okunurken ve yaratılış gerçeği anlatılırken bir anda paniğe kapılmalarından hemen anlamak mümkündür. Tek kurtuluşları Kuran ahlakına uymak olmasına rağmen inkarcıların hakkı dinlemekten kaçacaklarını Allah Yasin Suresi’nde şöyle bildirir:

Onlara: “Önünüzde ve arkanızda olandan sakının, belki esirgenirsiniz” denildiğinde, (dinlemeyip inkara devam ederler). Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çevirirler. (Yasin Suresi, 45-46)

Oysa Kuran’ı dinlememek için kulaklarını tıkayanlar bilmelidirler ki, hesap günü çok büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. O gün tek istedikleri şey ise ölümün herşeyi kesip bitirmesi olacaktır. Bu durum Kuran’da şöyle haber verilir:

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti.” (Hakka Suresi, 25-29)

İnkar edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (Kehf Suresi, 102)

Ayette bazı insanların Allah’ı unutup, O’nun dışında dost ve veliler edindikleri vurgulanmaktadır. Söz konusu insanlar bir zorlukla karşılaştıklarında, bir sıkıntıları olduğunda, yardıma ihtiyaç duyduklarında “veli” edindikleri kişilerin kendilerine yardım edebilecekleri, sıkıntılarını giderebilecekleri yanılgısına düşerler. Oysa insanlardan medet ummak, yardım beklemek çok büyük bir hatadır. Allah dilemedikçe hiçbir insanın bir diğerine yardımda bulunması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın dışındaki varlıklar da yalnızca O’nun yarattıklarıdır. O’nun dilemesiyle var olmuşlardır. O’nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirirler. Zorlukları giderip kolaylaştıran, sıkıntıları ortadan kaldıran, şifayı ve rızkı veren, güldüren ve ağlatan Allah’tır. Kısaca Allah’tan başka herşey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Bunların kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, ortada Allah’tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek, beklenecek kimse de yoktur.

Bu nedenle, Allah’tan değil de başkalarından yardım dilemek, onları veli edinip Allah’ı unutmak, Allah’a güvenmeyip, sebeplere, aracılara, insanlara güvenmek, Allah’ın yarattıklarını Allah’tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmek demektir ki, bu da apaçık şirktir. Allah’ı bırakıp da kullarından yardım bekleyenlerin düştükleri sapkınlık Kuran’da şöyle ifade edilir:

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)

Bir azap yurdu olan cehennemde, Allah’ın “Kahhar” (Kahredici), “Cebbar” (istediğini zorla yaptıran), “Muntakim” (intikam alıcı) gibi isimleri sonsuza dek tecelli edecektir. Kehf Suresi’nin bu ayetinde ise bu sonsuz azabın inkar edenler için bir durak olduğu bildirilmektedir.

İnkar edenler, Allah’ın huzurunda hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar. Bu an, sonsuza dek içinde kalacakları cehenneme sürülecekleri andır. İnkar edenler için hiçbir kaçış imkanı yoktur. Cehennem ehlinin her biri, kendisi için görevlendirilmiş bir şahit, bir de sürücü melekle gelir. Konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir:

Sur’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür. (Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir. Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: “İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey.” Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine, Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi, Ki o, Allah’la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın. (Kaf Suresi, 20-26)

İşte inkar edenler bu korkunç yere doğru yüzüstü sürüklenerek götürülürler. Kuran’da geçen ifadeyle “bölük bölük” cehenneme doğru sevk edilirler. Cehennemin dehşet verici uğultusunu uzaktan duyarlar. (Mülk Suresi, 7-8)

Ayetlerde belirtildiğine göre, inkarcılar, dirilişle birlikte başlarına gelecekleri hissetmeye başlarlar. Boyunları aşağılanmaktan ve utançtan ötürü bükülmüştür. Başları düşmüş, dostsuz, yardımcısız kalmış, kibirleri kırılmış, çökmüş durumdadırlar. Utançlarından dolayı başlarını kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakarlar. Bir ayette Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azap içindedirler. (Şura Suresi, 45)

Cehennemin kapısında ise inkarcılar şöyle karşılanırlar:

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: “Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet” dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: “İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür.” (Zümer Suresi, 71-72)

İnkar edenler cehenneme girdiklerinde cehennemin kapıları üzerlerine kapatılır. Karşı karşıya kaldıkları azap, Kuran’da “büyük bir azap” (Al-i İmran Suresi, 176), “şiddetli bir azap” (Al-i İmran Suresi, 4) ve “acıklı bir azap” (Al-i İmran Suresi, 21) olarak tarif edilmiştir.  İnsanın dünya hayatında bildiği kıstaslar, cehennem azabını tam olarak kavramaya yeterli değildir. Allah’ın azabının bir benzerinin olmadığı ayetlerde şöyle haber verilir:

Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

cehennem, ateş

Cehennem ehli, cehennemde “cayır cayır yanmakta olan” (Mearic Suresi, 15),  “alevleri kabardıkça kabaran” (Leyl Suresi, 14), “çılgınca yanan” (Furkan Suresi, 11) bu ateşin içine atılırlar. Ayetlerde şöyle buyrulur:

Kimin tartıları hafif kalırsa. Artık onun da anası (son durağı) “haviye”dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 8-11)

Ateş, cehennemdeki azaplardan sadece bir tanesidir.  Cehennemde insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır. Kuran’da geçen ifadeyle, azap cehennemde her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler ve bu sonsuza kadar devam eder.

De ki: “Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?” “Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.” İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)

Bu ayetlerde dünya hayatı boyunca çalışıp çabalamış, belki maddi açıdan başarılı olmuş, belli bir kariyere sahip olmuş, sanat eserleri, bilimsel buluşlar ortaya koymuş, ancak Allah’ın varlığını ve ayetlerini inkar ettikleri için ahirette çabaları boşa gitmiş olan insanlardan bahsedilmektedir.

Bir insan Allah’a inanmaz, Kuran ayetlerini inkar eder ve yapılan hatırlatmalardan yüz çevirirse, bu kişi -büyük eserler meydana getirse veya çok önemli buluşlar yapsa da- ahireti açısından büyük bir kayıpta demektir. Ayetlerde bu kişilerin durumu şu şekilde ifade edilir:

… Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)

Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Araf Suresi, 147)

… Onlar sizden kuvvet bakımından daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (dünyaya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır. (Tevbe Suresi, 69)

     
 

Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)

 
     

Ayetlerde inkar edenlerin tüm çabaları boşa giderken, iman edenlerin her iyiliklerinin en güzeliyle karşılık bulacağı da müjdelenmektedir. Onların hiçbir amellerinin boşa çıkarılmayacağı bir ayette şöyle haber verilir:

Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevab verdi: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran Suresi, 195)

İşte, inkar etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf Suresi, 106)

Kehf Suresi’nin 106. ayetinde de inkar edenlerin Allah’ı, elçisini ve ayetlerini alaya almalarından dolayı cehennem azabıyla cezalandırılacaklarından bahsedilmektedir. Alay, inkar edenlerin Kuran’ı dinlememek için en sık başvurdukları yöntemdir. Allah, inkarcıların birbirlerine adeta vasiyet ettikleri bu ahlak bozukluğunu bir ayetinde şöyle bildirir:

Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyiversin, mutlaka ondan yüz çevirirler. Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya aldıklarının haberleri onlara gelecektir. (Enam Suresi, 4-5)

Bir başka ayette ise şu şekilde belirtilmektedir:

Fakat onlara ayetlerimizle geldiği zaman, bir de ne görsün, onlar bunlara (alay edip) gülüyorlar. (Zuhruf Suresi, 47)

Bu kişilerin alay etmelerinin altında yatan en önemli neden ise anlatılanları dinlemek istememeleridir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi bu gerçeklere kulak verdiklerinde vicdanlarının harekete geçeceğinden, ahiretin varlığının, ölümün ve dünya hayatındaki sorumluluklarının akıllarına geleceğinden korkarlar. Bu nedenle de alaya başvururlar. Allah’ın elçileri vasıtasıyla indirdiği dinlerle alay etmek kastıyla kendilerince karikatürler çizer, mizahi yazılar yazar, bununla neşe bulmaya ve Kuran’da bildirilen gerçekleri unutmaya çalışırlar.

Alay, fikri bir açıklaması, karşısındaki fikre karşı getirebilecek bir delili olmayan kişilerin, bu zayıflıklarını ve komplekslerini gizlemek için kullandıkları cahilce bir yöntemdir. Alayla kendi inkarlarını haklı göstermeye çalışan bu kişiler, Allah’ın “(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır” (Bakara Suresi, 15) ayetiyle de belirttiği gibi, ancak kısa bir süre bu alaylarını devam ettirebileceklerdir. Ölüm gelip çattığı zaman “… Alay konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır” (Zümer Suresi, 48)ayetine uygun bir ortamla karşılaşacaklardır. Allah başka ayetlerinde de Kuran ayetleriyle alay edenlerin cehennem azabı karşısındaki durumlarını şu şekilde tarif etmektedir:

Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar. “Bu, açıkca bir büyüden başkası değildir” dediler. “Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz? Veya önceki atalarımız da mı?” De ki: “Evet, üstelik boyun bükmüş kimseler olarak (diriltileceksiniz). “İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din günüdür.” “Bu, sizin yalanladığınız (mümini kafirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” (Saffat Suresi, 12-21)

Kehf Suresi, 101-110. Ayetler

Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da   gözleri bir perde içindeydi. (Kuran’ı) dinlemeye katlanamazlardı. (Kehf Suresi, 101)

Kehf Suresi’nin bu ayetinde Allah inkar edenlerin zikirden yana gaflet içinde olduklarını bildirmektedir. Rabbimiz bir başka ayetinde de “Hayır, onlar Rablerini zikirden yüz çevirenlerdir” (Enbiya Suresi, 42) şeklinde buyurmaktadır. Onlar Allah’ın ayetlerini inkar etmekte, kainatın her bir detayındaki yaratılış delillerini görmezlikten gelmekte ve Allah’ın insanlara bir hidayet rehberi olarak indirdiği Kuran’ı dinlemekten şiddetle kaçmaktadırlar. Oysa Allah zikrin önemini pek çok ayette vurgulamakta ve aksinin gaflet hali olacağını bildirmektedir:

“Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.” (Araf Suresi, 205)

İnsan, Kuran ahlakını yaşamakla, her yaptığı işte Allah’ın rızasını aramakla ve Allah’ın emir ve tavsiyelerine titizlikle uymakla yükümlüdür. Zikrin önemi Ankebut Suresi’nde de şu şekilde bildirilir:

Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)

Müminler için ise Allah’ın “Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Münafıkun Suresi, 9) emri gereği zikir herşeyden önemlidir. Allah “Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil Suresi, 8) şeklinde buyurmuştur. Müslümanların Allah’ı zikretme konusundaki kararlılıkları bir ayette de şu şekilde bildirilir:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Kehf Suresi’nin 101. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise inkar edenlerin Kuran’ı dinlemeye katlanamamalarıdır. Onlar kendileri gibi, diğer insanların da Kuran’dan uzak durmalarını isterler. Çünkü Kuran’ı dinleyen bir kişi vicdanının sesine uyarak, iyilerin yanına geçebilir; hakkı uygulamaya, yaşamaya ve yaşatmaya başlayabilir. İşte bu nedenle de inkar edenler, kendilerine yapılan tebliği dinlememek için türlü yöntemler kullanırlar. Allah “İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.” (Fussilet Suresi, 26)ayetiyle bu kimselerin kullandıkları yöntemi de bildirmiştir.

İnkar edenler Kuran’ı dinlememek için yukarıdaki ayette belirtildiği gibi yüksek sesle üstün gelmeye çaba harcar, konuyu değiştirmeye çalışır veya saldırgan bir üslupla ayetlerin okunmasını engellemeye gayret ederler. Bu yöntemler işe yaramazsa, bu kez iman edenleri susturmak için şiddete, tehdite ve türlü baskı yöntemlerine başvurabilirler. Bunları yapmalarının tek nedeni ise duydukları gerçeklerden etkileneceklerinden, vicdanlarının harekete geçeceğinden ve bazı düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu fark edeceklerinden korkmalarıdır. Bu korkularını onların yüz ifadelerinden, tavırlarından, Kuran ayetleri okunurken ve yaratılış gerçeği anlatılırken bir anda paniğe kapılmalarından hemen anlamak mümkündür. Tek kurtuluşları Kuran ahlakına uymak olmasına rağmen inkarcıların hakkı dinlemekten kaçacaklarını Allah Yasin Suresi’nde şöyle bildirir:

Onlara: “Önünüzde ve arkanızda olandan sakının, belki esirgenirsiniz” denildiğinde, (dinlemeyip inkara devam ederler). Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çevirirler. (Yasin Suresi, 45-46)

Oysa Kuran’ı dinlememek için kulaklarını tıkayanlar bilmelidirler ki, hesap günü çok büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. O gün tek istedikleri şey ise ölümün herşeyi kesip bitirmesi olacaktır. Bu durum Kuran’da şöyle haber verilir:

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti.” (Hakka Suresi, 25-29)

İnkar edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (Kehf Suresi, 102)

Ayette bazı insanların Allah’ı unutup, O’nun dışında dost ve veliler edindikleri vurgulanmaktadır. Söz konusu insanlar bir zorlukla karşılaştıklarında, bir sıkıntıları olduğunda, yardıma ihtiyaç duyduklarında “veli” edindikleri kişilerin kendilerine yardım edebilecekleri, sıkıntılarını giderebilecekleri yanılgısına düşerler. Oysa insanlardan medet ummak, yardım beklemek çok büyük bir hatadır. Allah dilemedikçe hiçbir insanın bir diğerine yardımda bulunması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın dışındaki varlıklar da yalnızca O’nun yarattıklarıdır. O’nun dilemesiyle var olmuşlardır. O’nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirirler. Zorlukları giderip kolaylaştıran, sıkıntıları ortadan kaldıran, şifayı ve rızkı veren, güldüren ve ağlatan Allah’tır. Kısaca Allah’tan başka herşey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Bunların kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, ortada Allah’tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek, beklenecek kimse de yoktur.

Bu nedenle, Allah’tan değil de başkalarından yardım dilemek, onları veli edinip Allah’ı unutmak, Allah’a güvenmeyip, sebeplere, aracılara, insanlara güvenmek, Allah’ın yarattıklarını Allah’tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmek demektir ki, bu da apaçık şirktir. Allah’ı bırakıp da kullarından yardım bekleyenlerin düştükleri sapkınlık Kuran’da şöyle ifade edilir:

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)

Bir azap yurdu olan cehennemde, Allah’ın “Kahhar” (Kahredici), “Cebbar” (istediğini zorla yaptıran), “Muntakim” (intikam alıcı) gibi isimleri sonsuza dek tecelli edecektir. Kehf Suresi’nin bu ayetinde ise bu sonsuz azabın inkar edenler için bir durak olduğu bildirilmektedir.

İnkar edenler, Allah’ın huzurunda hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar. Bu an, sonsuza dek içinde kalacakları cehenneme sürülecekleri andır. İnkar edenler için hiçbir kaçış imkanı yoktur. Cehennem ehlinin her biri, kendisi için görevlendirilmiş bir şahit, bir de sürücü melekle gelir. Konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir:

Sur’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür. (Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir. Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: “İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey.” Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine, Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi, Ki o, Allah’la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın. (Kaf Suresi, 20-26)

İşte inkar edenler bu korkunç yere doğru yüzüstü sürüklenerek götürülürler. Kuran’da geçen ifadeyle “bölük bölük” cehenneme doğru sevk edilirler. Cehennemin dehşet verici uğultusunu uzaktan duyarlar. (Mülk Suresi, 7-8)

Ayetlerde belirtildiğine göre, inkarcılar, dirilişle birlikte başlarına gelecekleri hissetmeye başlarlar. Boyunları aşağılanmaktan ve utançtan ötürü bükülmüştür. Başları düşmüş, dostsuz, yardımcısız kalmış, kibirleri kırılmış, çökmüş durumdadırlar. Utançlarından dolayı başlarını kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakarlar. Bir ayette Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azap içindedirler. (Şura Suresi, 45)

Cehennemin kapısında ise inkarcılar şöyle karşılanırlar:

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: “Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet” dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: “İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür.” (Zümer Suresi, 71-72)

İnkar edenler cehenneme girdiklerinde cehennemin kapıları üzerlerine kapatılır. Karşı karşıya kaldıkları azap, Kuran’da “büyük bir azap” (Al-i İmran Suresi, 176), “şiddetli bir azap” (Al-i İmran Suresi, 4) ve “acıklı bir azap” (Al-i İmran Suresi, 21) olarak tarif edilmiştir.  İnsanın dünya hayatında bildiği kıstaslar, cehennem azabını tam olarak kavramaya yeterli değildir. Allah’ın azabının bir benzerinin olmadığı ayetlerde şöyle haber verilir:

Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

cehennem, ateş

Cehennem ehli, cehennemde “cayır cayır yanmakta olan” (Mearic Suresi, 15),  “alevleri kabardıkça kabaran” (Leyl Suresi, 14), “çılgınca yanan” (Furkan Suresi, 11) bu ateşin içine atılırlar. Ayetlerde şöyle buyrulur:

Kimin tartıları hafif kalırsa. Artık onun da anası (son durağı) “haviye”dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 8-11)

Ateş, cehennemdeki azaplardan sadece bir tanesidir.  Cehennemde insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır. Kuran’da geçen ifadeyle, azap cehennemde her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler ve bu sonsuza kadar devam eder.

De ki: “Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?” “Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.” İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)

Bu ayetlerde dünya hayatı boyunca çalışıp çabalamış, belki maddi açıdan başarılı olmuş, belli bir kariyere sahip olmuş, sanat eserleri, bilimsel buluşlar ortaya koymuş, ancak Allah’ın varlığını ve ayetlerini inkar ettikleri için ahirette çabaları boşa gitmiş olan insanlardan bahsedilmektedir.

Bir insan Allah’a inanmaz, Kuran ayetlerini inkar eder ve yapılan hatırlatmalardan yüz çevirirse, bu kişi -büyük eserler meydana getirse veya çok önemli buluşlar yapsa da- ahireti açısından büyük bir kayıpta demektir. Ayetlerde bu kişilerin durumu şu şekilde ifade edilir:

… Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)

Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Araf Suresi, 147)

… Onlar sizden kuvvet bakımından daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (dünyaya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır. (Tevbe Suresi, 69)

     
 

Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)

 
     

Ayetlerde inkar edenlerin tüm çabaları boşa giderken, iman edenlerin her iyiliklerinin en güzeliyle karşılık bulacağı da müjdelenmektedir. Onların hiçbir amellerinin boşa çıkarılmayacağı bir ayette şöyle haber verilir:

Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevab verdi: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran Suresi, 195)

İşte, inkar etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf Suresi, 106)

Kehf Suresi’nin 106. ayetinde de inkar edenlerin Allah’ı, elçisini ve ayetlerini alaya almalarından dolayı cehennem azabıyla cezalandırılacaklarından bahsedilmektedir. Alay, inkar edenlerin Kuran’ı dinlememek için en sık başvurdukları yöntemdir. Allah, inkarcıların birbirlerine adeta vasiyet ettikleri bu ahlak bozukluğunu bir ayetinde şöyle bildirir:

Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyiversin, mutlaka ondan yüz çevirirler. Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya aldıklarının haberleri onlara gelecektir. (Enam Suresi, 4-5)

Bir başka ayette ise şu şekilde belirtilmektedir:

Fakat onlara ayetlerimizle geldiği zaman, bir de ne görsün, onlar bunlara (alay edip) gülüyorlar. (Zuhruf Suresi, 47)

Bu kişilerin alay etmelerinin altında yatan en önemli neden ise anlatılanları dinlemek istememeleridir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi bu gerçeklere kulak verdiklerinde vicdanlarının harekete geçeceğinden, ahiretin varlığının, ölümün ve dünya hayatındaki sorumluluklarının akıllarına geleceğinden korkarlar. Bu nedenle de alaya başvururlar. Allah’ın elçileri vasıtasıyla indirdiği dinlerle alay etmek kastıyla kendilerince karikatürler çizer, mizahi yazılar yazar, bununla neşe bulmaya ve Kuran’da bildirilen gerçekleri unutmaya çalışırlar.

Alay, fikri bir açıklaması, karşısındaki fikre karşı getirebilecek bir delili olmayan kişilerin, bu zayıflıklarını ve komplekslerini gizlemek için kullandıkları cahilce bir yöntemdir. Alayla kendi inkarlarını haklı göstermeye çalışan bu kişiler, Allah’ın “(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır” (Bakara Suresi, 15) ayetiyle de belirttiği gibi, ancak kısa bir süre bu alaylarını devam ettirebileceklerdir. Ölüm gelip çattığı zaman “… Alay konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır” (Zümer Suresi, 48)ayetine uygun bir ortamla karşılaşacaklardır. Allah başka ayetlerinde de Kuran ayetleriyle alay edenlerin cehennem azabı karşısındaki durumlarını şu şekilde tarif etmektedir:

Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar. “Bu, açıkca bir büyüden başkası değildir” dediler. “Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz? Veya önceki atalarımız da mı?” De ki: “Evet, üstelik boyun bükmüş kimseler olarak (diriltileceksiniz). “İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din günüdür.” “Bu, sizin yalanladığınız (mümini kafirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” (Saffat Suresi, 12-21)

İman edip salih amellerde bulunanlar… Firdevs cennetleri onlar için bir ‘konaklama yeridir.’ Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak istemezler. (Kehf Suresi, 107-108)

Daha önce de vurguladığımız gibi kıyamet gününde salih müminler, tüm hayatları boyunca yapıp-ettiklerinin yazılmış olduğu hesap defterlerini “sağ yanlarından” alacaklardır. Bu tanım, Kuran’da “kolay” hesaba çekilecek ve cennetle ödüllendirilecek insanlar için kullanılmıştır. Bu konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir:

Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse. O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek. Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 7-9)

Hesaba çekilmeleri bittiğinde artık müminler, kurtulmuş olmanın sevinci içindedirler. Ayette müminler için şöyle hükmedilmektedir:

“Oraya esenlikle ve güvenlikle girin.” (Hicr Suresi, 46).

Kendisine “cennete gir” denilen mümin bir kişi ise, şöyle söyler:

… Keşke kavmim de bir bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını. (Yasin Suresi, 26-27)

Bir başka ayette de Allah, cennet ehlini şöyle müjdelemektedir:

… Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır… (Maide Suresi, 119)

Cennette müminleri sonsuz nimetler beklemektedir. Ayetlerde cennet nimetlerinden şu şekilde bahsedilir:

Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: “Bizden hüznü giderip yok eden Allah’a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz.” (Fatır Suresi, 33-35)

Cennetteki nimetlerin göz kamaştırıcılığını kelimelerle tarif etmek mümkün değildir. Ayetlerde de belirtildiği gibi cennet, insanın beş duyusuna olabilecek en büyük zevk ve lezzetlerin tattırıldığı bir mekandır.

çiçekler, şelale

Ancak cennetin tüm bunlardan çok daha üstün olan en büyük nimeti, Allah’ın rızasıdır. Müminin Allah’ın rızasını kazanabilmiş olmasından dolayı hissettiği sevinç ve huzurdur. Dahası, Allah’ın verdiği herşey için O’ndan razı olmanın, O’na daimi bir şükür içinde bulunmanın verdiği asıl mutluluktur. Kuran’da, cennet ehlinin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilir:

“…Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Maide Suresi, 119)

De ki: “Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. (Kehf Suresi, 109)

Bu ayette Allah’ın sonsuz ilmi bir örnekle insanlara tarif edilmektedir. Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, bilimlerin, ilimlerin, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün Yaratıcısı O’dur.

Allah’ın ‘bilmesi’ sınırsızdır; O aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. Allah, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın ve bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir. Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah insanın içine ve dışına da hakimdir. Nitekim Allah’ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle de bildirilmiştir. Ayetlerden bazıları şöyledir:

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)

Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak’tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)

O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.  (Bakara Suresi, 255)

Göklerde ve yerde Allah O’dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazandıklarınızı da bilir. (Enam Suresi, 3)

De ki: “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir İlah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf Suresi, 110)

Gelmiş geçmiş tüm ümmetlere onları Allah’ın doğru yoluna çağıran resuller gönderilmiştir. Resuller insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatan, onlara Allah’ın dinini tebliğ eden, Allah’ın kendilerinden istediklerini, diğer bir deyişle yapmaları ve sakınmaları gereken şeyleri bildiren, onları cehennem azabına karşı uyaran ve cennetle müjdeleyen kutlu insanlardır.

Resullerin hayatları ve mücadeleleri, düşünen ve öğüt almasını bilen müminler için çok hikmetli derslerle doludur. Müminler, resuller arasında hiçbir ayırım yapmadan onların Kuran’da aktarılan güzel tavır ve davranışlarını, üstün ahlaklarını kendilerine örnek almalı, onların öğüt ve tavsiyelerini tutup, uyarılarına büyük önem vermelidirler.

Allah’ın elçilerinin Kuran’da bildirilen tebliğleri birbirine benzeşmektedir. Her elçi, insanları Allah’a iman etmeye, hak kitaplarına uymaya, korkup-sakınmaya ve Allah’ın emirlerini titizlikle uygulamaya davet etmiştir. Bu nedenle de iman edenlerin resullerden hiçbirini ayırt etmeyip, hepsine indirilene iman etmeleri, onların Kuran’da bildirilen tebliğlerine titizlikle uymaları gerekmektedir. Ayette şöyle hükmedilmektedir:

Deyin ki: “Biz Allah’a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen ile Peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız.” (Bakara Suresi, 136)

Bütün resuller insanları hak dine ve en doğru yola çağırmışlardır. Bu çağrı onların ümmetleri için geçerli olduğu gibi, bizim için de geçerlidir. Hepsinin davet ettiği temel imani ve ahlaki gerçekler, sergiledikleri üstün karakter özellikleri, her devir için, dolayısıyla bizler için de uyulması ve örnek alınması gereken konulardır. Allah Kuran’da onların davet ettikleri gerçekleri ve sahip oldukları üstün ahlaki özellikleri bizlere pek çok açıdan, özlü ve ayrıntılı bir biçimde bildirmiştir. Ve Peygamberlerinin şahsında tüm müminlere doğru yola tabi olmayı emretmiştir:

Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve Peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, Biz buna (karşı) inkâra sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. İşte Allah’ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy. De ki: “Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kuran), alemlere bir ‘öğüt ve hatırlatmadan’ başkası değildir.” (Enam Suresi, 89-90)

Öyleyse müminlere düşen Kuran’da resullerin kıssalarını dikkatlice okuyup, onların gösterdikleri doğru yola, yaptıkları öğüt ve uyarılara titizlikle uymaya çalışmaktır.

 

     
 

Kehf Suresi’nden Ahir Zamana İşaretler

Kitap boyunca Kehf Suresi’nde ahir zamana yönelik pek çok işaret olduğunu belirttik. Nitekim bazı ayetlerin ebced değerleri de günümüze çok yakın zamanlara bakmaktadır. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:

Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik… (Kehf Suresi, 14)

HİCRİ: 1400 MİLADİ:1979

 

Dedi ki: Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç nimet ve imkan) daha hayırlıdır… (Kehf Suresi, 95)

HİCRİ:1409, MİLADİ:1988 (Şeddesiz)

 

Gerçekten Biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik… (Kehf Suresi, 84)

HİCRİ:1440, MİLADİ:2019 (Şeddeli)

 

Gerçekten Biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik… (Kehf Suresi, 84)

HİCRİ:1440, MİLADİ:2019 (Şeddeli)

Kehf Suresi’nde hicri 14. yüzyıl başına yani miladi olarak 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başına bakan bir işaret ise Kehf Suresi’nin sıra numarası ile ayet sayısının çarpımından elde edilen 1980 rakamıdır. Bu rakam Hicri 14. asrın başlarına tekabül etmektedir.

18. Sure Kehf Suresi                                        110 ayet                                                 18 x 110 = 1980

Bediüzzaman Said Nursi de birçok sözünde ahir zamanın başlangıcı olarak aynı tarihlere işaret etmiştir. Örneğin bir sözü şu şekildedir:

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Ahiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevide bin dörtyüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?9  

Üstad burada, sahabelerin yaşadığı dönemden “1400 sene sonra”sından bahsederek, ahir zamanın 1980’li yıllara tekabül edeceğine işaret etmiştir. Burada ne 1373, ne 1378, ne de 1398 denmemiş, tam 1400 denmiştir. Yani Hicri 14. yüzyıl.

 
     

 

Sonuç

Kitap boyunca Kehf Suresi’nde Müslümanlara bildirilen çeşitli hikmetler, hatırlatma ve öğütler üzerinde durduk. Rabbimizin, “…Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın…” (Bakara Suresi, 231) ayetiyle bildirdiği hükmü gereği Kehf Suresi’ndeki ayetlerin bazı hikmetlerini açıklamaya çalıştık.

Ayetlerde bildirilen bu hikmetleri anlamaya ve her an yaşamaya çalışmak, aynı zamanda insanlara da anlatmak, tüm Müslümanlar için bir sorumluluktur. Allah ayetinde şu şekilde buyurmaktadır:

Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)

Elinizde tuttuğunuz bu kitapta, bir öğüt ve hikmet gözüyle okuyan her insan için, ihlas, itaat, kadere teslimiyet, dünya hayatının geçiciliği, Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olması,  özel ilimle desteklediği kulları, Allah’ın ayetlerine karşı büyüklenenlerin uğrayacağı son ve iman edenleri bekleyen müjdeli gelecek gibi pek çok konuyla ilgili çok önemli tefekkürler bulunmaktadır.

Kehf Suresi aynı zamanda iman edenler için bir müjde de içermektedir. Bu müjde, Peygamberimizin de hadislerinde bildirdiği, kutlu bir dönem olan ahir zamanın yaklaşmasıdır. Kehf Suresi bu açıdan bakıldığında, İslam’ın ahir zamanda geçireceği  başlangıç, gelişme ve Hz. İsa’nın gelişi ile birlikte sonuçlanacak olan hakimiyet dönemlerine işaret etmektedir.

Kuran’ın pek çok ayetinden anlaşıldığı üzere, Allah’ın istediği hikmete ve derinliğe ulaşan müminlere zafer ve hakimiyet müjdelenmektedir. Bu, en son aşamadır ve Nur Suresi’nde bize bildirilen bir müjdenin, Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiği bir dönemdir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Allah İçin Yaşamak

Allah İçin Yaşamak

Müminlerin hayatının amacı: Allah rızası

Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)

İman edenlerle diğer insanlar arasındaki fark nedir? Bu soruya samimi olarak iman etmeyenlerden farklı cevaplar gelebilir. Onlar, müminlerle aralarında kültürel ve ahlaki bazı ayrılıklar olduğunu söyleyebilirler. Salih müminlerin “dünya görüşü”nün farklı olduğunu, onların bazı “değer”lere inandıklarını, kendilerinin ise bu “değer”leri kabul etmediklerini öne sürebilirler. Müslümanların kendilerinden fikri yönde farklılıklar taşıdıklarını belirtebilirler.

Ama aslında bu söyledikleri, yalnızca temel bir farklılığın sonuçları olarak ortaya çıkmıştır ve yalnızca gözle görülür bazı farklılıklardır. Onlar, salih müminlerin gerçekte kendilerinden ne yönde farklı olduklarını çoğunlukla anlayamazlar. (Zaten bu farkı anlamamış oldukları için mümin değillerdir.) Müslüman, Allah’ın, dinine bağlananlara verdiği bir isimdir. Kuran’da tarif edilen Müslümanları diğer insanlardan ayıran temel fark, bu insanların Allah’ın sonsuz kudretinin tam anlamıyla farkında olmalarıdır. Allah’ın sonsuz kudretinin farkında olmak ise, yalnızca, Yaratıcımız Yüce Allah’ın var olduğunu tasdik etmek demek değildir. Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

De ki: “Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir?” Onlar: “Allah” diyeceklerdir. Öyleyse de ki: “Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hala çevriliyorsunuz?” (Yunus Suresi, 31-32)

Ayette soru sorulan kişi, Allah’ın varlığına inandığını söyleyen ve O’nun sıfatlarını kabul eden, ama tüm bunlara rağmen, “Allah’tan korkup-sakınma” özelliğinden yoksun olan ve Allah’tan yüz çevirmiş biridir. Kuran’da haber verildiği gibi, şeytan da Allah’ın varlığına inandığını, Rabbimiz’den korktuğunu söylemekte, buna rağmen akılsızca isyankar bir tavır göstermekte ve çok çirkin bir ahlak sergilemektedir.
Allah’ın büyüklüğünü kavramak bu apaçık gerçeği sadece sözle dile getirmekten ibaret değildir. Müslümanlar Allah’ın varlığının ve büyüklüğünün farkına varan, O’nu çok seven, O’ndan “korkup-sakınan” ve hayatlarını farkına vardıkları bu büyük gerçeğe göre düzenleyen insanlardır. Diğerleri ise, ya Allah’ı inkar edenler, ya da Allah’ın varlığını üstteki ayette tarif edilen kişininkine benzer bir tarzda kabul etmesine rağmen Allah’tan “korkup-sakınmayanlar”dır.

Bu özellikteki insanların yaşamları, kendilerini yaratmış olan Allah’ın farkında olmadan geçirilen yaşamlardır. Bunlar, büyük bir akılsızlıkla, hayatlarının kim tarafından, nasıl ve neden başlatıldığını göz ardı ederler. Kendi akıllarınca, zihinlerinde, Allah’a ve O’nun dinine yer olmayan yeni bir hayat kurmaya çalışırlar. Kuran’da ise, böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu Rabbimiz şu hikmetli benzetmeyle anlatır:

Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)

Allah’ın ayette de haber verdiği gibi, Kuran’da tarif edilen şekilde bir imana sahip olmayanların yaşamları, “yıkılacak yar”ların kenarlarına kuruludur. Onların hayattaki tek amaçları “bu dünya”da mutluluğu ve rahatlığı elde etmektir. Bu insanların kimi, kendine “zengin olmak” gibi bir hedef belirler. Bu hedefine ulaşmak için elinden geleni yapacak, tüm fiziki ve beyinsel gücünü zengin olmak için kullanacaktır. Kimisi de hayattaki amacını “itibar sahibi ve ünlü bir insan olmak” olarak saptar. Bunu elde etmek için de elinden gelen herşeyi yapar. Her türlü zorluğa katlanır, çeşitli fedakarlıklarda bulunur. Ama bunların hepsi, ölümle birlikte yok olacak olan, yalnızca dünya hayatına dair hedeflerdir. Hatta birçoğu henüz hayattayken de kaybedilebilir. Dahası söz konusu kimseler bu hedeflerine ulaşsalar, hayatları boyunca bu hedeflerine sahip olsalar, hatta planladıklarından çok daha fazlasını elde etseler dahi hiçbir zaman elde ettikleri onları manen tatmin etmeyecek, arayışı içinde oldukları huzur, mutluluk, sevgi ve rahatlığı elde edemeyeceklerdir. Çünkü gerçek mutluluk, derin sevgi ve kalp rahatlığı ancak samimi imanla kazanılan birer nimettir.

Oysa mümin, Allah’ın varlığının ve gücünün farkındadır. Allah’ın onu niçin yarattığını ve ondan neler istediğini bilir. Bu nedenle de dünyadaki asıl amacı Allah’ın razı olduğu bir kul olmak için çalışmaktır. Kendisini amacına ulaştıracak her yolu dener, bunun için ciddi bir çaba gösterir. Bu sayede -diğer insanlar için kesin bir yıkımdan başka bir şey olamayan- ölümün de gerçek manasını bilir: Ölüm asla bir yokoluş değil, asıl hayata geçiş aşamasıdır.

Mümin olmayanların bir kısmı, büyük bir akılsızlık örneği olarak hayatlarının tesadüfen ve “kendi kendine” oluştuğunu sandıkları gibi, hayatlarını bitiren ölümün de “kendi kendine” oluşan bir “kaza” olduğunu düşünürler. Oysa hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah’tır. Asla bir tesadüf ya da kaza olmayan ölüm, Allah’ın özel olarak yarattığı, zamanı ve yeri belirlenmiş bir olaydır.

İşte mümin de, Allah’ın herşeye hakim olduğunu bilen ve ölümün bir son değil, asıl hayata (ahiret) geçiş aşaması olduğunu kavrayan insandır. Bu gerçeklerin farkındayken de, elbette diğerleri gibi hayatını “yıkılacak bir yarın kenarına” kurmaz. Kendisini ve tüm evreni Yaratan’ın Yüce Rabbimiz olduğunu, hayatın, ölümün ve ölüm-sonrası gerçek hayatın asıl sahibinin Allah olduğunu bildiği için, Allah’a yönelir. Paranın, makam ve mevkinin, fiziki güzelliğin Allah’ın yarattığı ve her an yaratmaya devam ettiği bu düzen içinde asıl kurtuluş yolu olmadığını görür. Bunlar ancak, Allah’ın koyduğu kurallar sayesinde kısa bir süre işleyecek olan “sebep”lerdir. Allah’ın yaratmış olduğu düzenin temeli ise Allah’ın rızasıdır. Çünkü Allah sadece rızasına uyanları doğru yola iletecektir:

Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)

Mümin, Allah’ın rızasını aradığı için mümindir. İşte mümini, diğerlerinden ayıran en önemli fark buradadır. Müminler, dinin Allah’ın rızasını kazanmak için izlenecek hak yol olduğunu bilirken, birçoklarının cahilce düşüncelerine göre din, birtakım inançları içeren kurallar bütünüdür ve hayatlarında önemli bir yeri yoktur. Hiç şüphesiz bu insanlar, bu yanılgılarının acısını dünyada her yönüyle yaşamaktadırlar, ahirette karşılaşacakları acı son ise çok daha büyüktür.

Zaten gerçek müminlerle, mümin taklidi yapan ikiyüzlüler (münafıklar) arasındaki ayrım da burada ortaya çıkar. Müminler, dini Allah’ın rızası için şevkle, istekle ve coşkuyla yaşarken, münafıklar kendilerince birtakım menfaatler elde etmek için sadece taklidi tavırlar gösterirler. Samimi olarak dine inanmadıkları ve din ahlakını yaşamadıkları halde, inanıyormış ve yaşıyormuş gibi yaparlar. Müminler 5 vakit namazlarını “huşu” (Allah’a karşı saygı dolu bir korku) içinde kılarken (Müminun Suresi, 1-2), münafıkların namazı insanlara “gösteriş” olsun diye (Maun Suresi, 6) kılmaları da bundandır. Aynı şekilde münafıklar, Allah yolunda yapılan harcamayı (infak) da gerçekte Allah rızası için değil, yine insanlara gösteriş olsun diye yaparlar:

Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264)

Allah Rızası İçin Ciddi Bir Çaba

Bazı insanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre içinde tümüyle ellerinden gidecek olan “az bir değer” (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir yarış içine girerler. Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, elde ettikleriyle kıyaslanması asla mümkün olmayan en büyük nimete, Allah’ın rızasına ve cennetine talip olan müminler de bu hedefleri için ciddi bir çaba gösterirler. Allah, Kuran’da, müminin bu özelliğini şöyle tarif eder:

Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 18-19)

Mümin Allah rızası ve ahiret için “ciddi bir çaba gösterek” çalışır. Tevbe Suresi’nin 111. ayetinde bildirildiği gibi, mümin malını ve canını Allah için “satmıştır.”

Allah’a “malını ve canını satmış” olan bir insan, Allah rızası için karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında hiçbir şeye yönelmeyecektir. Bedeni ve sahip olduğu mallar “onun” değildir ki, bunlar konusunda kendi nefsinin bencil tutkularına uysun. Bedeninin ve sahip olduğu herşeyin sahibi Allah’tır, tüm bunları O’nun istediği şekilde kullanacaktır.

Bunların yanı sıra göstereceği çabanın gerçekten ciddi olup olmadığı da denenecektir. Allah yolunda hiçbir şeyden çekinmemelidir. Çünkü münafıklar da, eğer kendileri için “yakın bir yarar” görürlerse, görünürde Allah rızasına uygun olan bir işe -Allah’ın rızasını değil de, bu “yakın yarar”ı elde edebilmek için- girişebilirler:

Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar (münafıklar) mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. “Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte çıkardık.” diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)

Dolayısıyla mümin olmanın ölçülerinden biri, Allah rızasına karşı içli bir istek duymak ve gerektiğinde bu yolda fedakarlık göstermekten kaçınmamaktır. Müminler, “katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlas sahipleri”dirler. (Sad Suresi, 46) Mümin, Allah’ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez. Allah’tan, rızasını, rahmetini ve cennetini umar, çünkü ayette bildirildiği üzere, “Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisa Suresi, 124)

Görüldüğü gibi Allah’ın Kuran’da tarif ettiği mümin modeli son derece açık ve nettir. Allah’a ve ahirete “kesin bir bilgiyle” (Lokman Suresi, 4) iman edip, sonra da Allah yolunda “ciddi bir çaba” gösterenlerin yurdudur cennet. Allah’a ancak “bir ucundan ibadet” edip, Allah’ın rızasının yanında kendi basit dünyevi çıkarlarını korumaya çalışanların durumunu ise, Rabbimiz Kuran’da şöyle açıklamaktadır:

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)

Mümin kendi çıkarlarını gözetmeden sadece Allah rızasını arayarak Allah’ın Kuran-ı Kerim’de bildirdiği, Peygamber Efendimiz (sav)’in hükmettiği sınırları özenle korur, bu konuda sabırlı ve itidalli davranır. Allah’ın sınırlarını korumak konusunda hiçbir şey onu gevşekliğe sürüklemez. Her anında Allah’ın kendisinden razı olacağı şekilde davranmak için titizlik gösterir. İman sahibi bir insan ibadetlerini de büyük bir titizlikle yerine getirir, Allah’ın farz kıldığı 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür. Allah’ın tüm Müslümanlara bildirdiği emirlerinin yanı sıra özel olarak Müslüman kadınlara bildirdiği emir ve yasakları da bulunmaktadır. Bunlardan biri de, başörtüsüdür. Kuran’a göre Müslüman kadın, başörtüsü takmak ve Kuran ayetlerinde bildirilen şekilde tesettürüne dikkat etmekle yükümlüdür. Mümin kadınların bu yükümlülüğü Kuran’da şu şekilde haber verilmiştir:

Mümin kadınlara da söyle: “Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar…” (Nur Suresi, 31)

Peygamber Efendimiz (sav)’in hadis-i şeriflerinde de, kadının nasıl giyinmesi ve nasıl iffetli olması gerektiği açıkça tarif edilmiştir. Her asırda o devrin İslam alimleri başörtüsünün önemine dikkat çekmişler ve bu konunun önemi üzerine fikir birliği etmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursi de Emirdağ Lahikasıisimli eserinde: “Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi (sosyal hayatın mukaddes bir prensibi) ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına iktidaen (uyarak) ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdatlarımızın itikadlarına ittibaen (atalarımızın inançlarına tabi olarak) tesettür hakkındaki…” (Emirdağ Lahikası, 361) diyerek bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere başörtüsü konusu her dönemde İslam alimlerinin, üzerinde ittifak ettikleri, Kuran ayetleriyle de hükmü sabit olan bir konudur.

Mümin kadınlar Yüce Allah’ın tesettür konusundaki emrine titizlik göstererek hem dünyada saygın, onurlu, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürerler hem de ahirette Allah’tan güzel bir karşılık umarlar. Müminin asıl hedefi ahirettir. Allah mümine ahirette sonsuz güzel bir yaşam vaat etmektedir. Rabbimiz mümin kullarına dünyada da güzel bir hayat vereceğini vaat etmiştir; ama bu onun dünyada hiç zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacağı anlamına gelmez. Karşılaşacağı zorluk ve sıkıntılar ise, onun denenmesi ve olgunlaşması içindir.

Müminin karşılaşacağı zorluklar, aslında dışarıdan zor gibi görünen, fakat tam bir teslimiyetle içine girildiğinde, Allah’ın kolaylaştırdığı olaylardır. Örneğin, Hz. İbrahim (as) imanından dolayı ateşe atılmak istendiğinde Müslümanca karşılık vermiş, inancından ve Allah’ın emirlerinden hiçbir taviz vermeyerek ateşe atılmayı göze almıştır. Ateşe atılmak, dışarıdan bakan ve imanın derinliğini kavramamış biri için bir insanın dünyada başına gelebilecek en büyük fiziksel işkencedir. Fakat Allah’ın bu denemesini en güzel, en teslimiyetli bir biçimde karşılayan Hz. İbrahim (as), dışarıdan zorlu görünen bu olaydan Allah’ın yardımıyla hiçbir zarar görmeden kurtulmuştur. Nitekim Allah, Kendi rızası için sahip oldukları herşeyi ortaya koyanların hiçbir zarar görmeden, maddi ve manevi kazançlarla geri döndüklerini ayetlerinde şöyle haber verir:

Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir. Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah’tan bir nimetle geri döndüler. Onlar, Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir. İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Benden korkun. Küfürde ‘büyük çaba harcayanlar’ seni üzmesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onları ahirette pay sahibi kılmamayı ister. Onlar için büyük bir azab vardır. Onlar, imana karşılık küfrü satın alanlardır. Onlar, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için acıklı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 173-177)

Sonuçta Allah’ın rızasını arayan ve gözeten bir mümin için hiçbir sıkıntı, zorluk ve üzüntü yoktur. Yalnızca, Allah’ın dünyada bir imtihan olarak yarattığı ve müminin tevekkül, sabır ve teslimiyetini denediği olaylar vardır. Bunlar, dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünen, içine girildiğinde ise Allah’ın kesin bir rahmetiyle karşılaşılan olaylardır. Allah Kuran’da, mümin kullarına kaldırabileceklerinden fazla yük yüklemeyeceğini de bildirmiştir. Allah Kendisi’ne gereği gibi kulluk eden müminler için her iki hayatta da güzellik olduğunu şöyle bildirmiştir:

(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)

Allah rızasını gözetmede zaaf gösteren, Allah’a tam bir teslimiyet göstermeyen, nefsini ön planda tutan kimselerin başına ise, bu yanlış tutumlarını değiştirip düzeltmedikleri takdirde, Allah’ın bir uyarısı olarak azap, zorluk ve sıkıntı gelir. Müminler hata yaptıklarında, kendilerine yapılan uyarılardan ders alıp, tevbe eder ve davranışlarını düzeltirler. İnkarcılar ise, dünyada yaşadıkları süre boyunca Allah’ın kendilerini uğrattığı zorluk ve sıkıntılardan, belalardan ibret almaz ve ahiretteki büyük sonsuz azabı hak edecek bir duruma gelirler.

Nefsini Tanımak

Allah’ın Kuran’da, insan hakkında verdiği önemli bilgilerden biri de onun “nefis sahibi” olduğudur. Arapçada “insanın kendisi” anlamına gelen nefs, benlik kelimesiyle de tanımlanabilir.

Rabbimiz Kuran’da, insan nefsinin iki tarafı olduğunu bildirmiştir. Buna göre insanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden diğer bir taraf bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili ayetler şöyledir:

Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi kötülük her insanın nefsinde vardır. Ancak her insan bu kötülükten sakınmayı ve korunmayı da bilir. Nefsini kötülükten temizleyip arındıran kurtulacaktır. Müminler nefislerindeki kötülüklere teslim olmaz, Allah’ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar. Hz. Yusuf (as)’ın söylediği bir sözü haber veren, “Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emredendir…” (Yusuf Suresi, 53) ayeti, müminlerin nasıl düşünmesi gerektiğini göstermektedir.

Nefs “var gücüyle kötülüğü emreden” olduğuna göre, mümin sürekli olarak nefsine karşı uyanık olmak durumundadır. Nefs sürekli olarak ona Allah’ın rızasının dışında alternatifler sunar ve bu alternatifleri süslü gösterir. Fakat mümin, Allah’a olan candan sevgisi ve Allah korkusu sayesinde, nefsin bu “şaşırtıp-saptırıcı” özelliğine kanmaz. Daima Allah’ın rızasına uygun bir yaşam geçirmek için doğrulara yönelir.

Şirkten Kaçınmak

Şirk, kısa tarifiyle Allah’ın yanında O’ndan başka bazı varlıkları da İlah kabul etmektir. (Allah’ı tenzih ederiz.) Bu tarifin üzerine, kimi insanlar, aslında şirk içinde olmalarına rağmen “biz Allah’tan başka İlah tanımıyoruz ki” diyebilir. Bu, onların “şirk”in ne olduğunu anlamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Zaten, Allah’ın Kuran’da bildirdiğine göre, Allah’a ortak koşup şirk içinde olanların bir bölümü, bu durumlarını kabul etmemektedirler. Allah bu kişilerin durumunu haber vermektedir:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” (Bundan) Sonra onların: “Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik” demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) (Enam Suresi, 22-23)

Bu nedenle kimse bu konuda kendinden emin olmamalı, şirk içinde olmaktan Allah’a sığınmalıdır. Çünkü şirk, çok büyük bir günahtır. Allah diğer günah ve hataları affedebileceğini ama şirki asla affetmeyeceğini Kuran’da şöyle bildirmiştir:

Gerçekten, Allah, Kendisi’ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)

Bu kadar büyük bir “günah ve iftira” olan şirk, insanın, Allah’a ait olan özellikleri kendi zihninde başka varlıklara vermesiyle başlar. Oysa varlıklarda yer alan özellikler (güç, güzellik, zeka vb.) onlara “ait” değildir; Allah bunları onlara, geçici ve belirli bir süre için vermiştir. Bu özellikleri, bu varlıklara “ait” saymak, onları da Allah gibi varlığı kendinden olan bir ilah saymak demektir. Bu ise, söz konusu varlıkları Allah’ın ortakları sanıp, Allah’a ortak koşmak olarak tanımlanır ve çok büyük bir cehalettir. Allah, Zatı’nın bir ve tek olma vasfını Kuran’da şöyle haber verir:

De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (herşey O’na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama herşey O’na muhtaçtır. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. Bu gerçek reddedilip, bazı varlıkların Allah’a muhtaç olmadığı düşünüldüğü anda ise “şirk” başlar. O zaman, herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğu unutulur, O’na muhtaç olmayan bazı varlıkların var olduğu ve bunların O’ndan bağımsız olarak davranabildiği gibi gerçek dışı ve sapkın bir inanç doğar. Böyle varlıkların olduğu zannedilince, Allah’tan başka bir de onlardan yardım istenmeye, onların rızası aranmaya, onların kuralları kabul edilmeye başlanır.
Oysaki, Allah’a şirk koşmayan müminler, tüm gücün O’nun elinde olduğunu bildiklerinden yalnızca O’na yönelirler. Allah müminlerin söylediklerini Kuran’da şöyle haber vermiştir:

Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi, 4)

Şirk koşanlar ise aslında kendilerine yardıma güç yetiremeyecek varlıklara yönelmektedirler. Çünkü kendilerince ilah olarak kabul ettikleri de kendileri gibi aciz kullardır. Ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe. Onları hidayete çağırırsanız size uymazlar. Onları çağırırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları) birdir. Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. (Araf Suresi, 191-194)

Dolayısıyla şirk hem büyük bir iftira, hem büyük bir aldanma, hem de büyük bir akılsızlıktır. Ayetlerde şirk koşanların ne kadar büyük bir akılsızlık içinde olduklarını, tüm kainatın sahibi olan Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac Suresi, 73-74)

Şirk, değişik şekillerde ortaya çıkar. Allah’tan başka varlıklar ilah olarak kabul edilme sapkınlığına düşüldüğü için, onların rızası aranmaya başlanır. Onlardan medet umulur ve onların hükümleri kabul edilir. Böylece insan, kendisini kendi eliyle milyonlarca hayali ilahın boyunduruğuna sokmuş olur. Aynı kendisi gibi aciz varlıklardan medet umar. Oysa şirk koşan insan, büyük bir çıkmaz ve “zulüm” içindedir. Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber vermiştir:

“… Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi,13)

Ama şunu da belirtmek gerekir ki bu insan, kendi kendine zulmetmektedir. Çünkü ayette bildirildiği gibi, “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.” (Yunus Suresi, 44)

Allah rızasının en çoğunu aramak

Mümin, şirkten, Allah’tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah’a kulluk eder. Allah’ın rızasını arar. Bunu, daha önce de belirttiğimiz gibi “Allah yolunda ciddi bir çaba” göstererek yapacaktır.

Allah yolunda “ciddi bir çaba” göstermenin yolu ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah’ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu seçmelidir.

Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

-Müminin hayatının tümü “helal dairesi” içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.

-Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah’ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve “basiret”ini kullanarak, Allah’ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.

Bununla ilgili olarak “infak” (Allah yolunda harcama yapma) konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, “malını ve canını” Allah’a satmıştır. Elindeki imkanları O’nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah’ın rızasına uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah’ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte Allah’ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi vicdanıyla, öncelikli olanı belirleyebileceği bir durumdur.

Bir başka örnek daha verebiliriz: Mümin “iyiliği emredip, kötülükten men etmekle”, Allah’ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah’ın rızasını, bu büyük sorumluluğu üstlenmekle kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş varken, Allah’ın meşru saydığı bir başka işi daha öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane ederek diğer insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etme sorumluluğunu üzerine almaması elbette ki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.

Aslında biraz düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede “nefs”in etkili olduğunu görürüz. Allah Katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir “pay” ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah’ın rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah’ın rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah Katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, insanın, nefsini Allah’a şirk koşması demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir. Bir işte, Allah’ın yanı sıra başka bir varlığa, bir kimseye pay ayıranların durumunu, Rabbimiz şöyle bir örnekle haber vermiştir:

O’nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: “Bu            Allah’ındır, bu da ortaklarımızındır” dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah’a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)

Kendi evi, ailesi tehlikedeyken canı pahasına bunları savunan bir insan konu diğer müminlere zulüm, baskı ve iftira olduğunda yerinde oturup umursuzca başka işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının olduğundan söz etmek çok zordur. Böyle bir tavır, insanın, nefsinin öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi olduğunu gösterir ki, bu İslam’ın temeli olan “yalnızca Allah’a kulluk etmek” amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran’da nefsin arzularına göre hareket etmeyi, Kendisi’ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)

Mümin ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah’a adamıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran’da şöyle haber verir:

De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 162)

Kuran’da Allah’ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan biri, müminlerin Peygamberimiz (sav) dönemindeki bir savaşta gösterdikleri tutumdur. O dönemde müminlerden bazıları karşı karşıya oldukları iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah’ın rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu. Allah geçmişte yaşanmış bu olayları ayetlerde şöyle haber vermektedir:

Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)

Sonunda Allah, müminleri güçlü olan toplulukla karşılaştırdı. Müminleri Kendi rızasının en çoğuna yöneltmiş oldu. Ve Allah’ın yardımıyla müminler galip geldiler.

Yukarıda söz ettiğimiz örnek geçmişte, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış müminlerin, o dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama her dönemde Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde Müslümanların, Kuran’ı ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde ahlaksızlıkların yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir. Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu fikri mücadele için neyin “en hayırlı” olduğunu tespit edip, onu uygulamalıdırlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi için, aciliyeti olmayan işlerle uğraşmak Allah’ın rızasından yüz çevirmek anlamına gelir ki her müminin böyle bir konuma düşmekten şiddetle kaçınması şarttır.

Müminin vicdanı zaten böyle bir şeyi kabul etmez. O, Allah’ın seçip iman verdiği bir kişidir, yeryüzünde barış ve huzur ortamının olması, Allah’ın dininin yaşanması ona emanet edilmiştir. Zalimlerin ezip-zulmettiği ve “… Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla…” (Nisa Suresi, 75) diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla yükümlüdür.

Allah’ın rızasının en çoğu yalnızca fikri mücadele konusunda geçerli değildir. Mümin, yaşamı boyunca yaptığı tüm ibadetlerde, günlük yaşamında karşısına çıkan küçük büyük tüm olaylarda bu bakış açısını göz önünde bulundurmak zorundadır.

Bu arada şunu hatırlatmak gerekir: Aslında “Allah rızasının en çoğu” ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, aslında Allah’ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah’ın rızasının ancak en çoğu, Allah’ın razı olduğudur. Allah’ın daha az razı olması gibi bir şey yoktur.

Allah’ın rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete yönelik yanlış bir bakış açısı taşımasından kaynaklanır. Kendisini kesin olarak “cennete layık” saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan kendisini kayıtsız şartsız “cennete layık” olarak görecek durumda değildir. Kuran’da Allah Peygamberimiz (sav)’e “… eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler…” (Şura Suresi, 24) uyarısında bulunmuştur. Durum böyleyken kimsenin kendisini temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.

Zaten Allah’ın Kuran’da tarif ettiği samimi bir mümin, kendisini asla cennete gitmeyi kesin olarak hak etmiş olarak görmez, böyle yanlış bir düşünceye kapılmaz. Müminin özelliklerinden biri, Allah’a “korku ve umut” (Araf Suresi, 56) taşıyarak dua etmektir.

Gerçek iman sahibi olmayan kimseler ise, Allah’tan gereği gibi korkmadıkları ve iyi işler yaptıklarını sandıkları için, kendilerinin kesin olarak cennete gideceklerini düşünürler. Allah’ın bağışlayıcılığını, “nasıl olsa bağışlanacağız” gibi yanlış bir mantık çıkarmak için kullanırlar. Bu, Allah’tan gereği gibi korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu kimselerin durumunu bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Onların (müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım ‘kötü kimseler’ geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: “Yakında bağışlanacağız” diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah’a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah’tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)

Bir de dünyada kendilerine geniş imkanlar verilmesine aldanarak, Allah’a gönülden iman edip salih amellerde bulunmadıkları halde, Allah’ın kendilerini sevdiği sonucunu çıkaranlar ve buradan hareketle -varlığını kesin şekilde kabul etmeseler de- cennette ağırlanacaklarını sananlar vardır. Bu kişilerle ilgili Allah’ın Kuran’da verdiği örneklerden biri şöyledir:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet-saati’nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” (Kehf Suresi, 32-36)

Mümin ise, yukarıdaki zihniyetteki insanların aksine “iman ettikten sonra doğru yoldan çıkmak”tan korkar. Kuran’da müminlerin bununla ilgili duasını Rabbimiz şöyle bildirmiştirr:

“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.” (Al-i İmran Suresi, 8)

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu korku mümin için tedirginlik ya da huzursuzluk meydana getirecek bir korku değildir. Aksine Allah korkusu mümini harekete geçiren, cennete layık bir kul olma konusunda büyük bir şevk kazandıran, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmesini sağlayan bir duygudur. 

Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve Allah’ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz davranmak elbette akıl karı değildir.

Mümin, kurtuluşu için “Allah’ın rızasının en çoğu”nu aramakla yükümlüdür. Allah’ın rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan tehlikenin de farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah Katında aşağılanma tehlikesinden kurtulmak için elbette insanın elinden gelenin en fazlasını yapmak için çaba harcaması gerekmektedir.

Dünyada karşılaşılabilecek tehlikelerde göstereceğimiz tavır ve çabayla ilgili birkaç örnek, Allah rızasının en çoğunu aramanın nasıl olacağının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

-Metrelerce yükseklikteki dev bir su baskınına sebep olan selle karşı karşıya kaldığımızda ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde, kurtulmak için, kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa beşinci katta durup “herhalde bu kadarı yeterli olur” mu deriz?

-Apartmanın en üst katına paralı bir asansörle çıkıldığını ve asansörün bir daha sefer yapmayacağını varsayalım. Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar para var. Bu durumda en üst kata çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez miyiz? Yoksa selin ulaşma tehlikesi olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?

-Selden kurtulmak için sığındığımız apartmanın altıncı katında bir eğlence düzenlenmiş olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda eğlenceye katılıp, altıncı katın yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst kata mı çıkarız?

-Bir başka örnek olarak; bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya başka bir sebeple hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda hastaneye yetişmek için arabayı makul olabilecek en yüksek hızla mı süreriz, yoksa “bu kadarı yeterli, biraz daha dayansın” mı deriz?

Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi insan bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında hemen harekete geçmekte, elindeki tüm imkanları tehlikeden kurtulmak için seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette ki Allah rızasının en çoğunu arayan insanın en önemli amaçlarından biri bu tehlikeden uzak kalma isteğidir. Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğunuzu, cehennemi tüm dehşetiyle gördüğünüzü düşünün… Böyle bir durumda bazı alternatiflerle karşılaşsanız, hiç tereddüt etmeden Allah’ın rızasının en çoğunu seçmez misiniz? Cehennemin yanına vardıktan sonra böyle bir seçim imkanı kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine göre, şimdiden aynı mantıkla hareket etmek gerekir. Nitekim mümin her an ahiret hayatına geçecekmiş gibi, cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü Allah, ahiretteki pişmanlığın fayda getirmeyeceğini Kuran’da pek çok ayetiyle belirtmiştir. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir:

(Cehennemin) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.” Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)

Diğer taraftan insan, tehlikeden uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi, nimeti elde etmek için de çaba harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da akılcı bir davranış değildir. Altın dolu bir adadan gemiyle ayrılırken, imkanınız olsa alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin de, ahirete gittiğinde “keşke şunu da yapsaydım”, “şu sevabı da kazansaydım” diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için dünyadayken tüm imkanlarını kullanarak, Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.

İnkar edenler, “az bir yararlanma”dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı elde etmek için ellerinden gelenin “en çoğunu” yaparlar. Sonu hüsranla bitecek olan bu “az bir yararlanma”nın yanında, müminler için Allah’ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin yapması gereken de elinden gelenin “en çoğunu” yapmaktır.

Allah Rızasının Anahtarı: Vicdan

Mümin, hayatının her aşamasında, karşısındaki alternatifler arasından Allah rızasının en çoğunu seçmek durumundadır. Allah rızasının en çok hangi alternatifte olduğunu tespit etmek için elinde olan en büyük kıstas vicdanıdır.

Müminleri diğer insanlardan ayıran farkların en önemlilerinden biri, müminlerin vicdanlarına, inkarcıların ise nefislerinin emrettiği kötülüklere tabi olmalarıdır. Dolayısıyla müminin doğal hali, vicdanı ile düşündüğü halidir.

Ama bu, nefsin müminin üzerinde etkisi olmadığı anlamına gelmez. Ayette Hz. Yusuf (as)’ın söylediğinin haber verildiği sözde olduğu gibi, “… gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir…” (Yusuf Suresi, 53) Ve mümine de Allah’ın rızasına uygun olmayan alternatifleri emredecektir.

İşte mümin, nefsin bu oyunlarından vicdanı ile kurtulur. Müminin bir seçim durumunda genellikle ilk düşünüp-yöneldiği alternatif, Allah’ın rızasının en çoğudur. Bunun ardından nefs devreye girerek diğer alternatifleri süslü göstermeye, bazı “tevil”lerle (bahane tarzı açıklamalarla) bu alternatifleri kendince meşrulaştırmaya çalışacaktır. Mümin, bu tevillere aldırış etmeden, vicdanının ona gösterdiği ilk ve kesin doğruyu uygulamalıdır.

 Allah için Sevmek

İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: “Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.” Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)

Müminin hayatının tümü Allah’a adanmıştır. Allah için yaşar, Allah için çalışır ve Allah için sever.

“Allah için sevme”nin ne olduğu, İslam’ı gerçek anlamıyla tanımayan biri için ilk başta pek anlaşılamayabilir. Hayatı boyunca Allah’a yabancı olmuş, O’nu tanımamış bir insan, sevgisini Allah’a yöneltmeyi de bilmeyecektir.

Ama Allah’ı tanıyan ve O’nun, kendisi üzerindeki büyük rahmetini gören, O’nun sayesinde var olduğunu, Allah’ın rahmeti sayesinde yaşadığını ve sevip-hoşlandığı herşeyin Allah’tan geldiğini fark eden mümin, elbette Allah sevgisinin ve Allah için sevmenin üstünlüğüne ulaşır. Kuran’da, müminler ile diğer insanlar arasında sevgi yönünde oluşan büyük farkı Allah şöyle bildirmiştir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür… (Bakara Suresi, 165)

Ayette görüldüğü üzere, Allah’a ortak koşup, tümü O’na ait olan özellikleri kendi zihinlerinde başka varlıklara verenler, bu varlıkları Allah’ı severcesine sevmektedirler. Bu sevgi, Allah’a ortak koşma (şirk) üzerine kurulu bir sevgidir.

Var olan herşeyin Allah’a ait olduğunu ve O’ndan geldiğini bilen müminler ise en çok Allah’ı severler. Müminlerin, Allah’ı bir ve tek olarak tanımalarından doğan bu büyük fark, onların sevgi anlayışını diğer insanlardan tümüyle farklı kılar. Kuran’da ortak koşanların, Allah’ın “bir ve tek” olarak anılmasına dayanamadıklarını Rabbimiz şöyle bildirir:

… Sen Kuran’da sadece Rabbini “bir ve tek” (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, ortak koşanlar, Allah’ın, yanında kendi putları varken anılmasından rahatsız olmayabilirler. Örneğin “Hem Müslümanız, hem de hayatımızı yaşarız” mantığını severek kabul ederler. Müminin farkına vardığı gerçek ise şudur:

-Hiçbir şey (insan, madde, olay vs.) kendine ait bir güzelliğe sahip değildir. Bütün herşeyi yaratan Allah’tır ve onlara sahip oldukları özellikleri veren de O’dur. Bir insan, örneğin kendi yüzünü kendisi tasarlayıp meydana getirmediğine göre, o yüzdeki güzellik Allah’a ait bir güzelliktir.

-Allah bu güzelliği, yoktan var ettiği insana geçici bir süre için (çünkü o insan kısa sürede yaşlanacak ve ölecektir) vermiştir. Ahirette bu güzelliği yeniden ve daha da mükemmel bir biçimde yaratma gücüne de yalnızca Allah sahiptir.

-Aynı insan gibi, sevilecek tüm varlıklar da Allah’ın yarattığı ve “sevimli” kıldığı canlılardır. Rabbimiz, güzelliğin gerçek sahibinin Kendisi olduğunu hatırlatmak için de, bu varlıkları, ölüm ve kıyametle yok edecektir. Yeniden yaratılış ise ahirettedir.

Durum böyleyken mümin, karşılaştığı tüm güzellikleri, bunların Allah’a ait olduğunu ve “aslı”nın ahirette bulunduğunu bilerek sever. Dolayısıyla asıl sevgisi, sevdiği herşeyi ona veren ve onların gerçek sahibi olan Allah’a yöneliktir.

Müminin sahip olduğu ve Allah’a iman üzerine kurulu olan bu sevginin tam tersine, mümin olmayanlar sahiptir. Onların sevgisi, Allah’a ortak koşma (şirk) temeli üzerine kuruludur. Allah Kuran’da Hz. İbrahim (as)’ın söylediğini haber verdiği şu sözlerle bu tür sevgiyi anlatır:

(İbrahim) Dedi ki: “Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.” (Ankebut Suresi, 25)

Bediüzzaman Said Nursi de bu tür bir sevgiye sahip olanları güzel bir örnekle anlatır. Buna göre bu kişiler, elindeki aynalar yardımıyla Güneş’e bakan bir adama benzer. Elindeki ayna kırılıp da, Güneş’ten yansıttığı ışık kesilince, adam ışığı kaybetmenin korkusuyla kendini “yer bitirir”. Ama akılsızlık yapmaktadır: Aynadaki ışık, aynaya ait değildir ki o kırılınca ışık da yok olsun. Işık Güneş’e aittir, aynalar onu yalnızca yansıtır.

Mümin de bütün sevgisini Allah’a yöneltecektir. Allah’ı sevmek ise -nasıl Güneş’e aynalarla bakılıyorsa-, Allah’ın sıfatlarının yansıdığı varlıkları, bu isimlerin O’na ait olduğunu bilerek sevmektir.

Dolayısıyla mümin, Allah’a olan sevgisini, Allah’ın sıfatlarını üzerlerinde “tecelli” ettiren ve Allah’ın beğendiği ahlak ile ahlaklanmış müminleri severek gösterecektir. Bu sevgi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da herhangi bir çıkara dayalı değildir. Yalnızca Allah’ı sevmenin sonucunda, Allah’ı sevenleri sevmekten kaynaklanır. Kuran’da, tüm müminler arasında yaşandığı gibi, Peygamberimiz (sav) döneminde de sahabeler arasında yaşanan bu sevgiyi Rabbimiz şöyle tarif eder:

Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret eden (mümin)leri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)

Allah, müminlerin arasındaki bu sevgiyi, onlara özel olarak verdiğini de ayetlerde şöyle haber vermiştir:

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)

(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) “Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut.” Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımız’dan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. (Meryem Suresi, 12-13)

Müminler, ancak Allah’ı ve Allah’a iman edenleri samimi ve candan severler. Bu nedenle Allah’a karşı başkaldıranlara karşı hiçbir sevgi duymazlar. Allah Kuran ayetlerinde bu konuyu şöyle hatırlatır:

Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler (dostlar) edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur…
… İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.” (Mümtehine Suresi, 1-4)

Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir. (Tevbe Suresi, 23)

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun… (Mücadele Suresi, 22)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminin sevgisi “Allah için sevmek” dışında hiçbir kıstasa bağlı değildir. Sevgisi, soy yakınlığı, maddi zenginlik gibi kıstaslara değil, imana, ahlak güzelliğine bağlıdır. Para, makam, şöhret gibi sözde değerlerin sahiplerini değil, katıksız iman sahiplerini, yani müminleri sever.

Sevgisini Allah sevgisi dışındaki kıstaslardan arındırdığına göre, en çok seveceği kişi de Allah’ın rızasını en çok arayan, en “takva” (Allah’tan korkup-sakınma) sahibi olan insandır. Kim mümin özelliklerini üzerinde daha çok taşıyorsa, en çok onu sevecektir. Kuran’a baktığımızda, müminlerin en çok, Allah’a en yakın ve en “takva” sahibi olan peygamberi sevdiklerini, onu herşeyden üstün tuttuklarını görürüz:

Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evladır… (Ahzab Suresi, 6)

Müminin sevgi anlayışı iman temeline dayalı olduğuna göre, evliliğini de aynı temel üzerine kuracaktır. Bu konuda da müminler ile Allah’ı inkar edenler arasında önemli bir farklılık ortaya çıkar.

Mümin olmayanlar, evliliklerini genelde maddi çıkarlar üzerine kurarlar;

Özellikle kadınların evlilikten beklediği, çoğu zaman kendisini rahat ettirecek “zengin bir koca” bulmaktır. Çoğu genç kız, karakterinden hiç hoşlanmadığı halde sırf parası ve şöhreti için bir adamla evlenebilir. Bu, aslında para için yapılan bir nevi ticaret anlaşması gibidir. Tek fark bu “anlaşma”nın ömür boyu sürecek şekilde yapılmasıdır. Ki çoğu zaman bu da gerçekleşmez ve evlilikler kısa süre içinde sona erer.

Bu tür evlilik örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Sadece mal, mülk ve şöhret sahibi olduğu için yaşlı bir zenginle veya kötü ahlaklı bir insanla evlenen çok sayıda genç insan bulunmaktadır.

Mümin olmayanların evliliği her zaman para üzerine kurulu değildir. Sadece fiziksel özellikler ve cinselliği kıstas alan çok sayıda genç kız da vardır. Bunlar, “beyaz atlı prens” sandıkları ve fiziki çekiciliğinin dışında hiçbir özellik taşımayan erkeklerle evlenirler.

Oysa bu fiziki özelliklerin tamamı kısa sürede yok olacaktır. Evlendiği insan bir süre sonra yaşlanacak, sağlığını, gücünü ve güzelliğini yitirecektir. Mutlaka yaşlanmasına da gerek yoktur: Herhangi bir zamanda kaza geçirebilir, sakat kalabilir, felç olabilir, ölümcül bir hastalığa yakalanabilir. Bu durumda evlilik ne olacaktır?

Evlendiği erkekle bu tür kıstaslar uğruna, sözgelimi “gözünün güzelliği” için, evlenmiş olan bir kadın, kocası bunları kaybederse, örneğin kör olursa ne yapacaktır? Hayatının en önemli kararlarından birini bir göz için vermiş olmasının çarpıklığını belki ancak o zaman anlayacaktır.

Mümin ahiretteki sonsuz cennet hayatını hedefler. Tüm hayatı Allah’ın rızasını ve bu büyük “kurtuluş ve mutluluk”u elde etmek üzerine kuruludur. “Namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü” bunlar üzerine kurulu olduğuna göre, elbette sevgisini ve sevginin en açık göstergesi olan evliliğini de bu temel üzerine kuracaktır.

Allah rızası için evlilik, “şirk” üzerine kurulan evlilikten elbette tümüyle farklıdır. Allah için yapılan evliliğin kıstası ise, elbette mal, şöhret, fizik gibi geçici kıstaslar olamaz. Evliliğini de Allah’ın rızasını arayarak yapacaktır. Evlilik için talip olacağı insan da Allah rızasını en çok kazanmasına vesile olacak olan insandır. Yani mümin özelliklerine en çok sahip olan, iman ve takvaca en üstün olduğuna karar verdiği insan…

Bundan dolayıdır ki, Asr-ı Saadet döneminde Allah’ın rızasını arayan mümin kadınlar, hep Peygamberimiz (sav) ile evlenmeye talip olmuşlardır. Aksini tercih edenleri, Allah ayetlerinde “dünya hayatının süslü-çekiciliğini isteyenler” olarak şöyle tanımlamıştır:

Ey peygamber, eşlerine söyle: “Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah’ı, Resulü’nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.” (Ahzab Suresi, 28-29)

Mümin Özellikleri

Kuran’a göre yaşayan bir insan, sevgisini de Kuran’a göre yaşayanlara, yani müminlere yöneltecektir. Müminlerin, onları sevilmeye layık kılan ve Allah’a iman etmelerinden doğan bazı özellikleri vardır. Mümin, diğer müminlerde bu özellikleri arayacak, bunları gördüğü için onları sevecektir. Bu özellikler bir kişide ne kadar çok ortaya çıkarsa, ona olan sevgisi de o kadar artacaktır.

Allah’ın Kuran’da bildirdiği mümin özelliklerinin belli başlılarını şöyle maddeleştirebiliriz:

• Müminler ancak Allah’a kulluk ederler. O’ndan başka zihinlerinde ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur. (Fatiha Suresi, 1-7; Nisa Suresi, 36)
• Allah’tan korkup-sakınırlar. Allah’ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. (Al-i İmran Suresi, 102; Yasin Suresi, 11; Tegabün Suresi, 15-16; Zümer Suresi, 23)
• Yalnızca Allah’a güvenirler. (Bakara Suresi, 249; Tevbe Suresi, 25-26)
• Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab Suresi, 39) 
• Allah’a şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara Suresi, 172; İsra Suresi, 3; İbrahim Suresi, 7)
• Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah’ın rızasını kazanmaktan dönmek gibi bir düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat Suresi, 15; Bakara Suresi, 4)
• Kuran’a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kuran’a göre düzenlerler. Kuran’a göre yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (Araf Suresi, 170; Maide Suresi, 49; Bakara Suresi, 121)
• Sürekli Allah’ı anarlar. Allah’ın herşeyi gören ve işiten olduğunu bilir, sürekli Allah’ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Al-i İmran Suresi, 191; Rad Suresi, 28; Nur Suresi, 37; Araf Suresi, 205; Ankebut Suresi, 45)
• Allah karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.) (Bakara Suresi, 286; Araf Suresi, 188)
• Herşeyin Allah’tan olduğunu bilirler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü davranırlar. (Tevbe Suresi, 51; Teğabün Suresi, 11; Yunus Suresi, 49; Hadid Suresi, 22)
• Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini oluşturmaya çalışırlar. (Nisa Suresi, 74; Sad Suresi, 46; Araf Suresi, 31-32)
• Sadece Allah’ı ve müminleri dost ve sırdaş edinirler. (Maide Suresi, 55-56; Mücadele Suresi, 22)
• Akıl sahibidirler. Her an ibadet bilincinde olduklarından sürekli dikkatli ve uyanıktırlar. Devamlı olarak müminlerin ve dinin lehine akılcı hizmetler yaparlar. (Mümin Suresi, 54; Zümer Suresi, 18)
• Tüm güçleriyle Allah adına inkarcılara, özellikle inkarcıların önde gelenlerine karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç yılmadan ve gevşemeden mücadelelerini sürdürürler. (Enfal Suresi, 39; Hac Suresi, 78; Hucurat Suresi, 15; Tevbe Suresi, 12)
• Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı gerçeği açıklamaktan geri kalmazlar. İnkar edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar. (Maide Suresi, 54, 67; Araf Suresi, 2)
• Allah’ın dinini tebliğ etmek için her yolu dener, çeşitli biçimlerde insanları Allah’ın dinine davet ederler. (Nuh Suresi, 5-9) 
• Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. (Nahl Suresi, 125; Tevbe Suresi, 128; Hud Suresi, 75)
• Öfkelerine kapılmazlar, anlayışlı ve bağışlayıcıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 134; Araf Suresi, 199; Şura Suresi, 40-43)
• Güvenilir insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik sergiler, etraflarına da güven telkin ederler. (Duhan Suresi, 17-18; Tekvir Suresi, 19-21; Maide Suresi, 12; Nahl Suresi, 120)
• Büyücülük ve delilikle suçlanırlar. (A’raf Suresi, 132; Yunus Suresi, 2; Sad Suresi, 4; Hicr Suresi, 6; Kamer Suresi, 9)
• Baskı ve zulüm görürler. (Şuara Suresi, 49, 167; Ankebut Suresi, 24; Yasin Suresi, 18; İbrahim Suresi, 6; Neml Suresi,49, 56; Hud Suresi, 91)
• Zorluklara katlanırlar.
(Ankebut Suresi, 2-3; Bakara Suresi, 156, 214; Al-i İmran Suresi, 142, 146, 195; Ahzap Suresi, 48; Muhammed Suresi, 31; Enam Suresi, 34)
• Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar.
 (Tevbe Suresi, 111; Al-i İmran Suresi, 156-158, 169-171, 173; Şuara Suresi, 49-50; Saffat Suresi, 97-99; Nisa Suresi, 74)
• İnkarcıların saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır, alaya alınırlar. (Bakara Suresi, 14, 212)
• Allah’ın koruması altındadırlar. Aleyhlerinde kurulan tüm tuzaklar boşa çıkar. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar.
(Al-i İmran Suresi, 110-111, 120; İbrahim Suresi, 46; Enfal Suresi, 30; Nahl Suresi, 26; Yusuf Suresi, 34; Hac Suresi, 38; Maide Suresi, 42, 105; Nisa Suresi, 141)
• İnkarcılara karşı tedbirlidirler. (Nisa Suresi, 71, 102; Yusuf Suresi, 67)
• Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir. (Fatır Suresi, 6; Zuhruf Suresi, 62; Mümtehine Suresi, 1; Nisa Suresi, 101; Maide Suresi, 82)
• Münafıklara karşı fikren mücadele eder, münafık karakterlilerle birlikte olmazlar. (Tevbe Suresi, 83, 95, 123)
• İnkarcıların zorbalıklarına fikren engel olurlar. (Ahzab Suresi, 60-62; Haşr Suresi, 6; Tevbe Suresi, 14-15, 52)
• Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket ederler. (Şura Suresi, 38)
• İman etmeyenlerin sözde gösterişli yaşantısına özenmezler. (Kehf Suresi, 28; Tevbe Suresi, 55; Taha Suresi, 131)
• Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. (Hac Suresi, 41; Kasas Suresi, 79-80; Nahl Suresi, 123)
• İbadetlere titizlik gösterir, 5 vakit namazlarını kılar, oruç ve benzeri ibadetleri dikkatle yerine getirirler. (Bakara Suresi, 238; Enfal Suresi, 3; Müminun Suresi, 1-2)
• Çoğunluğa değil, Allah’ın verdiği kıstaslara uyarlar. (Enam Suresi, 116)
• Allah’a yakınlaşmak, örnek bir mümin olmak için gayret sarfederler.
(Maide Suresi, 35; Fatır Suresi, 32; Vakıa Suresi, 10-14; Furkan Suresi, 74)
• Şeytanın etkisine girmezler. (A’raf Suresi, 201; Hicr Suresi, 39-42; Nahl Suresi, 98-99)
• Atalarına körü körüne uymazlar. Kuran’a ve sünnete göre hareket ederler. (İbrahim Suresi, 10; Hud Suresi, 62, 109)
• Kadınların ezilmesine göz yummazlar. (Nur Suresi, 4; Talak Suresi, 6; Bakara Suresi, 231, 241; Nisa Suresi, 19)
• İsraftan kaçınırlar. (Enam Suresi, 141; Furkan Suresi, 67)
• İffetli davranırlar ve Allah’ın istediği şekilde evlenirler.
(Müminun Suresi, 5-6; Nur Suresi, 3, 26, 30; Bakara Suresi, 221; Maide Suresi, 5; Mümtehine Suresi, 10)
• Dinde aşırılığa kaçmazlar. (Bakara Suresi, 143; Nisa Suresi, 171)
• Fedakardırlar. (İnsan Suresi, 8; Al-i İmran Suresi, 92, 134; Tevbe Suresi, 92)
• Temizliğe dikkat ederler. (Bakara Suresi, 125, 168; Müddessir Suresi, 1-5)
• Estetik ve sanata önem verirler. (Sebe Suresi, 13; Neml Suresi, 44)
• Müminlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat Suresi, 12)
• Haset etmekten kaçınırlar. (Nisa Suresi, 128)
• Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir. (Bakara Suresi, 286; Al-i İmran Suresi, 16-17, 147, 193; Haşr Suresi, 10; Nuh Suresi, 28)

Müminlere Yapılan Baskılar

Üstteki mümin özelliklerinde aslında iki ayrı konu vardır:

Birincisi, Allah’a kulluk etmek, fedakarlık, mütevazilik gibi müminlerin kendilerinin sahip olduğu güzel özellikler.

İkincisi, inkar edenlerin onlarla alay etmesi, onlara tuzak hazırlaması gibi kendi ellerinde olmayan özellikler. Aslında bu ikinci tür özellikler, samimi mümini tanımada son derece önemlidir. Çünkü birinci türün önemli bir bölümü “taklit edilebilir” özelliklerdir. Örneğin bir münafık da, çıkarlarına uygun olduğu için 5 vakit namaz kılabilir, bazı fedakarlıklar yapabilir. Ama ikinci tür özellikler “taklit edilemez” özelliklerdir. İnkar edenler, ancak gerçek bir mümine baskı uygulamaya çalışırlar.

Bu nedenle, müminleri değerlendirirken bu ikinci tür özelliklere de çok önem vermek gerekir. Bir topluluğun gerçekten salih mümin topluluğu olup olmadığını anlamak için Kuran’da Allah’ın değişmez kanunu olarak bildirilen bu kıstaslara bakılmalıdır.

Müslümanlara yapılan sözlü baskı ve iftiraları değerlendirirken, önceki Müslümanların başından geçenler temel başvuru kaynağımız olmalıdır. Çünkü Allah Kuran’da, önceki müminlerin karşılaştıkları zorlukları ve maruz kaldıkları karalama yöntemlerini detaylı olarak anlatmakta ve şöyle bildirmektedir:

Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?… (Bakara Suresi, 214)

Kuran’da “öncekilerin başına gelenler”in detaylarıyla anlatıldığı ayetlerde ise, oldukça dikkat çekici bir hususla karşılaşırız. Görürüz ki, peygamberlere ya da müminlere düşman olanlar, onlara saldırırken genellikle “Bu insanlar Allah’a iman ediyorlar, O’nun hoşnutluğunu arıyorlar” ya da “Bu insanlar bizim gibi ahlaksız değiller, yüksek bir ahlaka sahipler” gibi sözler söylememektedirler. Tam tersine müminleri, kendi akıllarınca “karalama”ya çalışmakta, onları en olmadık suçlamalarla itham etmektedirler.

Elbette “Biz Allah’a başkaldırdık, hiçbir ahlaki sınırı tanımıyoruz ve çıkarlarımıza aykırı düşen bu insanları ezmek istiyoruz” demeyeceklerdir. “Bunlar Allah’ın hükümlerini uygulayan vicdanlı insanlar, bizse sınırı aşmış zalimleriz” gibi bir itirafta da bulunmayacaklardır. Tam tersine kendilerini “iyi ahlaklı ve akıllı” ideal insanlar olarak gösterip, müminleri karalayarak saldırılarına kendilerince meşru zemin hazırlamaya çalışacaklardır. Kuran’da “öncekilerin başına gelenler”in anlatıldığı kıssalarda, inkar edenlerin hep bu yöntemi izlediklerini görürüz.

Sözgelimi Hz. Nuh (as), gönderildiği toplumu -tüm peygamberler gibi- yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırmıştı. Yalnızca Allah’a kulluk üzerine bina edilmiş bir düzen ise, elbette batıl sistem sayesinde güç ve statü elde etmiş olan kavminin “önde gelenleri”nin çıkarlarına ters düşmüştü. Ama bu “önde gelenler” elbette “bu kişinin istedikleri çıkarlarımıza ters düşüyor” dememişlerdir. Tam tersine, Hz. Nuh (as)’ı -büyük bir iftirada bulunarak- çıkar peşinde koşmakla, “makam ve mevki” kazanmaya çalışmakla suçladılar. Rabbimiz bu durumu ayetlerinde şöyle haber vermiştir:

Andolsun, Biz Nuh’u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: “Ey Kavmim, Allah’a kulluk edin. O’nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?” Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: “Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor…” (Müminun Suresi, 23-24)

Aynı akılsızca suçlama Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)’a da yapılmıştır. Ayette haber verildiği üzere, Firavun ve çevresi onlara; “… Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz.” (Yunus Suresi, 78) demişlerdir.

Müminlere atılan iftiralar daha farklı boyutlara da varabilir. Tarih boyunca Allah’ın elçileri, etraflarındaki müminleri “büyüleyip-kandırmakla” suçlanmışlardır:

Dediler ki: “Bunlar (Musa ve Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler.” (Taha Suresi, 63)

… Kafirler dedi ki: ‘Bu yalan söyleyen bir büyücüdür’. (Sad Suresi, 4)

Müslümanları karalamaya çalışanlar, kendi özelliklerini müminlere aitmiş gibi göstermeye çalışırlar. Öyle ki, Hz. Nuh (as) gibi mübarek bir insan için “çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık” (Kamer Suresi, 25) bile diyerek, aslında kendilerinin yalancı olduklarını ispatlamışlardır.

Sık sık gündeme getirilen bir başka iftira ise “delilik” suçlamasıdır. Aslında bu suçlamanın ardında yatan önemli bir kavrama eksikliği vardır. İnkar edenler, “Allah’ın rızasını kazanmak” gibi bir kavrama sahip olmadıklarından, müminlerin yalnızca bu amaca yönelmiş olarak hareket ettiklerini kavramakta zorlanırlar. Gerçekte hiçbir çıkar gözetmediklerini bildikleri müminlerin, bütün hayatlarını Allah’ın rızası uğruna yaşamalarına kendi çarpık bakış açıları nedeniyle anlam veremezler. Onların batıl düşünce yapılarına göre, böylesine idealist bir tavır olsa olsa “delilik”tir. Nitekim bu iftirayı geçmişte sık sık kullanmışlardır. Ayetlerde haber verildiği üzere, Firavun, Hz. Musa (as) için, “Şüphesiz ki size gönderilmiş olan elçiniz gerçekten bir delidir” (Şuara Suresi, 27) demiş; kavmi, Hz. Nuh (as)’ı yalanlarken o bir “delidir” (Kamer Suresi, 9) iddiasında bulunmuştur.

Müminler bunların yanında fuhuş iftirasıyla da suçlanmıştır. Hz. Yusuf (as) ve tüm mümin kadınlara örnek olarak gösterilen Hz. Meryem (as), bu iftirayla karşılaşmış mübarek insanlardandır. Çoğu peygamber “şaşırmışlık ve sapmışlık” (Araf Suresi, 60) iftirasına maruz kalmıştır.

Bütün bunların “öncekilerin başına gelmiş” ve bitmiş olaylar olduğunu düşünmek elbette son derece yanlış olur. Allah Kuran’da aynı şeylerin diğer müminlerin başına gelebileceğini de haber vermektedir. Dolayısıyla aynı suçlama ve karalamalarla, hak dini savunan ve böylelikle din ahlakından uzak çevreleri rahatsız eden her mümin karşılaşabilir.

Müslümanlar hakkında söylenenlerin, her zaman bu tür bir karalama kampanyasının parçası olabileceği göz önünde bulundurulmalı ve Rabbimiz’in aşağıdaki ayetinde emrettiği gibi, “fasık” (doğru yoldan sapmış)ların getireceği bu tür haberlere “etraflıca araştırmadan” itibar edilmemelidir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:

Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu ‘etraflıca araştırın’. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6

Cahiliye Toplumunda Hayat

Önceki sayfalarda, müminlerle diğer insanlar arasındaki en önemli farkın, müminlerin Allah’ın sonsuz kudretinin farkında olmaları olduğunu belirtmiştik. Ayrıca Allah’ın varlığına gönülden iman eden bir müminin tüm hayatını nasıl düzenlediğini ve düzenlemesi gerektiğini incelemiştik.

Allah’ın gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası üzerine kuran bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de, hayatının her saniyesinde yalnızca Allah’ın rızasını ve rahmetini düşünerek hareket etmesidir. O, hayatını Allah’ın hoşnutluğunu kazanma, O’na “kul” olma hedefi üzerine kurduğuna göre, Allah’ın yarattığını ve kontrol ettiğini kavradığı tüm evrene artık değişik bir gözle bakacaktır. Yalnızca Allah’ı İlah olarak tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir şey ifade etmeyecektir. Allah Kuran’da bu konuyu, Hz. İbrahim (as)’ın söylediğini bildirdiği şu sözlerle vurgulamıştır:

Kitap’ta İbrahim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi. Hani babasına demişti: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?’ (Meryem Suresi, 41-42)

Mümin, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O’na yalvardığı, yalnızca O’ndan istediği için sadece Allah’a yönelir. Allah dışında hiç kimseyi hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah’tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek özgürlüğü, zaten ancak, bu gerçeği kavrayarak Allah’a yönelmesiyle olur.

Gerçek imana sahip olmayanların hayatları ise, müminin tam tersine, sayısız sahte ilahın boyunduruğu altındadır. Böyle insanlar, hayatlarını sayısız insanı hoşnut etmeye adarlar. İnsanlardan yardım isteyip medet umarlar. Oysa kendi cahil mantıklarınca zihinlerinde ilahlaştırdıkları bu varlıklar da aynen kendileri gibi aciz birer “kul”dur. Elbette ki bu varlıklar onların isteklerine cevap veremezler, onları kurtaramazlar. Ölüm, bu sahte ilahların insana gerçekte hiçbir yararı olmadığını ortaya koyan en kesin gerçektir. Ama, bu hayali ilahların hayali olduklarını anlamak için ölümü beklemek, çok geç kalmak anlamına gelir. Allah Kuran’da, bu insanların içinde bulunduğu çıkmazı şöyle tarif eder:

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)

İşte mümin olmayanların hayatları bu çarpık temel üzerine kurulmuştur. Bu temelden dolayı müminlerle diğer insanlar arasındaki bir başka önemli fark daha ortaya çıkar: Müminler kendilerine rehber olarak, Allah’ın onlara verdiği kıstasları kabul eder, Hak kitap olan Kuran’a ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetine uyarlar. Onların dini, Allah’ın Kuran’da tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)’in örnek hayatıyla tanıttığı İslam’dır.

Hayatlarını Allah’ın farkında olmadan sürdüren insanlar ise, elbette kendilerine rehber olarak, Allah’ın değil, zihinlerindeki sahte ilahların kıstaslarını kabul edeceklerdir. Hak din olan İslam’a değil, batıl anlayışlara ve inanışlara sahip olan sahte bir dine uyacaklardır. Onların dini, çok ilahlı sapkın bir dindir. Bunlar, kendilerine kıstas olarak, içinde bulundukları toplumun batıl değerlerini aldıkları için, birbirinden farklı kural ve amaçlara sahip olurlar. Bu nedenle içinde bulundukları çok-ilahlı dinin farklı farklı türleri vardır. Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır: Bir insanın içinde yaşadığı toplumun düzenine uyması, kanunlara ve kurallara tabi olması son derece önemli ve gereklidir. Burada kast edilen doğruyu, güzeli, sevgiyi ve saygıyı telkin eden ve yaşatan toplumsal kurallar değil, çıkarcılığı, bencilliği, sevgisizliği ve acımasızlığı telkin eden batıl değerlerdir.

Kiminin hayattaki amacı, para ve güç elde etmek, kimininki saygı gören ve sözü kabul edilen bir insan olmaktır. Kimisi hayatının amacını “iyi bir eş” bulup, “mutlu bir yuva kurmak” olarak belirler. Bunların hepsi bir müminin de hayatında olan unsurlardır. Ama salih bir mümin hiçbirine olması gerekenden fazla değer vermez. Daha da önemlisi bu konular hakkında Allah’ın Kuran’da bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)’in öğütlediği dışında bir anlayışa de yargıya sahip olmaz. Din ahlakını yaşamayan insanların ise, kendilerine belirledikleri her bir hedef için din ahlakına uygun olmayan yöntemleri ve yolları vardır. “Hayat tarzı” olarak adlandırdıkları bu batıl anlayışların her biri aslında batıl birer dindir ve Allah’ın varlığını ve sınırlarını kavrayamama temeli üzerine kurulmuştur.

Oysa insanların yaratılışı, Allah’a kul olma ve Allah’a güvenme üzerine kuruludur. İnsan, sonsuz istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip olmadığı için, yaratılıştan Allah’a bağlanmaya muhtaçtır. Dolayısıyla insan fıtratı, Allah’ı “Rab” (eğitici, yol gösterici, kural koyucu) olarak kabul etmeye yatkındır:

Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)

Nefsin kötü arzularına kapılmayıp, Allah’a iman eden halis bir mümin, tüm hayatı boyunca “ne yapması gerektiğini” O’nun kitabından ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetinden öğrenir, peygamberleri kendine örnek edinir. Müminin hayatı, inkar edenlerden tümüyle farklıdır. Dahası mümin, inkarcıların hiç bilmedikleri bazı gerçekleri yine Kuran’dan öğrenir. Örneğin Allah Kuran’da Kendisi’nden korkup sakınanlara her türlü durumda mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini müjdelemiştir:

… Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)

Allah’ın kudretinin farkına varan ve O’nu hakkıyla tanıyan mümin hayatını Allah’a teslim edecektir. Çünkü bilir ki, “kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter”. Bir ayette Hz. Yakub (as)’ın oğullarına bu konuda verdiği bir öğüt şöyle haber verilmektedir:

… Ben size Allah’tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O’na tevekkül etmelidirler.” (Yusuf Suresi, 67)

Bu gerçeği kavrayan mümin, hayattaki görevinin Allah’ın hükümlerini uygulamaktan başka birşey olmadığını görecektir. Onun görevi de, “mesleği” de budur. Ancak Allah yolunda çabalamakla sorumludur. Herşeyi Allah’tan istemektedir çünkü kendisine herşeyi veren Allah’tır. Müminlerin bu güzel ahlaklarını Allah Kuran’da şöyle haber vermiştir:

Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum. Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır. (Zariyat Suresi, 56-58)

Dolayısıyla Kuran’da tarif edilen ahlaka sahip bir mümin için “gelecek korkusu” diye bir şey söz konusu olamaz. Bu korku ancak, hayatı, birbirinden bağımsız milyonlarca sahte ilahın arasındaki bir çekişme olarak görenlere özgüdür. Olayların Allah’ın kontrolünde ve takdir ettiği kader içinde işlediğini bilmeyen bu insan, “kendi hayatını kurtarma” mücadelesi vermesi gerektiğini sanmaktadır. “Rızkı”nı “taştan çıkarması” gerektiği düşüncesindedir. Böyle düşündüğü için de, böyle karşılık görür.  Bediüzzaman Said Nursi, Allah’ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:

“…’Hayat bir cidaldir (çatışmadır)’ diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler.”

İşte bu, “hayat bir çatışmadır” mantığından doğan ruh hali, Kuran ahlakını yaşamayanların sahip olduğu dinin temel özelliklerinden biridir. Söz konusu çarpık mantık nedeniyle bu insanlar, sürekli sıkıntı ve huzursuzlukla dolu bir ruh hali içinde yaşarlar. Şöyle ki;

-Bu kimselerin büyük bölümü, müminlerin tam aksine, bencil, çıkarcı, küçük hesaplar peşinde koşan, tek derdi “çıkarını kollamak” olan insanlardır.

-Fedakarlıktan, fedakarlığın getirdiği incelikten haberleri yoktur. Sevgileri çıkara dayalıdır: Bir insanı, o insanda olan güzel özelliklerden dolayı değil, sadece “çıkar için” severler.

-Tabi kendilerini sevdiklerini söyleyen başka insanların da aynı şekilde sevdiğini bilmektedirler. Bu nedenle hiçbir zaman sadakat ve vefa ortamında yaşayamazlar. Hep “ya benden daha zenginini, daha güzelini, daha yakışıklısını bulup da beni terk ederse” endişesi içindedirler.

-Kıskançtırlar. Bu nedenle güzellikten ve iyilikten zevk almayı bilmezler. Örneğin bir insanın güzelliğine bakıp, ondan zevk alacak ve “Allah ne güzel yaratmış” demenin huzurunu yaşayacak yerde, “neden bu güzellik bende yok da onda var” kuruntusuyla kendilerini yerler.

-Allah’ın nimetine şükretmeyi ve kendilerine verilenle yetinmeyi bilmezler. Bu nedenle hep “daha fazlası”nı isterler. Bu istek hiçbir zaman tatmin edilemez ve sürekli bir rahatsızlık kaynağı olur.

-Aciz ve zayıf olduklarını kabul edip Allah’tan yardım dilemezler. Allah’a büyüklenerek, O’ndan yardım istemeyerek acizlik ve zayıflıklarının yok olacağını zannederler. Oysa böyle yapmakla acizlikleri ve zayıflıkları yok olacak değildir. Bu kez insanlardan medet umarlar. Ama karşılarındaki de kendileri gibi yalnızca çıkarlarını düşünen, aciz biridir ve gerçek anlamda şefkat ve merhamet göstermekten yoksundur. Dolayısıyla beklentilerine ulaşamadıkları için sık sık “bunalım” geçirir, karakter çöküntüleri yaşarlar.

-Affedicilik ve anlayışlı olmaktan yoksundurlar. Bu nedenle aralarındaki en ufak bir anlaşmazlık, çatışma ve kavgaya dönüşebilir. Her iki taraf da çoğu zaman alttan almayı kendi gururuna yediremez. Bu nedenle sık sık büyük kavgalar ederler.

-Allah’ın koruması ve kontrolü altındaki bir dünyada değil, tek kuralın “galip gelmek” olduğu vahşi bir ormanda yaşadıklarını düşünürler. Kendi sapkın düşüncelerine göre, bu “orman”da yaşayabilmek için sert, saldırgan ve egoist olmaları gerekmektedir. Böyle düşündükleri için de böyle “karşılık” görürler: Ya cahiliye deyimiyle “küçük balık” olup yutulurlar, ya da “büyük -ve zalim- balık” olup diğerlerini yutarlar.

Gerçek imanı yaşamayan, tarif edilen çarpık ahlak anlayışına göre hareket eden insanların bulunduğu hemen her toplumun kuralları yukarıda sayılan gibidir. Rabbimiz Kuran’da, bu toplumları Kendisi’nin ve ahiretin farkında olmadıkları için- “cahiliye” toplumları olarak tanıtmıştır. Rabbimiz’in Kuran’da bildirdiği gibi bir türlü akıllanıp Allah’a teslim olmayan İsrailoğulları içinden bazı kimseler de, Hz. Musa (as) tarafından cahil olarak tanımlanmıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi.”Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah’tan başka bir ilah mı arayacağım?” (Araf Suresi, 138-140)

Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi, “cahiliye” tek bir bütün değildir. Böyle bir toplumun içinde, hepsi aynı “cahillik” özelliğiyle damgalanmış olmasına karşın, birbirinden farklı kesimler olabilir. Bu kesimler genelde, “cahiliye”nin değer verdiği geçersiz kıstasları -ki en başta ekonomik güç gelir- elde edip etmemiş olmalarına göre ayrılır.

“Cahiliye” Toplumunda İnsan Değerlendirmenin Ölçüsü

Salih müminler için, insanları değerlendirmenin ölçüsü “takva”dır (Allah’tan korkup-sakınma ölçüsü, Allah’a yakınlık). İman sahibi olmayanların oluşturduğu cahiliye toplumunda ise, insanlar hem kendilerini hem de diğer insanları büyük ölçüde “para” kıstasına göre değerlendirirler.

Durum böyle olunca, cahiliye toplumunda pek çok çarpık mantık ortaya çıkar;

-Bol parası olan biri, son derece basit ve ahlaksız da olsa, “cahiliye” toplumunda saygı görecektir.

-Toplumda oluşan bu kural nedeniyle, söz konusu “paralı ama ahlaksız” kişi de kendisinin çok “saygıdeğer” bir kişi olduğunu sanacaktır.

-“Para” böylesine önemli bir kıstas olunca, “parasız” olanlar da otomatik olarak, “paralı”ların tam tersine belirli bir eziklik ve güvensizlik duygusu yaşayacaklardır. Özellikle “paralı”ların yanında, “parasız” olanların bu tavrı hemen belli olur. Maddi durumu kötü olan kişi, belki karşısındaki zenginin son derece ahlaksız ve basit bir kişi olduğunu, kendisinin ondan ahlaken daha üstün olduğunu fark edecek, ama o da hala “cahiliye”nin değer yargılarının etkisinde olacaktır: “Parasız” olmanın getirdiği ezikliği kolay kolay yenemeyecektir.

-Paranın bu kadar önemli kıstas olduğu cahiliye toplumunda, doğal olarak büyük bir ahlaki dejenerasyon yaşanacaktır. Rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık gibi kavramlar günlük hayatın bir parçası haline gelecektir. Bu cahil insanlara göre en büyük değer para olduğu için, parayı elde etmeye yarayan her yöntem, ne kadar ahlaksız ve adaletsiz de olsa, meşruiyet kazanacaktır.

Kuran’daki Karun kıssası ile, Allah, cahiliye toplumunun söz konusu “para merkezli” olma özelliğini en güzel biçimde şöyle anlatır:

Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.” Dedi ki: “Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.” Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz” dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz” demeye başladılar. İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 76-83)

Ayetlerden anlaşıldığı gibi, Karun ve ona özenenler klasik bir cahiliye toplumudur. Tüm mülkün Allah’ın olduğunu ve Allah’ın, mülkü dilediğine verdiğini kavrayamamışlardır. Karun, kendisine verilen mülkün “onda olan bir üstünlük nedeniyle” verildiğini sanmaktadır. Oysa;

-Herşeyin Yaratıcısı Allah olduğuna göre, herşeyin gerçek sahibi de O’dur. İnsanlar, tümü Allah’a ait olan bu mülke yalnızca geçici bir süre için “emanetçi” derecesinde sahip olabilirler.

-İnsanlara verilmiş olan nimetler, onlarda olan bir üstünlük ya da özellikten dolayı değil yalnızca bir nimet ve imtihan olarak verilmiştir. “Gururlanmak” için değil, “şükür” etmek için verilmiştir. Eğer bu anlaşılamazsa, sahip olunan mülk, hem dünyada ve hem de ahirette insana mutluluk ve kurtuluş getirmeyecektir.

-Mülk, cimrilik ederek “biriktirip-yığmak” için değil, Allah rızası için kullanılmak üzere verilir. Böyle yapmayanların sonunu Allah Kuran’da şöyle bildirir:

Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)

-Mümin Allah’ın verdiği mülkü, akılcı bir biçimde, Allah rızası için harcarken, bunun bitip-tükeneceğinden de korkmamalıdır. Rabbimiz Kuran’da bu tehlikeye dikkat çekip, şeytanın insanı “fakirlikle korkuttuğu” (Bakara Suresi, 268) hatırlatmıştır, ve Kendi yolunda harcanan (infak edilen) malın yerine, bir başkasını vereceğini de bildirmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:

De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe Suresi, 39)

Yukarıda bahsettiğimiz Karun kıssası aslında cahiliye toplumlarının genel bir karakterini ortaya koymaktadır. Ayetlerde haber verildiği gibi, Karun aslında “cahiliye” toplumunda bulunan bir karakteri temsil etmektedir. Bu karakter, cahiliye toplumu içinde zenginliği ve itibarıyla dikkati çeken bazı kimselerdir.

Ayetlerde ayrıca Karun’a özenenler anlatılmaktadır. Bunlar da Karun’la aynı cahil anlayışı paylaşmakta, mülkün sahibinin Allah olduğunu anlayamamaktadırlar. Dolayısıyla Karun’u ve sahip olduklarını gözlerinde büyütmektedirler.

Cahiliyenin telkininden kurtulmuş olanlarsa yalnızca müminlerdir. Onlar;

-Kıstaslarının para değil, iman olduğunu ve mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kavramış oldukları için, Karun’un özenilecek değil, acınacak durumda olduğunu görebilmişlerdir.

-Cahiliye toplumunun üyeleri gibi, ancak Karun’un mülkü yok olduktan sonra “Demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır” dememişler, aynı gerçeği baştan görüp-bilmişlerdir.

Benzer bir durum, Allah’ın Kehf Suresi’nde anlattığı “bahçe sahipleri”nde de görülür. Kendisine bol nimet ve mülk verilip de aynı Karun gibi kendini bunların gerçek sahibi sanan insanla, Allah’a iman eden O’ndan korkup-sakınan mümin arasındaki farkı Rabbimiz ayetlerde şöyle anlatır:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet-saati’nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, ‘MaşaAllah, Allah’tan başka kuvvet yoktur’ demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten ‘yakıp-yıkan bir afet’ gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.”(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.”Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi, 32-44)

Maddi Değerlere Aşırı Önem Verenler

Kuran-ı Kerim’in birçok kıssasında, Müslümanların karşılaştığı, kendilerine din ahlakını tebliğ ettikleri ve çoğunlukla olumsuzluklarına karşı fikri mücadele içinde oldukları bir kesim anlatılmıştır. Neredeyse bütün peygamber kıssalarında bildirilen bu insanların özellikleri de ayetlerde çok açık bir biçimde haber verilmiştir.

Rabbimiz Kuran’da, bu topluluğu, “kavmin önde gelen büyüklenenleri”, “refah içinde şımaranlar”, “günah üzerinde ısrarlı davrananlar”, “haksız yere böbürlenenler” gibi ifadelerle tanıtmıştır. Bu kimselerin ortak özellikleri, kendilerine verilen güç ve imkanları, Allah’a isyan ve yeryüzünde bozgunculuk yönünde kullanmalarıdır. Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’ demişlerdir. Ve: ‘Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz’ de demişlerdir. (Sebe Suresi, 34-35)

Ayetlerde haber verilen bilgiler doğrultusunda söz konusu bu kesimin özelliklerini şöyle sayabiliriz;

– Kendilerine verilen refah, “mallar ve oğullar”, söz konusu kesimin iyice böbürlenmesine, Allah’ı tanımayıp, O’na başkaldırmalarına (Allah’ı tenzih ederiz) neden olur:

Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: “Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?” Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, Bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı. (Fussilet Suresi, 15)

Ancak burada şunu da belirtmekte fayda vardır: Geniş maddi olanaklara sahip olmak olumsuz bir özellik değildir. Ancak kişinin bu olanakları kendisine verenin Yüce Allah olduğunun farkında olması ve sahip olduğu herşey için Allah’a şükretmesi gerekir. Yanlış olan, insanların dünya hayatında kendilerine sunulan imkanlar nedeniyle kibirlenmeleri ve bunun inkarlarına vesile olmasıdır. Nitekim Kuran’da kötü özellikleri ibret olarak bildirilen kişiler de böyle bir yanlışa yönelen insanlardır.

– Müminlerin Kuran ahlakını tebliğ ederken en çok tepki aldıkları topluluğu da çoğu zaman yine bu “refah içinde şımaran önde gelenler” oluşturur. Söz konusu kesim, Allah’a teslim olmayı ve ellerindeki imkanları O’nun istediği biçimde kullanmayı kabul etmediklerinden, müminlere öfke duyarlar. Örneğin Mekkeli müşrikler arasında bu öfkeleri nedeniyle sevgili Peygamber Efendimiz (sav)’i tutuklamaya, yaşadığı yerden zorla çıkarmaya ve öldürmeye kalkışanlar bile olmuştur:

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

Kuran ayetlerinde detaylı olarak özellikleri bildirilen bu ahlaktaki toplulukların benzer örneklerine günümüzde de bazı toplumlarda rastlamak mümkündür. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, dejenere bir hayat yaşayan, her türlü ahlaki sapkınlığı sözde meşru gören ve maddi olanakları fazla olduğu için toplumun önde gelen sınıfını oluşturan bu insanlar, toplumsal ahlaki çöküntüyü meydana getiren temel unsurlardandır. Her türlü cinsel sapıklığın yaşandığı, uyuşturucu ve alkol tüketiminin çok yüksek seviyelerde olduğu sapkın eğlence anlayışına sahip bu toplulukların neden olduğu manevi çöküntü, bazı Güney Amerika, Güney Asya ve Batı ülkelerinde açıkça görülebilir.

Ancak unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, haksızlık ve adaletsizlik üzerine bina edilmiş hiçbir sistem kalıcı olmaz. Her türlü batıl ve dejenere sistem yok olmaya mahkumdur. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şu şekilde haber verilmiştir:

(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)

Görüldüğü gibi, yeryüzünde büyüklük taslayan, sahip olduğu imkanlar nedeniyle şımarıklığa kapılan, bu imkanları ahlaksız bir hayat yaşamak ve yaşatmak için kullanan her grubun, yenilgiye uğrayacak olması Allah’ın bir kanunudur. Ama tüm bu insanlar dünyadayken tevbe edip, kötülükten vazgeçme imkanına sahiptirler. Böyle bir sisteme dahil olan kişiler, Allah’ın her zaman için bağışlayan olduğunu, bu yoldan dönüp iman eden, vatanının ve milletinin hayrı için çalışmaya başlayan, iyiden ve haktan yana tavır koyan kişileri affeden olduğunu unutmamalıdırlar.

Kim doğru yola uyarsa, öncelikle kendi iyiliği için doğru yola uymuş olur. Buna rağmen kim tekrar kötülüğe ve sapkınlığa dönerse, kuşkusuz Rabbimiz azabı pek şiddetli olandır. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra Suresi, 15)

Cahiliye Toplumunda Çarpık Ahlak Anlayışı

Kuran’da Allah’ın tarif ettiği müminlerin ahlakı Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuruludur. “Cahiliye” toplumunda ise, değer yargısı “takva” üzerine kurulu olmadığı için, ahlak anlayışı da çarpıktır;

– “Cahiliye” toplumu, Allah’ın sonsuz kudretinin farkında olmadığı için, ahlak anlayışını “insanlar ne der” kıstası üzerine dayandırmıştır. Bu durumda ahlak dışı bir davranış, toplumun diğer üyelerinin görmediği ve bilmediği bir ortamda rahatça yapılabilir. Ya da bu ahlak dışı anlayışa, toplumun diğer üyelerinin bu davranışı meşru görmesini sağlayacak yeni isim ve şekiller bulunur.

Örneğin, fuhuşun ahlak dışı bir davranış olduğunu “cahiliye” toplumunda da çoğu kişi kabul eder. Bu nedenle bu toplumun üyelerinin bir kısmı fuhuş yapsa da “ben fuhuş yapıyorum” diye açıkça söylemez. Ama kimsenin görmediği ve bilmediği bir biçimde bu eylemi rahatlıkla yapabilir.

Bunu, cahiliye insanlarının birçoğunun yaşamlarının hemen her anında izlemek, günün her saatinde çeşitli örnekleriyle görmek mümkündür.

Sonsuza Kadar Yaşama İsteği

De ki: “Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma Suresi, 8)

Allah’ın ve ahiretin varlığına kesin olarak iman etmeyen “cahiliye” toplumu mensuplarının en belirgin özelliklerinden biri, “hiç ölmeyecekmiş gibi” yaşamalarıdır. Bu toplumda ölüm, herkesin bildiği ama kesinlikle söz etmediği, adını ağzına almadığı bir konudur. Tüm hesaplar ölüm yok sayılarak yapılır. Sanki “bu dünya”da sonsuza dek yaşayacakmış gibi servet biriktirilir. Tüm hesaplar, ölüm göz önünde bulundurulmadan yapıldığı için, bu kaçınılmaz sondan bahsetmek “şom ağızlılık, patavatsızlık” olarak kabul edilir.

İşte cahiliye insanlarının çarpık bir mantık üzere yaşadıklarının en açık göstergelerinden biri de budur. Her insan, “her nefis ölümü tadıcıdır” (Al-i İmran Suresi, 185) hükmü gereği mutlaka öleceğine göre, ölüm gerçeği hesaba katılmadan kurulan bir hayat elbette çürük bir temel üzerine kurulmuş olur. Oysa insan mutlaka aklını ve vicdanını kullanmalıdır;

– Kendisine sonsuz yaşama isteği verildiğine göre, neden ortalama 60-70 yıl gibi kısa bir süre yaşatılıp sonra da hayatına son verildiğini oturup düşünmelidir.

– Ölümü düşünmeyerek hiçbir şekilde ölümden kaçamadığını, ancak avcıdan kaçmak için kafasını kuma sokan devekuşu gibi akılsızlık yaptığını fark etmelidir.

– Kendini en mükemmel bir biçimde, bir spermden yaratan Allah’ın, onu yeniden diriltip yaşatma gücüne sahip olduğunu kavramalıdır.

– Ve onu öldükten sonra yeniden diriltip yaşatacağını yüzlerce ayette vaat eden ve haber veren Allah’ın, bu sözünü elbette tutacağını bilmelidir.

O zaman ölümün yok oluş değil, ahirete geçiş kapısı olduğunu kavramaya başlayabilir.

– Bu durumda ölümden korkmanın bir anlamı olmadığını anlayabilir. Zaten ölümden korkmanın bir faydası yoktur; çünkü ölümden kaçılamaz. Herkes kaderinde belirlenmiş zamanda ölecektir. Ölüm korkusuna kapılanları, Allah Kuran’da şöyle uyarmıştır:

… Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, “Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti…” (Al-i İmran Suresi, 154)

Ama ahirete geçiş kapısı olan ölüm, ancak hayatını Allah rızasına uygun olarak değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır. Allah’tan yüz çevirmiş olanlar içinse, ölüm kesin bir yıkım ve felaketin başlangıcıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak Allah’ı unutanların, ölüm geldiğinde duyacakları pişmanlığın bir şey ifade etmeyeceğini Rabbimiz Kuran’da haber vermiştir:

Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım.” Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)

Kendini Allah’a adamayan herkes -Allah’ın dilemesi dışında- bu pişmanlığı yaşayacaktır.

Öyleyse, madem hayat çok kısadır, bu hayattan sonra sonsuz bir gerçek hayat vardır ve madem o sonsuz hayat, bu dünyada Allah’ın rızasını arayarak kazanılacaktır; bu durumda;

– İnsanın buradaki kısa ve değersiz hayatından çok, ölümden sonra başlayacak gerçek hayatını düşünmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu gerçeği kavramış olan müminler “katıksızca (ahireti asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri”dirler. (Sad Suresi, 46)

– Dünyada elde edilecek servet ve imkanlara tutkuyla bağlanmanın bir anlamı yoktur. Kimse ne malını, ne güzelliğini, ne kuvvetini ne ailesini, ne de şöhretini ahirete götüremez. Bunların hiçbiri mezardaki insana eşlik edemez. Mezara giren yalnızca kefene sarılı bir bedendir; o da kısa bir süre içinde kurtlanıp çürümeye başlayacaktır.

– Bu dünyadan ahirete götürülecek tek şey Allah rızası için yapılmış olan salih amel ve ibadetlerdir. O zaman bu dünyada kısa bir süre için insana verilmiş olan nimetler (sağlık, güzellik, servet vb.), ahirette ebedi olarak ve çok daha güzeliyle yeniden insana verilecektir.

– Bu gerçeği kavramayıp da malını ve bedenini Allah rızası için harcamaktan kaçınıp “cimrilik” eden, kendi ahiretini mahvetmekte ve asıl kendine cimrilik etmektedir. Konuyla ilgili bir ayet şöyledir:

İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed Suresi, 38)

Bunları kavrayamayan ve dünyaya büyük bir sevgiyle bağlanmış olanlar, kendilerini sözde “ölümsüz”leştirmeye çalışırlar. “Geride adını sürdürecek bir şey bırakmak” isteği bundandır. Bunun çeşitli şekilleri vardır:

– Bazıları arkalarında “adlarını sürdürecek” eserler bırakmayı dener. Allah Kuran’da bu tavrı şöyle haber verir:

“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuara Suresi, 128-129)

– Bu psikolojinin en belirgin örneklerinden biri de “çocuk yetiştirmeye” karşı olan aşırı istektir. Ahireti ummayanlar, geride adlarını anıp-sürdürecek çocuklar bırakma hevesinde olurlar genelde. Özellikle erkek çocuk istenmesinin de nedeni budur. “Çocuk sahibi olma” tutkusunun dünya hayatının geçici süsü olduğunu Rabbimiz bir ayette şöyle haber verir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Elbette insanın güzel ahlaklı, hayırlı insanlar yetiştirmek istemesi makbuldür. Ancak cahiliyenin çarpık sisteminde insanların bu isteğinin nedeni Allah’ın razı olması değil, kendi enaniyetlerini tatmin etmek, kendilerince dünyada kalıcı bir isim bırakmaktır.

Oysa Kuran’a baktığımızda müminlerin çocuk sahibi olmayı, ancak Allah’ın rızası için istediklerini ve çocuklarını da Allah rızasına uygun olarak yetiştirdiklerini görürüz. Çoğu peygamber, yaşadıkları dönem ve ortamda böyle bir imkanları olmadığı için uzun süre çocuk sahibi olmamış, ancak yaşlandıklarında kendilerinden sonra din ahlakını anlatıp-savunmaya devam etmesi için Allah’tan çocuk istemişlerdir.

Cahiliye Toplumundaki Din Anlayışı

Şimdiye dek özelliklerini saydığımız, Allah’ı gerektiği gibi takdir edemeyen, bu nedenle de “cahil” olma özelliğini taşıyan toplum yapısı, dini de kendi çarpık mantık ve inanışları doğrultusunda yorumlamıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkmış olan din anlayışı, Kuran’da Allah’ın emrettiği gerçek dinden çok farklıdır. Rabbimiz Kuran’da Hz. Muhammed (sav)’e vahyedilen dini, “… insanların “ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiren…” (Araf Suresi, 157), “içinde hiçbir zorluk bulunmayan” bir din olarak tanıtmaktadır:

… O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim’in dininde olduğu gibi. O, bundan daha önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi “Müslümanlar” olarak isimlendirdi… (Hac Suresi, 78)

Kuran’da insanlar, düşünmeye, tabi oldukları yanlış inanç ve yolları fark ederek Allah’ın istediği şekilde bir yaşam tarzına çağrılmaktadırlar.

Cahiliye toplumu ise Kuran’ın çok net ve anlaşılır mesajını görmezlikten gelerek, İslam adına koyu taassuplu bir dini türetmiştir. Cahiliyenin oluşturduğu bu çarpık din anlayışının bazı özelliklerini şöyle sayabiliriz:

– Kuran’da Allah’ın bildirdiği din, yalnızca Allah’a kul olmayı ve O’ndan başka varlıkları ilah edinmemeyi emreder. Buna göre insan yalnızca Allah’ın rızasını aramakla sorumludur, başkalarının hoşnutluğunu aramak gibi bir zorunluluğu yoktur. Cahiliye ise, dini Allah’ın rızasını aramak için bir yol olarak görmemektedir. Cahiliyenin bu hatalı anlayışına göre ortaya çıkan din, “insanlar ne der?” korkusuna dayalı ve gerçek din ahlakından tümüyle ayrı bir yapıdır.

– Kuran ahlakını bilmeyen ve anlamayan cahiliyenin din anlayışı, bir takım batıl inanışlara dayalıdır. Çeşitli yerel adet ve inanışlar dine eklenmiş, dindar olmak, atalardan gelen batıl birtakım inanışlara bağlı olmakla aynı şey haline getirilmiştir. Halbuki, Kuran’da Allah’ın tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)’in yaşamında en güzel örneklerini gördüğümüz dinin bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Kuran’da Rabbimiz, yalnızca Kendi sınırlarını ve Peygamber (sav)’in sünnetini ölçü almayı emreder. Tarih boyunca peygamberler hakkın karşısına atalarından öğrendikleri batıl inançlarla çıkmaya kalkışanlarla mücadele etmişlerdir. Onların bu ahlaklarını Allah ayetlerde şöyle haber vermiştir:

Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Aynı konu, Maide Suresi, 104; Enam Suresi, 91; Araf Suresi, 28 ve daha pek çok ayette tekrarlanır.

– Dini bu yanlış anlayışla değerlendiren bazı cahiliye insanları, bu tavırlarının doğal bir sonucu olarak dinin akılcılıktan ayrı olduğu yanılgısına kapılmışlardır. Oysa Allah’ın Kuran’da bildirdiğine göre akıl, mümin olmanın gereğidir. Müminler sürekli düşünmeye, araştırmaya ve Allah’ın ayetlerini bu yolla görüp tanımaya davet edilirler. İman ve akıl birbiri ile bağlantılıdır; aklı kullanmanın bir sonucu olarak iman edilir, akıl kullanıldıkça iman daha da güçlenir.

– Cahiliye düşüncesi dinde olmayan bazı kuralları varmış gibi göstermekte, helalleri haram yapmakta bir sakınca görmemektedir. Kuran’da, birçok insanın sıkıntısını duyduğu bu mantığın yanlışlığı şu şekilde bildirilmiştir:

De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. De ki: “Rabbim yalnızca çirkin-hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan ‘isyan ve saldırıyı’ kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf Suresi, 32-33)

Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O, size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir. (Enam Suresi, 119)

Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz    Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide Suresi, 87)

– Cahiliyenin oluşturduğu batıl anlayış nedeniyle İslam, bazı kimseler tarafından olduğundan çok farklı tanıtılmak istenmiştir. Oysa İslam akılcılığın, güzelliğin, sevginin, anlayışın, sevecenliğin, merhametin, temizliğin, estetiğin, kalitenin, asaletin hakim olduğu hak dindir. Peygamberler, yaşadıkları dönemlerin en medeni insanlarıdır. Son derece kültürlü ve estetik değerlere sahip kişilerdir. Peygamber Efendimiz (sav) nezaketiyle, estetik zevkinin kalitesiyle, güzelliğiyle, temizliğiyle ve üstün aklıyla tüm müminlere en güzel örnektir. Hz. Süleyman (as) da bu gerçeğin en açık örneklerinden biridir. Sarayı mimari harikalarla, estetik mekanlarla doludur.

Müslüman olmak Allah’a kul olmak ve O’nun verdiği nimetleri O’na şükrederek kullanmaktır. Allah’ı tanımanın ve gerçekten üstün ahlaklı bir insan olabilmenin çabasıdır.

Gerçek Müslüman, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah’ın rızasını arayan, O’nun rızasından başka hiçbir maddi veya manevi karşılık beklentisi içinde olmayan kişidir.

İşte Müslümanlığın tanımlarından biri budur.

Allah’tan başka ilahlar edinenlerin ebedi mekanı: Cehennem

Allah’ın rızasına uyan kişi, Allah’tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 162)

Aşağılatıcı ve ebedi bir azap yeridir.
(Tevbe Suresi, 63, 68; Maide Suresi, 80; Enam Suresi, 128; Hud Suresi, 107; Nahl Suresi, 29; Enbiya Suresi, 99; Nisa Suresi, 14, 151)

Ateşi çok şiddetli ve kavurucudur.
 (Mearic Suresi, 15-16;  Al-i İmran Suresi, 181; Ahzab Suresi, 64; Hac Suresi, 72; Nur Suresi, 57; Furkan Suresi, 11)

Korkunç bir uğultusu vardır. (Furkan Suresi, 12; Mülk Suresi, 7-8)

Allah’ın yarattığı en kötü barınma yeridir. (Al-i İmran Suresi, 162; Nisa Suresi, 115)

Azap aralıksızdır ve asla hafifletilmez. 
(Mü’min Suresi, 46-47; Maide Suresi, 37; Yunus Suresi, 52; Beyyine Suresi, 6; Hac Suresi, 22; Al-i İmran Suresi, 88; Fatır Suresi, 36)

Ölerek kurtulma imkanı da yoktur. (İbrahim Suresi, 17)

Yardım edebilecek hiçbir kimse yoktur. (Al-i İmran Suresi, 91)

Kaçış ve kurtuluş yolu yoktur. (Maide Suresi, 37; Kehf Suresi, 53; Beled Suresi, 19-20)

Başındaki bekçiler meleklerdendir. (Mü’min Suresi, 49-50; Zuhruf Suresi, 77; Müddessir Suresi, 26-31)

Yakıtı insanlar ve taşlardır. 
(Bakara Suresi, 24; Tahrim Suresi, 6; Al-i İmran Suresi, 10; Enbiya Suresi, 98; Hud Suresi, 119; Secde Suresi, 13)

Ateşle dağlanma vardır. (Tevbe Suresi, 35)

Kemikleri çatırdatan inlemeler duyulur. (Enbiya Suresi, 100)

Suçlular bukağılara vurulmuşlardır. (İbrahim Suresi, 49)

Kaynar su ve irinli su içirilir. 
(Nebe Suresi, 24-25; Gaşiye Suresi, 5; Vakıa Suresi, 54-55; Yunus Suresi, 4; Sad Suresi, 57; İbrahim Suresi, 16-17)

Yiyeceği zakkum ve darı dikenidir.
(Duhan Suresi, 43-46; Saffat Suresi, 62-66; Vakıa Suresi, 52-53; Müzzemmil Suresi, 13; Gaşiye Suresi, 6-7)

Cehennemdekiler katranla giydirilmişlerdir. (İbrahim Suresi, 50)

Yalnızca Allah’ın rızasını arayanların ebedi mekanı: Cennet

Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız’da daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 35)

İnsanın zevk aldığı ve isteği herşey ve daha fazlası vardır. (Kaf Suresi, 35; Zuhruf Suresi, 71; Enbiya Suresi, 102)

Muazzam bir mülk vardır. (İnsan Suresi, 20)

Her yanı nimetlerle donatılmıştır. (Saffat Suresi, 43; İnsan Suresi, 20)

Ölüm tadılmaz. (Duhan Suresi, 56)

Ebedi olarak kalınır. (Bakara Suresi, 25)

Yorgunluk veya bıkkınlık duyulmaz. (Fatır Suresi, 35)

Sınırsız mutluluk vardır. (Yasin Suresi, 55)

Tam bir rahatlık vardır. (Vakıa Suresi, 89)

Alabildiğine geniştir. (Hadid Suresi, 21)   

Hoşnut bir yaşam vardır. (Hakka Suresi, 21)

Hüzün ve korku yoktur. (Bakara Suresi, 62; Al-i İmran Suresi, 170; Fatır Suresi, 34; Araf Suresi, 35)

Geniş ikram görülür. (Saffat Suresi, 42)

Kusursuz bir şekilde yeni bir yaratılışla yaratılmış, bakire, tertemiz, pürüzsüz tenli, iri gözlü ve bakışları sadece eşlerine çevrimiş huriler vardır.
(Bakara Suresi, 25; Saffat Suresi, 49; Zuhruf Suresi, 70; Saffat Suresi, 48; Duhan Suresi, 54; Vakıa Suresi, 22-23, 36-37; Rahman Suresi,
56, 58, 70, 72; Nebe Suresi, 33; Vakıa Suresi, 35)    

Yüksek köşkler ve güzel meskenler vardır. (Furkan Suresi, 10, 75; Ankebut Suresi, 58; Saff Suresi, 12)     

Rahatsız edici sıcak veya soğuk yoktur. Sürekli gölgelikleri vardır. (İnsan Suresi, 13; Rad Suresi, 35; Mürselat Suresi, 41; Nisa Suresi, 57)

İçinden ırmaklar akar. (Bakara Suresi, 25)     

Sütten ve baldan ırmaklar vardır. (Muhammed Suresi, 15)    

Yükseklerde kurulmuş döşekler, mücevherlerle işlenmiş tahtlar vardır.
 (Vakıa Suresi, 15, 34; Gaşiye Suresi, 13; Saffat Suresi, 44)

Dizi dizi yastıklar, serilmiş yaygılar, çarpıcı güzellikte döşekler vardır.
(Gaşiye Suresi, 15-16; Rahman Suresi, 76, Vakıa Suresi, 30)

Bitip tükenmeyen, hesapsız bir rızık vardır. (Sad Suresi, 54; Mümin Suresi, 40)          

İçindeki nimetler eksilmez. (İnsan Suresi, 13; Vakıa Suresi, 33)

Rahatlıkla erişilen çeşit çeşit meyveler vardır.
 (Vakıa Suresi, 28, 29, 32; Nebe Suresi, 32; Hakka Suresi, 23; Rahman Suresi, 68; İnsan Suresi, 14)

Tertemiz su kaynakları vardır. (Mutaffifin Suresi, 28; Gaşiye Suresi, 12; Rahman Suresi, 50; İnsan Suresi, 6,18)

Çeşit çeşit incelikler ve güzellikler vardır. (Rahman Suresi, 48)

Atlastan ağır işlemeli yastıklar vardır. (Rahman Suresi, 54)

Hizmet eden, tertemiz kişiler vardır. (Tur Suresi, 24)      

Saçılmış inci gibi ölümsüz vildanlar vardır. (İnsan Suresi, 19)

İçenlere sarhoşluk vermeyen bembeyaz, katıksız bir şarap vardır.
(Mutaffifin Suresi, 25,26; İnsan Suresi, 5; Saffat Suresi, 46-47; Vakıa Suresi, 19; Tur Suresi, 23)

İpekten ve ağır işlenmiş atlastan elbiseler, altın, gümüş ve inciden takılar vardır. (İnsan Suresi, 21; Hac Suresi, 23)     

Yiyecek ve içecekler altın ve gümüşten tepsi ve testilerle sunulur.  (Zuhruf Suresi, 71; İnsan Suresi, 15-16)

İçindeki yiyeceklerin tadları dünyadakilere benzemektedir. (Bakara Suresi, 25)

Darwinizm’in çöküşü

Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 300 milyona yakın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah’ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır. 

Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980’lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD’de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm’in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.

Evrim teorisinin çöküşünü ve Yaratılış’ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.

Darwin’i Yıkan Zorluklar

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan’a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah’ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin’in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı. 

Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir “mantık yürütme” idi. Hatta Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.

Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. 
Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:

  1. Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
  2. Teorinin öne sürdüğü “evrim mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
  3. Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.

Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.

Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre” nasıl ortaya çıkmıştır?

Evrim teorisi, Yaratılış’ı cahilce reddettiği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.

“Hayat Hayattan Gelir”

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.

Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.

Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.

Oysa Darwin’in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:

“Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.” (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)

Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.

20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:

“Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.” (Alexander Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)

Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. (“New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life”, Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)

Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)

Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)

Hayatın Kompleks Yapısı

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.

Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950’de 1’dir. Ancak matematikte 1050’de 1’den küçük olasılıklar pratik olarak “imkansız” sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA’sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.

Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi’nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel,Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)

Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış’ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.

Evrimin Hayali Mekanizmaları

Darwin’in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla…

Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.

Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)

Lamarck’ın Etkisi

Peki bu “faydalı değişiklikler” nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck’a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin’den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck’a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya  çıkıyordu. Örneğin Lamarck’a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.

Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184)

Ama Mendel’in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon “tek başına” ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.

Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930’ların sonlarında, “Modern Sentetik Teori”yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına “faydalı değişiklik sebebi” olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.

Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm’dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının “mutasyonlara”, yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin “evrim mekanizması” olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin’in de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey yapamaz.” Bu gerçek bizlere doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.

Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.

Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre, bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.

Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara türler”in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.

Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara “ara-geçiş formu” adını verirler.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni‘nde bunu şöyle açıklamıştır:

Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)

Darwin’in Yıkılan Umutları

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.

Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record”, Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)

Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin’in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:

Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani “türlerin kökeni”, Darwin’in sandığının aksine, evrim değil Yaratılış’tır.

İnsanın Evrimi Masalı

Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” sayılır:

  1. Australopithecus
  2. Homo habilis
  3. Homo erectus
  4. Homo sapiens

Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen “Australopithecus” ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, “The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt”, Nature, c. 258, s. 389)

Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, “homo” yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar‘dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, “Homo sapiens‘e uzanan zincir gerçekte kayıptır” diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, “Darwin’s Current Bulldog: Ernst Mayr”, Scientific American, Aralık 1992)

Evrimciler “Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, AustralopithecusHomo habilis ve Homo erectus‘un dünya’nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)

Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)

Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:

Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30)

Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım “yarı maymun, yarı insan” canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.

Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere’nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.

Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası” yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise, Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:

Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)

İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.

Darwin Formülü!

Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.

Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia eder. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir “deney” tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına “Darwin Formülü” adıyla inceleyelim:

Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.

Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah’ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.

Göz ve Kulaktaki Teknoloji

Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.

Gözle ilgili konuya geçmeden önce “Nasıl görürüz?” sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:

Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.

Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın.

Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.

Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.

İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?

Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.

Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.

Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtıl veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.

Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.

Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.

Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?

Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?

İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?

Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.

Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah’ı düşünüp, O’ndan korkup, O’na sığınması gerekir.

Materyalist Bir İnanç

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini “bilime saldırı” olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..

Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm’i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.

Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, “önce materyalist, sonra bilim adamı” olduğunu şöyle itiraf etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan ‘a priori’ bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, “The Demon-Haunted World”, The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28)

Bu sözler, Darwinizm’in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah’ın apaçık olan varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam etmektedirler. 
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcı’nın eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah’tır.

Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için “dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü” ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş’e tapmasından, Hz. İbrahim’in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)’ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah’ın Kuran’da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)

Allah Hicr Suresi’nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:

Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: “Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)

Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, “büyü”den başka bir açıklaması yoktur. Nitekim, Allah Kuran’da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun’a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa’ya, kendi “bilgin büyücüleri” ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:

(Musa:) “Siz atın” dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)

Görüldüğü gibi Firavun’un büyücüleri yaptıkları “aldatmacalar”la -Hz. Musa ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa’nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi “uydurduklarını yutmuş” yani etkisiz kılmıştır: 

Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver” diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)

Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve “büyü bozulduğunda” küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:

Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43)

Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar “tesadüfler”in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.

Dediler ki: “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.”(Bakara Suresi, 32)

Yaratılış Gerçeği – 1

sivekkusu

Balinalar ve yunuslar, “deniz memelileri” olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli sınıfına dahildir, çünkü aynen karadaki memeli canlılar gibi doğurur, emzirir, akciğerle nefes alır ve vücutlarını ısıtırlar. Ancak bu canlıların vücut yapıları diğer memelilerden oldukça farklıdır. Deniz memelileri tamamen suda yaşamak için yaratılmış özel vücut sistemlerine sahiptirler.
www.ALLAHvar.com

sivekkusu

Her mevsimde ayrı özelliklerde meyvelerin bulunması büyük bir nimettir. Kışın insanların en fazla vitamine ihtiyaçları oldukları dönemde, mandalina, portakal ve greyfurt gibi C vitamini yönünden zengin meyvelerin olması; yazın da insanların susuzluğunu gidererek ferahlamalarını sağlayan kiraz, kavun, karpuz, şeftali gibi bol sulu meyvelerin çıkması Allah’ın insanlara bir lütfu ve nimetidir.
www.darwinvekuslar.com

sivekkusu

İnsan, giysisini, saatini ya da oturduğu koltuğu bir süre sonra hissetmemeye başlar. Çünkü insan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdurur ve cilt bu maddeye karşı alışkanlık kazanır. Allah’ın insan için büyük bir nimet olarak yarattığı, bu “alışma” mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay bile büyük bir sıkıntı haline gelirdi.

www.imanhakikatleri.com

sivekkusu

Uzun süre fillerin iletişim sistemlerini inceleyen bilim adamları, fillerin insanların duyamadığı ses tonları olan infraseslerle iletişim kurduklarını belirlemiştir. Çok güçlü ancak düşük frekanslı sesler olan infrasesler, insanlar tarafından yalnızca özel kayıt cihazlarıyla duyulabilir. Ancak filler bu özel sesler aracılığıyla uzun mesafeli bir çağrıyı uygun hava koşullarında 10 km´lik mesafelere bile duyurabilmektedir.

sivekkusu

Bir kurşun kalemin silgisi büyüklüğündeki bu küçük kuş, vücudundaki kusursuz sistemlerle Allah’ın üstün yaratmasını bize tanıtan canlılardandır. Sinekkuşu göçmen kuşların en küçüğüdür. Ağırlığı 3 gr olan bu olağanüstü göçmen yılda 6.000 km’den fazla yol kat eder. Yola çıkmadan önce ağırlığını iki katına çıkarır (6 gram). Bu enerji rezervi ona Meksika Körfezi’ni hiç duraklamadan geçme imkanı verir. Saatte 40 km hızla 900 km yol kat eder.

sivekkusu

Geyikler ortamın güvensiz olduğunu anladıklarında ön ayaklarından birini yere vurarak diğer geyiklere tehlikeyi haber verirler. Eğer tehlikenin yakında olduğunu anlarlarsa hem ön ayaklarından birini yere vururlar hem de kuyruklarını dikleştirerek sarkaç gibi sallamaya başlarlar. Narin yapısıyla yırtıcı hayvanlara kolayca yem olabilecek bu sevimli canlılar, ancak birlikte hareket ederek korunabilmektedir.

www.detaysanati.net

sivekkusu

Aynı türdeki bitkiler dünyanın neresine giderseniz gidin aynı özelliklere sahiptirler. Karpuz her yerde karpuzdur, rengi, lezzeti, kokusu hep aynıdır. Gül, çilek, karanfil, çınar kısacası tüm bitkiler aynı türde hep aynı özelliklere sahiptir. Yapraklar dünyanın her yerinde fotosentez yaparlar. Benzersiz taşıma sistemleri tüm bitkilerde vardır. Bu mekanizmaların, evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüfen oluşması imkansızdır. Bitkileri yaratan Yüce Allah’tır.

www.kurandacanlilar.com

sivekkusu

İnsan beyninde yaklaşık 0.5 gr. ağırlığında, bezelye tanesi büyüklüğünde bir et parçası olan “Hipofiz bezi”, yeryüzünün en kompleks, en hatasız ve en hayati idarecisi olarak yaratılmıştır. Hipofiz bezi sonsuz ilim sahibi Yüce Allah’ın kontrolü ile sayısız hormona görevler dağıtır, hiçbir aksama olmadan her birini denetler. Bu sayede aynı anda başımızı ve kollarımızı hareket ettirir, duyar, görür, gülümser, konuşur ve dokunuruz.

www.bitkidunyasi.net

sivekkusu

Küçük bir yaprağın gerçekleştirdiği “fotosentez” işlemi, insan dahil tüm canlıların yeryüzünde yaşamlarını sürdürebilmesinin başlıca sebeplerinden biridir. Bir yaprağın sadece     1 milimetrekaresinde 500 bin adet klorofil bulunur. Klorofilin içindeki karmaşık işlemin hızı saniyenin on milyonda biri kadardır. Üstelik bu işlem her klorofil molekülünde ayrı ayrı gerçekleşmektedir.

www.hayatinkokeni.com

sivekkusu

Yaklaşık 300 milyon yıldır varlıklarını devam ettiren deniz kestaneleri, bu zaman zarfında hiçbir değişikliğe uğramamışlar, herhangi bir evrimsel süreçten geçmemişlerdir. Resimdeki fosil 150 milyon yıllıktır. Deniz kestanelerinin yumuşak bedenleri, üzerlerindeki dikenler tarafından düşmanlara karşı korunur. Hareketli olan bu dikenler, bazı türlerde zehirlidir ve kimi zaman uzunlukları 30 cm’yi bulmaktadır.

www.canlilarinevrimi.com

sivekkusu

Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl
Bölge: Madagaskar

Altta sağda milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramamış olan günümüz deniz kestaneleri görülüyor.

www.gercegibilmek.com

Yaratılış Gerçeği – 2

sivekkusu

Günümüz  sivrisineklerine bir örnek
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya

Fosil kayıtlarının en belirgin özelliklerinden biri, canlıların bu kayıtlarda gözlemlendikleri jeolojik dönemler boyunca değişime uğramamalarıdır. Diğer bir deyişle, bir canlı türü, fosil kayıtlarında ilk olarak nasıl belirdiyse, bu tür yok olana kadar veya günümüze gelene kadar on milyonlarca, hatta yüz milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim göstermemekte, aynı yapıyı korumaktadır. Bu, canlıların hiçbir evrime uğramadıklarının açık bir delilidir.

www.hayatinkokeni.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya

Fosildeki örneği ile aynı özelliklere sahip günümüz yalancı klik böceği görülüyor

Eucnemidae familyasına dahil olan bu böcekler, genellikle kahverengi veya siyah renkli olup, daha çok ormanlık alanlarda yaşarlar. Fosiller, yalancı klik böceklerinin hep yalancı klik böceği olarak var olduklarını, başka bir canlıdan türemediklerini, herhangi bir değişime uğramadıklarını göstermektedir. Aradan geçen on milyonlarca yıla rağmen hiç değişmeyen yalancı klik böcekleri, Darwinistlerin iddialarını yalanlamaktadır.Fosildeki örneği ile aynı özelliklere sahip günümüz yalancı klik böceği görülüyor.

www.yasayanfosiller.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 – 37 milyon yıl
Bölge: Messel Oluşumu, Almanya

Aşağıda günümüz çamur balığı

Çoğunlukla Kuzey Amerika’da yaşayan çamur balıkları, kel turnalar takımına dahildir ve milyonlarca yıldır aynı kalan canlılardan biridir. Söz konusu balıkların çok sayıda fosili elde edilmiştir. Bu fosiller, çamur balıklarının sahip oldukları tüm özelliklerle bir anda belirdiklerini ve on milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını göstermektedir.

www.darwinistyenilgininacisi.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya

Yanda milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeyen günümüz yürüyen çalı böceği görülüyor.

Darwinistlerin iddialarını yalanlayan canlılardan biri olan yürüyen çalı böcekleri, uzun ince bir bedene sahiptirler. Yapıları, görünümleri ve özellikleri on milyonlarca yıldır hiç değişmemiştir. 45 milyon yıldır aynı kalan bu böcekler, canlıların küçük değişiklikler geçirerek geliştikleri iddiasında olan evrimin geçersizliğini gözler önüne sermektedir.

www.evrimefsanesi.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya

Yanda günümüz bitki piresi

Fosil kayıtlarının böceklerin kökeni konusunda ortaya koyduğu bilgiler, canlıları Allah’ın yarattığı gerçeğini bir kez daha doğrulamaktadır. Fransız zoolog Paul Pierre Grassé de evrim teorisinin böceklerin kökenini açıklamaktan aciz olduğunu şöyle itiraf etmektedir:

“Böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz.” (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 30)

www.bbcyanilgilari.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya

Yandaki resimde , milyonlarca yıldır hiç değişmeyen günümüz yaban arılarına bir örnek görülüyor.

45 milyon yıl önce amber içinde kalarak bugüne kadar gelmiş olan bu yaban arısı türü, parazit olarak yaşayan bir canlıdır. Günümüzde tanımlanmış yaklaşık 12.000 türü vardır ve hatta dünya geneline yayılmış olarak 40.000-50.000 türünün yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu yaban arıları yumurta bırakmak için diğer böcek türlerini seçer ve bunları felç ederler.

www.darwinistneleridusunmez.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti

Milyonlarca yıldır var olan günümüz kanatlı Karıncası

Kanatlı karınca türünün 5 – 8 mm uzunluğunda  iki uzun kanadı vardır. Yuvaların su ve yiyecek kaynaklarına yakın yapan bu karıncalar milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. 25 milyon yıllık amber içindeki kanatlı karınca fosili, söz konusu canlıların milyonlarca yıldır aynı olduklarını, yani evrim geçirmediklerini göstermektedir.

www.yaratilismuzesi.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya

Günümüz yaprak biti

Yaprak biti, bitkilerle beslenen ve Aphidoidea alt familyasına dahil olan bir böcek türüdür. Bilinen yaklaşık 4000 tür yaprak biti vardır ve bunlar 10 familyada toplanırlar. Bugüne kadar tespit edilmiş en eski yaprak biti türleri Karbonifer döneminde (354 – 290 milyon yıl) yaşamıştır. Ve aradan geçen 300 milyon yıldan daha uzun süreye rağmen en küçük bir değişikliğe uğramamıştır.

www.evrimaldatmacasi.com

sivekkusu

Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi 
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya

Günümüz geniş hortumlu böceği

Baş kısmının öne doğru uzamasıyla dikkat çeken bu kınkanatlı böcek türü 45 milyon yıldır amber içinde muhafaza edilmiştir. Böceğin günümüzdeki örneği ile amber içindeki fosili karşılaştırıldığında milyonlarca yıldır hiçbir değişiklik göstermediği açıkça anlaşılmaktadır. Bu da evrim teorisinin zaman içinde küçük değişikliklerle türlerin yeni türlere dönüşmesi iddiasının hiçbir geçerliliğinin olmadığını açıkça göstermektedir.

sivekkusu

Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 95 milyon yıl
Bölge: Lübnan

Günümüzde yaşayan balon balığı (yanda) Altta ise 95 milyon yıllık balon balığı fosili

Balon balığı milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadan varlığını devam ettirmektedir. 95 milyon yıl önce yaşayan balon balıklarıyla, bugün yaşayanların tamamen aynı olması, evrimcilerin asla açıklayamayacakları bir durumdur. Fosillerin gösterdiği gerçek, canlıları Allah’ın yarattığıdır.

www.evrimefsanesi.com

Hazreti İsa (as) Ölmedi

Hz. İsa (as) Ölmedi ve Öldürülmedi

Hz. İsa (as), hayatı Kuran’da detaylı olarak bildirilen mübarek peygamberlerden biridir. Kendisi, Rabbimiz’in bir mucizesi olarak babasız dünyaya gelmiştir. Hz. İsa (as)’ın mucizevi doğumu Kuran’da şöyle bildirilir:

Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.
(Al-i İmran Suresi, 114)

… Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘Ol’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız…(Nisa Suresi, 171)

Hz. Meryem, Cebrail’in kendisine insan suretinde görünmesiyle Hz. İsa (as)’ın doğumu hakkında müjdelenmiştir. Hz. İsa (as) henüz dünyaya gelmeden, Allah onun sahip olduğu mucizevi ve üstün özellikleri Hz. Meryem’e bildirmiştir. Hz. İsa (as)’ın dünyada ve ahirette seçkin ve onurlu bir insan olduğu ve çeşitli mucizeler göstereceği ayetlerde şu şekilde haber verilmiştir:

Hani Melekler, dediler ki: “Meryem, doğrusu    Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır’ ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir.”(Al-i İmran Suresi, 45-46)

Hz. Meryem’in içinde yaşadığı toplum ise daha doğum anından itibaren Hz. İsa’yla ilgili cahilce zanlarda bulunmuş ve Hz. Meryem gibi mübarek bir insana iftira atmaya kalkışmışlardır. Kuran’da, iman etmeyenlerin Hz. İsa (as)’ın mucizevi doğumuna gösterdikleri tepki ve Hz. İsa (as)’ın Rabbimiz’den bir mucize olarak daha beşikteyken onlarla konuşması şöyle bildirilir:

Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: “Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi.” Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti. Dediler ki: “Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?” (İsa) Dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekatı vasiyet (emr) etti. Anneme itaati de. Ve beni mutsuz bir zorba kılmadı. Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.” (Meryem Suresi, 27-33)

Henüz beşikte iken insanlar ile konuşan Hz. İsa, Allah’ın takdiri ile, körleri ve hastaları iyileştirmek, çamurdan kuş yapıp uçurmak gibi daha pek çok mucizeler göstermiştir. Rabbimiz’in Hz. İsa’ya verdiği bu mucizeler Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı (cüzzamlıyı) iznimle iyileştiriyordun, (yine) Benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğulları’na apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkara sapanlar, “Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir” demişlerdi (de) İsrailoğulları’nı senden geri püskürtmüştüm.” (Maide Suresi, 110)

Babasız olarak dünyaya gelmesi, beşikte iken konuşması, Allah’ın kutsal kitaplarını, Tevrat’ı, İncil’i ve Kitab’ı (Kuran’ı -en doğrusunu Allah bilir-) bilmesi, çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıp nefesiyle canlandırıp uçurması, doğuştan kör olanı, alaca hastalığı olanı iyileştirmesi, ölüyü diriltmesi, insanların yediklerini ve saklayıp biriktirdiklerini haber vermesi, kendisinden sonra gelecek kutlu insanı, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’i, “Ahmet” ismiyle haber vermesi gibi mucizeler gösterdiği halde, gönderildiği toplum içerisinde Hz. İsa’ya inananların sayısı çok az olmuştur.

Hz. İsa (as)’ın Mücadelesi

Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiçbir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’…
(Maide Suresi, 117)

Giovanni Bellini, Hz. Meryem ve Azizler, 1505, S. Zaccaria Venedik

Derin Allah korkusu ve sevgisi ile tüm peygamberler gibi, bütün insanlara örnek olan Hz. İsa hayatı boyunca inkar edenler ve müşriklerle fikri mücadele içinde olmuştur. Din ahlakından uzaklaşmış olan İsrailoğulları’na, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmış, Rabbimiz’in insanlara emrettiği ahlakı onlara bildirmiştir. Kavmini, Allah’a iman etmeye, gönülden teslim olup Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşamaya, günahlardan ve kötülüklerden sakınmaya, salih amellerde bulunmaya davet etmiştir. Onlara dünya hayatının geçiciliğini ve ölümün yakınlığını hatırlatmış, insanları yalnızca Allah’a ibadet etmeye ve sadece Allah’tan korkup sakınmaya çağırmıştır.

Hz. İsa (as)’ın yaşadığı dönemde, Akdeniz ve çevresi tümüyle Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altındaydı. Roma’nın dini, Akdeniz çevresinde yaşayan dönemin diğer toplumları gibi çok tanrılı batıl bir dindi. Yunan mitolojisinin hayali tanrıları, farklı isimler altında, Roma mitolojisinde de kullanılmaktaydı. Filistin topraklarında yaşayan Yahudiler ise Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altında azınlık konumundaydılar. Ancak Roma yönetimi, Yahudilerin inanışlarına ve iç işlerine fazla karışmıyordu. Bu arada Yahudiler ise, MÖ 2. yüzyıldan itibaren kendi aralarında bir parçalanma sürecine girmişlerdi. Eski Ahit ve Yahudi geleneklerinin çeşitli gruplar tarafından farklı yorumlanmasıyla, bazı mezhepler ortaya çıkmış ve bu mezhepler arasında ciddi tartışmalar yaşanmaya başlamıştı. Bu tartışmalar, toplumda endişe ve huzursuzluğa neden oluyor ve karmaşa bir türlü ortadan kaldırılamıyordu. Yahudilik, Allah’ın Hz. Musa’ya vahyettiği hak olan halinden uzaklaşmış, pek çok batıl inanış ve kuralın eklenmesi ile dejenere edilmişti.

Hz. İsa ise, Yahudilere, hakkında ihtilafa düştükleri konuları açıklamak, insanların özünden uzaklaştıkları hak din ahlakını onlara yeniden öğretmek, bazı Yahudilerin din ahlakına karıştırdıkları çarpık düşünceleri ve hurafeleri ortadan kaldırmak için gönderilmişti. Kuran’da Hz. İsa için şu şekilde haber verilmektedir:

İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: “Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz’dir; şu halde O’na kulluk edin. Dosdoğru yol budur.” Sonra, içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara. (Zuhruf Suresi, 63-65)

Benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbiniz’den bir ayetle geldim. Artık Allah’tan korkup bana itaat edin (Al-i İmran Suresi, 50)

Hz. İsa (as)’ın insanlara hak dini tebliğ etmesi, din ahlakına uygun olmayan düzenden menfaat sağlayan çevrelerde büyük rahatsızlık uyandırmıştı. Sahte din adamları ve Allah’a şirk koşan müşrikler bu çevrelerin başında gelmekteydi. Bunlardan bazıları oluşturdukları sahte din anlayışı ile toplum içinde statü kazanmış ve maddi imkanlarını artırmışlardı. Dinin gerektirdiği güzel ahlakı değil, kendilerine menfaat sağlayan adaletsizliği, zulmü, yalanı, müşrikliği savunuyorlardı. Bazı şekli ibadetleri, kendilerince, yalnızca gösteriş için yerine getiriyor, bunlarda da Hz. Musa’nın getirdiği hak dini korumuyor, pek çok batıl hüküm ve hurafeyi dinlerine dahil ediyorlardı. Kuran’ın “Artık vay hallerine; Kitab’ı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için “Bu Allah Katındandır” diyenlere…” (Bakara Suresi, 79) ayetinde bildirildiği gibi, bazı Yahudi ruhbanları Tevrat hükümlerini değiştirmişlerdi.

Hz. İsa ise, bu insanlara yalnızca Allah’a ibadet etmeyi, Allah’tan korkup sakınmayı, Allah’ı sevmeyi ve Allah için yaşamayı öğütlüyordu. Allah rızası için güzel bir ahlak yaşayıp, batıl dinlerinden yüzçevirmeleri gerektiğini; insanlara adaletsizlik yapmaktan sakınmalarını bildiriyordu. Kendilerini ve halkı kandırmaktan vazgeçip samimi olarak iman etmelerini tebliğ ediyordu. Gösterdiği mucizeler onun, Allah’ın alemler üzerine seçip beğendiği, ilim ve kuvvet olarak desteklediği, çok kıymetli bir peygamber olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Onun iman derinliği, yüksek ahlakı, üstün kavrayışı ve hikmetli açıklamaları insanlarda büyük bir hayranlık uyandırıyordu. Ancak, mevcut batıl düzenlerini korumakta inat eden söz konusu kimseler, Hz. İsa’ya itaat etmediler.
Hz. İsa (as)’ın kavminin arasında bulunduğu dönem boyunca, ona tabi olanların sayısının çok az olduğu bilinmektedir. Kuran’da, Hz. İsa (as)’ın kavminin inkarda direnmesi üzerine, kendisinin, yardımcılarının kimler olduğunu sorduğu bildirilir. Bu soru karşısında, Hz. İsa’ya tabi olduklarını söyleyenlerin, yani Havarilerin, sayısı ise oldukça azdır. Ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O’na ibadet etmeye ‘karşı çekimser’ davranırsa ve büyüklenme gösterirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzurunda toplayacaktır.
(Nisa Suresi, 172)

Marco Basaiti, Venedik, 1470-75

Nitekim İsa, onlarda inkarı sezince, dedi ki: “Allah için bana yardım edecekler kimdir?” Havariler: “Allah’ın yardımcıları biziz; biz Allah’a inandık, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahid ol” dediler. “Rabbimiz, biz indirdiğine inandık ve elçiye uyduk. Böylece bizi şahidlerle beraber yaz.”(Al-i İmran Suresi, 52-53)

Samimi müminlerin önemli özelliklerinden biri gayba iman etmeleri ve elçilere her koşulda hiçbir mazeret öne sürmeden gönülden itaat etmeleridir. İhlasla Allah’a iman eden kimseler, Allah’ın elçilerinin söylediği her sözün hak olduğunu bilir, onlara gönülden güvenir, teslim olur, sever ve içten saygı duyarlar. İman edenlerin peygamberlere olan sevgisi, “Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evladır…” (Ahzab Suresi, 6) ayetiyle de haber verildiği gibi her türlü sevginin, bağlılığın üstündedir. Nitekim, sahabenin Peygamber Efendimiz (sav)’e olan bağlılıkları ve müşriklerle yapılan savaşlarda bir an bile tereddüt etmeden kendilerini mübarek Peygamberimiz (sav)’in önüne atmaları bu konuda çok güzel bir örnektir.

Romalı putperestlerin, sözde dindar olduklarını öne süren bazı müşrik Yahudilerin, menfaatlerinin zarar görmesinden endişe eden toplumun önde gelenlerinin baskılarının yanı sıra, Hz. İsa’ya tabi olanların sayısının çok az olması da Hz. İsa (as)’ın içinde bulunduğu ortamın zorluğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Hz. İsa (as)’ın mücadelesinin böylesine zorlu bir ortam içinde geçmesinin birçok hikmeti vardır. Hz. İsa ve ona gönülden tabi olan ihlaslı müminler, Allah’ın izniyle, bu ortama sabrettikleri ve mücadele ettikleri her anın karşılığını Rabbimiz’in Katında en güzel şekilde alacaklardır. Böyle ortamlar, iman edenlerin mücadele azmini ve birbirlerine olan bağlılıklarını artıran; imanlarını güçlendiren; Allah’a olan sevgilerini ve bağlılıklarını sağlamlaştıran çok değerli ortamlardır. Müminler yaşadıkları herşeyin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğine iman eder ve Rabbimiz’den gelen herşeye gönülden razı olurlar. Allah’ın iman edenlerin gerçek dostu ve vekili olduğunun bilincinde olan müminler, Allah’ın dininin muhakkak üstün geleceğini bilirler.

Allah, müminlerin aleyhine inkar edenlere hiçbir zaman yol vermeyeceğini, peygamberlerin ve onlara uyanların mutlaka galip geleceklerini vaad etmiştir. İman edenlerin aleyhinde tuzaklar kuranların ise, kurdukları tüm tuzakların başarısız olacağı, bunun Allah’ın bir sünneti olduğu Kuran’da bildirilmiştir:

(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)

Hz. İsa, diğer tüm peygamberler gibi, kurulan tuzaklar karşısında gösterdiği üstün kararlılığı ve sabrı ile tüm müminlere örnek olmuş, onları cesaretlendirip şevklendirmiştir. İncil’deki pek çok açıklamada, Hz. İsa (as)’ın kendisine tabi olanlara, “onları çeşitli zorlukların beklediğini, ancak Allah’ın kendilerinin yardımcısı ve velisi olduğunu” anlattığı yer almaktadır. Allah’a tevekkülü ve teslimiyeti ile üstün bir ahlak gösteren Hz. İsa, çevresindekilere de her zaman tevekküllü olmalarını, her işi yapanın Allah olduğunu unutmamalarını tebliğ etmiştir. İncil’de Hz. İsa (as)’ın havarilere, karşılaşacakları zorluklar ve bu durumda göstermeleri gereken tevekkülü şöyle anlattığı yazılıdır:

İnsanlardan sakının. Sizi mahkemelere verecekler, havralarında kamçılayacaklar. Hatta benden ötürü valilerin ve kralların önüne çıkarılacaksınız. Böylece onlara ve uluslara tanıklık edeceksiniz. Sizleri mahkemeye verdikleri zaman, neyi nasıl söyleyeceğinizi düşünerek kaygılanmayın. Ne söyleyeceğiniz o anda size bildirilecek. Çünkü konuşacak olan siz olmayacaksınız… Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. Bir kentte size zulmettikleri zaman ötekine kaçın… Bunun için onlardan korkmayın. Örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur. Size karanlıkta söylediklerimi, siz gün ışığında söyleyin. Kulağınıza fısıldananı, damlardan duyurun. Bedeni öldüren, ama canı öldürmeye gücü yetmeyenlerden korkmayın. Hem canı hem de bedeni cehennemde mahvedecek güçte olan Allah’dan korkun. (Markos, 13:9-13; Luka, 21:12-17)

Gerçekten de Hz. İsa döneminde ilk Hıristiyanlar üzerindeki baskılar, Hıristiyanlığın ilk üçyüz yılı boyunca da devam etmiştir. Hz. İsa’ya inananların çoğunluğu kendilerini gizlemek durumunda kalmış, inançlarını açıklayanların büyük bir kısmı ise ağır cezalara çarptırılmış, işkenceye maruz kalmış ve kimi zaman da katledilmişlerdir. Ancak inkar edenlerin kurdukları tuzakların en büyüğü elbette Hz. İsa (as)’ı öldürmeye kalkışmalarıdır. Dönemin bazı önde gelen Yahudileri, Romalı putperestler ile iş birliği yapmış ve bazı münafıkların da onlara destek vermesiyle, Hz. İsa (as)’ı öldürmek için plan kurmuşlardır. Planlarını gerçekleştirebilmek için en ince detayına kadar her aşamayı hesaplamış ve kendilerince tam olarak işleyecek bir düzen kurmuşlardır. Ancak kurdukları bu düzen hiç ummadıkları bir şekilde bozulmuş, onlar Hz. İsa (as)’ı öldürdüklerini sanırken, Rabbimiz Hz. İsa (as)’ı Kendi Katına yükselterek, bu mübarek peygamberini inkarcıların tuzaklarından ve hilelerinden korumuştur. Tarihi bir mucizenin tecelli ettiği bu harikayla, inkarcıların tuzakları yerle bir olmuştur.

Burada önemli bir konuya değinmek yerinde olacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. İsa’ya tuzak kuranlar arasında Yahudilerin sözde din adamları da bulunmaktadır. Makam ve mevkilerini kaybetmek endişesi ile hareket eden bu kimseler o dönemde yaşayan bazı Yahudilerden de destek görmüşlerdir. Bu kişiler Romalı putperestler ile işbirliği yapmışlar ve Hz. İsa (as)’ın öldürülmesini hedef alan bir plan kurmuşlardır. Allah Katında şerefli ve üstün olan bir elçiyi, kendilerini hak din ahlakını yaşamaya davet ettiği ve bu davetin dünyevi çıkarlarını zedeleyeceğini düşündükleri için öldürmeye kalkışmaları –her ne kadar bu hedeflerine ulaşamamış olsalar da- büyük bir suçtur. Ayrıca Hz. İsa’ya benzeyen bir başka kişiyi katlederek cinayet suçunu da yüklenmişlerdir. Ancak bu suç, yalnızca o dönemde bu planı kuran ve uygulamaya koyanlara aittir ve hiç şüphesiz bu kişiler eylemlerinin karşılığını ahirette eksiksiz alacaklardır. Ne var ki, o dönemde yaşayan bir kısım Yahudinin işlediği bu suç nedeniyle, Hz. İsa’ya kurulan tuzaktan tüm Yahudileri sorumlu tutmaya kalkışmak da önemli bir yanlıştır.

Allah İnkar Edenlerin Hz. İsa’ya
Kurdukları Tuzağı Boşa Çıkarmıştır

Phillippe de Champaigne, Son Yemek, Luvr Müzesi, Paris

Bazı Yahudilerin ve Romalı putperestlerin Hz. İsa (as)’ı öldürmek için kurdukları plan, tarihin farklı dönemlerinde inkarcıların pek çok peygambere karşı kurdukları tuzaklardan biridir. Allah Kuran’da, inkarcıların ne zaman kendilerine bir peygamber gelse ve onları gerçek din ahlakını yaşamaya davet etse, muhakkak ona karşı çeşitli tuzaklar kurduklarını ve hatta onu öldürmeye kalkıştıklarını haber vermiştir.

Andolsun, Biz Musa’ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs’le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz? (Bakara Suresi, 87)

Hz. İbrahim’i ateşe atan, ordularıyla birlikte Hz. Musa’yı takip eden, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’i bir gece baskınıyla öldürmeye kalkışan, Hz. Yusuf’u kuyuya terk eden, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için müminleri yurtlarından sürmeye kalkışanlar, farklı dönemlerde yaşamış olmakla birlikte benzer düşünce yapısına sahip olan insanlardır. Hepsi, Allah’a ve elçilerine başkaldırmaya kalkışmış, Allah’ın emrettiği din ahlakına karşı gelmiş, ahirette yaptıklarının hesabını vereceklerini göz ardı etmişlerdir. Peygamberlerin, kendilerine Allah’ın kulu olduklarını hatırlatmalarına, onları fedakar olmaya, sadaka vermeye, Allah rızası için iyilikte bulunmaya, adil olmaya, tevazulu olmaya davet etmeleri öfke duymalarına ve Allah Katında seçkin ve tertemiz olan elçiler aleyhinde tuzaklar kurmalarına neden olmuştur. İnkarcıların bu zihniyeti bir Kuran ayetinde şöyle haber verilmektedir:

… Onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler. (Maide Suresi, 70)

Benzer bir şekilde Mekkeli müşriklerin de Hz. Muhammed (sav)’i yurdundan çıkarmak ve öldürmek için tuzaklar tasarladıkları Kuran’da bildirilmiştir. Rabbimiz, inkarcılar bu tuzağı kurarken Kendisi’nin de onlara bir tuzak kurduğunu haber vermiştir. Hiç kuşku yok, tuzak kuranların en üstünü Yüce Allah’tır.

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

Daha önce de belirttiğimiz gibi inkar edenler Hz. İsa (as)’ı da öldürmeye kalkışmışlardır. Kendilerince çok kapsamlı bir plan yapmış ve Hz. İsa (as)’ı ele geçirerek öldüreceklerini düşünmüşlerdir. Tarihi ve İslami kaynaklarda yer alan bilgilere göre, bazı müşrik Yahudiler, Romalıları Hz. İsa aleyhinde kışkırtabilmek için, Hz. İsa hakkında pek çok yalan ve iftira ortaya atmışlardır. Böylece Romalıların Hz. İsa (as)’ın öldürülmesi için harekete geçmesini hedeflemişlerdir. Yahudilerden bazılarının Hz. İsa aleyhinde düzen kurdukları Kuran’da şu şekilde bildirilmiştir:

Nitekim İsa, onlarda inkarı sezince, dedi ki: “Allah için bana yardım edecekler kimdir?” Havariler: “Allah’ın yardımcıları biziz; biz Allah’a inandık, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahid ol” dediler. “Rabbimiz, biz indirdiğine inandık ve elçiye uyduk. Böylece bizi şahidlerle beraber yaz.” Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 52-54)

Allah onların tuzaklarını hiç ummadıkları bir şekilde tersine çevirmiştir. Hz. İsa (as)’ı hiçbir şekilde öldürememişler, ancak bu konuda onlara bir benzetilme yapılmıştır. Rabbimiz bu seçkin kulunu, inkar edenlerin tuzaklarından koruyup kurtarmıştır. Nisa Suresi’nin 157-158. ayetlerinde bu gerçek şöyle bildirilmektedir:

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” (katelna) demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler (ma katelehu) ve onu asmadılar (ma salebe). Ama onlara (onun) benzeri gösterildi (şubbihe). Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler (ma katelehu). (Nisa Suresi, 157)

Bilakis; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 158)

Ey insanlar, şüphesiz elçi size Rabbinizden hakla geldi. Öyleyse iman edin, sizin için hayırlıdır. Eğer inkara saparsanız, şüphesiz göklerde olanların ve yerde olanların tümü Allah’ındır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 170)

Kuran’ın diğer ayetlerinde de haber verildiği gibi, Hz. İsa ölmemiştir ve Allah Katında diridir. Allah’ın, Kuran’da Hz. İsa’ya kurulan tuzakların bozulduğunu bildirmiş olması da, Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğunun önemli delillerinden biridir. Eğer Hz. İsa bazı kimselerin iddia ettiği gibi ölmüş olsaydı (ki bu doğru değildir), o takdirde bu, inkar edenlerin kurdukları tuzakla hedeflerine ulaşmış oldukları anlamına gelirdi. Zira bu tuzağın ana hedefi Hz. İsa (as)’ın öldürülmesidir. Ancak Allah, Hz. İsa’ya kurulacak olan bu tuzağı bozacağını bildirmiş ve “… Allah, kafirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.” (Nisa Suresi, 141) ayetinin bir tecellisi olarak, inkar edenlerin Hz. İsa (as)’ı öldürmelerine izin vermemiştir. Kuran’ın pek çok ayetinde, inkar edenlerin tuzaklarının hiçbir şekilde başarıya ulaşamayacağı, bu tuzakların yerle bir edilmesinin Allah’ın sünnetinin bir gereği olduğu haber verilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:

Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah Katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. (İbrahim Suresi, 46)

… Gerçekten Allah, kafirlerin hileli-düzenlerini boşa çıkarıcıdır. (Enfal Suresi, 18)

Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) ‘o inkar edenler hileli-düzene düşecek olanlardır. (Tur Suresi, 42)

Şüphesiz Allah, (müşriklerin saldırı ve sinsi tuzaklarını) iman edenlerden uzaklaştırmaktadır. Gerçekten Allah, hain ve nankör olan kimseyi sevmez. (Hac Suresi, 38)

Doğrusu onlar, hileli bir düzen planlayıp kuruyorlar; Ben de bir düzen kurup hazırlıyorum. Sen kafirlere bir mühlet ver, az bir süre tanı. (Tarık Suresi, 15-17)

Onlardan öncekiler, hileli-düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azap emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azap onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti. (Nahl Suresi, 26)

Hz. İsa Ölmemiştir

Dediler ki: “Allah oğul edindi.” O, (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur, tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir.
(Bakara Suresi, 116)

Allah’ın mübarek elçilerinden biri olan Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve öldürülmediği Kuran’da iman edenlere haber verilmiş bir müjdedir. Bu gerçeği daha iyi anlayabilmek için Hz. İsa (as)’ın durumunun haber verildiği ayetlerin detaylı olarak incelenmesi yerinde olacaktır.

Kuran’da, Hz. İsa (as)’ın öldürülmediği ve Allah Katına yükseltildiğini haber veren ayetlerin başında Al-i İmran Suresi’nin 55. ayeti ve Nisa Suresi’nin 157-158. ayetleri gelmektedir. Bu ayetlerde yer alan ifadeler kelime kelime incelendiğinde, Rabbimiz’in çok önemli bir gerçeği haber verdiği görülür. Buna göre, Hz. İsa ölmemiş ve öldürülmemiş, diri olarak Allah Katına yükseltilmiştir. Ayetlerde işaret edilen bir başka gerçek ise; Allah Katında diri olan Hz. İsa (as)’ın, kıyametten önceki son dönemde yeniden yeryüzüne döneceğidir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Hz. İsa (as)’ın ikinci kez dünyaya gelişinin Kuran’dan ve hadis-i şeriflerden delilleri detaylı olarak açıklanacaktır.

Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde, Allah’ın Hz. İsa (as)’ı “vefat ettireceği”, inkarcılardan koruyacağı ve onu Kendi Katına yükselteceği haber verilmektedir. Ayetin tefsirinden çıkan mana, -pek çok İslam alimi ve müfessirinin ortak görüşüyle- Hz. İsa (as)’ın ölmemiş olduğudur. Ayette şu şekilde bildirilmiştir:

Hani Allah, İsa’ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim (müteveffiyke), seni Kendime yükselteceğim (rafiuke), seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana’dır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.” (Al-i İmran Suresi, 55)

Bu ayette öncelikli olarak üzerinde durulması gereken kısım, “seni Ben vefat ettireceğim”cümlesidir. Ayette yer alan “vefat ettirmek” kelimelerinin anlamları incelendiğinde ortaya önemli bir gerçek çıkmaktadır. “Vefat ettirmek” Türkçede kullanılan ölüm anlamından farklı anlamlara gelmektedir.Türkçe meallerde öldürme ya da vefat ettirme olarak çevrilen kelime, Arapçada“vefea” kökünden türemiş olan teveffa fiilidir ve bu fiiil ölüm manasına değil, “canın alınması”, “teslim alınması” manalarına gelmektedir. İnsanın canının alınmasının ise her zaman ölüm anlamına gelmediği yine Kuran’da bize bildirilmektedir. Örneğin “teveffa” kelimesinin geçtiği bir ayette insanın ölümünden değil, uykuda canının alınmasından bahsedilmektedir:

Allah, ölecekleri (mevt) zaman canlarını alır (teveffa); ölmeyeni de uykusunda (canını alır) (lem temut). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı (el mevte) verilmiş olanı tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir… (Zümer Suresi, 42)

Bu ayette “vefat ettirme” olarak tercüme edilen kelime ile, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde kullanılan kelime aynıdır, yani her iki ayette de “yeteveffa”kelimesi geçmektedir. İnsanın, gece içinde bulunduğu durum ölüm olmadığına göre yukarıdaki ayette kullanılan “teveffakum” kelimesi ölüme işaret etmemekte, “geceleyin canlarınızı alan” anlamına gelmektedir. Eğer “teveffa” kelimesi ölüm anlamında kullanılacaksa, o zaman tüm insanların her gece uyuyarak geçirdikleri vakitte biyolojik olarak öldüklerini söylemek gerekecektir. Bu durumda Hz. İsa (as)’ın da hayatı boyunca uyuduğu her gece öldüğünü, diğer bir deyişle binlerce kere öldüğünü iddia etmek gerekir ki, bu akla ve mantığa aykırıdır.

Uykunun bir tür vefat olarak değerlendirildiğini, ancak bununla biyolojik ölümün kast edilmediğini gösteren örneklerden biri de Peygamber Efendimiz (sav)’in uykusundan kalktığı zaman “Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamdolsun” dediğini bildiren hadis-i şeriftir.18 Hiç şüphesiz, Hz. Muhammed (sav) bu hikmetli sözüyle, uyunduğu zaman biyojik manada ölüm gerçekleştiğine değil, uyuyan insanın bizim anladığımızdan farklı bir anlamda “canının alındığına”dikkat çekmiştir. Ünlü İslam alimi ve müfessir İbn Kesir de, Al-i İmran Suresi’nin tefsirini yaparken, diğer pek çok delil ile birlikte söz konusu hadis-i şerifi kullanmıştır. İbn Kesir’in tefsirinde, “teveffa” kelimesinin uykuya işaret ettiği, aynı kelimenin diğer ayetlerde ne şekilde yer aldığı gösterilerek açıklanır. Bu açıklamaların ardından, İbn Kesir, İbn Ebu Hatim’den rivayet edilen bir hadisi de kullanarak kanaatini şöyle ifade eder:

İbn Ebu Hatim diyor ki; “Bize babam… Hasan’dan rivayet etti ki, o, ‘Seni vefat ettireceğim…” ayeti hakkında şu açıklamada bulunmuştur: Burası, ‘Seni uyku ölümü ile öldüreceğim, yani uyutacağım’ anlamındadır ki, Allah Teala Hz. İsa (as)’ı uykuda ikengöğe kaldırmıştır… Cenab-ı Hak, Hz. İsa’yı şüphe götürmeyen bir gerçek olarak, uyku ile vefat ettirdikten sonra göğe çekmiş ve o dönemde kendisine eziyet eden Yahudilerin eziyetlerinden kurtarmıştır.19

İslam alimlerinden Muhammed Zahid el-Kevseri ise, “teveffa” kelimesinin anlamını incelerken, ayette bu kelimenin ölüm manası taşımadığını ifade etmiş ve Zümer Suresi’nin 42. ayetinde geçen “mevt” kelimesine dikkat çekmiştir:

Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir. Rabbi ona: “Teslim ol” dediğinde (O:) “Alemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. (Bakara Suresi, 130-131)

Eğer Hz. İsa ölmüş olsaydı (ki bu doğru değildir),”Allah ölüm vakti gelen nefisleri vefat ettirir.”(Zümer Suresi, 42) mealindeki ayette yer alan ve ölüm anlamına gelen “mevt” kelimesi bildirilmezdi… Şayet iddia edildiği gibi Allah-u Teala adi ölümü (biyolojik anlamda ölümü) bildirmiş olsaydı, bu açıkça haber verilirdi. Madem ki Allah, Yahudilerin Hz. İsa (as)’ı öldürmediğinden, vefattan ve göğe yükselmekten bahsetmektedir, o halde burada normal ölümün dışında bir mana düşünülmelidir.20

Kevseri ile aynı dönemde yaşamış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise, Zümer Suresi’nin 42. ayetini delil olarak göstererek, “Şayet teveffa kelimesini, “öldürme” anlamında alsaydık, ruhların da ölmesi gerekmektedir.” yorumunu yapmaktadır.21 Nitekim İslam alimi Mevdudi’nin Kuran tefsirinde de, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde geçen (Maide Suresi’nin 117. ayetinde de aynı kelime kullanılmaktadır) “müteveffi” kelimesi için şu açıklamada bulunulmaktadır:

Arapça metindeki “müteveffi” kelimesi, “teslim almak” ve “can almak” anlamlarına gelen ‘teveffa” kelimesinden gelir; fakat burada mecazi anlamda kulanılmıştır. Burada “görevden alma” anlamına  gelmektedir.22

İslam tarihinin ilk müfessirlerinden biri olarak kabul edilen Maturidi de, ayette Hz. İsa (as)’ın bilinen biyolojik anlamda ölümünden bahsedilmediğini ifade etmiştir:

Ayette kast edilen şey, ölüm anlamındaki vefat değil, bedenin dünyadan alınması anlamındaki vefattır.23

İslam alimleri, teveffa kelimesinin ayette geçen hali olan “müteveffiyke” kelimesini yorumlarken Hz. İsa (as)’ın ölmediği, Allah Katına yükseltildiği ve kıyametten önce yeryüzüne tekrar döneceği konusunda ittifak sağlamışlardır. Örneğin, ünlü tefsir alimi Taberi, “müteveffiyke” kelimesinin “yerden almak”manasında kullanıldığını ifade eder ve ayeti şu şekilde açıklar:

Bize göre en sıhhatli görüş bu kelimeyi “kabzetmek”, “yerden çekmek” manasında almaktır. Buna göre ayetin anlamı; “seni yerden alıp, göklere çekerim” şeklinde olur. Ayetin devamı da, ahir zamanda inkarcılara karşı olan galibiyete dikkat çekmekle bu fikri teyid eder mahiyettedir.24

Ne zaman onlara Allah Katından yanlarındakini doğrulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden birtakımı, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attılar.
(Bakara Suresi, 101)

Bu açıklamanın devamında Taberi, “müteveffiyke” kelimesinin anlamı ile ilgili diğer yorumlara da yer vermektedir. Kelimenin bir tür uyku olarak açıklanması da, İslam alimleri arasında kabul gören bir yorumdur. Mısırlı alim Halil Herras, Hasan Basri’ye göre bu ifadeden maksadın “Ben seni uyutup, uyku halindeyken kaldırıp Katıma yükselteceğim” olduğunu ifade eder. Celaluddin es-Suyuti ise tefsirinde, sahih hadislere dayanarak Hz. İsa (as)’ın ölmediğini açıklar ve şöyle der:

O halde Hz. İsa göğe çıkarıldı ve kıyametten önce gelecektir.25

Osmanlı’nın son dönem İslam alimlerinden Mehmed Vehbi de, bu ayeti aşağıdaki şekilde tefsir ederek; Hz. İsa (as)’ın ölmediğini ve öldürülmediğini ifade etmiştir:

Ey İsa, Ben seni uykuyla uyutarak mahall-i bereket ve kerametim olan sema cihetine kaldırıp, Yahudilerin şerrinden kurtaracağım ve kafirlerin fena fiillerini senden temizleyerek, onların içinden çıkarıp kötülüklerden kurtaracağım.26

Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde Hz. İsa (as)’ın ölmediğine işaret edildiğini ifade eden İslam alimlerinden biri de İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye, ayette kast edilen mananın “bir tür uyku ölümü” olabileceğini açıklarken şu yorumu yapar:

Bu ayet, Hz. İsa (as)’ın ölümünün kast edilmediğine delildir… Ayette geçen, “et-teveffi” sözü, beden olmaksızın sadece ruhun veya ikisinin ölümünü, ancak başka bir karineyle (konuyu bu anlamda açıklayan başka bir delilin varlığı ile) gerektirir. Bundan maksat uyku ölümü de olabilir.(Enam Suresi, 60. ayette olduğu gibi.) Ayetin son bölümündeki “inkar edenlerden seni tertemiz ayıracağım.” sözü de bu şekildedir. Hz. İsa (as)’ın vücudu ruhundan ayrılmış olsaydı, onun vücududu da diğer peygamberler gibi yerde olurdu.27

Elmalılı Hamdi Yazır ise, tefsirinde bu ayetten anlaşılan anlamın, ‘Hz. İsa (as)’ın ölmediği, Allah Katında diri olduğu’ şeklinde bildirir:

… Bizce bu tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah’tan bir kelime olan ve Ruhu’l-Kudüs ile teyid edilmiş bulunan Mesih İsa’nın ruhu henüz kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah’a dönmemiştir. Onun daha dünyada göreceği işler vardır.28

Görüldüğü gibi bu ayette, “vefat” kelimesi Türkçede yaygın olarak kullanıldığı gibi ölüm anlamı taşımamaktadır. Ayette bildirilen “… seni Ben vefat ettireceğim… ” cümlesiyle, Hz. İsa (as)’ın uykudakine benzer bir duruma sokularak, Allah Katına yükseltildiği haber verilmektedir. Hz. İsa ölmemiş, sadece Allah’ın takdiriyle bu boyuttan ayrılmıştır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Yoksa siz, gerçekten İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın, Yakub’un ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah’tan kendisinde olan bir şehadeti gizleyenden daha zalim olan kimdir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi, 140)

Nisa Suresi, 157. ve 158. Ayetlerinin Açıklaması

Hz. İsa (as)’ı öldürmek için harekete geçenlerin başarıya ulaşamadıklarını açıkça ifade eden ayetlerden biri de, Nisa Suresi’nin 157. ayetidir. Bu ayetin, sonraki ayetle birarada incelenmesi gerekmektedir. Ayetlerde, inkarcıların Hz. İsa (as)’ı öldürmedikleri ve asmadıkları, ancak onlara öyle gösterildiği, Allah’ın Hz. İsa’yı Kendi Katına yükselttiği bildirilmektedir:

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” (katelna) demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler (ma katelehu) ve onu asmadılar (ma salebe). Ama onlara (onun) benzeri gösterildi (şubbihe). Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler (ma katelehu). (Nisa Suresi, 157)

Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 158)

Bu ayetlerde yer alan delilleri detaylı olarak ele almadan önce, bir konuyu açıklamak yerinde olacaktır. Ayetlerde “ma salebe” kelimeleriyle haber verilen ve Kuran meallerinde “asmadılar” olarak geçen kelimenin sözlük anlamına bakıldığında çok önemli bir bilgi edinilir. Bu kelimenin kökü olan “salebe” fiili, asmak ve idam etmek anlamlarının yanı sıra “haçlamak, çarmıha germek” anlamları da taşımaktadır. Bu durumda, Hıristiyanlık inancının temel unsurlarından biri olan Hz. İsa (as)’ın çarmıha gerildiği inancının da hiçbir şekilde doğru olmadığı birkez daha anlaşılmaktadır.

Hz. İsa (as)’ın Öldüğünü İddia Edenler Zanda Bulunmaktadır

İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri “hak söz”. Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: “Ol” der, o da hemen oluverir.
(Meryem Suresi, 34-35)

İnkar edenler Hz. İsa’yı öldürmek istemişler, hatta -görünürde- bu planlarını gerçekleştirdiklerini sanacakları bir ortam da oluşmuş, ancak Allah onların bu hedeflerine ulaşmalarını engellemiştir. Hz. İsa (as)’ı öldürememişler ve asamamışlar, ancak onlara bir benzeri gösterilmiştir. Hz. İsa (as)’ı öldürdüğünü öne sürenlerin bu konudaki ithamları ise sadece zandan ibarettir. Taberi tefsirinde, inkar edenlerin bu konuda kesin bir bilgilerinin olmadığı şu şekilde açıklanır:

İsa hakkında ihtilafa düşen Yahudiler, onun öldürülüp öldürülmediğinden şüphe etmektedirler. Bu husustaki bilgileri sadece zanna uymaktan ibarettir. Öldürdükleri kimsenin Hz. İsa olup olmadığı hakkında pek bildikleri bir şey yoktur. Ancak öldürdükleri kişinin, öldürmek istedikleri Hz. İsa olduğunu zannetmektedirler. Kesin olarak onu öldürmediler… Hz. İsa (as)’ı kesin olarak öldürmediler, çünkü onun öldürülüşü hususunda zan ve şüphe içindedirler.29

İnkar edenlerin şüphe içinde kalmış olmaları, tuzaklarının hedefine ulaşmadığının önemli bir delilidir. Eğer kurdukları tuzak doğrultusunda gerçekten Hz. İsa (as)’ı öldürmüş olsalardı, bu konuda şüpheye düşecekleri bir durum olmaz, planlarının neticeye ulaştığından emin olurlardı. Ancak, kuşku duymaları olağanüstü bir durumla karşı karşıya kalmış olduklarını göstermektedir. Bu konuyu şöyle bir örnekle düşünelim. Bir kişiyi öldürmek için ateş açan kimse, attığı kurşunla onun ölüp ölmediğini mutlaka bilir. Ya da idam edilen birisinin, asıldıktan sonra ölüp ölmediğinden şüphe edilmesi için sıra dışı bir durumun oluşması gerekir. Öldürmek için girişilen bir eylem neticesinde, sonuçtan kuşku duyuluyorsa, bu olağan bir durum değildir. Hz. İsa (as)’ı öldürmeye kalkışan kimseler de, eğer hedeflerine ulaşmış olsalardı bundan hiçbir kuşku duymaz, Hz. İsa (as)’ı kesin olarak öldürdüklerini söyleyebilirlerdi. Ancak Rabbimiz onların şüpheye düştüklerini, sadece tahminde bulunduklarını, bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını haber vermektedir. Bu durum, Hz. İsa (as)’ın ölmediğini ve diri olarak Allah Katına yükseltildiğini gösteren delillerden biridir.

Hz. İsa’ya Kurulan Tuzağın Bozulması,
Allah’ın Üstün Gücünün Bir Tecellisidir

Ayetlerde dikkat çekilen bir başka husus da, ayetin (Nisa Suresi, 158) son kısmında yer alan “Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir”ifadesidir. Bu ifadeyle Hz. İsa (as)’ın yaşadığı bu olayda, Allah’ın üstün gücünün tecelli ettiği olağanüstü bir durumun varlığına işaret ediliyor olması muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir.)

İslam alimleri de bu ayeti tefsir ederlerken, ayetin bu bölümüne dikkat çekmişlerdir. İslam alimleri, bu sözlerin Allah’ın güç ve hikmetini gösteren olağanüstü bir olay söz konusu olduğunda bildirildiğini belirterek, buradaki ifadelerin mucizevi bir duruma işaret ettiğini söylemişlerdir. Örneğin Fahruddin Razi, bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır:

Allahu Teala ayetin sonunda, “Allah Aziz ve Hakim’dir” buyurmuştur. Buradaki izzetten maksat kudretinin, hikmetten maksat da ilminin kemali ve mükemmelliğidir. İşte böylece Cenab-ı Hak bu buyruğu ile Hz. İsa (as)’ın yükseltilmesinin, her ne kadar bir beşere imkansız dahi gelse, bunun Kendi kudretine ve hikmetine nispetle imkansız olmayacağına işaret etmiştir. Bunun bir benzeri de O’nun “… kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren O (Allah) münezzehtir.” (İsra Suresi, 1) ayetidir. Çünkü İsra her ne kadar Hz. Muhammed (sav)’in kudretine nispetle imkansız ise de, Hak Subhanehu’nun kudretine nispetle çok kolay ve basittir.30

Mehmed Vehbi Efendi de, Rabbimiz’in ayetin sonunda, “Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir” şeklinde buyurmasının hikmetlerinden birini şöyle yorumlamaktadır:

Hz. İsa (as)’ın semaya refi bu ayetle sabittir ve semaya ref etmek, insanın kudretine nispetle mümkün değilse de, Allah-u Teala’nın kudretine ve hikmetine nazaran asla taazür (güç) olmadığını beyan (açıklamak) için Cenab-ı hak ayetin öncesinde Aziz ve Galip olduğuna ve kemal-i ilmine işaret için Hakim olduğunu ve Hz. İsa (as)’ı semaya refe kudret ve hikmetinin kafi bulunduğunu beyan buyurmuştur.31

Haseneyn Muhammed Mahluf da Hz. Muhammed (sav)’in miracını örnek göstererek, Hz. İsa (as)’ın diri olarak Allah Katına yükseltilmesinin Rabbimiz’in üstün gücünün ve kudretinin delillerinden biri olduğunu ifade etmiştir:

Peygamberimiz (sav) nasıl ruhu ve bedeniyle, uyanık halde iken miraca çıktı ise, Hz. İsa da aynı şekilde diri olarak semaya ref edilmiştir. Bunda bir gariplik söz konusu değildir. Bu tip durumlar, harika mucizeler arasındadır. Bu konuda herhangi bir kıyasa da gerek yoktur. Allah herşeye kadirdir…32

Diğer bazı İslam alimleri ise, Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve öldürülmediği, Allah Katında diri olduğu konusundaki görüşlerini şu şekilde ifade etmektedirler:

Ömer Nasuhi Bilmen: Katil vukuuna (öldürme olayına) kat’i surette (kesin olarak) kail (inanmış) değildirler. Öyle zan ve tahminin bir kıymeti yoktur. Hakikati hali (gerçek bilgi); Cenabı Hak, Kuran-ı Kerim’inde serahaten (net olarak) beyan buyuruyor ki, o mübarek peygamberini kudreti ilahiyesiyle (İlahi kudretiyle) berhayat (canlı) olarak semaya kaldırmıştır. Kudreti ilahiyenin azametine ve kainatta tecelli eden milyonlarca bedayi-i hilkate (yaratılmışlara) bir nazarı intibah (kalp gözü) ile bakanlara göre bir peygamberi zişanın böyle ruhen ve cismen en yüksek makamlara yükseltilmesini istibada (uzak görmeye), tevile asla mahal (imkan) yoktur. 33

Hasaneyn Muhammed Mahluf: Müslümanların inancı odur ki, Hz. İsa ne asılmıştır, ne de öldürülmüştür, bilakis ruhu ve bedeniyle diri olarak semaya yükselmiştir. Allah’ın izin verdiği sürece semada yaşamaya devam edecektir…34

Zahid Kevseri: Yahudiler Hz. İsa (as)’ı bedenen öldürmeye niyet etmişler, Allah ise onların niyetlerini boşa çıkararak, Hz. İsa (as)’ın bedenini kurtarıp Kendi Katına çıkarmıştır. Burada Yahudilerin tekzip edilmesinin gerçekleşmesi için, ref’in maddi olması gerekmektedir.35

Elmalılı Hamdi Yazır: … Bu hususta, ihtilaf etmiş olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe içindedirler. Buna dair hiçbir ilimleri yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır. Halbuki, biz Mesih’i öldürdük diyenler onu yakinen öldürmediler. Şu halde öldürme cinayetiyle övünmeleri de bir yalandır. Çünkü bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Onların ise öldürmeye teşebbüsten maksatları asla hasıl olmadı.36

Kurtubi: Ayetin tefsiri şöyledir: “Ben seni, öldürmeden Kendime yükselteceğim, küfredenlerden temizleyeceğim, semadan indikten sonra öldüreceğim.”37

Allah Hz. İsa (as)’ı Kendi Katına Yükseltmiştir

İnkar edenlerin Hz. İsa (as)’ı öldürmek amacıyla kurdukları tuzağın bozulmuş olduğunun önemli delillerinden biri de, Rabbimiz’in Hz. İsa (as)’ı Kendisi’ne yükselttiğini bildirmiş olmasıdır. Ayetlerde bu gerçek haber verilmektedir:

… seni Kendime yükselteceğim (rafiuke), seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana’dır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.” (Al-i İmran Suresi, 55)

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” (katelna) demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler (ma katelehu) ve onu asmadılar (ma salebe). Ama onlara (onun) benzeri gösterildi (şubbihe). Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler (ma katelehu). Bilakis (bel); Allah onu Kendine yükseltti (refea). Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(Nisa Suresi, 157-158)

…Dediler ki: “Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz? (İsa) Dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekatı vasiyet (emr) etti. Anneme itati de. Ve beni mutsuz bir zorba kılmadı. Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.” (Meryem Suresi, 29-33)

Ayetlerde bildirildiği gibi Hz. İsa (as)’ı öldürmek isteyenler amaçlarına ulaşamamışlardır. Allah Hz. İsa (as)’ı Kendisi’ne yükselterek onu inkar edenlerin tuzaklarından korumuş ve kurtarmıştır. Ayetlerde “rafiuke” ve “refea” olarak geçen kelimenin Arapça kökeni “ref” kelimesidir. Ref kelimesinin sözlük anlamı “yükselmektir.” İslam alimleri ref kelimesini açıklarken, “ref kelimesi, alçaltmanın tersidir” demektedirler. İslam alimi Eşari, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini, Nisa Suresi’nin 158. ayeti ile birlikte açıklamış ve bu konudaki kanaatini şu şekilde ifade etmiştir: “Hz. İsa (as)’ın diri olarak semaya ref edildiği (yükseltildiği) hakkında, ümmetin icmaı vardır.”38 (icma-ı ümmet: aynı asırda yaşamış olan İslam alimlerinden müçtehid olanların, bir mesele hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.)

İslam alimlerinin büyük çoğunluğu bu ayetleri açıklarken, “Hz. İsa (as)’ın ölmediği, Allah Katına yükseltildiği ve bu yükselmenin ruhu ve bedeni ile birlikte gerçekleştiği” hususunda hemfikirdirler. Bu alimlerden bazılarının görüşleri şöyledir:

Kelam ve tefsir alimi Fahruddin Razi, Nisa Suresi’nin 158. ayetinde bildirilen “Bilakis Allah onu Kendisi’ne yükseltmiştir” haberiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

“… Buradaki yükseltme ile, kendisinde, Allah’ın hükmünün dışındaki hükümlerin geçerli olmadığı bir yere yükseltme kast edilmiştir. Hz. İsa (as)’ın semaya yükseltildiği bu ayetle sabittir…”39

Hasan Basri Çantay tefsirinde, “rafiuke” kelimesini “Kendisi’ne yükseltip kaldırmak” olarak tefsir etmiş ve   “Allah Hz. İsa (as)’ı ruhu ve bedeni ile birlikte yükseltip kaldırmıştır.” şeklinde düşüncesini açıklamıştır.40

İbn Teymiyye’nin açıklaması ise şöyledir: “Allah onu Kendi Katına yükseltti… ayeti, Hz. İsa (as)’ın ruhu ve vücuduyla yükseltildiğini açıklamaktadır…”41

Ünlü müfessir Sabuni ise Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini açıklarken, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi konusunda düşüncelerini şöyle açıklamaktadır:

Yüce Allah’ın böyle buyurmasındaki hikmet, Hz. İsa (as)’ı Yahudilerin elinden kurtaracağını ve ona hiçbir eziyet edilmeden, sağ salim göklere kaldırılacağını müjdelemektir.42

Mehmet Vehbi Efendi de bu konudaki kanaatini şu şekilde ifade etmektedir: “Hz. İsa (as)’ın semaya ref’i bu ayetle (Nisa Suresi, 158) sabittir…”43

Zahid Kevseri ise, Kuran’da Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi konusunun itiraz edilemeyecek kadar açık ve net olduğunu ifade etmektedir. Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini ve Nisa Suresi’nin 157-158. ayetlerini delil olarak gösteren Kevseri, bu ayetlerde Hz. İsa (as)’ın refi’nin nass (Nass: Kesinlik, açıklık. Kuran-ı Kerim’de veya hadis-i şeriflerde bir iş veya konu hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelam ve ayet) hükmünde olduğunu söylemekte ve konuyu şöyle açıklamaktadır:

Çünkü ref’in asıl anlamı aşağıdan yukarıya doğru nakildir. Burada ayetleri mecaz anlamıyla açıklayabilecek bir husus yoktur. Dolayısıyla şeref ve makam bakımından yükseltme gibi bir manayı çıkarmaya çalışmanın bir delili bulunmamaktadır.44

Mevdudi de bu konudaki görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır:

… Eğer Allah, ayette bildirilen (Nisa Suresi, 158. ayet) kelimelerle “Allah O’nu öldürdü” veya “Allah O’nun makamını yükseltti” diye buyurmak isteseydi, bunu açıkça bildirirdi. Birincisinin yerine: “Şüphesiz onlar O’nu ne öldürdüler, ne de çarmıha gerdiler, fakat onu onlardan kurtardı ve sonra o kendi eceli ile öldü” sözlerini bildirebilir; ikincisinin yerine ise “Onlar, onu çarmıha gererek alçaltmaya çalıştılar, fakat Allah onun makamını çok yükseltti” ifadesi bildirilebilirdi…45

Kuran ayetlerinden ve İslam alimlerinin yorumlarından açıkça görüldüğü üzere, Hz. İsa diri olarak, bedeniyle birlikte Allah Katına yükseltilmiştir. Bu, Allah’ın bir mucizesidir ve iman edenlerin büyük şevk ve heyecan duyacakları bir harikadır. Hz. İsa (as)’ın sadece ruhunun Allah Katına yükseltildiği veya bu yükseltilme ile manevi (makam olarak) bir yükselişin kast edildiği iddiaları ise gerçeği yansıtmamaktadır. Yukarıda da bazı örnekleri verildiği gibi, pek çok İslam alimi bu iddiaların geçersizliğini eserlerinde ispatlamışlardır.

Hz. İsa (as)’ın diri olarak Allah Katına yükseltilmiş olduğunun bir diğer önemli delili ise, Nisa Suresi’nin 158. ayetinde geçen Arapça “bel” edatıdır. Türkçede “bilakis” anlamında tercüme edilen bu edatın, Arapça dilbilgisindeki anlamı ve kullanım özellikleri çok önemli bir gerçeğe dikkat çekmektedir. Buna göre, bel edatı olumsuzluk ifade eden bir cümleden sonra gelirse, Arapça dilbilgisi kurallarına göre kendinden sonra gelen cümle, bir önceki cümlenin tam zıddı olmalıdır. Bu durumda Hz. İsa ilgili bildirilen ayette de, “… Onu öldürmediler, bilakis (bel) Allah onu Kendine yükseltti…” ifadesinde ölümün tam tersi olan canlılığa işaret ediliyor olması muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir.) Konuyla ilgili olarak, son dönem İslam alimlerinden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de şu yorumda bulunmaktadır:

Nisa Suresi 158. ayette geçen ve bilakis (aksine) şeklinde tercüme ettiğimiz, ‘bel’ edatı olumsuzluk ifade eden bir cümleden sonra gelirse, Arapça dilbilgisi kaidesine göre kendinden sonraki cümle, kendinden önceki cümlenin tamamen zıddı olması gerekir. Ölümün karşıtı canlılıktır. Dilbilgisi kuralları bunu gerektirmektedir. Şayet biz “burada manevi ref söz konusudur” ve “Hz. İsa normal olarak vefat etmiştir” desek bu kaideye ters düşmüş oluruz. Zira bu takdirde bel edatından sonra gelen ref, edattan önce gelen aynı zamanda olumsuz bir cümle olan öldürme ve asma fiillerine ters olmaz. Çünkü bir şahıs hem öldürülmüş hem de ruhu göğe yükselmiş olabilir. Aksi halde bu tabir anlamsız olur ki, Kuran-ı Kerim böyle manasız ifadelerden münezzehtir… Ref’in yalnız ruhen olduğunu savunanların tevillerine göre ayetin meali şöyledir: “Onu öldürmediler ve asmadılar… bilakis Allah onun derecesini yükseltti.” Burada icaz (özlü söz) şöyle dursun, orta dereceli bir belagat (güzel söz söyleme sanatı) dahi yoktur… “Apartmanın asansörü beni hergün oturduğum dördüncü kata çıkarır” denildiğinde hiçbir akıllı insan bu sözden beni sadece ruhen dördüncü kata çıkarır şeklinde bir manayı anlamaz. O halde Hz. İsa da sadece ruhen yükseltilmemiştir.46

Said Ramazan el-Buti’nin İslam Akaidi adlı eserinde ise aynı konu şu şekilde açıklanmıştır:

Ayetin önceki bölümü ile sonraki bölümleri arasındaki karşılıklı uygınluk, zorunlu olarak bir hakikati ortaya koymaktadır. Mesela, Arap bir adamın “Ben aç değilim, aksine yan yatıyorum.” demesi doğru bir cümle değildir. Aynı şekilde, “Halid ölmedi, aksine o iyi bir adamdır” cümlesi de öğeleri bakımından kopuktur. Düzgün olanı ise, “Halid ölmedi, aksine yaşıyor” biçiminde gelir. “Başkan öldürülmedi, o Allah Katında derecesi üstün olan bir adamdır” demek, cümlede anlam kopukluğu meydana getirir. Çünkü onun Allah Katında yüksek derece sahibi olması, öldürülmesine engel değildir. ‘Bel’ edatı, önceki söz ile sonraki söz arasında bir aykırılık ifade eder. Yani ‘bel’ kendisinden önce geçmiş bir hükmü iptal eder.47

Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman (olan Allah)’a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem Suresi, 92-93)

Ayrıca, ayette bildirilen ref kelimesi ile manevi bir makama işaret edilmiş olsaydı, Kuran’da diğer peygamberler için de benzer bir ifade kullanılabilirdi. Hz. İsa’ya mahsus olarak “Allah Katına yükseltilmiş olduğunun” vurgulanmasının hiç şüphesiz pek çok hikmeti vardır. Hz. Muhammed (sav), Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davud, Hz. Şuayb, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lut gibi vefat eden diğer peygamberlerden hiçbiri için böyle bildirilmemiştir. Diğer tüm peygamberlerin ölümü bildirilirken, biyolojik anlamda bilinen ölüm kelimesinin çeşitli türleri kullanılmış, Hz. İsa (as)’ın ise “ref”i yani yükseltildiği haber verilmiştir. (Kuran’da diğer peygamberlerin ölümünün ne şekilde anlatıldığı ilerleyen bölümlerde detaylı olarak açıklanacaktır.) Peygamberler de dahil tüm insanlar öldükten sonra ruhları Allah Katına yükseldiğinden, Hz. İsa için özel olarak “ref” kelimesinin kullanılması olağanüstü bir durumun varlığını göstermektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne gelişi konusunda araştırmaları olan ve bu araştırmalarını özel bir kitapta toplayan Mısırlı İslam alimi Muhammed Halil Herras da bu konuda şunlar söylemektedir:

Nisa Suresi’nin 158. ayetindeki ref kelimesinden, sadece “ruhun yükseltilmesi” kast edilseydi, bu katli (öldürülmeyi) ve salbi (asılmayı) iptal etmez ve ayetin bildirdiği hikmet yerine gelmemiş olurdu. Faraza, Yahudiler Hz. İsa (as)’ı öldürselerdi (ki bu hiçbir zaman olmamıştır) onun ruhu zaten Allah’a yükselecekti. Zira biliyoruz ki, bütün peygamberler ve müminler öldükten sonra ruhları Allah’a yükselir. Bu konuda Hz. İsa ile diğerleri arasında bir fark yoktur. Onun için bu ayette bir hususiyet vardır ki, o da Hz. İsa (as)’ın hem beden hem de ruhu ile diri olarak ref edilmesidir. Aynı zamanda bu ayetin sonuna baktığımızda, Allah’ın izzet ve hikmetinin tecelli ettiğini görüyoruz.48

Bazı kimselerin öne sürdüğü gibi ayette bildirilen yükselme, Hz. İsa (as)’ın manevi olarak veya derece bakımından yükseltilmesi değildir. Allah, Hz. İsa’ya kurulan tuzağın bozulduğunu haber vermiştir. Tuzağın bozulması, Hz. İsa (as)’ın ölmemesi anlamına gelmektedir. Bu durumda, ayette haber verilen bilgi Hz. İsa (as)’ın manevi olarak değil, ruhu ve bedeniyle birlikte Allah Katına yükseltilmiş olmasıdır. İnkarcıların tuzakları Hz. İsa (as)’ın canlı olarak Allah Katına yükseltilmesi ile bozulmuştur. (En doğrusunu Allah bilir.) Alim Zahid Kevseri, bu konuyu şöyle bir örnekle açıklamaktadır:

Hz. Muhammed (sav) ile ilgili bir ayette “Allah seni insanlardan korur.” (Maide Suresi, 67) buyrulmaktadır. Şüphesiz burada ayet, “İnsanlara karşı senin mertebeni yükseltir” anlamında değildir. Resulullah (sav)’a filli bir saldırı vardı ve bu saldırıya karşı Allah onu maddeten koruma altına almıştı. Hz. İsa için de durum böyledir. Ona karşı fiili bir saldırı vardı. Dolayısıyla ayetin zikredildiği makam itibariyle dahi, burada ref manevi bir yükselmeden ibaret olmamalıdır.49

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.
(Nisa Suresi, 157)

Açıkça görüldüğü gibi, üstün güç ve kudret sahibi olan Allah, Hz. İsa’ya kurulan tuzağı, onu diri olarak Kendi Katına yükselterek bozmuştur. Tüm bu deliller bir kez daha göstermektedir ki, Hz. İsa Allah Katında diridir ve Rabbimiz’in takdir ettiği vakitte yeniden yeryüzüne gelecektir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hiç şüphesiz bu, samimi olarak iman edenler için çok büyük bir müjdedir. Hz. İsa gibi mübarek ve kutlu bir peygamberin yeniden dünyaya gelecek olması mucizevi bir durumdur ve bu mucizeye tanıklık etme ihtimali olan tüm müminler için büyük bir şevk kaynağıdır.

İbn Teymiyye bu konuya şöyle dikkat çekmektedir:

… Allah bununla ölümü buyurmak isteseydi, Hz. İsa diğer müminler gibi olurdu. Allah bütün müminlerin ruhlarını almakta ve göğe yükseltmektedir. Böylece bunda bir hususiliğin olmadığı anlaşılırdı. Yani Allahu Teala’nın Hz. İsa (as)’ı özel olarak bu şekilde zikretmesinin anlamı olmazdı.50

Şeyhülislam Mustafa Sabri de konuyu şu şekilde açıklamaktadır:

Ayette şayet sadece öldürme buyrulsaydı, Hz. İsa (as)’ın ruhu da diğer ruhlar gibi zaten yükseleceği için, “rafiuke” kelimesini zikretmeye gerek yoktu.51

Kuran’da “Yükselme” İle İlgili Diğer Ayetler

Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltildiğinin bildirildiği ayetlerde geçen ref (yükselme) kelimesi, Kuran’ın diğer ayetlerinde de farklı konularda kullanılmıştır. Ancak bu ayetler incelendiğinde, genel olarak maddi bir yükselmenin kast edildiği, manevi olarak veya makam olarak bir yükselme (yücelme) söz konusu olduğunda ise, yükselme kelimesinin “derecelerle” kelimesi ile birarada zikredildiği görülmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

MADDI YÜKSELTMENIN BILDIRILDIĞI BAZI AYETLER

Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbiniz’e kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. (Rad Suresi, 2)

Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: “Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O’dur.” (Yusuf Suresi, 100)

Sizden misak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki:) “Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın, ki sakınasınız.” (Bakara Suresi, 63)

Hani sizden misak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik (ve): “Size verdiğimize (Kitab’a) sımsıkı sarılın ve dinleyin” (demiştik). Demişlerdi ki: “Dinledik ve baş kaldırdık.” İnkarları yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sindirilmişti. De ki: “İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?” (Bakara Suresi, 93)

Gökyüzü, onu da yükseltti ve mizanı koydu. (Rahman Suresi, 7)

İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin” (Bakara Suresi, 127)

Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’. (Fatır Suresi, 10)

Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. (Naziat Suresi, 27-28)

MANEVI YÜKSELTMENIN BILDIRILDIĞI BAZI AYETLER

Bu, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. (Enam Suresi, 83)

Ey iman edenler, size meclislerde “Yer açın” dendiği zaman, yer açın; Allah size genişlik versin. Size: “Kalkın” denildiği zaman da kalkın. Allah, sizden iman edenleri ve kendilerineilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücadele Suresi, 11)

İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah’ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa’ya apaçık belgeler verdik ve O’nu Ruhu’l-Kudüs’le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet)ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır. (Bakara Suresi, 253)

O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti.Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Enam Suresi, 165)

Allah’ın Hz. İsa’yı İnkar Edenlerden  Temizlemesi

Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi konusunda, ayetlerde haber verilen bilgilerden biri de; Allah’ın Hz. İsa (as)’ı inkarcılardan temizleyeceğini haber vermiş olmasıdır. Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde şöyle buyrulmuştur:

… seni Kendime yükselteceğim (rafiuke), seni inkar edenlerden temizleyeceğim (mutahhiruke) ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim… (Al-i İmran Suresi, 55)

Ayetin Arapçasında geçen “mutahhiruke” kelimesinin kökü “tahara” kelimesidir ve sözlük anlamı; temiz olmaktır. İslam alimleri, ayette bildirilen bu ifadenin, Hz. İsa (as)’ın diri olarak Allah Katına yükseltilmiş olduğunun delillerinden biri olduğunu kabul etmektedirler. İslam alimlerine göre ayetin tefsiri; “Seni alıyorum, Katıma yükseltiyorum ve seni kafir ve facirlerle kirlenmiş olan bu ortamdan uzaklaştırıyorum” şeklindedir.52 Buna göre  Allah’ın Hz. İsa (as)’ı inkar edenlerden temizlemesi; Hz. İsa (as)’ı öldürmek için kurulan tuzakların bozulması ve inkarcıların bu hedeflerine ulaşamamaları, yani Hz. İsa (as)’ın diri olarak Allah Katına yükseltilmesi anlamına gelmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.
(Kasas Suresi, 59)

Ayrıca ayette bildirilen ifadeden, Hz. İsa (as)’ın temizlenmesiyle bedenen ve inkar edenlerin bulunduğu ortamdan ayrılarak temizlenmesinin bildirildiği anlaşılmaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.) Böylece bazı kimselerin öne sürdüğü, Hz. İsa (as)’ın ölüp sadece ruhunun Allah Katına yükseltildiği iddiasının geçersizliği bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa (as)’ın sadece ruhunun yükselmesi, ayette bildirilen temizlenmenin gerçekleşmemesi anlamına gelir.

Ayette bildirildiği şekliyle bir temizlenme olabilmesi için Hz. İsa (as)’ın ruhu ve bedeniyle birlikte inkarcıların bulunduğu ortamdan ayrılması gerekir. Ayrıca, ruhen yani manevi olarak bir temizlenme Hz. İsa gibi üstün ahlaklı, Allah Katında onurlu ve derin iman sahibi bir peygamber için söz konusu olamaz. Hz. İsa (as)’ın üstün ahlakı Meryem Suresi’nin 33. ayetinde de şöyle haber verilmiştir;”Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.” Hz. İsa (as)’ın ruhu, salih bir mümin olması ve Allah’ın elçisi olması sebebiyle, Allah’ın izniyle, tertemizdir. Ancak, içinde bulunduğu ortam müşriklerin ve inkarcıların çirkin ahlakları ve  kötü davranışları nedeniyle temiz değildir. Nitekim bir ayette, Rabbimiz müşriklerin ahlaklarının kötülüğünden dolayı pis olduklarına işaret etmiştir:

Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar… (Tevbe Suresi, 28)

Dolayısıyla, Hz. İsa (as)’ın inkar edenlerden temizlenmesi, kendisinin bedenen onların bulunduğu ortamdan ayrılması anlamına gelmektedir. Allah, Hz. İsa (as)’ı inkar edenlerden ve onların kurdukları tuzaklardan temizleyip korumuştur. Bu da Rabbimiz’in Hz. İsa’yı Kendi Katına yükseltmesi ile gerçekleşmiştir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Mısırlı alim Halil Herras ise, ayette bildirilen “temizlenme” ifadesinin hikmeti ile ilgili olarak şöyle bir açıklama yapmaktadır:

Hz. İsa (as)’ın küfredenlerden temizlenmesi, onların bozguncu tuzaklarından kurtulmasıyla olur. Bu ise Hz. İsa (as)’ın ölümü ve toprağa gömülmesiyle değil, diri olarak göğe yükseltilmesiyle gerçekleşebilir. Çünkü düşmanları, Hz. İsa’ya benzettikleri kişiye yaptıkları gibi, onun bedenine işkence uygulayabilirlerdi… 53

Hz. İsa (as)’ın inkar edenlerden temizlenmesi, Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde de ifade edildiği gibi, Hz. İsa (as)’ın   Allah Katına yükselmesiyle tecelli etmektedir:

… Ve bu yükseltme ile o küfreden, kafirlerden seni temizleyeceğim, artık onlarla ilgin kalmayacak….54

Kuran’da Temizlenme Kelimesinin Geçtiği Bazı Ayetler

Hani Evi (Ka’be’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. “İbrahim’in makamını namaz yeri edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evimi, tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin” diye ahid verdik. (Bakara Suresi, 125)

Hani Biz İbrahim’e Evin (Kabe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.” (Hac Suresi, 26)

Elbiseni temizle. (Müddessir Suresi, 4)

Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” demekten başka olmadı. (Araf Suresi, 82)

Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz. (Vakıa Suresi, 79)

Hani Kendisi’nden bir güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalblerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu. (Enfal Suresi, 11)

Kuran’da Diğer Peygamberlerin Ölümü Nasıl Anlatılıyor?

Kuran’da peygamberlerin ölümlerinin aktarıldığı kıssalarda geçen kelimelerle, Hz. İsa (as)’ın “vefat ettirilmesinin” anlatıldığı ayetlerin incelenmesi, Hz. İsa (as)’ın ölmediği gerçeğini bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Bu bölümde Hz. İsa (as)’ın ve diğer peygamberlerin ölümlerini ifade eden kelimelerin Arapça karşılıklarını ve Kuran ayetlerinde ne şekilde kullanıldıklarını inceleyeceğiz.

Kuran’da peygamberlerin ölmesi veya öldürülmesiyle ilgili olarak kullanılan kelimeler ileride daha detaylı göreceğimiz gibi “katele (öldürmek), mate (ölmek), haleke (helak olmak), salebe (asmak)” ya da birkaç özel kelimedir. Oysa Hz. İsa için, Kuran’da çok açık bir ifadeyle, “Onu öldürmediler (ma katelehu) ve asmadılar (ma salebuhu)” ifadesi kullanılarak hiçbir öldürme şekliyle öldürülmediği vurgulanmaktadır. İnsanlara bu durumun bir benzerinin gösterildiği ve onun Allah Katına yükseltildiği bildirilmektedir. Al-i İmran Suresi’nde ise Hz. İsa (as)’ı Allah’ın vefat ettireceği ve onu Kendi Katına yükselteceği bildirilmiştir:

Hani Allah, İsa’ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim (müteveffiyke), seni Kendime yükselteceğim (rafiuke), seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim…” (Al-i İmran Suresi, 55)

Vefat kelimesinin anlamı ise daha önceki bölümlerde ele aldığımız gibi, insanın canının biyolojik anlamda alınması yani bilinen anlamda bir ölüm değildir. Kuran’ın diğer ayetlerinde geçen vefat ettirme ifadeleri incelendiğinde, bu kelimelerin bir tür uyku anlamında kullanıldığı görülmektedir. Ayetlerde Hz. İsa için vefat ettirmek kelimeleri kullanılmış, ancak ölüm anlamında kullanılan diğer kelimelerin hiçbirine yer verilmemiştir. Diğer peygamberler için ise biyolojik anlamda ölümü ifade eden kelimelerin kullanılmış olması, Hz. İsa (as)’ın -Allah’ın takdiri olarak- daha farklı bir konumu olduğuna işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

… “Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) Benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun…” (Maide Suresi, 110)

I. KATALE: ÖLDÜRMEK

Kuran’da ölüm konusu anlatılırken genelde kullanılan kelime Arapçada “öldürmek” anlamına gelen “katele” kelimesidir. Mümin Suresi’nde “katele” kelimesi şu şekilde kullanılmaktadır:

Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim (aktul) de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın… (Mümin Suresi, 26)

Ayette geçen “Musa’yı öldüreyim” ifadesinin Arapçası “aktul Musa” şeklindedir. Bu kelime katele fiilinden türemiştir. Bir diğer ayette ise aynı kelime şu şekilde kullanılmaktadır:

… Peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi (yaktulune)… (Bakara Suresi, 61)

Ayette geçen “öldürmelerindendi” kelimesinin Arapçası “yaktulune” şeklindedir ve yine aynı şekilde katele kelimesinden türemiştir. Ve ayetin mealinde de açıkça görüldüğü gibi “öldürmek” anlamına gelmektedir. Aşağıda peygamberlerin ölümünü açıklayan bazı ayetlerde “katele” fiilinin ne şekilde kullanıldığı belirtilmektedir. Parantez içinde anlamları bildirilen tüm kelimelerin fiil kökleri “katele”dir:

… Onların bu sözlerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini (katlehum) yazacağız… (Al-i İmran Suresi, 181)

… Büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz (taktulune)? (Bakara Suresi, 87)

… De ki: “Eğer inanıyor idiyseniz, daha önce ne diye  Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz (taktulune)?” (Bakara Suresi, 91)

Allah’ın ayetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler (yaktulune) ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; (yaktulune)… (Al-i İmran Suresi, 21)

… Eğer, siz doğru idiyseniz, o halde onları ne diye öldürdünüz?” (kateltumuhum) (Al-i İmran Suresi, 183)

… Demişti ki: “Seni mutlaka öldüreceğim”… (Le aktulenneke) (Maide Suresi, 27)

Eğer beni öldürmek (taktuleni) için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek (aktuleke) için elimi sana uzatacak değilim…  (Maide Suresi, 28)

Öldürün (uktulu) Yusuf’u veya onu bir yere atıp-bırakın… (Yusuf Suresi, 9)

Firavun’un karısı dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin… (la taktulu) (Kasas Suresi, 9)

Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek (li yaktulu) konusunda aralarında görüşmektedirler… (Kasas Suresi, 20)

Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: “Onu öldürün (uktuluhu) ya da yakın” demek oldu… (Ankebut Suresi, 24)

II.HALEKE: HELAK OLMAK

Kuran’da peygamberlerin ölümünden bahsedilirken, ölüm veya öldürme fiili için kullanılan bir diğer kelime ise “haleke” fiilidir. Haleke kelimesi ayetlerde “helak olmak, ölmek” anlamlarında kullanılmaktadır. Örneğin Mümin Suresi’nin 34. ayetinde şu şekilde geçmektedir:

… Sonunda o, vefat edince, (haleke) demiştiniz ki; “Allah, ondan sonra kesin olarak bir elçi göndermez…” (Mümin Suresi, 34)

Ayette, Türkçeye “vefat edince” olarak çevrilen ifadenin Arapçası “iza heleke” şeklindedir ve bu kelimenin anlamı da bilinen anlamda ölmektir.

III.MEVT: ÖLMEK

Kuran’da peygamberlerin ölümüyle ilgili olarak kullanılan bir diğer kelime ise “el mevte” kelimesidir. Mevt kelimesi ayetlerde “ölmek” anlamında kullanılmaktadır. Bunlardan biri Sebe Suresi’nde Hz. Süleyman ile ilgili olarak bildirilmektedir:

Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne (el mevte) karar verdiğimiz zaman, ölümünü (mevtihi), onlara, asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi… (Sebe Suresi, 14)

Aynı kelime Hz. Yakub’un ölümü ile ilgili ayetlerde de geçmektedir. Bakara Suresi’nde şu şekilde bildirilmektedir:

Yoksa siz, Yakub’un ölüm anında (el mevte) orada şahidler miydiniz?… (Bakara Suresi, 133)

Bu ayette geçen “el mevte” kelimesi de yine aynı kökten gelmekte ve ölüm anlamı taşımaktadır. Hz. Muhammed (sav) ile ilgili bir ayette ise “katele” ve “mate” fiilleri aynı anda kullanılmaktadır:

Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse (mate) ya da öldürülürse, (kutile) siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?… (Al-i İmran Suresi, 144)

Mate (ölmek) kökünden gelen mevt kelimesi, yine peygamber ölümlerinin anlatıldığı başka ayetlerde de geçmektedir:

… Dedi ki: “Keşke bundan önce ölseydim de (mittu), hafızalardan silinip unutuluverseydim.” (Meryem Suresi, 23)

Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü (el hulde) vermedik; şimdi sen ölürsen (mitte) onlar ölümsüz mü kalacaklar? (Enbiya Suresi, 34)

Beni öldürecek (yumituni), sonra diriltecek olan da O’dur. (Şuara Suresi, 81)

IV.SALEBE: ASMAK

Kuran’da ölümden bahsedilirken kullanılan kelimelerden biri de salebe (asmak) fiilidir. Salebe fiili “asmak, çarmıha germek ve idam etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Bu fiil ayetlerde şu şekilde kullanılmaktadır:

… Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar (ma salebu) … (Nisa Suresi, 157)

… Biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak (yuslebi)… (Yusuf Suresi, 41)

… Ancak öldürmeleri asılmaları (yusallebu)… (Maide Suresi, 33)

Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim (usallibennekum). (Araf Suresi, 124)

… Sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım (usallibennekum)… (Taha Suresi, 71)

… Ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asacağım (usallibennekum). (Şuara Suresi, 49)

Ayetlerde de görüldüğü gibi Hz. İsa (as)’ın vefatıyla diğer peygamberlerin ölümlerinin aktarıldığı ayetler birbirinden çok farklı kelimelerle ifade edilmektedir. Allah, Kuran ayetlerinde Hz. İsa (as)’ın öldürülmediğini, asılmadığını, insanlara onun bir benzerinin gösterildiğini, onu vefat ettirdiğini (yani uykudaki gibi canını aldığını) ve Kendi Katına yükselttiğini bildirmiştir. Hz. İsa için “canını almak” anlamına gelen “teveffa” fiili kullanılırken, diğer peygamberler için normal ölümü ifade eden “katele” ya da “mevt” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Bu bilgiler ise bize Hz. İsa (as)’ın durumunun olağanüstülüğünü bir kez daha göstermektedir.

Hz. İsa (as)’ın Ölmediğine Dair
Kuran’da Yer Alan Diğer Deliller

Bu bölümde, Hz. İsa (as)’ın ölmediğine ve yeniden dünyaya geleceğine dair Kuran’da yer alan diğer delilleri inceleyeceğiz.

Hz. İsa (as) ile ilgili bildirilen ayetlerde, Hz. İsa (as)’ın mucizevi doğumu, içinde bulunduğu topluma yaptığı tebliğ, inkar edenler ve müşriklerle mücadelesi, gösterdiği mucizeler, kendisine tabi olan havarileri detaylı olarak anlatılmaktadır. Kuran’da Hz. İsa (as)’la ilgili bildirilen bir diğer önemli haber de Hz. İsa (as)’ın kıyamet gününe yakın bir tarihte yeniden yeryüzüne geleceğidir. Hz. İsa (as)’ın ölmediğinin bildirildiği Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini ve Nisa Suresi’nin 157-158. ayetlerini yukarıdaki bölümlerde detaylı olarak incelemiştik. Bu ayetlerde bildirilen ifadeler, bu ifadelerin Arapça anlamları ve çeşitli tefsirlerde bu ayetlerle ilgili yer alan açıklamalar, Hz. İsa (as)’ın ölmemiş olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Bu ayetlerin yanı sıra Kuran’da yer alan bazı diğer ayetlerde de Hz. İsa (as)’ın ölmediğine ve ikinci kez dünyaya geleceğine dair açık deliller vardır. Ayetlerde haber verilen bu delilleri maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Hz. İsa öldürülmemiş ve asılmamıştır,
  2. Hz. İsa Allah Katına yükseltilmiştir,
  3. İnkar edenlere bir benzeri gösterilmiştir,
  4. İnkar edenlerin bu konudaki düşünceleri zan ve tahminden ibarettir,
  5. O kıyamet için bir alamettir,
  6. Allah, ona Tevrat ve İncil’in yanı sıra Kitabı –yani Kuran’ı- öğretmiştir (en doğrusunu Allah bilir),
  7. Kitap Ehli tekrar geldiğinde ona itaat edecektir,
  8. Ona uyanlar, kıyamete kadar inkar edenlere üstün kılınacaktır,
  9. Yetişkin olarak yeryüzüne gelecek ve insanlarla konuşacaktır,
  10. Hz. İsa (as)’ın ölümü, ikinci kez dünyaya geldikten sonra gerçekleşecektir.

Dünya tarihinin en önemli ve büyük gelişmelerinden biri olan Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne yeniden gelişi, Kuran’da yer alan delillerin de gözler önüne serdiği gibi, önemli bir gerçektir. Bu delillerin ortaya konulması, bir yandan Hz. İsa (as)’ın gelişini heyecanla ve sevinçle bekleyen müminlerin şevklerini artıracak ve Hz. İsa (as)’ın gelişi için yaptıkları hazırlıkları hızlandırmalarına aracı olacaktır.

Öte yandan, Hz. İsa (as)’ın gelişi konusu üzerinde bugüne kadar yeterince ve gereği gibi düşünmemiş olanlara konunun önemini hatırlatacak, onların da bu konuda bilinçlenmelerine aracı olacaktır.

O: “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten Kendisi’ne yöneleni hidayete erdirir.
(Şura Suresi, 13)

Kuran’da Hz. İsa (as)’ın “Kıyamet İçin Bir Alamet” Olduğu Bildirilmektedir

Kuran’da Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve öldürülmediği bildirilirken, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne dönecek olduğu da haber verilmektedir. Bu ayetlerden biri, Zuhruf Suresi’nin 61. ayetidir. Bu surenin 57. ayetinden itibaren Hz. İsa (as)’dan bahsedilir:

Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: “Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?” Onu yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar ‘tartışmacı ve düşman’ bir kavimdir. O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğulları’na bir örnek kıldık. Eğer Biz dilemiş olsaydık, elbette sizden melekler kılardık; yeryüzünde (size) halef (yerinize geçenler) olurlardı. (Zuhruf Suresi, 57-60)

Bu ayetlerin hemen arkasından gelen 61. ayette Hz. İsa (as)’ın kıyamet saati için bir ilim olduğu belirtilmektedir:

Ki Allah, hak olmak üzere Kitab’ı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki kıyamet-saati pek yakındır.
(Şura Suresi, 17)

Şüphesiz o, kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve Bana uyun. Dosdoğru yol budur. (Zuhruf Suresi, 61)

Bu ayetin Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeryüzüne dönüşüne açık bir işaret taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü Hz. İsa, Kuran’ın indirilişinden yaklaşık altı asır önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu ilk hayatını“kıyamet saati için bir bilgi” yani bir kıyamet alameti olarak anlayamayız. Ayetin işaret ettiği anlam, Hz. İsa (as)’ın, ahir zamanda, yani kıyametten önceki son zaman diliminde yeniden yeryüzüne döneceği ve bunun da bir kıyamet alameti olacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Bu ayette geçen “hu” yani “o” zamirinin “Kuran”a işaret ettiğini söyleyenler vardır. Ancak Kuran’ın diğer ayetlerine bakıldığında, “o” zamirinin Kuran için kullanıldığı durumlarda, mutlaka bir önceki veya sonraki ayette Kuran’dan bahsedildiği görülmektedir. Ya da ayette geçen diğer ifadelerden Kuran’a işaret edildiği net olarak anlaşılmaktadır. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:

Hayır; çünkü o (Kur’an), bir öğüttür. Artık dileyen, onu ‘düşünüp-öğüt alsın.’ O (Kur’an), ‘şerefli-üstün’ sahifelerdedir. Yüceltilmiş, tertemiz (mutahhar) kılınmış. (Abese Suresi, 11-14)

Onlara: “Allah’ın indirdiklerine iman edin” denildiğinde: “Biz, bize indirilene iman ederiz” derler ve ondan sonra olan (Kur’an)ı inkar ederler. Oysa o (Kur’an), yanlarındakini (Kitap’ı) doğrulayan bir gerçektir. (Onlara) De ki: “Eğer inanıyor idiyseniz, daha önce ne diye Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (Bakara Suresi, 91)

İşte Allah’ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy. De ki: “Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’an), alemlere bir ‘öğüt ve hatırlatmadan’ başkası değildir.” (Enam Suresi, 90)

Biz onu (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ve o hak ile indi; seni de yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik. Onu bir Kur’an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. De ki: “İster ona inanın, ister inanmayın. O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler.” (İsra Suresi, 105-107)

Ve şüphesiz o (Kur’an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız. (Zuhruf Suresi, 44)

Gerçekten Benim ayetlerim size okunuyordu, fakat siz topuklarınız üzerinde geri dönüyordunuz. Buna (ayetlerime) karşı büyüklük taslayarak; gece vakti de hezeyanlar sergiliyordunuz. Onlar, yine de o sözü (Kur’an’ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? (Müminun Suresi, 66-68)

Oysa Zuhruf Suresi’ndeki ayetlere bakıldığında, “kıyamet saati için bir ilimdir” ifadesinin öncesinde veya sonrasındaki ayetlerde Kuran’dan bahsedilmediği görülür. Ayetlerde Hz. İsa (as)’dan bahsedilmektedir. Dolayısıyla, “o” zamiri de Hz. İsa’ya işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.

Nitekim büyük İslam alimleri de ayette geçen “o” zamirinin, gerek ayetlere gerekse sahih hadislere dayanarak, Hz. İsa’ya işaret ettiğini açıklamaktadırlar. Ebu Hureyre, İbn Abbas, Katade, Malik bin Dinar, Dahhak, Ebu Rezin, Ebu Abdurrahman, Humeyd ve İbn Muhaysın da Hz. İsa (as)’ın gelişinin kıyamet alametlerinden biri olduğunu söylemektedirler.55

Alusi, Şevkani, es-Sabuni, Gumari, Ömer Nasuhi Bilmen, Seyyid Kutub, Hasan Basri Çantay gibi pek çok tefsircinin tefsirinde ise bu ayet şu şekilde açıklanmaktadır:

Hz. İsa (as)’ın zuhur etmesi kıyamet saatinin gelişini bildiren bir alamettir. Çünkü onun zuhuru kıyamet alametlerindendir. Yeryüzüne inişi dünyanın sonunun geldiğine ve ahiretin başlangıcına delildir.56

İmam Taberi, ayeti tefsir ederken İbn Kesir’in bu konudaki açıklamasını da delil olarak kullanmıştır. İbn Kesir, “Kıyamet gününden önce İsa’nın adil bir devlet başkanı ve adil bir hakim olarak yeryüzüne ineceğine dair Peygamber Efendimiz (sav)’in mütevatir hadisleri mevcuttur” diyerek, söz konusu ayetin Hz. İsa (as)’ın dünyaya ikinci kez gelişine delil olduğunu ifade etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde ise bu konu şu şekilde açıklanmaktadır:

İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: “Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah’tan sakının ve bana itaat edin.” (Zuhruf Suresi, 63)

Muhakkak ki o saat için bir ilimdir de –saatin geleceğini ölülerin dirilip, kıyam edeceğini bildiren bir delil ve alamettir. Çünkü Hz. İsa gerek zuhuru ve gerek emvati ihya (ölüleri diriltme) mucizesi ve gerek emvatın kıyamını (ölülerin kalkışını) haber vermesi itibarıyla kıyametin vaki olacağına bir delil olduğu gibi hadiste varid olduğuna göre eşratı saattendir (kıyamet alametidir).57

Çağdaş İslam alimlerinden Seyyid Kutub da tefsirinde, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne yeniden gelecek olmasının önemli delillerinden birinin bu ayet olduğuna dikkat çekmektedir. Kutub’un tefsirinde konu şöyle açıklanmaktadır:

Hz. İsa (as)’ın kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayet de ona işaret etmektedir: “O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir.” Yani Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzında ayet şöyle okunur: “Ve innehu le alemun lissati”. Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alametidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler. Hz. İsa (as)’ın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kuran’ın işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz.58

Kevseri, en eski akaid kitaplarında dahi bu ayetin Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne gelişine delil olarak kullanıldığını söylerken59, Ömer Nasuhi Bilmen tefsirinde ise bu ayet şu şekilde açıklanmaktadır:

Ve kıyametin yaklaşmış olması için İsa Aleyhisselam’ın bir alamet olduğunu ve kıyametin vuku bulacağına şüphe edilmeyeceğini haber veriyor… İsa Aleyhisselam’ın yeryüzüne nüzul edeceği de kıyamet şeriatinden sayılmaktadır…60

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Kuran’da hiçbir peygamberin kıyamet için bir ilim olmasından bahsedilmemektedir. Hz. Muhammed (sav), Hz., İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Yakup ve diğer birçok peygamberin hayatı Kuran’da detaylı olarak anlatılmakta, ancak hiçbiri için bu ifade kullanılmamaktadır. Bu da, Hz. İsa (as)’ın -Allah’ın takdiri olarak- diğer peygamberlerden farklı bir özelliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. Bu özellik, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına alındıktan sonra yeniden yeryüzüne gönderilecek olmasıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Kuran’da, Hz. İsa’ya “Kitab’ın, Tevrat’ın ve İncil’in Öğretildiği” Bildirilmektedir

Kuran’da Hz. İsa (as)’ın ikinci gelişine işaret eden bilgilerden biri de, Hz. İsa’ya Tevrat ve İncil ile birlikte Kitab’ın da öğretilmiş olduğudur.

Hani Melekler, dediler ki: “Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır’ ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir. “Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?” dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona “ol” der, o da hemen oluverir. Ona Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. (Al-i İmran Suresi, 45-48)

Bu kitabın hangi kitap olduğu kuşkusuz önemlidir. Aynı ifade Maide Suresi’nin 110. ayetinde de yer almaktadır:

Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’iöğrettim…” (Maide Suresi, 110)

Kuran’da yer alan diğer ayetleri incelediğimizde, her iki ayette de geçen “Kitap” ifadesinin, Kuran’a işaret ettiğini görürüz. Ayetlerde Tevrat ve İncil dışında gönderilen son hak kitabın Kuran olduğu bildirilmektedir. (Hz. Davud’a verilen Zebur da Eski Ahit’in içindedir.) Bunun yanında, yine Kuran’ın diğer ayetlerinde, “Kitap” kelimesi, İncil ve Tevrat’ın yanında Kuran’ı ifade etmek için kullanılmıştır:

Allah… O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, Kaimdir. O, sana Kitab’ı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat ve İncil’i de indirmişti. (Al-i İmran Suresi, 2-3)

Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı indirdik… (Maide Suresi, 48)

Hani Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrailoğulları, gerçekten ben, sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra ismi “Ahmed” olan bir elçinin de müjdeleyicisiyim” demişti… (Saf Suresi, 6)

Kitap kelimesinin Kuran’a işaret ettiği diğer bazı ayetler ise şu şekildedir:

Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik. (Bakara Suresi, 151)

Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. (Enam Suresi, 114)

Biz Kitab’ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik. (Nahl Suresi, 64)

Kitab’ın sana (kalbine vahy ile) bırakılacağını umud etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kafirlere arka olma. (Kasas Suresi, 86)

Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz, bunda iman eden bir kavim için gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır. (Ankebut Suresi, 51)

Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin savunucusu olma. (Nisa Suresi, 105)

Bu durumda, Hz. İsa’ya öğretilecek olan üçüncü “Kitab”ın Kuran olduğu ve bunun da ancak Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda dünyaya dönüşünde mümkün olabileceği açıkça görülmektedir. Çünkü Hz. İsa Kuran’ın indirilmesinden yaklaşık 600 sene önce yaşamıştı. Dolayısıyla, yaşadığı dönemde Kuran’ı öğrenmiş olması mümkün değildi. Bununla birlikte, Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde Hz. İsa (as)’ın dünyaya ikinci kez gelişinde İncil ile değil Kuran’la hükmedeceği bildirilmiş olması da bunun bir delilidir:

Kırk (40) yıl Allah’ın Kitab’ı ve benim sünnetimle hükmeder, vefat eder.61

Bu ifadeden de açık olarak anlaşıldığı gibi Hz. İsa yeniden yeryüzüne geldiğinde, Kuran’da yer alan hükümler ile hükmedecek, Hz. Muhammed (sav)’in sünnetini devam ettirecektir. Bu da ayetlerdeki manaya tam olarak uygun düşmektedir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

Bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken bir başka bilgi de, Hz. İsa için bildirilen söz konusu ifadenin -bir önceki konuda olduğu gibi- başka hiçbir peygamber için bildirilmemiş olmasıdır. Örneğin Hz. Musa’ya Tevrat’ın indirildiği, Hz. İbrahim’e verilen sahifeler olduğu, Hz. Davud’a Zebur’un vahyedilmiş olduğu Kuran’da bildirilir. Ya da peygamberlerin kendi dönemlerinden önce indirilen kitaplar varsa, bu kitapları bildikleri haber verilir. Ancak peygamberlerin hiçbiri için, kendi dönemlerinden sonra indirilecek olan bir kitabın daha onlara öğretildiği haber verilmez. Kendisinden önce indirilen, kendisine vahyedilen ve kendisinden sonra indirilecek olan kitabı bildiği haber verilen tek peygamber Hz. İsa’dır. Bu da, Hz. İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne geleceğinin ve ikinci kez geldiğinde kendisinden sonra vahyedilmiş olan kitapla yani Kuran’la hükmedeceğinin işaretlerinden biridir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Kuran’da, Hz. İsa’ya Uyanların Kıyamete   Kadar
İnkara Sapanlara Üstün Geleceği   Haber Verilmektedir

Önceki bölümlerde detaylı olarak açıklamasını incelediğimiz Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde, Hz. İsa (as)’ın ölmediğinin yanı sıra, ikinci kez yeryüzüne gelişi de haber verilmektedir. Ayette şöyle buyurulmuştur:

Hani Allah, İsa’ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim ve seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana’dır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim. (Al-i İmran Suresi, 55)

Allah, ayette kıyamete kadar inkar edenlere üstün gelen ve Hz. İsa’ya gerçekten tabi olan bir grubun varlığını bildirmektedir. Hz. İsa hayatta iken ona uyanların sayısı çok azdı. Ve onun Allah Katına yükselişinin ardından hızla dinde dejenerasyon başladı. Sonraki iki yüzyıl boyunca da, Hz. İsa’ya iman edenler (İseviler) şiddetli baskılara maruz kaldılar. Üstelik İsevilerin hiçbir siyasi gücü de bulunmamaktaydı. Bu durumda geçmişte yaşayan Hıristiyanların, inkar edenlere üstün geldiklerini ve bu ayetin onlara işaret ettiğini söyleyemeyiz.

Hz. İsa (as)’ın Kapalı Kapılar Ardındaki Görünüşü. (1308-1311) Musco dell’Opera del Duomo, Siena

Günümüzde ise Hıristiyanlığın özünden uzaklaştığını, Hz. İsa’ya indirilen hak dinden farklı bir dine dönüştüğünü görürüz. Hıristiyanlar arasında Hz. İsa (as)’ın Allah’ın oğlu olduğu şeklindeki (Allah’ı tenzih ederiz) sapkın inanç benimsenmiş ve teslis inancı (üçleme; Baba, oğul, kutsal Ruh) kabul edilmiştir. Bu durumda, dinin aslından iyice uzaklaşmış olan günümüz Hıristiyanlarını da Hz. İsa’ya uyanlar olarak kabul edemeyiz, çünkü Allah, Kuran’ın birçok ayetinde “üçleme”ye inananların inkar içerisinde olduklarını bildirmiştir:

Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir İlahtan başka İlah yoktur… (Maide Suresi, 73)

Bu durumda”sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim”ifadesi açık bir işaret taşımaktadır. Hz. İsa’ya uyan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bir topluluk olması gerekmektedir. Böyle bir topluluk, kuşkusuz Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne tekrar gelişiyle ortaya çıkacaktır. Ve tekrar dünyaya gelişi sırasında bu kutlu insana tabi olanlar, kıyamete kadar inkar edenlere üstün kılınacaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu bilgiyi destekleyen bir başka ayet de, Saff Suresi’nin 14. ayetidir:

Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun: Meryem oğlu İsa’nın havarilere: “Allah’a (yönelirken) benim yardımcılarım kimlerdir?” demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki:   “Allah’ın yardımcıları bizleriz.” Böylece İsrailoğulları’ndan bir topluluk iman etmiş, bir topluluk da inkar etmişti. Sonunda Biz iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler. (Saff Suresi, 14)

Yukarıdaki ayette Hz. İsa (as)’ın yaşadığı dönemde, insanların bir kısmının iman edip bir kısmının ise iman etmedikleri anlaşılmaktadır. Ayetin son cümlesinde bildirilen “sonunda Biz iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler” hükmüyle ise, Hz. İsa’ya inananların üstün geldikleri bir dönem haber verilmektedir.

Bu dönemin, Hz. İsa (as)’ın kıyametten önce, yeniden yeryüzüne geldiği dönem olması muhtemeldir. Bu dönemde Hz.İsa gerçek din ahlakını tüm dünyaya hakim kılacak ve Allah’ın izni ile iman edenler inkar edenlere üstün geleceklerdir. Bu ifade ile ahir zamanda iman edenlerin inkar edenlere üstün gelecekleri bildiriliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Kuran’da, Hz. İsa (as)’ın Yetişkinliğinde de İnsanlarla Konuşacağı Bildirilmiştir

Hz. İsa (as)’ın tekrar dünyaya geleceği ile ilgili bir başka delil ise Maide Suresi’nin 110. ayetinde ve Al-i İmran Suresi’nin 46. ayetinde geçen “kehlen” kelimesidir. Ayetlerde şu şekilde buyurulmaktadır:

Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin kehlen) iken de insanlarla konuşuyordun…” (Maide Suresi, 110)

Beşikte de, yetişkinliğinde (kehlen) de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir. (Al-i İmran Suresi, 46)

Bu kelime Kuran’da sadece yukarıdaki iki ayette ve sadece Hz. İsa için kullanılmaktadır. Hz. İsa (as)’ın yetişkin halini ifade etmek için kullanılan “kehlen”kelimesinin anlamı “otuz ile elli yaşları arasında bulunup saçları ağarmaya başlayan veya gençlik devresini atlatıp ihtiyarlığa ayak basan ve yaşı kemale ermiş kişi, ergin” şeklindedir. Bu kelime İslam alimleri arasında ittifakla “35 yaş sonrası döneme işaret ediyor” şeklinde çevrilmektedir.

Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdik.
(Maide Suresi, 46)

… Ey İsa, doğrusu senin hayatına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim… (Al-iİmran Suresi, 55)

Hz. İsa (as)’ın genç bir yaş olan otuz yaşının başlarında Allah Katına yükseldiğini, yeryüzüne indikten sonra kırk yıl kalacağını ifade eden İslam alimleri, Hz. İsa (as)’ın kehlen  döneminin, tekrar dünyaya gelişinden sonra olacağını, dolayısıyla bu ayetin, Hz. İsa (as)’ın nüzulüne dair bir delil olduğunu söylemektedirler.62

Tüm peygamberler insanlarla konuşup, onları dine davet etmişlerdir. Hepsi de yetişkin yaşlarında tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Ancak Kuran’da hiçbir peygamber için bu şekilde bir ifade kullanılmamaktadır. Bu ifade sadece Hz. İsa için ve mucizevi bir durumu ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Çünkü ayetlerde birbiri ardından gelen “beşikte” ve “yetişkin iken” kelimeleri iki büyük mucizevi zamanı bildirmektedirler. Mısırlı çağdaş İslam alimlerinden Halil Herras da, ayeti açıklarken, bu hususa dikkat çekmiştir:

Ayette geçen kehl kelimesi, kendinden önce geçen ve zarf olan mehd kelimesine matuftur. Özel bir karine olmadıkça da, kendinden önceki kelimenin taşıdığı anlamı devam ettirir. Böyle olunca da nasıl ki Hz. İsa (as)’ın doğumundan hemen sonra konuşması doğrudan bir mucize ise, kehl halinde de aynı mucizeyi gerçekleştirmesi gerekir. Yoksa normal olarak bir insanın kehl durumunda konuşması mucize özelliği taşımaz ve bunun ayette zikredilmesinin hikmeti de tam anlaşılmamış olur. Ancak Hz. İsa yeryüzüne nüzul ettikten sonra kehl halinde konuşursa, işte o zaman mucize olur…63

Gerçek şu ki, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları diriltecektir. (Hac Suresi, 7)

Ünlü İslam alimi Gumari ise, ayette Hz. İsa (as)’ın beşikte iken konuşmasının ardından yetişkin iken konuşmasına da dikkat çekilmesinin hikmetlerinden birinin, Hz. İsa (as)’ın mucizevi hayatı olduğunu belirtmiştir. Hz. İsa (as)’ın bebekken konuşmasının, Allah’ın bir mucizesi olması gibi, yetişkin döneminde insanlarla konuşmasında da mucizevi bir yön olması gerektiğini ifade etmiştir:

Hz. İsa (as)’ın beşikte iken ve kehl halinde iken konuşmasına dikkat çekilmesi bir hikmetin gereğidir, aynı zamanda sıra dışı bir olaya işaret etmektedir. Hz. İsa (genç yaşta) semaya yükseltilmiştir. Yüzlerce sene yok olmuştur. Cismani değişikliklerin meydana geldiği kanunlara tabi olmayan bir aleme nakledilmiştir. Böyle bir kişinin inerek insanlarla konuşması olağanüstüdür.64

İmam Suyuti, Maide Suresi’nin 110. ayetinde geçen “kehlen” kelimesine dikkat çekerek, “Bu kavil, onun (Hz. İsa (as)’ın) kıyametten evvel gökten ineceğini ifade etmektedir. Çünkü Hz. İsa yaşça kemale ermeden göğe kaldırılmıştır.” demektedir.65 İmam Taberi ise, Taberi Tefsiriisimli eserinde bu ayetlerde geçen ifadeleri şu şekilde açıklamaktadır:

Bu ifadeler (Maide Suresi, 110), Hz. İsa (as)’ın ömrünü tamamlayıp yaşlılık döneminde insanlarla konuşabilmesi için gökten ineceğine işaret etmektedir. Çünkü o, genç yaştayken göğe kaldırılmıştı… Bu ayette (Al-i İmran Suresi, 46), Hz. İsa (as)’ın hayatta olduğuna delil vardır ve ehl-i sünnet de bu görüştedir. Çünkü ayette, onun yaşlandığı zamanda da insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Yaşlanması da ancak, semadan yeryüzüne ineceği zamanda olacaktır.66

Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirinde de Al-i İmran Suresi’nin 46. ayeti açıklanırken, bu ayetin Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne gelişinin delillerinden biri olduğu ifade edilmiştir:

Bu ayet-i kerime Hz. İsa (as)’ın semaya ref edildikten sonra tekrar yeryüzüne inerek nas (insanlar) ile konuşacağına delalet (işaret) etmektedir. Çünkü onun sinni kuhulete (olgunluk yaşına) tamamen girmiş olması semaya refinden sonra müsadiftir (olacaktır).67

Görüldüğü gibi, burada yalnızca bir kısmına yer verdiğimiz, İslam alimlerinin “kehlen” kelimesine dair açıklamaları da, Kuran’da yer alan diğer bilgiler gibi, Hz. İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne gelişine işaret etmektedir. (Doğrusunu en iyi Allah bilir.) Tüm bu deliller Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeryüzüne tekrar geleceğini ortaya koymaktadır.

Kuran’da Tüm Kitap Ehli’nin Hz. İsa’ya İman Edeceği Bildirilmiştir

Nisa Suresi’nin 159. ayeti, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez dünyaya gelecek olmasını müjdeleyen ayetlerden biridir. Ayette şöyle bildirilmektedir:

Andolsun, Kitap Ehli’nden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların üzerierine şahid olacaktır. (Nisa Suresi, 159)

Ayette bildirilen, “kable mevtihi” yani “ölmeden önce” ifadesinde yer alan “o” zamirinin, tefsir alimlerinin büyük çoğunluğunun tasdiki ile Hz. İsa’ya işaret ettiği kabul edilmektedir. Arapça dilbilgisi de, burada geçen “o” zamirinin kesin olarak Hz. İsa (as)’ı işaret etmesini gerektirmektedir.68 Kuran’da Kitap Ehli ile ilgili tüm ayetlerde, çoğulluğu ifade eden “hum” eki kullanılmıştır. (Beyyine Suresi, 1 ve 6; Hadid Suresi, 29; Haşr Suresi 2 de olduğu gibi.) Bu ayette ise tekilliği ifade eden “hu” eki kullanılmıştır. Bu durumda, ayette haber verilen, Hz. İsa (as)’ın ölümünden –yani yeryüzüne ikinci kez gelip biyolojik olarak ölümünden- önce Kitap Ehli’nin kendisine inanacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Ayette yer alan “kıyamet günü o da onların üzerlerine şahid olacaktır.” cümlesi de, ayette Hz. İsa’ya işaret edildiğinin bir diğer delilidir. Bu durumda, ayetin tefsiri; “Hz. İsa geldiği zaman, Kitap Ehli’nden ona iman etmeyen hiç kimse olmayacaktır.” şeklindedir. Bu da Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya döneceğine ve onun önderliğinde gerçek din ahlakının tüm dünyaya hakim olacağına işarettir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Allah Kuran’da tüm peygamberlerin ve elçilerin, gönderildikleri toplum için ahiret gününde şahitlik edeceklerini bildirmiştir:

Ve resuller de (şahitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman. (Mürselat Suresi, 11)

Rabbimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in de, kendi toplumu için şahitlik yapacağını bildirmiştir:

Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların üzerine seni şahit olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak? (Nisa Suresi, 41)

Ancak Hz. İsa dışında hiçbir peygamber için “ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur” diye bildirilmemiştir. Ayrıca, Kuran’da Hz. İsa (as)’dan önce gelen ve Kitap Ehli’nin de iman ettiği hiçbir peygamber için bu şekilde bir ifade kullanılmamıştır. Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. Yusuf, Hz. Yakup için benzer bir açıklama yapılmamıştır.

Eğer haber verilen, Kitap Ehli’nden her bir kişinin kendi ölümünden önce Hz. İsa’ya iman etmesi olsaydı (ki bu şekilde olmadığı açık olarak görülmektedir), bu durumda benzer bir ifade Kitap Ehli’ne gelmiş olan diğer peygamberler için de bildirilirdi. Oysa, bu ifade yalnızca Hz. İsa için kullanılmaktadır. Bu da, Hz. İsa için farklı bir konuma işaret edildiğinin önemli delillerinden biridir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Görüldüğü gibi, “ölümünden önce” ifadesinin işaret ettiği kişinin Hz. İsa olduğu çok açıktır. Ayetin, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi, “Kitap Ehli’nden her bir kişinin kendisine ölüm gelmeden önce Hz. İsa’ya inanacak olması” şeklinde tefsir edilmesi ise mümkün değildir. Hz. İsa döneminde Kitap Ehli olan Yahudiler, kendisine iman etmedikleri gibi onu öldürmeye kalkışmışlardır. Daha sonra onu öldü sanıp inkarlarını sürdürmüşlerdir.
Tüm bu bilgilerin ışığında, ayette bildirilen haberler şu şekildedir: Hz. İsa yeryüzüne ikinci kez gelecek, her insan gibi yaşayıp ölecektir. Hz. İsa yeniden geldiğinde tüm Kitap Ehli onu görüp bilecek, ona yaşarken itaat edecek ve Hz. İsa da onların durumuyla ilgili ahirette şahitlik edecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

İslam alimlerinin büyük bir çoğunluğunun da kanaati bu yöndedir. Sahabilerden Ebu Hureyre ve İbn Abbas, bu ayetin Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişine delil olduğunu ifade etmişlerdir. Kurtubi, ayetin açıklamasını şu şekilde yapmaktadır:

Kıyamet alametleri yaklaştığında, Hz. İsa diri olarak gökten yeryüzüne indiği zamanda Ehl-i Kitap’tan hayatta olan herkes ona inanacaktır. Ortada sadece İslam milleti kalacaktır.69

Taberi tefsirinde ise söz konusu ayet şu şekilde tefsir edilmiştir:

Ehl-i Kitap’tan her biri, Hz. İsa (as)’ın ölümünden önce, o Deccal’i öldürmek üzere yeryüzüne indiğinde, ona iman edecektir. O zaman bütün milletler İslam adına tek bir millet haline geleceklerdir.70

Halil Herras da konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Taberi’nin tefsirinin sahih olduğunu belirtmiş ve Nisa Suresi’nin 159. ayetinin Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya gelişine ne şekilde delil olduğunu şöyle açıklamıştır:

Ayette geçen “o” zamiri, Hz. İsa’ya işaret etmektedir. O indiği zaman bu dönemde mevcut olan Ehl-i Kitap’tan her biri Hz. İsa’ya iman edecek, onu tasdikleyecek ve kendilerinden din olarak ancak İslam kabul edilecektir… Hz. İsa yeryüzüne indiğinde Ehl-i Kitap ona inanacaktır…71

Hz. İsa (as)’ın Ölümü İkinci Kez Gelişinden Sonra Olacaktır

Hz. İsa (as)’ın ikinci kez gelişine işaret eden ayetlerden biri de Meryem Suresi’nin 15. ayetidir. Bu ayette bildirilen “öleceği gün” ifadesi ile, çok önemli bir bilgi haber verilmektedir. Ayette şu şekilde bildirilmektedir:

… Ona selam olsun; doğduğu gün, öleceği gün (yemutu) ve diri olarak yeniden-kaldırılacağı gün de.(Meryem Suresi, 33)

Ayette “öleceği gün” ifadesinde geçen Arapça kelime  “yemutu”dur ve bu kelimenin kökü, Kuran’ın diğer ayetlerinde ölüm anlamında bildirilen mevt kelimesidir. Hz. İsa’yla ilgili bildirilen diğer ayetlerde ise, Hz. İsa (as)’ın vefatından bahsedilirken mevt kelimesi değil, teveffi kelimesi kullanılmaktadır. Teveffi kelimesi, biyolojik anlamda bir ölüm değil, canın bir tür uykuyla alınması manasına gelmektedir. Mevt kelimesi ise bilinen anlamda ölümü ifade eden bir kelimedir, Kuran’ın pek çok ayetinde bu anlamda bildirilmiştir. Dolayısıyla bu ayette, diğer ayetlerden farklı olarak, mevt kelimesinin kullanılması dikkat çekicidir. Bu ifadeyle, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez dünyaya geldikten sonra ölecek olmasına işaret edilmektedir. Hz. İsa yeryüzüne ikinci kez gelecek ve bir müddet yaşadıktan sonra ölecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

“Hz. İsa Öldü” Diyenlerin İçine Düştükleri Yanılgı

Hz. İsa (as)’ın ölmeyip Allah Katına yükseltilmiş olduğu, Kuran’da açıkça bildirilen, Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde de yer alan bir gerçektir. Hıristiyanlar da Hz. İsa (as)’ın  Allah Katına yükseltilmiş olduğuna inanırlar. Ancak onların bu inancında Kuran’a mutabık olmayan tahrif edilmiş hususlar bulunmaktadır. Bununla birlikte bazı Müslümanlar da, Hz. İsa (as)’ın ölümü konusunda yanlış düşüncelere sahiptirler. Bu yanlış inanca göre, Hz. İsa ölmüştür ve tekrar yeryüzüne gelmeyecektir. Şüphesiz bu aslı olmayan bir iddiadır ve Rabbimiz’in Kuran’da bildirdiği gibi, böyle bir iddia ile ortaya çıkan kimseler, bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değildirler. İman eden bir insanın bilgi sahibi olmadığı bir konunun peşinden gitmemesi ise Allah’ın inananlara bir emridir:

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra Suresi, 36)

Bazı kimselerin bu yanlış inancın etkisi altında kalmalarının nedeni, böyle bir iddiada bulunmanın veya böyle bir iddiaya inanmanın ne anlama geldiğini tam olarak düşünmemeleri olabilir. Ya da bunun kendilerine yükleyeceği sorumluluğu fark edememiş olabilirler. Bizim de amacımız, bu yanılgıya düşmüş olanları yermek değil, yanlış bir düşünce içinde olduklarını kendilerine açıklamak ve hatalarından vazgeçmelerine aracı olabilmektir. Hz. İsa (as)’ın öldüğünü öne süren kimselerin, ne kadar ciddi bir hata yaptıklarını anlamaları için, öne sürdükleri iddianın ne anlama geldiğini çok iyi düşünmeleri gerekir. Allah, Kuran’da inkarcıların Hz. İsa aleyhine kurdukları tuzaklarını bozduğunu ve onu öldüremediklerini açık ve net bir şekilde bildirmektedir. Rabbimiz’in Nisa Suresi’nin 157. ayetinde olduğu gibi,”Onu öldürmediler ve onu asmadılar”şeklinde açıkça haber verdiği bir gerçeği, göz ardı etmek büyük bir sorumluluktur.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, böyle bir iddiayı öne sürmek, inkarcıların kutlu bir peygamber aleyhindeki planlarının başarıya ulaştığını savunmak anlamına da gelmektedir. Oysa bu hiçbir şekilde doğru değildir. İnkarcılar, Hz. İsa (as)’ı öldürmeyi planlamış ve bu planlarını gerçekleştirdiklerini düşünerek sevince kapılmışlardır. Ancak tuzak kuranların en hayırlısı olan Allah, onların tuzaklarını tam tersine çevirmiş, Hz. İsa (as)’ı Kendi Katına yükselterek onu öldürmelerini engellemiştir. Rabbimiz inkarcıları hüsrana uğratmış, onların sevinç duyacakları bir olay hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir.

Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler. (Enam Suresi, 21)

Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler. (Enam Suresi, 26)

Şunu da belirtmek gerekir ki, bazı yorumlarda da, Hz. İsa (as)’ın inkarcılar tarafından öldürülmediği, ancak eceli gelerek öldüğü söylenmektedir. Bu da doğru değildir. Bu yanılgıya göre, Allah, Hz. İsa (as)’ın canını inkarcılar kendisine ulaşmadan önce almıştır ve Hz. İsa ölmüştür. Halbuki Kuran’daki ilgili ayetler bu iddianın da doğru olmadığını açıkça göstermektedir.

Üstelik bu son derece yanlış bir mantıktır. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: üç kişinin düşman oldukları birini öldürmeyi planladıklarını düşünelim. Bu kişiye pusu kurup, öldürmeyi planlamış olsunlar. Ve öldürmeyi düşündükleri insanın, daha pusu yerine gelmeden henüz yolda iken kalp krizinden öldüğünü varsayalım. Bu durumda pusuyu kuran kişiler her halükarda hedeflerine ulaştıklarını düşünerek sevince kapılacaklardır. Ya da düşman olduğu bir kişiyi öldürmek amacıyla onun evine giden birini düşünelim.

Karşı tarafın kavga esnasında kendisine atılan yumruklardan değil de balkondan düşerek öldüğünü kabul edelim. Söz konusu kişinin ölmüş olması, bu insan için istediği neticeyi elde etmesi anlamına gelecektir. Benzer bir örnek Hz. İsa (as)’ın durumu için de düşünülebilir. İnkarcılar Hz. İsa aleyhine bir tuzak kurmuşlardır. Tuzağın amacı, Hz. İsa (as)’ın ölmesidir. Oysa Allah, Hz. İsa’ya kurulan tuzağın bozulacağını bildirmiştir. Eğer Hz. İsa (as)’ın ölümü herhangi bir şekilde gerçekleşirse, bu, inkar edenlerin kurdukları tuzağın onların istediği gibi neticelenmesi anlamına gelir, ki bu mümkün değildir. Hz. İsa, hiçbir şekilde ölmemiştir ve öldürülmemiştir. Eğer böyle bir durum gerçekleşmiş olsaydı, bu Kuran’da bildirilirdi. Oysa Hz. İsa Allah Katına yükseltilmiştir. Allah’ın emri ile ikinci kez yeryüzüne gelecek, gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacaktır. Ve Hz. İsa (as)’ın ölümü, ikinci kez dünyaya geldikten ve bir süre yaşadıktan sonra olacaktır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra Suresi, 36)

Bazı kimseler ise, Hz. İsa (as)’ın inkarcıların kurduğu tuzaktan korunduğunu ancak bir müddet yaşadıktan sonra öldüğünü öne sürmektedirler. Bu iddia, hiçbir makul dayanağı olmadığı gibi, pek çok cevapsız soruyu da beraberinde getirmektedir. Söz konusu kimselerin bu sorulara mantıklı bir açıklama getirebilmeleri mümkün değildir. Hz. İsa yaşadığı dönemde, Allah’ın takdiriyle, aniden kaybolmuş, kendisini bir daha gören ve kendisiyle konuşan olmamıştır. Bu olağanüstü bir durumdur. Eğer, bu kişilerin öne sürdüğü gibi Hz. İsa bir müddet daha yaşadıysa, bu takdirde kendisini görenlerin, onunla konuşup sohbet edenlerin tanıklıklarının olması gerekir. Ama böyle bir bilgi yoktur. Halk arasına hiç karışmadan, tek bir kişiyle bile görüşmeden, hiç kimseyle konuşmadan, kimseye tebliğ yapmadan yaşamış olmasının mümkün olamayacağı açıktır.

Unutmamak gerekir ki, Hz. İsa ile ilgili Kuran’da yer alan bilgilerin veya açıklamaların benzeri diğer peygamberler için bildirilmemiştir. Hiçbir peygamberin ölümü anlatılırken teveffi kelimesi kullanılmamıştır. Hiçbir peygamber için “… Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim…” (Maide Suresi, 110) şeklinde üç İlahi kitabın da kendisine öğretildiği bildirilmemiştir. Hiçbir peygamber için, “O kıyamet için bir ilim (alamet)dir” (Zuhruf Suresi, 61) buyrulmamıştır. Hiçbir peygamber için Hz. İsa (as)’ın yükseltilmesi anlamında bir yükseltilmeden haber verilmemiştir. Hiçbir peygamber için, kendisine inananların kıyamete kadar üstün gelecekleri söylenmemiştir. Hiçbir peygamber için ölmeden önce kendisine inanmayacak kimsenin kalmayacağı bildirilmemiştir. Tüm bunlar, Allah’ın Hz. İsa için özel bir kader takdir ettiğini ve bu kadere uygun olarak Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğunu ve yeniden dünyaya geleceğini gösteren önemli delillerdir. (En doğrusunu Allah bilir.)

İnkarcıların Hz. İsa’ya kurdukları tuzağın bozulması, Hz. İsa (as)’ın diri olarak bedeni ve ruhuyla birlikte Allah Katına yükseltilmesi, büyük bir mucizedir. Allah, tarih boyunca peygamberlerinden dilediklerini çeşitli mucizeler ile desteklemiştir. Hz. Muhammed (sav)’e hak kitap olan Kuran-ı Kerim’i indirmiştir. Ayrıca, Hz. Muhammed (sav)’in bir gecede, Allah’ın dilemesiyle, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi (İsra Suresi, 1) ve müminlerin güvenlik için Mescid-i Haram’a gireceklerinin önceden kendisine haber verilmiş olması (Fetih Suresi, 27) da Rabbimiz’in Hz. Muhammed (sav)’e nasip ettiği mucizelerin bazılarıdır.  Hz. Musa’nın asasının bir yılan olup Firavun’un büyücülerinin tuzaklarını yok etmesi, elinin bakanlara bembeyaz görünmesi, Firavun ve orduları tarafından takip edilen Hz. Musa ve kavminin önünde Kızıldeniz’in ikiye yarılması; Hz. İsa (as)’ın babasız olarak dünyaya gelmesi, beşikte iken insanlarla konuşması, ölüleri diriltmesi, cüzzamlıları iyileştirmesi; Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında ateşin onun için serinlik kılınması da Allah’ın takdiriyle gerçekleşen mucizelerdir.

Müminler Rabbimiz’in gösterdiği mucizelere inanırlar ve bu mucizeler, onların imani şevklerinin artmasına vesile olur. Samimi olarak iman eden bir kimsenin tüm peygamberlerin mucizelerine ve Hz. İsa (as)’ın Allah’ın dilemesiyle gerçekleştirdiği diğer mucizelerine nasıl iman ediyorsa, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına mucizevi bir şekilde yükseltilmiş olmasına da aynı şekilde iman etmesi gerekir.

Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmaktan başka (bir nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını) düzeltirse, artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
(Enam Suresi, 48)

Tüm bunların yanı sıra, Hz. İsa (as)’ın öldüğü iddiasında bulunan kimselerin, Allah’ın izniyle, Hz. İsa yeryüzüne ikinci kez geldiğinde yaşayacakları mahcubiyeti de göz önünde bulundurmaları gerekir. Kuran’da ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde Hz. İsa (as)’ın gelişi ile ilgili bildirilen alametlerin pek çoğu gerçekleşmiş durumdadır. Bu da, bu kutlu misafirin geliş tarihinin çok yaklaştığını bizlere müjdelemektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Böyle bir durumda müminlerin, bu olayın heyecanını, şevkini ve sevincini yaşamaları, Allah’ın peygamberini karşılamak için en güzel hazırlığı yapmak konusunda birbirleri ile yarışmaları lazımdır. Dolayısıyla, çeşitli nedenlerle söz konusu yanlış inanca kapılmış olanların, ön yargılarını bir kenara bırakarak, vicdanları ile bir kez daha düşünmeleri gerekir. İnanıyoruz ki, vicdanlarına başvurdukları ve Kuran’da konuyla ilgili ayetleri detaylı olarak tekrar incelediklerinde, onlar da doğruyu görecek ve bu yanılgılarından kurtulacaklardır.

Buna rağmen bilgi eksikliği veya yanlış bilgilendirme nedeniyle böyle bir yanılgıya kapılmış olan kimselerin, öne sürdükleri sözde delilleri incelemek, bu asılsız iddianın yanlışlığının bir kez daha gösterilmesi açısından gereklidir.

Andolsun, Biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu… (Nahl Suresi, 36)

İddia I ve Açıklaması

Hz. İsa (as)’ın öldüğünü iddia eden kimselerin sözde delil olarak öne sürdükleri açıklamalardan biri Maide Suresi’nin 117. ayetinde geçen “… Beni vefat ettirdiğinde (teveffeyteni) üzerlerindeki gözetleyici Sendin…” ifadesidir. Ayette yer alan “vefat ettirmek” kelimeleri bu kişiler tarafından, biyolojik bir ölüm olarak algılanmakta ve Hz. İsa (as)’ın ölmüş olduğuna sözde bir delil olarak kullanılmaktadır. Oysa bu doğru değildir. Vefat ettirmenin, her zaman biyolojik olarak insanın ölümü manasında kullanılmadığını önceki bölümlerde İslam alimlerinin yorumları ışığında incelemiştik. Bu delilleri bir kez daha hatırlatmak yerinde olacaktır. Ayrıca, ayette Hz. İsa (as)’ın öldüğünün ifade edilmediğinin, tam tersine diri olarak Allah Katına alındığının başka delilleri de vardır. Tüm bu deliller şu şekildedir:

1. Bu ayette “vefat ettirme” olarak tercüme edilen kelimeyle, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde kullanılan kelime aynıdır, yani her iki ayette de “teveffa” kelimesi geçmektedir. Daha önce, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini incelerken de açıkladığımız gibi, “vefat” kelimesinin Arapça karşılığı Türkçede kullanılan ölüm anlamından farklı anlamlar taşımaktadır. Kuran’da “teveffa” kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığı incelendiğinde, konu daha iyi anlaşılacaktır. Daha önce konuyla ilgili olarak Zümer Suresi’nin 42. ayetini incelemiştik. Teveffa kelimesinin ne anlamda kullanıldığını gösteren bir diğer ayet ise Enam Suresi’nin 60. ayetidir:

Sizi geceleyin vefat ettiren (teveffakum) ve gündüzün “güç yetirip etkilemekte olduklarınızı” bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O’dur… (Enam Suresi, 60)

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Allah uyuyan insanın canını almaktadır, ama bu haliyle insan bildiğimiz manada ölmüş olmaz. Yalnızca geçici bir süre için ruhu bedeninden ayrılmış farklı bir boyuta girmiş olur. Uyanacağı zaman ise tekrar ruhu bedenine iade edilir. Eğer bu, biyolojik ölüm olarak açıklanırsa, bu durumda Hz. İsa (as)’ın yaşadığı süre boyunca her gece ölmüş olması gerekir. Aynı şekilde tüm insanlığın da her gece öldüğünü kabul etmek lazımdır. Oysa, kast edilen anlam, biyolojik manada bir ölüm değildir.

Teveffa kelimesinin, uyku manasında kullanıldığını söyleyenlere göre -ki çoğunluk bu görüştedir- ayetin tefsiri “Seni uyutacağım” şeklindedir. Sonuç olarak Hz. İsa (as)’ın uykudakine benzer bir duruma sokularak Allah Katına yükseltildiğini, olayın bildiğimiz ölüm olmadığını, sadece bu boyuttan bir ayrılış olduğunu söyleyebiliriz. (En doğrusunu Allah bilir.)

Çağdaş İslam alimlerinden Muhammed Halil Herras, konuyla ilgili olarak şu yorumda bulunmaktadır:

Bu ayette geçen “teveffi” kelimesi ölüm manasında değil, uyutma manasındadır. Şayet ölüm manasını kabul edeceksek, o zaman Hz. İsa (as)’ın Allah Katına ölü olarak yükseltilmesinin bir açıklaması olmaz. Yine teveffi kelimesi ölüm anlamında kullanılırsa,“Hz. İsa (as)’ın Yahudilerden kurtarılma ve temizlenme” müjdesinin de bir manası kalmaz, üstelik Allah onu öldürerek Yahudilere yardım etmiş olurdu. (Allah’ı tenzih ederiz.) Ayrıca Al-i İmran Suresi’nin 54. ayetindeki Allah’ın mekrini (tuzağını) nasıl anlayacağız? Yahudiler öldürmeden önce, Allah’ın Hz. İsa (as)’ı öldürmesi onun mekrine (tuzağına) sığmaz. Gerçek mekr (tuzak) odur ki, Allah Hz. İsa (as)’ı diri olarak Kendi Katına yükseltecek, Hz. İsa ahir zamanda inecektir…72

Aynı şekilde Elmalılı Hamdi Yazır da Maide Suresi’nin 117. ayetini tefsir ederken, Al-i İmran Suresi 55. ayette geçen “müteveffi” kelimesine dikkat çekmiş ve bu kelimenin her iki ayette de aynı anlamda kullanıldığını ifade etmiştir. Elmalılı tefsirinde şu açıklama yer almaktadır:

… Fakat ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, içlerinden aldın, kaldırdın.73

Yani, bu ayette geçen “beni vefat ettirdiğinde” ifadesi, Hz. İsa (as)’ın biyolojik olarak bilinen anlamda öldüğüne değil, Allah Katına yükseltildiğine, uykuya benzer bir duruma sokularak bu boyuttan alındığına işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

2. Bazı kimseler, Maide Suresi’nin 116. ve 117. ayetlerinde bildirilen haberleri yanlış yorumlamakta, bu nedenle de konuyla ilgili olarak birtakım yanılgılara kapılmaktadırlar. Oysa bu ayetler, sonraki ayetler ve İslam alimlerinin ve müfessirlerin konuyla ilgili açıklamaları doğrultusunda incelendiğinde, bu kişilerin yanılgıya düştükleri açık bir şekilde anlaşılacaktır. Maide Suresi’nin 116. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:

Allah: “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” dediğinde: “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sende olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sensin Sen.”(Maide Suresi, 116)

Söz konusu kişiler, Allah’ın Hz. İsa’ya sormuş olduğu bu sorunun, Hz. İsa (as)’ın öldüğünü haber verdiğini iddia etmektedirler. Oysa bu ayette bildirilen ifade, ahiret gününde Rabbimiz’in Hz. İsa Mesih’le konuşmasıdır. Ayetin sonrasında yer alan diğer ayetler incelendiğinde, bu, açıkça görülmektedir:

Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiçbir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Beni vefat ettirdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sendin. Sen herşeyin üzerine şahid olansın.”(Maide Suresi, 117)

“Eğer onları azaplandırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Aziz olan, Hakim olan Sensin Sen.”(Maide Suresi, 118)

Allah dedi ki: “Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.”(Maide Suresi, 119)

Ayrıca, Kuran’da ahiret gününe dair verilen başka haberler de vardır. Ebu Leheb’in henüz hayattayken, cehenneme girecek olmasını Rabbimiz’in haber vermesi bunun örneklerinden biridir. Ayetlerde şu şekilde haber verilmiştir:

Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu ya. Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı. Alevi olan bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı ve boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.(Mesed Suresi, 1-5)

Benzer bir şekilde, Kuran’da ahiret gününde Allah’ın insanları hesaba çektiği ve cehennem bekçilerinin, azabı hak eden insanlarla konuştuğu da bildirilmektedir.

Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve size bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: “Nefislerimize karşı şehadet ederiz” derler. Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kafir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler.(Enam Suresi, 130)

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: “Size Rabbiniz’in ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet.” dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. (Zümer Suresi, 71)

Görüldüğü gibi Allah Kuran’da ahirette yapılan çeşitli konuşmalardan örnekler vermektedir. Hz. İsa (as)’ın ayette bildirilen konuşması da, ikinci kez yeryüzüne gelip öldükten sonra ahirette Rabbimiz’in kendisi ile yapacağı konuşmadır.

Hıristiyanlar, Hz. İsa (as)’ı ilahlaştırarak (Allah’ı tenzih ederiz) büyük bir sapkınlığa düşmüşlerdir. Bu sapkın inanca sahip olanlar, ahiret gününde Rabbimiz’in huzurunda hesap verecekler, Hz. İsa da onların hak dinden saptıklarına şahitlik edecektir. Ayetlerde Hz. İsa (as)’ın bu şahitliği haber verilmektedir. Çünkü Hz. İsa kavmine, diğer tüm peygamberler gibi, Allah’a bir ve tek olarak iman etmeyi, sadece O’na kullukta bulunmayı tebliğ etmiştir. Hz. İsa (as)’ın bu şahitliğinin ahiret gününde olacağı, yani yukarıda bildirilen ayetlerin hesap gününe dair bir haber olduğu, Maide Suresi’nin 119. ayetinden de anlaşılmaktadır. Ayette bildirilen, “Bu, doğrulara doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür.” açıklaması buna işaret etmektedir.

Görüldüğü gibi, söz konusu ayetlerde geçmişe dair değil, geleceğe yönelik bir anlatım vardır. “… Beni vefat ettirdiğinde…”şeklinde ayette yer alan cümlede de, Hz. İsa (as)’ın geçmişte öldüğü şeklinde tefsir edilebilecek hiçbir işaret yoktur. Diğer bir deyişle, bu ayette bildirilen ifadenin Hz. İsa (as)’ın daha önce ölmüş olduğunu gösteren bir delil olarak kullanılması mümkün değildir.

Diğer yandan, İslam alimlerinin büyük çoğunluğu da, ayette yer alan bilginin –daha önce de vurguladığımız gibi- Hz. İsa (as)’ın ölmesi anlamında değil, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi anlamında kullanıldığı konusunda hemfikirdirler. Örneğin İslam alimi Fahruddin Razi, ayette bildirilen anlamın “Hz. İsa (as)’ın göğe çekilmesi” olduğunu açıklamaktadır.74

Aynı şekilde, İbn Kesir, “bu ayetin Hz. İsa (as)’ın ölümüne işaret etmediğini, kıyamet gününde gerçekleşecek bir muhaverreyi (konuşma) anlattığını ve ayette bilinen anlamda ölüm kelimesinin kullanılmadığını” söylemektedir.75

Mevkifü’l Akl adlı eserde ise Şeyhülislam Mustafa Sabri, ayeti şu şekilde tefsir etmektedir: “Sen beni aralarından çekip aldın ve yeryüzünde ilişkimi sona erdirdin.” Bu tefsirle birlikte Mustafa Sabri konuyu şöyle açıklamaktadır; “Bu, Katına yükseltmek suretiyle almaktır, yoksa öldürmek değildir.” Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen ve Sabuni gibi çağdaş müfessirler de, ayette geçen“vefat ettirmek” kelimelerinin, “Sen beni içlerinden (Kendine çekip) semaya kaldırdın” manasına geldiğini söylemişlerdir.76

İddia II ve Açıklaması

Kitabın önceki bölümlerinde detaylı olarak incelediğimiz gibi Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi, Hz. İsa (as)’ın ölmemiş olduğunu gösteren önemli delillerden biridir. Ancak, bu konu bazı kimseler tarafından yanlış yorumlanmaktadır. Bu yanlış yorumların temelinde, söz konusu kimselerin Hz. İsa (as)’ın yükseltilmesini bizim bağımlı olduğumuz zaman ve mekan kavramları ile değerlendirmeye kalkışmaları yer almaktadır. Bu da, onların Hz. İsa (as)’ın fiziksel olarak bilinen anlamda gökyüzünde olduğu gibi sapkın bir kanaate kapılmalarına, bu kanaatleri nedeniyle de Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltildiği gerçeğini tamamen reddetmelerine sebep olmaktadır. Oysa, bu son derece yanlış bir düşüncedir. Öncelikle, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi ile kasıt, Hz. İsa (as)’ın bilinen anlamda gökyüzünde yaşamaya başlaması değildir. Hz. İsa (as)’ın yükseltilmesinden kasıt, Allah’ın Hz. İsa (as)’ı zamandan ve mekandan bağımsız ayrı bir boyuta almasıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

İnsanlar zaman ve mekanla sınırlı bir boyutta yaşarlar ve yalnızca bu boyutun sınırları içerisinde, Allah’ın takdir ettiği kadarıyla ve O’nun dilediği şekilde, olayları algılar ve kavrarlar. Ancak Kuran’ın pek çok ayetinde, insanların bildikleri boyutların dışında boyutların da var olduğu bildirilmiştir. Örneğin melekler ve cinler, bizim bildiğimiz ve algılayabildiğimiz boyutun dışında bir boyuttadırlar. Ve Rabbimiz dilediği takdirde, melekler ve cinler kendilerinin bulunduğu boyuttan insanların bulunduğu boyuta geçebilmektedirler. Kuran’da, diğer boyutların varlığına işaret eden ayetler incelendiğinde bu konu daha iyi anlaşılacaktır.

1. ALLAH ALEMLERIN RABBIDIR

Allah’ın Kuran’da bildirilen sıfatlarından biri de “alemlerin Rabbi” olmasıdır. Bu, insanların bildiği ve yaşadığı dışında başka alemlerin de olduğuna işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah, bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz, kavrayabildiğimiz ve kavrayamadığımız tüm alemlerin Yaratıcısı ve Rabbi’dir. Kuran’da “alemlerin Rabbi” ifadesinin yer aldığı bazı ayetler şu şekildedir:

Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. (Şuara Suresi, 109)

Gerçekten o (Kur’an), alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. (Şuara Suresi, 192)

Oraya gittiğinde, kendisine seslenildi: “Ateş (yerin)de olanlar da, çevresinde bulunanlar da kutlu kılınmıştır.Alemlerin Rabbi olan Allah Yücedir. (Neml Suresi, 8)

Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan bir ağaçtan: “Ey Musa, alemlerin Rabbi olan Allah Benim;” diye seslenildi. (Kasas Suresi, 30)

Kendisinde şüphe olmayan bu Kitab’ın indirilişi alemlerin Rabbi tarafındandır. (Secde Suresi, 2)

Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: “alemlerin Rabbine hamd olsun” denilmiştir. (Zümer Suresi, 75)

2. ŞEHITLER İNSANLARIN BILMEDIĞI BIR BOYUTTA YAŞAMAKTADIRLAR

Kuran’da, insanların bildiği boyutun dışında başka boyutların olduğuna işaret eden ayetlerden bir diğeri de şehitlerin makamının ve konumunun bildirildiği ayetlerdir. Bu ayetlerden birinde şu şekilde buyurulmaktadır:

Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz. (Bakara Suresi, 154)

Allah, şehit olanları -dünyada bilinen anlamıyla ölmüş görünmelerine rağmen- ölüler olarak adlandırmamamızı bildirmiştir. Ayette, şehitlerin ölü değil diri oldukları, ancak bunun ne şekilde olduğunun insanlar tarafından tam anlamıyla kavranamayacağı haber verilmiştir. Ayette bildirilen “… Fakat siz şuurunda değilsiniz.” ifadesi de, insanların bu konumu bilmediklerinin ve dünya koşullarında anlayamayacaklarının işaretidir. (En doğrusunu Allah bilir.) Şehitlerin konumunu bildiren başka ayetlerde ise, zaman ve mekanın olmadığı, daha farklı bir boyutta Allah’ın onlar için yaşam takdir ettiği şu şekilde bildirilmektedir:

Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri Katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.   Allah’ın Kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. Onlar, Allah’tan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler. (Al-i İmran Suresi, 169-171)

Görüldüğü gibi şehitler, insanlar tarafından bilinmeyen bir boyutta yaşamaktadırlar. O boyutta rızıklanmakta, sevinç duymakta, kendilerinden sonra gelenlere müjde vermek istemektedirler. Bu durumda özünü kavrayamadıkları için Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmiş olmasıyla ilgili yersiz şüphe ve tereddüte kapılanların, şehitlerin yaşatıldıkları boyuttan da şüphe duymaları gerekir. Oysa, bundan şüphe duymayı gerektirecek hiçbir delilleri yoktur. Öte yandan, tıpkı şehitlerin, meleklerin, cinlerin olduğu gibi Hz. İsa (as)’ın da insanların bildiğinden farklı bir boyutta yaşadığının ve Allah dilediğinde, tekrar yeryüzüne döneceğinin onlarca açık delili vardır. Allah Hz. İsa (as)’ı Kendi Katına almıştır ve Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde, tekrar yeryüzüne –zaman ve mekanın olduğu boyuta- dönecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Ey Kitap Ehli, elçilerin arası kesildiği dönemde: “Bize müjdeci de, bir uyarıcı da gelmedi” demenize (fırsat kalmasın) diye size apaçık anlatan elçimiz geldi. Böylece müjdeci de, uyarıcı da gelmiştir artık. Allah herşeye güç yetirendir.
(Maide Suresi, 19)

3. MELEKLER BULUNDUKLARI BOYUTTAN YERYÜZÜNE İNMEKTE
VE TEKRAR ALLAH KATINA ÇIKMAKTADIRLAR

Meleklerin varlığına inanmak, imanın temel esaslarından biridir. Allah, Kuran’da meleklerle ilgili çeşitli bilgiler vermiştir. Melekler, sürekli Allah’ı anıp yücelten, Rabbimiz’in kendileri için belirlediği görevi tam ve eksiksiz olarak yerine getiren, Allah’a gönülden teslim olmuş varlıklardır. İnsanların bildiği zaman ve mekan boyutundan farklı bir boyutta yaşarlar. Meleklerin yaşadığı boyutun, bizim bildiğimiz kavramların dışında olduğuna işaret eden bir ayet şu şekildedir:

(Bu azap) Yüce makamlar sahibi olan Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 3-4)

Ayette bildirilen “elli bin yıl olan bir gün” ifadesi, meleklerin bizim sınırlı olduğumuz zaman kavramı ile sınırlı olmadıklarını göstermektedir. Ayrıca insanın bildiği zaman kavramının ötesinde bir yaşam daha olduğunun ve bu yaşamın dünyadakine benzer bir zaman veya mekan kavramına bağımlı olmadığının delillerinden biridir. Hz. İsa (as)’ın da böyle bir boyutta yaşıyor olması mümkündür. (En doğrusunu Allah bilir.)

Meleklerin, Allah’ın dilediği vakitte takdir ettiği bir iş için dünyaya geliyor olmaları ise, diğer boyutlardan bizim boyutumuza geçişin Rabbimiz’in izin vermesiyle mümkün olduğunu göstermektedir. Kuran’da meleklerin, kimi zaman Allah’ın insanlara vahyini iletmek, kimi zaman da müminlere yardım etmek ve onlara destek olmak için Allah’ın izniyle yeryüzüne indikleri bildirilmektedir:

Sen müminlere: “Rabbiniz’in size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım iletmesi size yetmez mi?” diyordun. (Al-i İmran Suresi, 124)

Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: “Ben’den başka İlah yoktur, şu halde Ben’den korkup-sakının” diye uyarın. (Nahl Suresi, 2)

Bir başka ayette ise meleklerin Allah’ın takdir edeceği farklı görevler için de yeryüzüne inebildikleri haber verilmiştir:

Melekler ve ruh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler. (Kadir Suresi, 4)

Ayrıca, Kuran’da Hz. İbrahim’e ve Hz. Lut’a meleklerin elçiler olarak gelip kavimlerine gelecek azabı haber verdikleri; Hz. Zekeriya’ya gelip onu bir çocuk ile müjdeledikleri; Hz. Meryem’e gelip kendisinin seçkin kılındığını ve Hz. İsa (as)’ın doğumunu haber verdikleri bildirilmektedir. Kuran-ı Kerim’in Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e Cebrail aracılığı ile vahyedilişi ve Efendimiz (sav)’in Cebrail’i görüşü ise şu şekilde anlatılmaktadır:

Ona (bu Kur’an’ı) üstün (oldukça çetin) bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir. (Ki o,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu. O, en yüksek bir ufuktaydı. Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi. Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. Böylece O’nun kuluna vahyettiğini vahyetti. Onun gördüğünü gönül yalanlamadı. Yine de siz gördüğü (şey) üzerinde onunla tartışacak mısınız? Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü. Sidretü’l-Münteha’nın yanında. Ki Cennetü’l-Me’va onun yanındadır. Sidreyi örten örtmekte iken, göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanı gördü. (Necm Suresi, 5-18)

Görüldüğü gibi melekler, Allah’ın dilemesiyle çeşitli dönemlerde yeryüzüne inmekte ve tekrar Allah Katına çıkmaktadırlar. Ancak onların Allah Katına çıkıyor olmaları, elbette dünyada bizim bildiğimiz kavramlara göre yok olmaları anlamına gelmemektedir. Sadece başka bir boyuta geçmekte, bizim kavrayışımız dışında yaşamlarına devam etmektedirler. Benzer bir şekilde Hz. İsa (as)’ın Allah Katına alınmış olması da, öldüğü anlamına gelmez. Nitekim, pek çok ayette Hz. İsa (as)’ın ölmediği açık olarak bildirilmekte, hadislerle de bu gerçek bir kez daha teyid edilmektedir. Hz. İsa da bizim kavrayamadığımız bir boyutta diridir. Ayrıca, meleklerin iki boyut arasında, Allah’ın dilemesiyle, hareket ediyor olmaları, Rabbimiz dilediği takdirde bunun çok kolay olduğunu göstermektedir. Hz. İsa da, Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde, yeryüzüne geri dönecek ve Rabbimiz’in elçisi olarak insanları gerçek din ahlakına davet edecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Tüm bu deliller, Allah’ın gücünü ve kudretini gereği gibi takdir edemedikleri için Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve yeryüzüne geri döneceği gerçeğini reddetmeye çalışan kimselerin, büyük bir yanılgı içinde olduklarının göstergesidir. Unutmamak gerekir ki, Allah üstün güç ve kudret sahibi, herşeye kadir olandır. Dilediğini dilediği şekilde yaratır. İlmi sonsuzdur. İnsanın sahibi olduğu her türlü bilgi ise, Allah’ın takdir ettiği kadarıyla sınırlıdır. İnsan bir olayı, bu olayın ne şekilde gerçekleştiğini ve hikmetlerini ancak Allah’ın dilediği ölçüde kavrayabilir. Hz. İsa (as)’ın inkarcılardan kurtarılıp Allah Katına alınması da, insanların ne şekilde meydana geldiğini tam olarak kavrayamadıkları olaylardan biri olabilir. İnkar edenler Hz. İsa (as)’ı öldürmek için geldiklerinde büyük bir mucize gerçekleşmiştir. Mucizeler, iman edenlerin imanlarını güçlendiren, iman etmeyen bazı insanların imanlarına vesile olan harikalardır. Müminler şahit oldukları her mucizede, Allah’a yönelip döner, O’nun üstün gücünü tesbih ederler. Allah’a duydukları saygı dolu korku, içli sevgi daha da güçlenir, şevkleri ve heyecanları artar. Hz. İsa (as)’ın inkarcıların tuzaklarından korunup, bedeni ve ruhuyla birlikte bu boyuttan ayrılması da, müminlere heyecan veren mucizelerden biridir. Allah’ın belirlediği süre geldiğinde, büyük bir mucize daha gerçekleşecek ve Hz. İsa dünyaya geri dönecektir. Bu gerçek, ayetlerle ve hadislerle müjdelenmiştir ve tüm iman edenlerin üzerinde düşünmesi gereken bir harikadır.

KURAN’DA YER ALAN DIĞER İŞARI ANLATIMLAR

Bu konunun başında da belirttiğimiz gibi, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmiş olmasını kavrayamayan kimselerin yaptıkları en önemli hatalardan biri Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olduğu gerçeğini gereği gibi düşünmemeleridir. Oysa Kuran’da önceki satırlarda yer verdiğimiz gibi, insanların bildiği ve şahit olduğu boyutlar dışında boyutların olduğuna dair pek çok delil vardır. Bazı ayetlerde ise işari anlatımlar yer almaktadır. Bu işari anlatımlar da, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükselişi konusunun Kuran’daki delillerini anlamak açısından önemlidir. Örneğin, Bakara Suresi’nin 210. ayetinde Rabbimiz, “bütün işlerin Kendisi’ne döndürüldüğünü” bildirmektedir:

Onlar, bulut gölgeleri içinde Allah’ın (azabının) meleklerle onlara gelmesini ve (azap) emrinin gerçekleşmesini mi gözlüyorlar? Oysa bütün işler Allah’a döner. (Bakara Suresi, 210)

Bir başka ayette ise, tüm işlerin insanların zaman kavramına göre “bin yıl süreli bir günde” Allah’a yükseldiği haber verilir:

Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir. (Secde Suresi, 5)

Bu ayetlerde bildirilen “tüm işlerin Allah’a dönüyor” olması, Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olduğu gerçeğinin delillerinden biridir. Allah, kainatta olan tüm olayları, en ince ayrıntısına kadar bilendir. Açıkça yapılan bir iş de gizlice gerçekleştirildiği düşünülen bir hareket de dahil olmak üzere hiçbir şey Rabbimiz’den saklı kalmaz. Söz konusu ayetlerde “bütün işler Allah’a döner” mealindeki ifadelerle bu gerçeğe işaret edilmektedir. Bir diğer ayette ise, Hz. Muhammed (sav)’le birlikte hicret eden müminlerin durumu haber verilirken, şöyle buyurulmaktadır:

… Allah’a ve Resulü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür… (Nisa Suresi, 100)

Bu ayette geçen “Allah’a hicret eden” ifadesi de, Rabbimiz’in mekandan münezzeh olduğunu bildiren işari anlamlardan biridir. Müşriklerin ve inkar edenlerin baskısı nedeniyle yurtlarından çıkan ve Hz. Muhammed (sav)’le birlikte hicret eden müminler elbette, zaman ve mekan kavramlarıyla sınırlı olarak düşündüğümüz manada Allah’a hicret etmemişlerdir. Bu ayette de işari manada bir anlatım vardır. Salih müminlerin Allah’ın rızası ve rahmetini umarak yurtlarından çıkıp, Peygamber Efendimiz (sav)’e itaat ederek başka bir yerleşim yerine hicret etmeleri haber verilmektedir.

Aynı şekilde, Hz. İbrahim’in Kuran’da bildirilen “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.” (Saffat Suresi, 99) ayeti de, Hz. İbrahim’in hicretine işaret etmektedir.

Ayrıca Kuran’da, insanların bildiği zaman, uyku ve ölüm kavramının dışında, uyutulan veya öldürülen sonra da yeniden diriltilen insanlardan bahsedilmektedir. Bunlardan biri, yüzyıl ölü bırakıldıktan sonra diriltildiği bildirilen kimsedir. Diğeri ise, uzun yıllar uyuduktan sonra uyandırılan Kehf Ehli’dir.

YÜZYIL SONRA DIRILTILEN ADAM

Yüzyıl ölü bırakıldıktan sonra diriltilen adamın durumu ayette şöyle haber verilir:

Ya da altı üstüne gelmiş ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: “Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah onu yüzyıl ölü bıraktı sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: “Ne kadar kaldın?” O: “Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi.    (Allah ona:) “Hayır yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: “(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 259)

Allah, dilediğini dilediği surette yaratan, herşeye kadir olandır. Ayette haber verilen adamın durumu bu gerçeğin örneklerinden biridir. Zaman ve mekan kavramlarından münezzeh olan Rabbimiz, dilediği takdirde insanları da bilinen zaman ve mekan kavramlarının dışına çıkarabilir, onlara olağanüstü durumlar yaşatabilir. Hiç şüphesiz bu, Allah için çok kolaydır. Zamanla ve mekanla sınırlı olan insandır. Rabbimiz ise zamandan, mekandan, her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzeh olan, istediğini dilediği şekilde yaratandır. Allah’ın “ol” demesi bir işin gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu gerçek, ayetlerde şöyle haber verilir:

Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca “Ol” demekten ibarettir; o da hemen oluverir. (Nahl Suresi, 40)

Dirilten ve öldüren O’dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: “Ol” der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 68)

Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)

KEHF EHLI’NIN YILLAR SONRA UYANDIRILMALARI

Konuya işaret eden diğer bir örnek ise Kehf Suresi’ndeki “Ashab-ı Kehf” kıssasındadır.

Allah Kehf Suresi’nde, din ahlakına karşı olan hükümdarın zulmünden korunmak için mağaraya sığınan bir grup gencin haberlerini bildirmektedir. Bu kıssada onların uzun yıllar uyuduktan sonra tekrar uyandırıldıkları anlatılmaktadır. Ayetler şöyledir:

Ki O, elçilerini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.
(Fetih Suresi, 28)

O gençler mağaraya sığındıkları zaman demişlerdi ki: “Rabbimiz Katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl). Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf Suresi, 10-11)

Sen onları uyanık sanırsın oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın geri dönüp onlardan kaçardın onlardan içini korku kaplardı. Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” (Kehf Suresi, 18-19)

Kuran’da gençlerin mağarada kaç yıl kaldıkları haber verilmemiştir. Ayette bildirilen “yıllar yılı kaldılar” ifadesi, bu sürenin çok kısa olmadığına işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Ayrıca ayette, insanların Kehf Ehli’nin mağarada kalış süresiyle ilgili olarak yaptıkları tahminin 309 yıl olduğu bildirilmektedir. Bu da oldukça uzun bir süre mağarada kaldıklarının bir diğer işaretidir:

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki: “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir Velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf Suresi, 25-26)

Dünya şartlarına göre insanların böylesine uzun bir süre uyumaları mümkün değildir. Dolayısıyla bu ayette bildirilen uyku bizim bildiğimiz anlamda bir uykuya değil, Kehf Ehli’nin zaman ve mekanın olmadığı farklı bir boyuta alınmalarına ve yeniden dünyaya gönderilmelerine işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Tıpkı uykudan uyanan insanlar gibi bu kişiler de yeniden hayata dönmüşlerdir. Benzer bir şekilde, Hz. İsa da zamanı geldiğinde tekrar dünya üzerinde yaşamaya dönecek, Allah’ın ona bahşettiği şerefli sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, “Dedi ki: “Orada (dünyada) yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.” (Araf Suresi, 25) hükmünün bir gereği her insan gibi dünyada ölecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

İddia III ve Açıklaması

…Sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişine inanmayanların öne sürdükleri iddiaların bir diğerinde ise Enbiya Suresi’nin 34-35. ayetleri kullanılmaktadır. Ayetlerde şu şekilde bildirilmektedir:

Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 34-35)

Bazı kimseler bu ayetlerde bildirilen; “hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik” ve “her nefis ölümü tadıcıdır” ifadelerine dikkat çekerek, Hz. İsa (as)’ın da ölmüş olduğunu öne sürmektedirler. Bu iddiayı ortaya atanların bir mantık çelişkisi içinde oldukları anlaşılmaktadır. Kuran’ın pek çok ayetinde Hz. İsa (as)’ın ölmediği açık olarak ifade edilmektedir.   Allah, Hz. İsa (as)’ı inkar edenlerin kurduğu tuzaktan koruyup kurtardığını haber vermiştir. Bu, Peygamber Efendimiz (sav)’in de bir müjdesidir. İslam alimlerinin büyük çoğunluğu da aynı kanaattedirler. Ancak elbette, Hz. İsa (as)’ın ölmemiş ve Allah Katına yükseltilmiş olması, kendisinin ölümsüz olduğu manasına gelmemektedir. Ayrıca Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne gelişi ile ilgili yapılan açıklamaların hiçbirinde, Hz. İsa (as)’ın ölümsüz olduğu düşüncesi ifade edilmemekte, böyle sapkın bir görüş savunulmamaktadır. Tüm delillerin gösterdiği ve üzerinde durulan gerçek şudur: Hz. İsa henüz ölmemiştir, yeryüzüne tekrar gelecektir, ölümü de ikinci gelişinden sonra gerçekleşecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Söz konusu kimselerin böyle bir açıklama öne sürmelerinin nedeni, Hz. İsa (as)’ın ölmemiş olduğunu açıkça gösteren delilleri tam anlamıyla inceleyememiş veya anlayamamış olmaları olabilir. “O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğulları’na bir örnek kıldık.” (Zuhruf Suresi, 59) ayetiyle de bildirildiği gibi, Hz. İsa da Allah’ın yarattığı bir kuldur ve tüm beşer gibi ölümlüdür. Ancak Rabbimiz kendisine pek çok lütufta bulunmuş, onu seçkin ve onurlu kılmıştır. Allah’ın kendisine lütfettiği nimetler ve mucizeler nedeniyle Hz. İsa (as)’ı, ilahlaştırma yanılgısına düşenler, birtakım Hıristiyanlar olmuştur. Müslümanlar ise, Hz. İsa’ya –diğer tüm peygamberlere olduğu gibi- derin bir sevgi ve saygı duyarlar, ancak onun da diğer tüm elçiler gibi Allah’ın yarattığı bir kul olduğunun bilincindedirler. Kuran’da şöyle bildirilir:

Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? (Yine) bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar? (Maide Suresi, 75)

İddia IV ve Açıklaması

Bazı kimseler de Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve tekrar yeryüzüne geleceği inancının Hıristiyanlığa ait, dolayısıyla tahrif edilmiş bir inanç olduğu yanılgısını öne sürmektedirler. Ancak bu son derece yanlıştır.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, dünyadaki diğer iki İlahi din olan Yahudilik ve Hıristiyanlık zaman içerisinde dejenere olmuş, bu dinlerin içlerine birtakım hurafeler ve batıl inanışlar karışmıştır. Bununla birlikte, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat ve Hıristiyanların kutsal kitabı İncil incelendiğinde, hak dine ait bazı inanç ve ahlak esaslarının da muhafaza edildiği ve Kuran ile mutabık yönlerinin olduğu açıkça görülecektir. Söz konusu dinlerin hangi inançlarının tahrif edilmiş, hangilerinin hak dine uygun olduğunu ise ancak Kuran’ı ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetini rehber edinerek belirleyebiliriz.

Kuran, Allah Katından gönderilmiş son hak kitaptır. Allah, Kuran’ın indiriliş hikmetlerinden birinin de, insanların haklarında ihtilafa düştükleri konularda onları doğru yola iletmesi olduğunu bildirmiştir. Kuran’ın indirilmesinden önce çeşitli konularda kendi aralarında ayrılığa düşen Yahudiler ve Hıristiyanlara, Kuran’la birlikte bu konulardaki en doğru ve hak bilgi gelmiştir. Ayetlerde şu şekilde bildirilmektedir:

Biz Kitab’ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik. (Nahl Suresi, 64)

Ey Kitap Ehli, kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size     Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. (Maide Suresi, 15)

Kuran’da Hz. Musa ve Hz. İsa (as)’ın hayatları, onlara tabi olan inananların yaşamları, temel inançları, ahlaki değerleri, Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara bakış açısının ve tavrının nasıl olması gerektiği gibi konular detaylı olarak açıklanmıştır. Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili Kuran’da yer alan önemli bilgilerden biri de, bu dinlerde dejenere olmuş inanç ve hükümlerin hangileri olduğudur. Tahrif olmuş inançların başında Hıristiyanların, Hz. İsa (as)’ın   Allah’ın oğlu olduğunu öne sürmeleri gelmektedir. (Allah’ı tenzih ederiz.) Hıristiyanlar, bu konuda büyük bir sapkınlık içine düşmüş ve Hz. İsa (as)’ı ilahlaştırmaya kalkışmışlardır. Aynı şekilde, Hıristiyanlık inancının temel esaslarından biri haline gelen üçleme de sapkın bir inanıştır. Allah Kuran’da Hıristiyanların dinlerini bu şekilde tahrif etmekle çok büyük bir sorumluluk yüklendiklerini bildirmiştir. Konuyla ilgili bazı ayetler şu şekildedir:

Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler; Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? (Tevbe Suresi, 30)

Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘Ol’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız; “üçtür” demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah’tır. O, çocuk sahibi olmaktan Yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa Suresi, 171)

Andolsun, “Şüphesiz, Allah Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre düşmüştür. De ki: “O, eğer Meryem oğlu Mesih’i, onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok) etmek isterse, Allah’tan (bunu önlemeye) kim bir şeye malik olabilir? Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır; dilediğini yaratır. Allah herşeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 17)

Hıristiyanların bu tarz sapkın inanışlar geliştirmekle ne kadar büyük bir sorumluluk yüklendikleri bir başka ayette ise şu şekilde bildirilir:

“Rahman çocuk edinmiştir” dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti. Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.) Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz. (Meryem Suresi, 88-92)

Bunun yanı sıra, Hıristiyanlık ve Yahudilikte ahiret gününe, peygamberlere, meleklere iman gibi temel inanç esasları; dürüst olmak, yardım sever olmak, sabırlı ve vefakar olmak, ihtiyaç içinde olanları koruyup kollamak, adaleti sağlamak, güzel söz söylemek, mütevazı olmak, barışsever olmak gibi hak din ahlakının gereği olan değerler muhafaza edilmiştir. Ayetlerde samimi olarak iman eden Kitap Ehli’nin bazı güzel özellikleri şu şekilde bildirilmiştir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilahlar olsaydı, elbette, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir. (Enbiya Suresi, 22)

Hıristiyanların Hz. İsa (as)’ın ölmediğine ve yeryüzüne ikinci kez geleceğine dair inançlarına da Kuran’da açıklık getirilmiştir. Hangi yönlerinin batıl, hangi yönlerinin hak olduğu açıklanmıştır. Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesi konusunda Hıristiyanların, üçleme ve Hz. İsa (as)’ı sözde ilahlaştırma gibi sapkın inançlarından kaynaklanan birtakım yanlış yorumları bulunmaktadır. Buna göre Hıristiyanlar, Hz. İsa (as)’ın tüm insanların günahının bir kefareti olarak çarmıha gerildiğini, çarmıhta öldükten sonra yeniden dirilip Allah Katına yükseldiğini öne sürmektedirler. Hıristiyanların bu yorumları dejenere edilmiş, gerçek dine uygun olmayan yorumlardır. Allah, Kuran’da hiçbir insanın bir diğerinin günahını yüklenemeyeceğini bildirmiştir. Herkesin yaptıkları kendi lehine veya aleyhinedir. Her nefis hesap gününde tek başına sorguya çekilecek ve –Allah’ın dilemesi dışında- hiç kimse bir başkasına yardım etmeye güç yetiremeyecektir. Bu gerçek ayette şu şekilde bildirilmiştir:

Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azap edecek değiliz. (İsra Suresi, 15)

Hz. İsa ise, Allah’ın elçisi ve peygamberidir. O, “Gerçekten  Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz’dir. Öyleyse O’na ibadet edin. Dosdoğru olan yol işte budur.” (Al-i İmran Suresi, 51) ayetiyle bildirildiği gibi halkını yalnızca Allah’a kulluk etmeye, Allah’ın razı olduğu bir hayat yaşamaya çağırmıştır. Onları ahiret gününün azabına karşı uyarıp korkutmuştur. Gösterdiği büyük mucizeler ise Allah’ın dilemesiyle gerçekleşmiştir. Allah dilemedikçe, tüm insanlar gibi Hz. İsa (as)’ın da hiçbir şeye güç yetirmesi mümkün değildir. Kuran’da Hz. İbrahim’in duasını haber veren ayetlerde bildirildiği gibi, insanı”… yediren ve içiren, hastalandığında şifa veren, öldüren ve dirilten, ahiret gününde iyilikte bulunanları bağışlayacak, kötülükte bulunanları azaplandıracak olan” (Şuara Suresi, 79-82) yalnızca Allah’tır. Hıristiyanlar ise, Hz. İsa (as)’ın tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak çarmıha gerildiğini söyleyerek büyük bir hataya düşmüşlerdir.

Ancak Hz. İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne geleceğine dair inançları Kuran’da açık ve net olarak pekiştirilmiştir. Eğer Hz.İsa’nın yeniden yeryüzüne dönecek olması Hıristiyanların tahrif edilmiş inançlarından biri olsaydı (ki bu doğru değildir), hiç şüphesiz diğer tüm sapkın inanışları gibi bu da Kuran’da bildirilirdi. Kuran’da Hıristiyanların ihtilafa düştükleri konular açıklanarak Hz. İsa ile ilgili gerçek olan bilgi haber verilmiştir. Buna göre, inkar edenlerin Hz. İsa’ya kurdukları tuzaklar bozulmuş, Hz. İsa ölmemiş ve öldürülmemiştir. Hz. İsa Allah Katına yükseltilmiştir ve -Hıristiyanların da bekledikleri gibi- Allah’ın takdir ettiği zaman geldiğinde yeniden dünyaya gelecektir. Hıristiyanların, Hz. İsa (as)’ın Allah Katındaki yaşamı hakkında sahip oldukları bazı inançlar da batıl yorumlar içermektedir. Kuran’da bize bildirilen gerçek, Hz. İsa (as)’ın zaman ve mekanın olmadığı bir boyutta hayatta olduğudur. Bu boyutun nasıl bir alem olduğu ise Rabbimiz’in bilgisi dahilindedir.

İddia V ve Açıklaması

Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne geleceği gerçeğini kabul etmek istemeyenlerin öne sürdükleri iddialardan biri de, “Hz. İsa (as)’ın gelişine inanmanın, Hıristiyanlığı savunmak olduğu” yanılgısıdır.

Bu yanılgı, hatalı ve çarpık bir mantık örgüsünün ürünüdür. Hz. İsa, Allah Katında övülmüş, seçkin kılınmış, mübarek bir peygamberdir. Üstün ahlakı ve derin imanı tüm müminler tarafından saygıyla anılmakta ve örnek alınmaktadır. Hz. İsa (as)’ın ahlakını övmek, böyle kutlu bir insanın yeniden dünyaya gelecek olmasından heyecan duymak, bu gerçeği tüm iman edenlere müjdelemek olması gereken güzel tavır örnekleridir. “Hıristiyanlığa destek vermek olur” gibi akıl ve mantık dışı bir mazaret öne sürerek, Hz. İsa (as)’ın geleceği gerçeğini göz ardı etmeye çalışmak kesinlikle makul bir davranış değildir.

Bu çarpık mantığa göre, Hıristiyanlarla ilgili hiçbir şeyin anlatılmaması ve konuşulmaması gerekir. Aynı şekilde Hz. Musa’nın güzel ahlakı ve örnek hayatı da Yahudilere destek olmak anlamı taşır gerekçesiyle hiç anlatılmamalıdır. Kuran’da Hz. İsa’yı, Hz. Musa’yı, Hz. Yusuf’u, Hz. İbrahim’i, Hz. Yakub’u ve onlarla birlikte iman edenleri öven pek çok ayet yer almaktadır. Bu yanlış mantığa göre, bu ayetlerin de okunmaması gerekir. Bunların kabul edilebilir gerekçeler olmadığı son derece açıktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Kitap Ehli’nin hak dine uygun olmayan çeşitli sapkın inançları ve uygulamaları vardır ve bunlar Kuran’da bildirilmiştir. Aynı şekilde, güzel ve iyi yönleri, gerçek din ahlakına uygun inanış ve uygulamaları da haber verilmiştir. Bize düşen Kitap Ehli’ni, Kuran’a ve sünnete bakarak değerlendirmek, bu hak kaynaklardan edindiğimiz bilgi ile doğruyu yanlıştan ayırt etmektir.

Unutmamak gerekir ki, Müslümanlar, “… Biz Allah’a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız.” (Bakara Suresi, 136) ayetiyle buyurulduğu gibi tüm peygamberlere birini diğerinden ayırt etmeden iman etmişlerdir ve hepsini derin bir sevgiyle severler. Rabbimiz’in kutlu bir elçisi olan Hz. İsa (as)’ın da kıyametten önceki dönemde tekrar yeryüzüne gelecek olması iman edenler için akıl ve mantık dışı gerekçeler öne sürerek konuşulmaması gereken bir konu değildir. Tam tersine büyük bir şevk, aşk ve heyecan ile sürekli gündemde tutulması gereken bir müjdedir.

Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın. (Kehf Suresi, 16)

Söz konusu kimselerin böyle bir iddia öne sürmekle yanıldıklarını ortaya koyan bir diğer gerçek de, Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya geldiğinde, insanlar arasında Kuran ile  hükmedecek olmasıdır. Hz. İsa da diğer tüm peygamberler gibi, Allah Katında gerçek ve hak olan dine yani İslam’a tabidir. Allah Katında hak dinin İslam olduğu ve tüm peygamberlerin aynı dine tabi oldukları ayetlerde şu şekilde haber verilmiştir:

Hiç şüphesiz din, Allah Katında İslam’dır… (Al-i İmran Suresi, 19)

O: “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten Kendisi’ne yöneleni hidayete erdirir. (Şura Suresi, 13)

Hz. İsa da yeniden dünyaya geldiğinde, Kitap Ehli’nin sapkın inançlarını ortadan kaldıracak, insanları Allah Katında hak olan dine yani İslamiyet’e çağıracak, Kuran’la ve sevgili Efendimiz (sav)’in sünnetiyle hükmedecektir. Bu gerçek hadislerde şöyle müjdelenmiştir:

Kırk (40) yıl Allah’ın Kitab’ı ve benim sünnetimle hükmeder, vefat eder.77

Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu (İsa aleyhisselam)’ın adil bir hakim olarak sizin içinize inmesi muhakkak yakındır. O, salibi (haçı) kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır, mal o kadar çoğalıp taşacak ki, hiç kimse mal kabul etmez olacaktır.78

İddia VI ve Açıklaması

Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya geleceği gerçeğini kabullenmek istemeyenlerin öne sürdükleri mantık dışı açıklamalardan biri de, “Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişinin, imtihan ortamını ortadan kaldıracağı” iddiasıdır. Hiçbir tutarlılığı olmayan bu iddiaya göre, Hz. İsa (as)’ın tekrar dünyaya geldiğini gören tüm insanlar, binlerce yıl önce ölen birinin dirilişine tanıklık edecek ve yeniden dirilme konusunda şüpheleri olanlar kesin olarak iman edeceklerdir. Bu da insanların imtihan olmasını ortadan kaldıracaktır.

Elbette bu, hiçbir mantıklı dayanağı olmayan bir yorumdur. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Hz. İsa ölmemiş, Rabbimiz’in büyük bir mucizesi olarak inkarcıların tuzaklarından kurtarılıp Allah Katına yükseltilmiştir. Hz. İsa Allah Katında diridir ve Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde –yine büyük bir mucize olarak- yeniden yeryüzüne dönecektir.

Ayrıca söz konusu kişilerin iddia ettiği gibi, Hz. İsa (as)’ın dönüşü tüm insanlar tarafından hemen kabul edilmeyebilir. Hz. İsa, özellikle inkar edenler, gerçek din ahlakını yaşamayanlar veya imanen zayıf olanlar tarafından şüphe ile karşılanabilir. Hz. İsa yeniden yeryüzüne döndüğünde inkarcı sistem ve ideolojilere karşı büyük bir fikri mücadele yürütecek; din ahlakına sonradan dahil edilmiş hurafe ve batıl inanışları ortadan kaldırarak dini özüne döndürecek ve bu büyük fikri mücadelenin sonunda din ahlakı tüm dünyaya hakim olacaktır. Nitekim büyük İslam alimi Said Nursi’nin konuyla ilgili açıklamalarında da, insanların büyük kısmının Hz. İsa’ya şüphe ile yaklaşacakları, ancak samimi olarak iman edenlerin imanlarının nuru ile bu mübarek peygamberi tanıyıp ona hemen itaat edecekleri bildirilmektedir:

Evet her vakit gökyüzünden melekleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (kılan) (Hz. Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanileri alem-i ervahtan (ruhlar alemi) gönderip beşer suretine temessül ettiren (benzeştiren), hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını (ruhlarını) cesed-i misaliyle (benzer bedenleriyle) dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselam’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi (sonunun selamet olması) için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki alem-i ahiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azime için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakim’in hikmetinden uzak değil… belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği (lazım geldiği) için vaadetmiş ve vaadettiği için elbette gönderecek. Hazret-i İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun mukarreb (yakınları) ve havassı (derin iman sahipleri), nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde (açıkça) herkes onu tanımayacaktır.79

 

Üstad’ın da bildirdiği gibi, Hz. İsa geldiğinde herkes bu kutlu peygamberi açıkça tanıyıp ona iman etmeyebilir. Üstelik şunu da hatırlamak gerekir ki, tarih boyunca gönderilen peygamberlerin pek çoğu insanları imana davet edebilmek için onlara Allah’ın dilemesiyle pek çok mucizeler göstermişlerdir. Ancak gördükleri mucizeler karşısında insanların büyük bir kısmı iman etmemiş, tam tersine daha da kibirlenmiş ve inkarlarında direnmişlerdir. Hz. Musa’nın asasının yılan olması, elinin bakanlara bembeyaz görünmesi gibi gösterdiği birçok mucizeye rağmen Firavun ve yakın çevresinin iman etmemeleri bunun bir örneğidir. Ayetlerde, Hz. Musa’nın göstermiş olduğu mucizelere karşı kavminin verdiği cevap şu şekilde bildirilmiştir:

Onlar: “Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz” dediler. Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular. (Araf Suresi, 132-133)

İman etmeyenlerin, Allah dilemedikçe, çok büyük mucizeler görseler dahi inanmayacakları bir başka ayette ise şöyle haber verilmiştir:

Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve herşeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar. (Enam Suresi, 111)

Dolayısıyla bazı insanların iddia ettiği gibi Hz. İsa (as)’ın gelişi gibi büyük bir mucizenin gerçekleşmesiyle, imtihan ortamının ortadan kalkması kesinlikle söz konusu değildir. Hz. İsa (as)’ın gelişi samimi olarak iman edenlerle iman etmeyenlerin birbirlerinden tam anlamıyla ayrılacakları bir ortama vesile olacaktır. Samimi olarak iman edenler, imanlarının kazandırdığı akıl, feraset ve basiret ile Hz. İsa’yı tanıyacak ve ona gönülden itaat edecek, destek olup savunacaklardır. İman etmeyenler veya imanen zayıf olanlar ise Allah’ın bu apaçık mucizesi karşısında dahi şüphe ve kuruntular içinde kalacaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Ancak bu kişilerin vesveseleri ve şüpheleri apaçık olan gerçeği değiştirmeyecek, Allah’ın vaadi gerçekleşecek ve Hz. İsa Allah’ın izniyle yeryüzüne geri dönecektir.

İddia VII ve Açıklaması

Hak melik olan Allah pek yücedir, O’ndan başka İlah yoktur; Kerim olan Arş’ın Rabbidir.
(Müminun Suresi, 116)

Hz. İsa (as)’ın öldüğü yanılgısına inananların öne sürdükleri açıklamalardan bir diğeri de, Kuran’da Hz. İdris’in “yükseltilmesi”nin bildiriliyor olmasıdır. Bu kişilerin iddiasına göre, Hz. İsa için de -Hz. İdris için olduğu gibi- “makam” anlamında yükseltilmeden bahsedilmektedir. Oysa ayetler detaylı olarak incelendiğinde bu çıkarımın doğru olmadığı açıkça görülmektedir. Hz. İdris’in yükseltilmesinin bildirildiği ayet şu şekildedir:

Kitap’ta İdris’i de zikret. Çünkü o, doğru olan bir peygamberdi. Biz onu yüce bir mekan (makam)a yükseltmiştik. (Meryem Suresi 56-57)

Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesinden bahsedilen ayetlerde geçen ifadeler ise şu şekildedir:

… Seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim… (Al-i İmran Suresi, 55)

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi… Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 157-158)

Ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, iki durum arasında büyük farklılık vardır. Meryem Suresi’nin 56. ayetinden önce gelen ayetlerde diğer bazı peygamberlerin üstün ahlakları ve imanlarının övüldüğü gibi, Hz. İdris ile ilgili bildirilen ayette de, Hz. İdris’in güzel ahlakı övülmekte ve kendisinin makam olarak yükseltildiği haber verilmektedir. Hz. İsa’yla ilgili bildirilen durum ise çok farklıdır. İnkarcıların Hz. İsa’ya tuzak kurmuş oldukları haber verilmekte,      Allah’ın Hz. İsa (as)’ı bu tuzaktan nasıl koruyup kurtardığı anlatılmaktadır. Hz. İsa (as)’ı öldürmek için tuzak kuranlar, Allah Hz. İsa (as)’ı Kendi Katına yükselttiği, yani bedenini ve ruhunu bu boyuttan zaman ve mekanın olmadığı bir başka boyuta aldığı için hedeflerine ulaşamamışlardır. Hz. İdris’in makam olarak yükseltilmesi bildirilirken, Hz. İsa (as)’ın fiziksel olarak bu boyuttan alınması ve Allah Katına yükseltilmesi bildirilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

İddia VIII ve Açıklaması

Konuyla ilgili olarak bazı kimselerin sıkça öne sürdükleri gerçek dışı iddialardan biri de, “Hz. Muhammed (sav) son peygamber olduğu için, Hz. İsa (as)’ın gelmeyeceği”dir. Sıkça gündeme getirilen bu iddia mantık dışıdır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Muhammed Suresi’nin 40. ayetinde de bildirildiği gibi Peygamber Efendimiz (sav), “Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” Ve Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne gelecek olması -bazı kimselerin öne sürdüğü gibi- bu gerçeği değiştirmez. Hz. İsa, Hz. Muhammed (sav)’den sonra gönderilen bir peygamber olarak değil, Hz. Muhammed (sav)’in şeriatını devam ettirecek ve dünyaya din ahlakını hakim kılacak bir elçi olarak gelecektir.

Bazı kimseler ise, akla ve mantığa aykırı bir başka iddia ortaya atmakta ve “eğer Hz. İsa peygamber olarak gelmeyecekse, gelmesinin bir anlamı olmayacağını” öne sürmektedirler. Bu iddia sadece akla değil, vicdana da aykırıdır. Hz. İsa (as)’ın yeniden gelecek olması Rabbimiz’in bir vaadidir ve bu mübarek insanın yeniden yeryüzüne gelişinde çok büyük hikmetler vardır. Allah tarih boyunca insanlara gönderdiği peygamberler aracılığı ile doğru yolu göstermiştir. Kimi zaman da insanların din ahlakından uzaklaştıkları, bozulma ve dejenarasyonun yaygınlaştığı dönemlerde resul hükmünde tebliğciler göndererek insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Bu tebliğciler, Allah’ın insanlara melik (yönetici) olarak gönderdiği kimselerdir ve gönderildikleri toplumların kurtuluşuna vesile olmuşlardır. Nitekim Kuran’da, darlık ve sıkıntı içinde olan insanların Allah’a, kendilerine bir kurtarıcı ve koruyucu göndermesi için dua ettikleri haber verilmiştir:

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına mücadele etmiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)

Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir.
(Kasas Suresi, 68)

Allah’ın insanların bu dualarına icabet ederek onlara Katından kurtarıcılar göndermesi hiç şüphesiz çok büyük bir nimettir. Kuran’da bildirilen Talut ve Zulkarneyn kıssaları da Allah’ın insanlara peygamberler dışında elçiler gönderdiğinin önemli birer delilidir. Talut kıssasında, Allah’ın o dönemki topluma yönetici olarak Talut’u gönderdiği ve inananların ona itaat etmeleri gerektiği bildirilmiştir. Talut ve beraberindekiler, dönemin inkarcı lideri Calut’a karşı mücadele etmişlerdir. Samimi olarak iman edenler Talut’a gönülden bağlanıp ona itaat etmişler, tereddüte kapılanlar ise hem Talut’un kendilerine elçi olarak gönderilmesinin hem de onun verdiği emirlere uymanın hikmetlerini anlayamamışlardır.Talut’un kendilerine gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayanların vermiş oldukları cahilce tepki Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

Onlara peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir.” (Bakara Suresi, 247)

Aynı şekilde Zulkarneyn de içinde bulunduğu topluma, onları düştükleri sıkıntıdan kurtarmak ve din ahlakını hakim kılmak için tebliğci olarak gönderilmiştir. Kuran’da Allah’ın Zulkarneyn’e sağlam bir iktidar verdiği bildirilmiştir:

Sana (Ey Muhammed,) Zulkarneyn hakkında sorarlar. De ki: “Size, ondan ‘öğüt ve hatırlatma olarak’ (bazı bilgiler) vereceğim. Gerçekten, Biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona herşeyden bir yol (sebep) verdik.” (Kehf Suresi, 83-84)

Günümüzde de insanlar ahlaki çöküntünün, yokluğun, zulmün, haksızlığın hüküm sürdüğü karanlık bir dünyada yaşamaktadır. Hz. İsa, Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde, din ahlakını dünyaya hakim kılmak, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için görevli olarak yeniden dünyaya gönderilecektir. Hz. İsa (as)’ın gelişiyle birlikte, zulmün ve bozulmanın dayanak noktası olan inkarcı ideolojiler fikri olarak tamamen ortadan kaldırılacak, insanların özlemini duydukları huzur, güvenlik ve bolluk Allah’ın izniyle tüm dünyaya hakim olacaktır.

İddia IX ve Açıklaması

Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve yeniden dünyaya geleceği konusunda yersiz şüpheleri olan bazı kimseler de, “Din ahlakını hakim kılmak için neden Hz. Muhammed (sav) değil de, Hz. İsa gönderilmektedir?” diye sormakta ve bu vesveselerini kendilerince mazeret kılarak birtakım itirazlar öne sürmektedirler.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Allah Katında onurlu ve güvenilir bir elçidir. Allah’ın en son hak kitabını vahyettiği, güzel ahlakı, takvası, Allah’a olan yakınlığı ile insanlara örnek kıldığı, Allah’ın dostu, Rabbimiz’in Katında üstünlüğü olan mübarek bir insandır. Tüm müminlerin de dostu, en yakını ve velisidir. Hz. Muhammed (sav) yaşamı boyunca Allah yolunda tüm insanlığa örnek bir mücadele sergilemiş, cehaletin ve karanlığın içine gömülmüş olan Arap Yarımadasını İslam ahlakı ile aydınlatmıştır. Allah’ın takdir ettiği süre dolduğunda ise, diğer birçok peygamber gibi ömrü sona ermiştir.

Hz. İsa için ise, Allah farklı bir kader takdir etmiş ve onun yeniden yeryüzüne döneceğini vaadetmiştir. Bu Rabbimiz’in takdiridir ve şüphesiz büyük hikmetleri vardır. Hz. İsa (as)’ın yeniden gelecek olmasının hikmetlerinden biri ise (en doğrusunu Allah bilir), Hıristiyanların ve Yahudilerin içinde bulundukları durumdan ancak bu şekilde kurtulabilecek olmalarıdır. Bilindiği üzere, Hıristiyanların mevcut inanç ve uygulamaları pek çok batıl ve sapkın inanışı içermektedir. Müslüman dünyasında ise böyle bir inanç bozukluğu yoktur. Hıristiyanlar, Hz. İsa (as)’ın ardından peygamberlerini ilahlaştırma sapkınlığına düşmüşler ve dinlerini tahrif etmişlerdir. Hıristiyan dünyasının söz konusu tüm sapkın inanışlardan arınarak gerçek din ahlakına ve son hak din olan İslam’a yönelmeleri için Hz. İsa (as)’ın gelmesi büyük önem taşımaktadır. Her ne kadar bazı Hıristiyanlar doğru yolu gördükten sonra ona uymayı kabul etseler de, bazıları da bunu kendilerince Hz. İsa’ya bir tür ihanet gibi algılayıp gerçek din ahlakını yaşamaktan kaçınmaktadırlar. Oysa Hz. İsa (as)’ın gelmesi ve kendilerine hak dini tebliğ etmesiyle bu insanların İslamiyet’e yönelmeleri çok daha hızlı ve kolay olacaktır. Kendi peygamberlerinin onlara teslis inancının sapkınlığını, Allah’tan başka İlah olmadığını, kimsenin bir başkasının günahını yüklenmesinin mümkün olmadığını, hak kitabın Kuran-ı Kerim olduğunu anlatması Hıristiyan dünyası üzerinde büyük bir etki oluşturacaktır. Hz. İsa ile birlikte insanlar kitleler halinde şirkten ve sapkın inanışlardan kurtulacak, akın akın Allah’ın dinine yani İslam’a yöneleceklerdir.

İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir Müslümandı, müşriklerden de değildi. (Al-iİmran Suresi, 67)

Unutmamak gerekir ki, Allah Kuran’da iman edenlere din ahlakının dünyaya hakim olacağını vaadetmiştir. Ancak bunun için müminlerin gizli ve açık şirkten tamamen sakınmaları ve yalnızca Allah’a yönelip ibadet etmeleri gerekmektedir. Allah’ın izniyle, Hz. İsa (as)’ın gelişi de bu kutlu dönemin başlangıcı olacaktır.

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

İddia X ve Açıklaması

Hz. İsa (as)’ın ikinci kez gelişini kendilerince reddetmeye çalışanların iddialarından biri de, “Hz. İsa (as)’ı beklemenin iman edenleri tembelliğe sürükleyeceği” aldatmacasıdır.

Bu aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği bir iddiadır. Tarih boyunca insanlar, ahlaksızlığın yaygınlaştığı, zulmün ve haksızlıkların arttığı dönemlerde Allah’tan bir kurtarıcı istemişler, Allah’ın bir elçi göndererek kendilerini içinde bulundukları karanlıklardan aydınlığa çıkarması için dua etmişlerdir. Allah, dualarını kabul edip bir kurtarıcı gönderdiğinde, samimi olarak iman edenler bu elçinin destekçisi ve savunucusu olurlar:

… Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157)

Bazı kimselerin iddialarının tam tersine, Allah’ın insanlara bir elçi gönderecek olması samimi olarak iman edenler için çok önemli bir şevk konusudur. Gönülden iman eden bir kişi, elçinin geleceği ortam için elinden gelen en iyi ve güzel hazırlığı yapması gerektiğini bilir. İmani bir heyecan ve aşkla hem kendisini hem de çevresini bu kutlu olaya hazırlar. Tembellik ve şevksizlik ise, münafıkane bir yapıya sahip olanlar ile imani zayıflığı olan kişilerin özellikleridir. İmanı zayıf olanlar hem elçinin gelişine tam olarak inanmaz hem de elçi geldiğinde, bu elçiye gönülden itaat edip bağlanmazlar. Tarihte bunun pek çok örneği görülmüştür. Geçmişteki toplumlar içinde bu zihniyete sahip olan insanların durumu bir ayette şöyle haber verilir:

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin…
(Ankebut Suresi, 46)

Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelecek olsa, ümmetlerinin herhangi birinden mutlaka daha doğru olacaklarına dair, Allah’a and içtiler. Ancak onlara bir uyarıcı-korkutucu geldiğinde (bu,) nefretlerinden başkasını artırmadı. (Fatır Suresi, 42)

Kuran’da Hz. İsa (as)’ın da kendisinden sonra -kendisi Allah Katına yükseltildikten sonra- gelecek olan bir elçiyi haber verdiği bildirilmektedir. Bu haber, Hz. İsa döneminde ve ondan sonra yaşayan tüm müminler için büyük bir müjde olmuştur. Ayette şöyle buyurulmuştur:

Hani Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrailoğulları, gerçekten ben, sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra ismi “Ahmed” olan bir elçinin de müjdeleyicisiyim” demişti. Fakat o, onlara apaçık belgelerle gelince: “Bu, açıkça bir büyüdür” dediler. (Saff Suresi, 6)

Eğer bazı kimselerin önceki satırlarda yer verdiğimiz iddiaları doğru olsaydı, bu durumda, Allah’ın Hz. İsa vesilesiyle ondan sonra insanlara bir elçi daha göndereceğini haber vermemesi gerekirdi. Ya da, bu haberin o dönemde yaşayanları tembelliğe ve şevksizliğe yönlendirmesi gerekirdi. Oysa Rabbimiz’in insanları bir elçiyle müjdelemesinin birçok hikmeti vardır ve samimi müminler için böyle bir tembellik veya gevşeklik, Allah’ın izni ile, hiçbir zaman söz konusu değildir. İman edenler, imanlarından kaynaklanan derin bir kavrayışa ve akla sahiptirler. Bu aklın sayesinde, bir elçi ile müjdelenmenin önemini gereği gibi kavrar, bu müjdenin imani heyecanını ve şevkini yaşar, bu büyük olaya en iyi şekilde hazırlanmaları gerektiğinin bilinciyle hareket ederler.

De ki: “En ‘üstün ve apaçık’ delil Allah’ındır. Eğer O dileseydi elbette tümünüzü hidayete yöneltip-iletirdi.” (Enam Suresi, 149)

Görüldüğü gibi Hz. İsa (as)’ın öldüğünü öne süren kimseler gerçek olmayan bir iddiada bulunmaktadırlar. Bu kimseler tarafından sözde delil olarak öne sürülen yorumların da gerçeği yansıtmadığı ispatlarıyla görülmektedir. Temennimiz, yanlış bilgilendirilmeleri veya konuyu tam anlamıyla araştırmadıkları için söz konusu yanılgıyı kabullenen kimselerin, bu eser aracılığı ile, yanıldıklarının ve yanlış bir düşünceyi savunduklarının farkına varmalarıdır. İnsanın inandığı veya savunduğu bir düşüncenin yanlış olduğunu fark edip, doğruyu gördüğünde yanlış olanda ısrar etmemesi güzel bir erdemdir. Ve bu ahlak Kuran’da övülen bir mümin özelliğidir.

Allah Kuran’da iman edenlerin, bile bile hatalarında direnmeyenler (Al-i İmran Suresi, 135) ve doğru yolu gördüklerinde ona uyanlar olduğunu bildirmiştir. Bu konuda da –her konuda olduğu gibi- en gerçek ve doğru bilgi Kuran’da yer alan ve Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde bize bildirilen bilgidir. Yani, Hz. İsa ölmemiş ve öldürülmemiştir. Zamanı geldiğinde ikinci kez yeryüzüne gelecektir. Dolayısıyla, çeşitli tevillerle bu açık gerçeği göz ardı etmeye ya da reddetmeye çalışmak yerine, Allah’ın elçisinin yeryüzüne gelecek olmasının ne kadar büyük bir müjde olduğunu düşünüp, bu sevinçli haberden şevk ve heyecan duymak gerekir. Samimi olarak iman edenlerin duası, bu kutlu insanın gelişine tanıklık edebilmek ve onun gelişiyle yeryüzünde yaşanacak güzellik ve hayır ortamında bulunabilmektir.

Haberin olsun; şüphesiz Allah’ın va’di haktır; ancak onların çoğu bilmezler.(Yunus Suresi, 55)

Hadislerde Hz. İsa (as)

Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğu ve ahir zamanda yeryüzüne yeniden gelecek olması hadislerde detaylı olarak yer almaktadır. En büyük ve güvenilir hadis kaynakları olarak kabul edilen Kütüb-i Sitte‘de, İmam Maliki’nin Muvatta‘sında, İbn Huzeyme ve İbn Hibban’ın Sahih‘lerinde, İbn Hanbel ve Tayalisi’nin Müsned’lerinde Hz. İsa ile ilgili hadisler bulunmaktadır. Ayrıca pek çok İslam alimi, Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve yeryüzüne yeniden geleceğine dair araştırma ve incelemeler yapmışlar, bu konuda kaynak eser konumunda olan çeşitli kitap ve risaleler hazırlamışlardır. Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğu ve yeniden dünyaya geleceği konusunda kanaat belirten İslam alimlerinin başında mezhep imamımız olan Ebu Hanife gelmektedir. İmam Ebu Hanife’nin yanı sıra, Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişinin ayetlerde ve hadislerde açık bir şekilde bildirildiğini belirten İslam alimlerinden bazıları şunlardır:

  • İmam Maturidi, Hz. İsa hakkındaki hadisleri incelerken, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne inip Deccal’i öldüreceğinin hak olduğunu açıklamıştır.80
  • Ehl-i sünnetin ilk kelamcılarından biri olarak kabul edilen Accuri, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda gelişinin gerçek olduğunu, dolayısıyla bu habere inanılması gerektiğini ifade etmiştir.81
  • İbn Hazm, Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişinin güvenilir bir haber olduğunu açıklamıştır.82
  • Pezdevi, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez gelişi ile ilgili haberlerin ayetlerde ve hadislerde açık olarak bildirildiğine dikkat çekmiştir.83
  • Nesefi, Hz. İsa (as)’ın gelişinin kıyamet önemli alametlerinden biri olduğunu ifade etmiştir.84
  • Teftazani, Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya dönüşü ile ilgili hadislerin güvenilir hadisler olduğunu belirtmiştir.85
  • İbnü’l Arabi, Hz. İsa (as)’ın doğumunun üzerinden bin yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, onun Allah Katında nurani ve ruhani cesediyle diri olduğunu bildirmiştir.86
  • Kurtubi, Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişine inandığını söylemekte ve pek çok güvenilir hadisin buna delil odluğuna işaret etmektedir.87
  • İmam Rabbani konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Hz. İsa gökten inecek ve Peygamberimiz (sav)’e ümmet, yani onun ashabından olacak, onun şeriatına uyacaktır.”88
  • Dönemin Mısır Hanefi alimlerinin lideri sayılan İmam Cafer et Tahavi, Hz. İsa (as)’ın dönüşü önemli kıyamet alametleri arasında saymakta ve bu gerçeğe inanmak gerektiğini söylemektedir.89
  • Aliyyu’l Kari, Hz. İsa (as)’ın gelişinin kıyamet alametlerinden biri olduğunu söylemekte, Hz. İsa geldiğinde Deccal’i öldürecektir demektedir. Kari’ye göre bu habere inanmak vaciptir. Çünkü bu konu, Hz. Peygamber (sav)’den ve sahabeden gelen birtakım haberlerle sabittir.90
  • Ebu’l Hasen el Eşari, “Makalatu’l İslamiyyin” adlı eserinde; “Ehli hadis ve ehli sünnetin ittfak ettikleri şu hususlara iman etmek gerekir: Allah’a, meleklere, kitaplara, resullere, Allah’tan aldıkları vahiylere, her bakımdan güvenilir ravilerin rivayet ettikleri Resulün sözlerine… Deccal’İn çıkacağına ve Hz. İsa (as)’ın onu öldüreceğine.” demektedir.91
  • Beyazi, kıyametin yaklaştığını gösteren alametlerden birinin de Hz. İsa (as)’ın gelişi olduğuna dikkat çekmekte, bu bilgiyi sahih hadislerin tam olarak desteklediğini söylemektedir.92
  • Suyuti, Hz. İsa (as)’ın geleceğini ve Hz. Muhammed (sav)’in şeriatıyla hükmedeceğini bildirmiştir.93
  • Alusi de, Hz. İsa (as)’ın geldiğinde Hz. Muhammed (sav)’in şeriatıyla hükmedeceğini ve Müslümanların da onun yardımcıları olacağını söylemiştir.94
  • Osmanlı dönemi alimlerinden Ebu’l Münteha, Hz. İsa (as)’ın geleceğine inanmanın hak olduğunu ifade etmiştir.95
  • Çağdaş tefsircilerden Şinkıti konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Kuran ve mütevatir sünnetin ikisi de Hz. İsa (as)’ın şu an diri olduğuna, ahir zamanda nazil olacağına (indirileceğine) ve onun gelişinin kıyamet alametlerinden sayıldığına delildir.”96

Bu konudaki izahlar topluca değerlendirildiğinde Hz. İsa (as)’ın ikinci gelişi hakkında İslam alimleri arasında bir söz birliği olduğu açıkça görülür. Örneğin es Seffarini, Levami adlı eserinde, İslam alimlerinin bu konuda ittifak halinde olduklarını şöyle ifade eder:

Bütün ümmet, Meryem oğlu İsa’nın ineceği hususunda ittifak etmiştir. Şeriat ehlinden hiç kimse bu hususta muhalif olmamıştır.97

Büyük İslam alimi Seyyid Alusi de, Ruhu’l Meani tefsirinde, -diğer İslam alimlerinin görüşlerinden örnekler vererek- Hz. İsa (as)’ın inişi konusunda cemaatin söz birliği yaptığını, bu konuda haberlerin manevi tevatür derecesine ulaşacak kadar ünlü olduğunu, Hz. İsa (as)’ın gelişine imanın vacip olduğunu açıklamıştır.98

Hz. İsa Konusundaki Hadisler Güvenilirdir

Hz. İsa (as)’ın gelişi konusunda nakledilen hadisler tevatür derecesindedir. Birçok araştırmacı da alimlerimizin görüşlerinin bu yönde olduğunu aktarmaktadır. Tevatürün tanımı Büyük Lugat’te şöyle yapılmaktadır:

Tevatür: Kuvvetli haber, içinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber.99 Mütevatir hadis ise, yalan üzerine birleşmeleri düşünülemeyecek kadar kalabalık olan bir cemaat tarafından rivayet edilen hadislere denir.

İslam alimi Seyyid Şerif Cürcani, mütevatir hadis kavramını şöyle açıklamaktadır:

Haber-i mütevatir, ravileri çoklukta o dereceye ulaşan bir haberdir ki, adete göre, o kadar çok rivayetçinin yalan üzerine birleşmeleri imkansız olur. Bu durumda rivayet edilen haber hakkında lafız ve mana tutuyorsa buna, “mütevatir-i lafzi” denir. Eğer hepsinin arasında müşterek manada ittifak olmakla beraber lafızlar (sözler) arasında ihtilaf bulunuyorsa buna, “mütevatir-i manevi” denir.100

Hz. İsa (as)’ın gelişinin tevatür derecesinde hadislerle bildirildiğine dair özel olarak bir eser kaleme alan büyük hadis alimi Şeyh Muhammed Enver el Keşmiri, Et Tasrih bi-ma tevatera fi nuzuli’l Mesih isimli çalışmasında 75 tane hadise ve 25 tane sahabeye ve sahabeyi görenlere ait esere yer vermiştir. Kütüb-i Sitte’nin önemli kitaplarından biri olan Sünen-i Ebu Davud’da ise Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişi konusundaki hadislerle ilgili olarak şöyle bir açıklama yer almaktadır:

Hz. İsa (as)’ın kıyamete yakın gökten yeryüzüne ruh ve bedebiyle ineceğine dair Resulullah (sav)’dan rivayet edilen hadis-i şerifler mütevatirdir… Ehl-i sünnetin mezhebi de budur.101

İmam Kevseri ise Hz. İsa (as)’ın inişi ile ilgili hadislerin mütevatir olduğunu şu şekilde bildirmiştir:

Hz. İsa (as)’ın inişiyle ilgili hadis-i şerfilerdeki tevatür, “tevatür-i manevidir.” Sahih (sağlam) ve hasen (güzel) hadis-i şerifin her biri, farklı manalara delalet etmekle birlikte hepsi de Hz. İsa (as)’ın ineceği hususunda söz birliği içindedirler ki, bu, hadis ilminin kokusunu koklayan bir kimse için inkarı mümkün olmayan bir gerçektir… Mehdi ile Deccal’in çıkacağı ile Hz. İsa (as)’ın ineceği hususundaki hadis-i şeriflerin tevatür derecelerine ulaşmış olmaları, hadis ilmi ehlince asla şüphe edilecek bir husus değildir. İlm-i kelam ehlinden (inanç ilmiyle uğraşanlardan) bazısının kıyamet alametleriyle ilgili hadislere inanmanın vacip olduğunu kabul etmeleriyle beraber, bu hadislerden bir kısmının mütevatir olup olmadığı hususundaki şüpheleri ise, hadis ilmiyle ilgili bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır.102

Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘OL’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız; “üçtür” demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah’tır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa Suresi, 171)

Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğunu ve ahir zamanda tekrar dünyaya gelerek gerçek din ahlakını dünyaya hakim edeceğini ifade eden İslam alimlerinden biri de İmam Suyuti olduğunu kitabın önceki bölümlerinde görmüştük. İmam Suyuti, El Havi Lil Fetava adlı kitabı ve El İ’lam bi Hukmi İsa adlı risalesinde, konuyla ilgili tüm hadisler yer verdikten sonra, hadislerin mütevatir olduklarını bildirmiştir:

Hadis ilmine vakıf olanlara gizli kalmayacağı üzere, bu hususta zikrettiğimiz bütün hadisler mütevatir derecesine ulaşmıştır. Dolayısıyla Mehdi Muntazar (beklenen Mehdi) hakkındaki hadis-i şerifler mütevatir olduğu gibi, Deccal hakkındaki hadis-i şerfiler de tevatür derecesine ulaşmış olup, Hz. İsa (as)’ın inişiyle ilgili hadis-i şerifler de mütevatirdir.103

Alim İbn-i Kesir de, konuyla ilgili ayetlerin tefsirini yaptıktan ve ilgili hadisleri açıkladıktan sonra düşüncesini şöyle ifade etmektedir:

İşte bunlar Resulullah (sav)’dan mütevatir olarak rivayet edilmiştir ve bu hadis-i şeriflerde, Hz. İsa (as)’ın nasıl ve nereye ineceği hususu açıklanmıştır… Hz. İsa (as)’ın cesed-i şerifiyle dünyaya ineceği hakkında zikredilen sahih ve mütevatir hadis-i şerifler, tevile (başka şekilde yorumlanmaya) elverişli değildir. Dolayısıyla, zerre kadar imanı ve insafı olan herkesin, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ineceğine inanması gerekmektedir…104

Ayrıca, tefsir alimi İbn Atiyye el Gıranadi el Endulisi, el Bahru’l Muhit adlı eserinde; Hafız İbn Hacer, Fethu’l Bari adlı eserinde; İmam İbn Rüşd, Sahih-i Müslim üzerine yaptığı şerhinde; büyük alimlerden Şeyh Abdullah Gumari, Akidetü’l Ehlil İslam adlı eserinde; Cafer el Kettani Nazmu’l Mütenasir Minel Hadisil Mütevatir adlı eserinde, Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri ve yeniden dünyaya dönecek olduğunun sünnet ve alimlerin ortak kanaati ile sabit olduğunu, Deccal, Mehdi ve Hz. İsa konusundaki hadislerin mütevatir olduğunu bildirmişlerdir.

Hz. İsa ile İlgili Hadisleri Rivayet Edenler

Peygamberimiz (sav)’in gelecek hakkında verdiği bilgiler “gayb” haberlerindendir. Allah ayetlerde dilediği elçilerine gayb bilgilerini vereceğini bildirmiştir:

O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. (Cin Suresi, 26-27)

Rabbimiz Fetih Suresi’nde de Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e rüyalar aracılığı ile bilgi verdiğini haber vermiştir:

Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat    Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece  bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı. (Fetih Suresi, 27)

Ayette görüldüğü gibi, Rabbimiz, Peygamberimiz (sav)’e çeşitli gayb haberleri vermiştir. Bu haberler, Peygamberimiz (sav)’e ve onunla birlikte olan salih müminlere Allah’ın büyük bir desteğidir, yardımıdır. Peygamberimiz (sav)’in yanında bulunan sahabeler de, Rabbimiz’in Hz. Muhammed (sav)’e vahyettiği bu gayb haberlerinin bir kısmına şahit olmuşlardır. Sahabeler, Peygamber Efendimiz (sav)’in bu gayb haberlerini kendilerine ne şekilde aktardığını anlatmışlardır. Buhari ve Müslim, Ömer ibnil Hattab ve Huzeyfe’den, İmam Ahmed ve Müslim de Ebu Zeyd bin Amr bin Ahtab El Ensari’den şöyle rivayet etmişlerdir:

Resul-ü Ekrem (sav)… Bu hutbelerinde bütün olmuş ve bundan sonra olacak olan hadiseleri haber verdi, onları bize öğretti ve ezberletti. (Buhari-Müslim)

Huzeyfe bin el-Yeman da bu konuda şunları söylemiştir:

Allah’a kasem ederim Resul-ü Ekrem (sav) dünyanın sonuna kadar gelecek olan fitneleri ve o fitneleri çıkaran reisleri ta üç yüzden daha fazla kimseleri bize isimleriyle, babalarının isimleriyle ve kabilelerinin isimleriyle haber verdi.(Ebu Davud)

Kıyamet-saatinin kopacağı gün, (mü’minlerle kafirler birbirlerinden) ayrılırlar. Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ‘bir cennet bahçesinde’ ‘sevinç içinde ağırlanırlar’. (Rum Suresi, 14-15)

Peygamberimiz (sav)’in geleceğe dair verdiği haberlerin önemli bir kısmını da Hz. İsa (as)’ın ikinci gelişi ile ilgili bilgiler oluşturmaktadır. Hz. İsa ile ilgili hadisler incelendiğinde, bu konuda çok sayıda hadis bulunduğu ve bu hadislerin birbirleriyle mutabık oldukları görülür. Konuyla ilgili hadislerde yer alan bilgiler incelendiğinde; Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya döneceği, geldiğinde insanlar arasında Kuran ile hükmedeceği, Deccal’i yeneceği, tüm dünyaya gerçek din ahlakını hakim edeceği, onun döneminde yeryüzünde bereket ve barışın hakim olacağının tüm hadislerde haber verilen ortak haberler olduğu görülecektir. Hz. İsa ile ilgili hadislerde dikkat çeken bir diğer özellik de çok sayıda sahabe tarafından rivayet edilmiş olmalarıdır. Nitekim bu hadislerin mütevatir kabul edilmesinin nedeni, yalan olması mümkün olmayacak kadar çok sayıda kişi tarafından rivayet edilmiş olmalarındandır. Hz. İsa’yla igili hadisleri rivayet eden sahabelerin sayısı, elliden fazladır. Bu sahabelerden bazıları şunlardır: Enes İbni Malik, Katade, Ayşe, Ebu Hureyre, İmran bin Husayn, Nafi bin Utbe, Ebu Berze, Hüzeyfe bin Esir el Gıfari, Keysan, Osman bin el-As, Cabir bin Abdillah, Ebu Ümame, Ibn Mesud, Abdullah bin Amr, Semüre bin Cündüp, Nevvas bin Seman, Amr bin Avf, Hüzeyfe bin el Yeman, Ebul Eşas es Sanani, Ebu Umame el Bahili, Ebud Derda, Ebu Rafi, Ebu Said El Hudri, Ebu Malik el Gıfari, Rebi İbni Enes, Şehribni Havşeb, Ammar Ibni Yasir…

Sahabe ve Sonraki Neslin Hz. İsa (as)’ın Gelişiyle İlgili Açıklamaları

Sahabeler, Peygamberimiz (sav)’in yanında olma şerefine erişmiş, bizzat bu mübarek insan tarafından yetiştirilmiş çok değerli müminlerdir. Sahabelerin Hz. İsa’yla ilgili ayetler hakkında yaptıkları açıklamalar, Hz. Muhammed (sav)’in bu konuda onlara öğretmiş olduğu bilgiler ışığındadır. Sahabelerin, Hz. İsa ile ilgili bildirilen ayetler hakkındaki açıklamaları incelendiğinde, tüm sahabelerin Hz. İsa (as)’ın ölmediğine ve yeniden dünyaya geleceğine inandıkları görülür. Bu açıklamaların bazıları şöyledir:

  • İbn Zeyd, Al-i İmran Suresi’nin 46. ayetiyle ilgili olarak, “Hz. İsa beşikte iken insanlarla konuştu. Deccal’i öldüreceğinde ‘kehl’ halinde iken de insanlarla konuşacaktır.” demiştir.105
  • Abdullah bin Abbas Nisa Suresi’nin 159. ayeti hakkında şunlar söylemiştir; “Bu ayet, Meryem oğlu İsa’nın ortaya çıkışına delildir… Bütün Ehl-i Kitap Hz. İsa (as)’ın ölümünden önce ona iman edecektir.”106
  • Muhammed bin Ali Ebi Talip (İbnü’l Haneffiye diye de tanınır), Nisa Suresi’nin 159. ayetini şu şekilde açıklamıştır: “… O kıyamet kopmadan önce inecektir. Bütün Yahudi ve Hıristiyanlar ona iman edeceklerdir.”107
  • Katade de Nisa Suresi’nin 159. ayetini şöyle açıklamıştır: “Hz. İsa indiği zaman bütün dinler ona iman edecek ve o kıyamet gününde de onlara şahit olacaktır.”108
  • Katade, Zuhruf Suresi’nin 61. ayetini ise, “Hz. İsa (as)’ın nüzulu, kıyamet için bir işarettir” sözleriyle açıklamaktadır.109
  • Muhammed bin Zeyd bin el Muhacir el Medeni de, Nisa Suresi’nin 159. ayetini açıklarken, “Hz. İsa yeryüzüne indiği vakit Decal’İ öldürecek, yeryüzünde ona iman etmeyen hiçbir Yahudi kalmayacaktır” demiştir.110
  • Ebi Malik el Gıfari ise Nisa Suresi’nin 159. ayetinin, “Meryem oğlu İsa’nın yeryüzüne inmesi anında Ehl-i Kitap’ın hepsi ona iman edeceklerdir” diyerek açıklamıştır.111
  • Hasan Basri ise Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri oluşu ve yeniden gelişi ile ilgili olarak; “Allah’a yemin ederim ki, Hz. İsa şu anda Allah Katında diridir, o indiği zaman herkes ona iman edecektir” açıklamasında bulunmuştur. Hasan Basri Nisa Suresi’nin 159. ayetini açıklarken ise şöyle demiştir: “Allah Hz. İsa (as)’ı Kendisi’ne ref etmiştir. Kıyamet gününden önce onu bir makam sahibi olarak gönderecektir. İyi ve kötülerin hepsi ona inanacaklardır.”112 
  • Hasan Basri’nin Zuhruf Suresi’nin 61. ayeti ile ilgili yaptığı açıklama da benzer şekildedir. Ayetin manasının Hz. İsa (as)’ın yeniden gelişi olduğunu söylemektedir.113
  • İbn Abbas da konuyla ilgili olarak, “Allah, Zuhruf Suresi’nin 61. ayetinde Hz. İsa (as)’ın kıyametten önce ortaya çıkacağına işaret etmektedir.” açıklamasını yapmıştır.114

İslam Alimleri Hz. İsa (as)’ın Gelişini Akide (İnanç Esası)
Konusu Olarak Değerlendirmektedirler

Ehl-i sünnetin inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde, Hz. İsa (as)’ın kıyametten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücadele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağı yer almaktadır. İslam alimleri, Kuran-ı Kerim’de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri birarada değerlendirerek, Hz. İsa (as)’ın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir. Ve konuyu şu şekilde açıklamaktadırlar:

  1. Nisa Suresi’nin 157. ayetinde Allah, “… Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi…” diye bildirmiştir. Bu ayetle birlikte Kuran’ın diğer pek çok ayetinde Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğu bildirilmekte ve yeryüzüne ikinci kez geleceğine işaret edilmektedir. İslam alimlerinin bu konuda ittifakla, bunun aksini savunmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığını söylemektedirler. Örneğin İbn Hazm bu ayeti tefsir ederken; “Hz. İsa (as)’ın öldürüldüğünü söyleyen bir kimsenin mürted parantez içinde anlamını ver veya kafir olacağını” vurgulamıştır.115
  2. Hz. İsa (as)’ın gelişi ile ilgili hadislerin, tevatür derecesinde ve bu konuda hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açık olmaları Müslümanlar için çok önemli bir delildir. Üstelik bu konudaki hadislere karşı öne sürülebilecek –yani Hz. İsa (as)’ın yeniden gelmeyeceğini bildiren- tek bir farklı hadis dahi yoktur.
  3. Cabir İbn-i Abdullah’dan rivayet edilen “Mehdi’nin çıkışını inkar eden, muhakkak Hz. Muhammed (sav)’e indirilene küfretmiştir. Meryem’in oğlu İsa’nın inişini inkar eden de muhakkak kafir olmuştur. Deccal’in çıkacağını kabul etmeyen de muhakkak kafirdir.” hadisi de İslam alimleri tarafından kullanılan bir diğer delildir. Bu hadis, Şeyh Hace Muhammed Parisa’nın Faslul Hitap, Şeyh Ebu Bekir el Kelabazi’nin Meanil Ahbar, İmam Süheyli’nin er-Ravuzul Ünüf, İmam Suyuti’nin el-Arful Verdi fi Ahbaril Mehdi gibi ünlü İslami kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Şeyh Ebu Bekir, bu hadisin senetini de açıklamıştır: “Bize Muhammed İbni Hasen, ona Ebu Abdillah el-Huseyn İbni Muhammed, ona İsmail İbni Üveys, ona Malik İbni Ebes, ona Muhammed İbni Münkedir, ona da Cabir İbni Abdillah Hazretleri böylece bildirmişlerdir.” 116
  4. Hz. İsa (as)’ın gelişiyle ilgili hadisleri nakleden ravilerin çokluğu ve güvenilirlikleri de İslam alimlerinin dikkat çektikleri bir diğer husustur. Bu ravilerden bazıları şunlardır: Ebu’l Eşas es-Sanani, Ebu Rafi, Ebul Aliye, Ebu Ümametle Bahili, Ebud Derda, Ebu Hureyre, Ebu Malik el-Hudri, Cabir İbn Abdillah, Huzeyfe İbni Edis, Sefine, Katade, Osman İbnül As, Nafi İbni Keysani, Velidbni Müslim, Ammar İbni Yasir, Abdullah İbni Abbas…

Tüm bu bilgiler sonucunda İslam alimleri Hz. İsa (as)’ın inişine ve gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağına imanı, önemli inanç esaslarından biri olarak değerlendirmişlerdir. Buraya kadar ele aldığımız bilgiler açıkça göstermektedir ki, Hz. İsa ile ilgili hadisler sahih ve mütevatir hadislerdir. Hadislerde yer alan bilgiler, sahabeden aktarılan tüm rivayetler ve İslam alimlerin açıklamaları, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez dünyaya gelişi konusunda hiçbir tereddüte yer bırakmamaktadır. Allah’ın izniye Hz. İsa dünyaya yeniden dönecek ve tüm insanlar Hz. İsa (as)’ın vesile olduğunu çok kutlu ve güzel bir dönem yaşayacaklardır.

Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…
( Al- I İmran Suresi, 110)

Bediüzzaman Said Nursi De, Hz. İsa’nın Ölmediğini ve
İkinci Kez Yeryüzüne Geleceğini Açıklamıştır

Hicri 13. yüzyılın müceddidi olarak kabul edilen büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı’nda Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişiyle ilgili önemli açıklamalar yapmıştır. Ayetler ve hadisler ışığında, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeniden dünyaya geleceğini, Hıristiyanları batıl inanış ve uygulamalarından arındırarak hak din ahlakına davet edeceğini, bu dönemde Hz. İsa’ya uyan samimi İseviler ile Müslümanların ittifak edeceklerini, Hz. İsa (as)’ın Hz. Mehdi ile birlikte İslam ahlakının yeryüzüne hakim olmasına vesile olacağını anlatmıştır.

Ancak Bediüzzaman’ın bu açıklamaları kimi zaman yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanmaktadır.  Özellikle Bediüzzaman’ın Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin “şahs-ı manevileri”nden bahsettiği sözlerinden, Hz. İsa (as)’ın mübarek zatının gelmeyeceği gibi yanlış bir anlam çıkarılmaktadır. Oysa Bediüzzaman’ın sözleri böyle bir anlam taşımamaktadır. Risale-i Nur’un pek çok farklı yerinde açıkça ifade edildiği gibi, Bediüzzaman Hz. İsa (as)’ın zatının ahir zamanda ikinci kez yeryüzüne geleceğini söylemiştir. Nitekim Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin manevi birer şahıs, ruh ya da mana gibi görünmez birer güç olarak tanımlanması, Kuran ayetlerinde bildirilen Allah’ın adetullahı (Allah’ın kanunu) ile tamamen çelişmektedir. Tarih boyunca hiçbir elçi veya peygamber, bir şahs-ı manevi olarak gelmemiştir. Kuran’da çeşitli toplumlara gönderilen elçiler, nebiler ve resullerin hayatları, mücadeleleri ve tebliğleri hakkında pek çok bilgi verilmiştir. Yaşamlarının sonuna kadar gönderildikleri kavimleri hak dine davet etmiş, onları Allah’ın azabına karşı uyarıp korkutmuş ve iman edenleri cennetle müjdelemişlerdir. Yaşadıkları toplumlardaki inkarcıların baskılarına, kurdukları tuzaklara ve hak dine yönelik mücadelelerine sabır ve tevekkülle karşı koymuş, onları Allah’ın razı olacağı ahlakı yaşamaya çağırmışlardır.

De ki: “Hak geldi; batıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir,
ne geri getirebilir. ”
(Sebe Suresi, 49)

Tüm bu bilgiler bize, tarih boyunca hiçbir elçi, nebi veya resulün manevi bir şahıs olarak gönderilmediğini, tüm elçilerin birer fert olarak geldiklerini göstermektedir. Yüzyıllardır süregelen bu adetullah (Allah’ın kanunu), tüm İslam tarihinde olduğu gibi ahir zamanda gelecek olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi için de söz konusudur. Ancak elbette ki tüm peygamber ve elçilerin olduğu gibi Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin de kendilerinden ayrı olarak şahs-ı manevileri de olacaktır. Kuran’da, gönderilmiş olan tüm peygamber ve elçilerin çevresinde, onlara inanan ve onların gösterdikleri hak yolu izleyen birer topluluk olduğu haber verilmiştir. Elçilere iman eden bu kimseler ve onların elçileriyle birlikte yapmış oldukları faaliyetlerin tümü, bu elçilerin şahs-ı manevilerini oluşturur. Kuran’da peygamberlerin hayatlarını anlatan kıssalarda bu durum açıkça görülmektedir.

Örneğin Peygamberimiz (sav)’in ashabı, onun şahs-ı manevisini oluşturmuştur. Fakat bu, Peygamber Efendimiz (sav)’in varlığı şartı ile oluşmuştur. Bu durum ahir zamanda da değişmeyecek, Bediüzzaman’ın da dile getirdiği gibi, Hz. İsa ve Hz. Mehdi beraberlerindeki mümin topluluklarının başında bizzat birer hidayet önderi olarak bulunacaklardır. Dolayısıyla Bediüzzaman Said Nursi de “şahs-ı manevi” terimini kullanırken Kuran’da haber verilen adetullahda olduğu şekilde kullanmıştır. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi de kendi talebeleri ve eserleri için şahs-ı manevi tabirini kullanırken, bu şahs-ı manevinin başında yine kendisi bulunmaktadır. Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine, eserler ile onu takip eden talebeler de dahildir, ama nur hareketinin önderi Bediüzzaman da bu ifadeden ayrı tutulamaz. Risale-i Nur’da Hz. İsa (as)’ın ikinci kez gelişiyle ilgili yorumlar incelendiğinde bu gerçek çok daha iyi anlaşılacaktır:

1. Bir vechi (sebebi) şudur ki: SİHİR VE MANYETİZMA VE İSPİRTİZMA GİBİ İSTİDRACI HARİKALARIYLA (hipnoz ve ruhlarla bağlantı tarzındaki sahte mucizeleriyle) KENDİNİ MUHAFAZA EDEN VE HERKESİ TESHİR EDEN (büyüleyen, aldatan) O DEHŞETLİ DECCAL’İ  yok edebilecek, mesleğini değiştirecek;  ANCAK HARİKA VE MU’CİZATLI VE UMUMUN MAKBULÜ(mucizeleri olan ve herkesin kabul ettiği) BİR ZAT OLABİLİR Kİ   O ZAT  en ziyade alakadar ve ekser insanların (insanların çoğunluğunun) Peygamberi olan  HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM’DIR.  (Şualar, s. 493)

Bediüzzaman bu sözünde, ahir zamanda ortaya çıkacak olan Mesih Deccal’in birtakım olağanüstü güçlerle insanları aldatmaya çalışacağını ancak onun bu fitnesinin, Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne gelmesiyle tamamen ortadan kalkacağını anlatmaktadır:

SİHİR VE MANYETİZMA VE İSPİRTİZMA GİBİ İSTİDRACI HARİKALARIYLA (HİPNOZ VE RUHLARLA BAĞLANTI TARZINDAKİ SAHTE MUCİZELERİYLE)… HERKESİ TESHİR EDEN (BÜYÜLEYEN, ALDATAN) O DEHŞETLİ DECCAL’İ:

Bediüzzaman, Peygamberimiz (sav)’in hadisleri doğrultusunda Deccal’in birtakım olağanüstü güçlere sahip olacağına dikkat çekmektedir. Deccal’in sahte mucizeler göstereceğini bildiren hadislerden bazıları şu şekildedir:

Fitnesinden birisi de şudur: O, bir bedeviye: “Söyle bakayım! Eğer ben SENİN İÇİN ANANI VE BABANI DİRİLTİRSEM benim senin Rabbin olduğuma şehadet eder misin?” diyecek. Bedevi de: “Evet,” diyecek. Bunun üzerine İKİ ŞEYTAN ONUN BABASI VE ANASI SURETLERİNDE ONA GÖRÜNECEKLER… (Sünen-i İbni Mace, 4077)

Onun bir fitnesi de şudur: O, tek bir kişiye musallat kılınarak O KİŞİYİ ÖLDÜRÜP TESTEREYLE BİÇECEK. Hatta o kişinin cesedi iki parçaya bölünmüş olarak (ayrı ayrı yerlere) atılacaktır. Sonra Deccal (orada bulunanlara): “Şu (öldürdüğüm) kuluma bakınız. ŞİMDİ BEN ONU DİRİLTECEĞİM..” diyecektir. (Sünen-i İbni Mace, 4077)

Hadislerde, Deccal’in yalancı mucizelerini, fitnelerini insanlara kabul ettirebilmek için kullanacağı bildirilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Zayıf akıllı insanlar bunları adeta  birer  “mucize” zannedebilirler. Oysa mucize Allah’ın veli kullarına lütfettiği bir nimettir. Deccal’in gösterdiği olağanüstü olaylar ise birer istidrac, yani Allah’ın insanları denemek için yarattığı ve inkarcılarda görülen yalancı mucizelerdir. Bediüzzaman, Deccal’in bu aldatıcı yöntemleri kullanarak insanların çoğunu etkisi altına alacağını belirtmektedir. Özellikle de bütün Hıristiyan dünyasının Hz. İsa (as)’ı ve Yahudilerin de Mesihi bekledikleri bir dönemde, Deccal’in gösterdiği bu yalancı mucizeler ve hileler, pek çok kişinin Deccal’e aldanmasına neden olabilecektir.

Bediüzzaman buradaki sözüyle, Deccal’in bu özelliğini vurgulayarak, aynı zamanda onun bir şahs-ı manevi olmadığını da ifade etmektedir. Bediüzzaman, Deccal’in insanları kandırabilecek özellikte, hipnoz ve büyü gibi aldatıcı yöntemler kullanabilme yeteneğine sahip olduğundan bahsederek bu durumu açıklığa kavuşturmuştur. Kuşkusuz Bediüzzaman’ın Deccal konusundaki bu anlatımları doğrultusunda Deccal’in bir şahıs olduğunu kabul edip, Hz. İsa ve Hz. Mehdi konusunda verdiği onlarca delil ve detaya rağmen onların birer şahs-ı manevi olabilecekleri ihtimalini öne sürmek çok yanlış bir yaklaşım olur. Yüksek ilim sahibi bir şahıs olan Bediüzzaman kuşkusuz ki tüm sözlerini, Müslümanları en doğru bilgilendirecek şekilde açıklamış, bu konuda da hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir üslupla “Deccal gibi Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin de BİRER ŞAHIS olduklarını” ifade etmiştir.

Ancak Harika ve Mu’cizatlı ve Umumun Makbulü
(Mucizeleri Olan ve Herkesin Kabul Ettiği) Bir Zat Olabilir Ki:

Bediüzzaman, Mesih Deccal’in fitnesini ortadan kaldırabilecek kişinin ise, Allah’ın rahmetiyle, mucizeleri olan ve insanların çoğunun kendisine tabi olduğu mübarek “BİR ZAT” olacağını söylemektedir. Sözünün devamında da bu kutlu kişinin Hz. İsa olduğunu bildirmektedir. Bu son derece açık ve farklı başka hiçbir düşünceye yer vermeyecek netlikte bir sözdür: Bediüzzaman açıkça “Hz. İsa (as)’ın BİR ŞAHIS olduğunu” ifade etmekte, bu kesin ifadesiyle onun bir şahs-ı manevi olabileceği yönündeki tüm düşünceleri kökten reddetmektedir. Bunun yanı sıra Bediüzzaman burada kullandığı “HARİKA VE MUCİZATLI VE UMUMUN MAKBULU BİR ZAT” sözleriyle, Hz. İsa (as)’ın yine bir şahıs olduğunu ortaya koyan önemli bazı özelliklerini vurgulamaktadır. Bediüzzaman “Hz. İsa (as)’ın harikalar ve mucizeler gösterebilen BİR ZAT olduğunu” belirtmiştir. Ayrıca “Hz. İsa (as)’ın insanların büyük bir kısmı tarafından kabul gören BİR ZAT olduğunu” hatırlatmaktadır. Kuşkusuz ki üstün bir ilme sahip olan Bediüzzaman bir şahs-ı manevinin mucize göstermesinin mümkün olmayacağını çok iyi bilmektedir. Aynı şekilde bir şahs-ı manevinin “umumun makbulü bir zat” olamayacağını da bilmekte, Hz. İsa’yı tanıtan tüm bu özellikleri çok bilinçli bir şekilde kullanarak onun “BİR ŞAHIS” olarak yeryüzüne ikinci defa geleceğini tüm Müslümanlara müjdelemektedir.

O Zat… Hz. İsa Aleyhisselam’dır:

Bediüzzaman, Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiği gibi Deccal’in fitnesini Hz. İsa (as)’ın ortadan kaldıracağını bildirmektedir:

Allah’ın düşmanı olan MESİH-İ DECCAL, İSA ALEYHİSSELAM’I GÖRÜNCE, TUZUN SUDA ERİDİĞİ GİBİ ERİR. Hz. İsa onu terk edip bıraksa bile helak oluncaya kadar eriyip gidecektir. Lakin ALLAH ONU BİZZAT İSA ALEYHİSSELAM’IN ELİYLE YOK EDECEKTİR. (Müslim, Kitabü’l Fiten: 34)

… DECCAL ORTALIĞA FİTNE SAÇARKEN CENAB-I HAK, MESİH MERYEM OĞLU İSA’YI GÖNDERİR… Nefesini idrak eden her kafir mutlaka yok olur. Hz. İsa Deccal ile Lüdd kapısında (Beytül Makdis’e yakın bir belde) karşılaşır ve ONU YOK EDER. (Sahih-i Müslim; Büyük Fitne Mesih-i Deccal, Saim Güngör, s. 104)

… Müteakiben HZ. İSA, DECCAL’İ ARAR ve nihayet Beytü’l Makdis’e yakın bir yer olan Bab-ü Lüdd (Lüdd Kapısı) denilen mevkide yetişerek, ONU YOK EDER. (Sahih-i Müslim, c. 4/2251-2255; İmam Şarani, Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, s. 491)

Bediüzzaman kullandığı “O ZAT” ifadesiyle, Hz. İsa (as)’ın “BİR ŞAHIS” olduğunu açıkça belirtmiştir. Bediüzzaman burada “İki veya üç zat” dememiştir. Aksine Hz. İsa (as)’dan bahsederken kullandığı tüm sözler hep “TEKİL” ifadelerdir; ve tümünde de “TEK BİR ŞAHISTAN” bahsetmektedir. Bediüzzaman bu açıklamalarıyla bir kez daha Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olmadığını, “MÜBAREK BİR İNSAN” olduğunu çok açık ifadelerle ortaya koymuştur.

2. Hatta  HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM’IN  NÜZULÜ (yeryüzüne inişi) dahi ve  KENDİSİ İSA ALEYHİSSELAM OLDUĞU, NUR-U İMANIN DİKKATİYLE (imanın ışığıyla) BİLİNİR; HERKES BİLEMEZ. Hatta DECCAL VE SÜFYAN GİBİ EŞHAS-I MÜDHİŞE (ürkütücü şahıslar) KENDİLERİ DAHİ KENDİLERİNİ BİLMİYORLAR…  (Şualar, s. 487)

Bediüzzaman, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeryüzüne ikinci kez geleceğini bildirmekte, ancak bu mübarek zat geldiğinde herkesin kendisini tanımayacağına dikkat çekmektedir:

Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın Nüzulü (Yeryüzüne İnişi):

Bediüzzaman “HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM’IN NÜZULÜ” sözleriyle Hz. İsa (as)’ın, Allah’ın bir mucizesi olarak ahir zamanda insani bedeniyle yeryüzüne ineceğini anlatmaktadır. Bediüzzaman verdiği bu bilgilerle Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda Hıristiyan toplumunun başında bir mana ya da manevi bir lider olarak değil, bizzat hidayet önderi “BİR ŞAHIS” olarak bulunacağını kesin ifadelerle açıklamaktadır.

Kendisi İsa Aleyhisselam Olduğu:

Bediüzzaman bu sözleriyle Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ilk indiği zaman, kendisinin de Hz. İsa olduğunu önceleri bilmeyeceğini, ancak daha sonra farkına varacağını bildirmiştir. “Böyle bir şuur ve bilincin bir şahs-ı manevi için söz konusu olamayacağı” çok açıktır. “BİLME” ve “ANLAMA” kavramları ancak “BİR İNSAN” için geçerli olabilir. Ancak “bir insan kendisinin kim olduğunu anlayabilir”, içerisinde bulunduğu durumu fark edebilir. Bediüzzaman da bu durumu çok iyi bilen bir kimse olarak bu sözleri kullanmış ve Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olmadığını açıkça ifade etmiştir. Bediüzzaman’ın bu gerçeği vurguladığı ifadelerinden biri de “KENDİSİ” kelimesidir. Bu kelime de yine “ŞAHIS” ifade eden bir kavramdır ve Bediüzzaman bu yolla “Hz. İsa (as)’ın maddi varlığı olan mübarek bİr ŞAHIS olarak geleceğini” tekrar dile getirmektedir.

Nur-u İmanın Dikkatiyle (İmanın Işığıyla) Bilinir; Herkes Bilemez

Bediüzzaman, çevresindeki insanların, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda beklenen peygamber olduğunu ancak “İMANLARIYLA FARK EDEBİLECEKLERİNİ” söylemiştir. Bu da yine Bediüzzaman’ın Hz. İsa (as)’dan bir şahs-ı manevi olarak söz etmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bediüzzaman burada açıkça insanların bir şahs-ı maneviyi değil, “BEKLEDİKLERİ BİR ŞAHSI” tanımalarından bahsetmektedir. Bediüzzaman ayrıca “HERKES BİLEMEZ” diyerek Hz. İsa (as)’ı herkesin tanıyamayacağını bir kez daha belirtmiştir. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi Hz. İsa ikinci kez yeryüzüne geldiğinde de samimi olarak iman edenler imanlarının vesilesiyle, Allah’ın izniyle bu mübarek zatı hemen tanıyacak, onun yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.

Deccal ve Süfyan Gibi Eşhas-ı Müdhişe (Ürkütücü Şahıslar) Kendileri Dahi Kendilerini Bilmiyorlar:

Bediüzzaman, bu sözleriyle Mesih Deccal ve Süfyan Deccal gibi, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’ye karşı inkara dayalı bir mücadele verecek olan ahir zaman şahıslarının da herkes tarafından teşhis edilemeyeceğine dikkat çekmektedir. Bediüzzaman burada kullandığı “EŞHAS-I MÜDHİŞE” sözlerinde geçen “EŞHAS-I” kelimesiyle, Süfyan ve Deccal’in “BİRER ŞAHIS” olduğunu belirtmektedir. Bediüzzaman eserlerinde şahıs anlamına gelen benzer kelimeleri Hz. İsa ve Hz. Mehdi için de kullanmaktadır. Süfyan ve Deccal’in şahıs olarak ortaya çıkacağını kabul edip, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin ise sadece şahs-ı manevilerinin olacağını düşünmek son derece çelişkilidir. Bediüzzaman’ın da bildirdiği gibi, Süfyan Deccal ve Mesih Deccal nasıl birer şahıs olarak ortaya çıkıyorlarsa, bunların fitnelerini ortadan kaldıracak olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi de Allah’ın izniyle ahir zamanda mübarek zatlarıyla ortaya çıkacaklardır.

3. Hattâ, “HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM GELİR, HZ. MEHDİ’YE NAMAZDA İKTİDA EDER (uyar), TABİ OLUR.” diye rivayeti BU İTTİFAKA (birleşmeye) VE HAKİKAT-I KUR’ANİYE’NİN METBUİYETİNE VE HAKİMİYETİNE (Kuran hakikatlerine uyulmasına ve tabi olunmasına) İŞaret eder. (Şualar, s. 493)

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde Hz. İsa (as)’ın, Hz. Mehdi’nin arkasında namaz kılacağını bildirmiştir:

İmamları salih bir insan olan Mehdi olduğu halde, Beytü’l Makdis’e sığınırlar. Orada imamları kendilerine sabah namazını kıldırmak için öne geçtiği bir sırada, bir de bakarlar ki, Meryem oğlu İsa sabah vaktinde inmiştir. Mehdi, Hz. İsa (as)’ı öne geçirmek için arkaya çekilir. Hz. İsa onun omuzlarına elini koyar ve ona der ki, “Geç öne namazı kıldır. Zira kamet (farz namazı kılmak için okunan ezan; namaza başlama işareti) senin için getirilmiştir.”… (Ebu Rafi’den rivayet edilmiştir; İmam Şarani, Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, s. 495-496)

Bediüzzaman, Peygamberimiz (sav)’in bu hadisine dikkat çekmekte, bu olayın Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin çıkışlarının önemli alametlerinden biri olduğunu hatırlatmaktadır. Bediüzzaman sözlerinde ayrıca Hz. İsa ve Hz. Mehdi döneminde Allah’ın izniyle, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olacağını ifade etmektedir. Bu hakimiyete, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin ittifakıyla yürütülecek büyük fikri mücadelenin vesile olacağını belirtmektedir.

Hazret-I İsa Aleyhisselam Gelir, Hz. Mehdi’ye
Namazda İktida Eder (Uyar), Tâbi Olur:

Bediüzzaman bu sözünde Peygamberimiz (sav)’in sahih hadisleri doğrultusunda “HZ. İSA’NIN, HZ. MEHDİ İLE BİRLİKTE NAMAZ KILACAĞINI” belirtmiştir. Namaz, Rabbimiz’in insanlar için farz kıldığı bir ibadettir. Şahs-ı manevilerin birlikte namaz kılması, namazda imamlık yapmaları mümkün değildir. Bediüzzaman da bu gerçeğin kuşkusuz ki çok iyi bilincindedir ve bu sözleriyle, Hz. İsa (as)’ın ve Hz. Mehdi’nin “BİRER ŞAHIS” olarak ortaya çıkacaklarını haber vermektedir. Hz. İsa, yeryüzüne önceki gelişinde namaz ibadetini yerine getirdiği gibi ikinci kez gelişinde de Allah’ın izniyle bu ibadetine devam edecektir. Kuran’da bu konu şöyle bildirilmektedir:

(İsa) Dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve HAYAT SÜRDÜĞÜM MÜDDETÇE, BANA NAMAZI VE ZEKATI VASİYET (EMR) ETTİ.” (Meryem Suresi, 30-31)

Ahir zamanda Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin mübarek şahısları ortaya çıkacak, Hz. İsa, Hz. Mehdi’nin imamlığında namaz kılacak, bu iki mübarek zatın yapacakları büyük fikri mücadele neticesinde İslam ahlakı yeryüzüne hakim olacaktır. Bediüzzaman pek çok sahih hadiste yer alan bu konuyu hatırlatarak, Hz. İsa ile Hz. Mehdi’nin geldiklerinde karşılıklı diyalog içerisinde olacaklarını bildirmektedir. Bunun için her iki kutlu şahsın da aynı dönemde ortaya çıkmaları ve biraraya gelmeleri gerekmektedir. Hz. İsa (as)’ın gelişi ve Hz. Mehdi’yle birlikte namaz kılmaları tüm dünya Müslümanları tarafından beklenmektedir.

4. İSA ALEYHİSSELAM’I NUR-U İMAN ile (imanın ışığıyla) TANIYAN veTABİ OLAN CEMAAT-İ RUHANİYE-İ MÜCAHİDİNİN (mücadele eden ruhani cemaatinin) KEMMİYETİ (sayısı), Deccal’in mektepçe ve askerce ilmi ve maddi ordularına nispeten çok AZ VE KÜÇÜK olmasına işaret ve kinayedir (maksadındadır). (Şualar, s. 495)

Bediüzzaman bu sözünde, ikinci kez yeryüzüne geldiğinde, Hz. İsa (as)’ı tanıyacak ve destekçisi olacak olan topluluğun özelliklerinden bahsetmektedir:

İsa Aleyhisselam’ı Nur-u İman İle (İmanin Işığıyla) Tanıyan:

Bediüzzaman bu sözünde bir kez daha Hz. İsa (as)’ın onu destekleyen cemaati tarafından “İMANIN NURU İLE TANINACAĞI”ndan bahsetmiş, açıkça Hz. İsa (as)’ın “BİR ŞAHIS” olduğunu ifade etmiştir. “TANINMA” fiili, burada “tanınacak bir kimse olduğunu” ifade etmekte ve Bediüzzaman’ın manevi bir varlığı değil, bizzat Hz. İsa (as)’ı kastettiğini ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra Bediüzzaman bu sözleriyle Hz. İsa (as)’ın ve onun şahs-ı manevisinin birbirinden ayrı kavramlar olduğunu belirtmektedir. Zira Bediüzzaman “Hz. İsa (as)’ı tanıyan bir topluluk”tan bahsetmekte, ayrıca “Hz. İsa (as)’ın da bu topluluk tarafından tanınacağını” bildirmektedir. Bir şahs-ı manevinin bir şahs-ı maneviyi tanıması ya da bir şahs-ı manevi tarafından tanınması hiçbir açıdan söz konusu değildir.

Ve Tabi Olan:

Bediüzzaman burada Hz. İsa’ya “TABİ OLAN” bir cemaatin varlığından söz etmektedir. Bir şahs-ı manevinin bir şahs-ı maneviye tabi olması elbette ki söz konusu değildir. Zira, bir şahs-ı maneviye değil, ancak bir şahsa tabi olunabilir. Bediüzzaman da bu ifadesiyle bu gerçeği dile getirmiş; Hz. İsa (as)’ın, kendisine uyan, tabi olan ve onun gösterdiği yolu izleyen cemaatinin, yani şahs-ı manevisinin başında “BİR ŞAHIS” olarak bulunacağını hatırlatmıştır. Hz. İsa ile aynı dönemde yaşamak, ona tabi olmak, havarileri gibi Allah yolunda bu mübarek zatın yardımcıları olmak, bütün Müslümanların talip oldukları büyük bir şereftir. Hadislerde ve Bediüzzaman’ın sözlerinde belirtildiği gibi Allah, Hz. Mehdi ve yanındakilere, Hz. İsa ve ona tabi olan az sayıdaki inananla aynı safta fikri mücadele yürütmeyi nasip edecektir. Bediüzzaman eserlerinde bu hak fikri mücadelenin kendisinden hemen sonraki bir dönemde gerçekleşeceğini belirterek Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin çıkışının onun yaşadığı yıllarda henüz gerçekleşmemiş olduğunu ifade etmiştir.

Cemaat-i Ruhaniye-i Mücahidinin (Mücadele Eden Ruhani Cemaatinin):

Bediüzzaman bu sözlerinde Hz. İsa (as)’ın, kendisini destekleyen, ona inanan ve gösterdiği yolu izleyen kimselerden oluşan bir cemaati olacağından bahsetmektedir. Bu cemaat Hz. İsa (as)’ın şahs-ı manevisini oluşturmaktadır. Ancak başında da bir lider ve bu şahs-ı maneviyi temsil eden şahıs olarak Hz. İsa bizzat bulunacaktır. Bediüzzaman da bu sözleriyle Hz. İsa (as)’ın şahsı ile onun şahs-ı manevisinin birbirinden iki ayrı kavram olduğunu vurgulamaktadır. Hz. İsa (as)’ın yüksek maneviyatını anlamak, ancak bu kutlu zatı algılayabilecek kapasitede maneviyata sahip insanlara nasip olacaktır. Bu topluluk Bediüzzaman tarafından “cemaat-i ruhaniye-i mücahidin” sözleriyle ifade edilmiştir. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi bu topluluk, ruhaniyeti, manevi derecesi yüksek ve Allah yolunda fikri mücadele eden, sürekli gayret içinde olan bir topluluktur.

Kemmiyeti (Sayısı)… Az ve Küçük:

Bediüzzaman Hz. İsa (as)’ın bir lider olarak başında bulunduğu topluluğun sayısının, Allah’ı inkar eden topluluğa kıyasla daha az ve küçük olduğunu bildirmektedir. Yüce Allah’ın Kuran’da bildirdiği gibi, “… Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galib gelmiştir.” (Bakara Suresi, 249) Ahir zamanda da Hz. İsa ve Hz. Mehdi’ye bağlı sayıları az ama Allah’a gönülden iman eden, salih müminler –Allah’ın izniyle- üstün gelecekler, Mesih Deccal’in fitnesini tam anlamıyla ortadan kaldıracaklardır. Bediüzzaman bu sözleriyle bir kez daha Hz. İsa (as)’ın bizzat temsil ettiği cemaatinden bahsetmekte, bu topluluğun niteliklerini anlatmaktadır. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi, bu mümin topluluğunun başındaki lider de Hz. İsa (as)’ın şahsıdır. Bediüzzaman bu yolla Hz. İsa (as)’ın manevi bir kişilik değil, temsil ettiği şahs-ı manevinin başında bulunan “BİR ŞAHIS” olduğunu belirtmektedir.

5. O kadar kuvvetlidir ve devam eder; YALNIZ HAZRET-İ İSA (AS) ONU YOK EDEBİLİR,  BAŞKA ÇARE OLAMAZ rivayet edilmiş. Yani,  ONUN MESLEĞİNİ VE YIRTICI REJİMİNİ BOZACAK, YOK EDECEK; ancak  SEMAVÎ VE ULVÎ, HALİS (vahye dayalı ve yüce, katıksız) BİR DİN İSEVÎLERDE ZUHUR EDECEK (ortaya çıkacak) VE HAKİKAT-İ KUR’ANİYEYE (Kuran’ın hakikatlerine) İKTİDA(tabi olan) VE İTTİHAD EDEN (İslamiyet ile birleşen) BU İSEVİ DİNİDİR Kİ, HAZRET-İ İSA (AS)’IN NÜZULÜ İLE (yeryüzüne inişiyle) O DİNSİZ MESLEK MAHVOLUR, YOK OLUR… (Şualar, s. 581)

Bediüzzaman bu sözünde Deccal’in fitnesini ancak Hz. İsa (as)’ın etkisiz hale getirebileceğine işaret eden bir hadise dikkat çekmiştir. Deccal’in inkara dayalı düzenini, saldırgan rejimini ortadan kaldıracak, “dinsizliği insanlar arasında yaymak ve mukaddesatı bozmak” olarak tarif edilen mesleğini bozacak olan kimselerin, Hz. İsa ve ona tabi olan samimi İseviler olduğunu belirtmiştir. Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişiyle Mesih Deccal’in dinsiz mesleği yok olup etkisiz hale gelecektir:

Yalnız Hazret-i İsa (A.S.) Onu Yok Edebilir, Başka Çare Olmaz:

Bediüzzaman bu sözleriyle, Peygamberimiz (sav)’in hadisleri doğrultusunda Deccal’i fikren etkisiz hale getirip, onun fitnesini dünya üzerinden kaldırabilecek kişinin yalnızca Hz. İsa olduğunu belirtmektedir. Bediüzzaman burada kullandığı “ONU” kelimesiyle, Deccal’in “BİR ŞAHIS” olduğunu dile getirmiştir. Bediüzzaman’a göre, bu şahsın inkara dayalı çabasını durduracak olan kişi ise yine “BİR ŞAHIS OLAN HZ. İSA”dır. Bediüzzaman’ın bu sözleri son derece açıktır. Buna rağmen Deccal’in bir şahıs, ama Hz. İsa (as)’ın manevi bir varlık olacağı düşüncesini benimsemek, hiç şüphesiz ki Bediüzzaman’ın verdiği bu bilgilerle açıkça çelişmektedir. Bediüzzaman, Deccal’i etkisiz hale getirebilecek tek şahsın Hz. İsa olduğunu açıkça belirtmiş ve tüm inananları bu değerli zatın yeryüzüne ikinci kez gelişiyle müjdelemiştir.

Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile.
(Saff Suresi, 8)

Onun Mesleğini ve Yırtıcı Rejimini Bozacak, Yok Edecek:

Bediüzzaman, Mesih Deccal’in fitnesinin tüm yeryüzünde büyük bir bozgunculuğa neden olacağına dikkat çekmektedir. Bu fitnenin tam anlamıyla ortadan kaldırılmasının ise Hz. İsa vesilesiyle olacağını bildirmektedir. Bediüzzaman, Mesih Deccal’in mesleğinin dinsizliği tüm yeryüzüne yaymak ve dinsizlikten dayanak bulan felaketler oluşturmak olduğunu belirtmektedir. Yeniden yeryüzüne döndüğünde Hz. İsa (as)’ın, Deccal’in neden olduğu felaket ve kötülükleri engelleyeceğini, onun mesleğini etkisiz hale getireceğini ve İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını müjdelemektedir. Bediüzzaman bu sözlerinde, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne maddi varlığı olan “BİR İNSAN” olarak geleceğini tekrar hatırlatmaktadır. “ONUN” kelimesiyle ise Deccal’in de bir şahıs olduğunu bir kez daha vurgulamış, bu şahsın yine “BİR ŞAHIS” olan Hz. İsa tarafından etkisiz hale getirileceğini ifade etmiştir.

Semavi ve Ulvi, Halis (Vahye Dayalı ve Yüce, Katıksız)
Bir Din İsevilerde Zuhur Edecek (Ortaya Çıkacak) ve
Hakikat-i Kur’aniyeye (Kuran’ın Hakikatlerine)
İktida (Tabi Olan) ve İttihad Eden (İslamiyet İle Birleşen)
Bu İsevi Dinidir Ki:

Hz. İsa Allah’ın mübarek bir elçisidir. Tüm peygamberler gibi, o da insanları bir ve tek olarak Allah’a iman etmeye, Allah’ın emrettiği din ahlakını yaşamaya davet etmiştir. Ancak Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltilmesinin ardından, Hıristiyanlık inancında bozulma olmuş, Hıristiyanlar Hz. İsa (as)’ın kendilerine tebliğ ettiği hak dinden uzaklaşmışlardır. Hz. İsa ikinci kez yeryüzüne geldiğinde, Hıristiyanlığı tahrif olmuş yönlerinden arındıracak, yeniden hak haline döndürecektir. Bediüzzaman da “HALİS BİR DİN İSEVİLERDE ORTAYA ÇIKACAK” sözleriyle bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bediüzzaman Hıristiyanlığın Kuran’a tabi olarak İslamiyet ile birleşeceğini bildirmiş ve tüm bu gelişmelerin Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişinin alametlerinden olacağını hatırlatmıştır. Bediüzzaman’ın müjdelediği bu gelişmeler henüz gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman da yaşadığı dönemde bu konuya dikkat çekerek, hem Hz. İsa (as)’ın ileri bir tarihteki gelişini müjdelemiş, hem de Hz. İsa ile aynı dönemde yaşayacak olan Hz. Mehdi’nin çıkışının da kendisinin döneminde henüz gerçekleşmemiş olduğunu vurgulamıştır.

Hazret-i İsa (A.S.)’ın Nüzulü İle (Yeryüzüne İnişiyle)
O Dinsiz Meslek Mahvolur:

Bediüzzaman, Kuran ayetlerinde yer alan işaretlere ve hadislerde verilen bilgilere dayanarak, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne yeniden geleceğini söylemektedir. Bediüzzaman burada kullandığı “NÜZUL” kelimesiyle, Hz. İsa (as)’ın “bir mana, bir ruh ya da temsili bir şahıs” değil, Allah’ın bir mucizesi olarak insani bedeniyle ikinci kez yeryüzüne gelecek “BİR ŞAHIS” olduğunu açıklamaktadır. Bediüzzaman, Deccal’in inkara dayalı çabalarının da, Hz. İsa (as)’ın “NÜZULÜ”yani “BİR ŞAHIS OLARAK YERYÜZÜNE GELİŞİ”nin ardından son bulacağını ifade etmektedir.

6. Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle HAZRET-İ İSA’NIN SEMAVİ NÜZULÜ (gökyüzünden inişi) KAT’İ (kesin) OLMAKLA BERABER; mana-yi işarisiyle (işaret ettiği manayla) başka hakikatleri (gerçekleri) ifade ettiği gibi bu hakikata da mucizane (mucizevi bir şekilde) işaret ediyor. (Kastamonu Lahikası, s. 50)

Bediüzzaman, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeniden yeryüzüne gelişinin kesin olduğunu ifade etmektedir:

Hazret-i İsa’nın Semavi Nüzulü (Gökyüzünden İnişi)
Kat’i (Kesin) Olmakla Beraber:

Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeniden yeryüzüne gelecek olması Kuran-ı Kerim’de ve hadislerde bildirilen bir gerçektir. Bediüzzaman da bu gerçeği dile getirmekte, hadislerde Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya geleceğinin açıkça bildirildiğini söylemektedir. Bu, samimi olarak iman edenler için çok kıymetli bir müjdedir. Allah’ın izniyle, ahir zamanda yaşayan müminler bu mucizeye tanıklık edecek, aradan geçen 2000 yılın ardından Hz. İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne gelişine şahit olacaklardır. Bediüzzaman bu sözünde kullandığı “KAT’İ” kelimesiyle, Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya dönüşünün “KESİN” bir gerçek olduğunu belirtmektedir. Bediüzzaman’ın Peygamberimiz (sav)’in hadislerine dayandırarak verdiği bu haber, aksi yöndeki tüm iddiaları geçersiz kılmaktadır.

7. … HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM, İSEVÎLİK ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEREK DİNSİZLİĞİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEN DECCAL’İ yok eder… (Mektubat, s. 6)

Bediüzzaman bu sözünde, Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez geleceğini ve Deccal’in fitnesini fikren etkisiz hale getireceğini bildirmektedir:

Hazret-i İsa Aleyhisselam, İsevilik Şahs-ı Manevisini Temsil Ederek:

Bediüzzaman bu sözünde “HZ. İSA’NIN HIRİSTİYANLIĞIN ŞAHSI MANEVİSİNİ TEMSİL ETTİĞİNİ” belirtmektedir. Bediüzzaman, tarih boyunca gönderilmiş tüm elçiler ve peygamberler gibi, Hz. İsa (as)’ın da onu destekleyen, ona inanan ve onu takip eden kimselerden oluşan bir şahs-ı manevisi olacağını bildirmektedir. Ancak Bediüzzaman “İSEVİLİK ŞAHS-I MANEVİSİNİ TEMSİL EDEREK” sözleriyle, Allah’ın adetullahına (Allah’ın kanununa) uygun olarak “HZ. İSA’NIN DA BU ŞAHS-I MANEVİNİN BAŞINDA BİZZAT BİR HİDAYET ÖNDERİ OLARAK BULUNACAĞINI” ifade etmektedir. Nitekim bir şahs-ı manevinin bir şahs-ı maneviyi temsil etmesi söz konusu değildir. Bir şahs-ı manevinin oluşabilmesi için, onun başında öncelikle “BİR ŞAHSIN” var olması gerekmektedir. Bediüzzaman da bu gerçeği vurgulayarak Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olmadığını, kendi şahs-ı manevisinin başında bulunacağını ve onlara bizzat önderlik edeceğini açıklamaktadır. Bediüzzaman’ın belirttiği bu gerçekler bir iki soru sorulduğunda da kolaylıkla anlaşılmaktadır:

1- İsevilik şahs-ı manevisini bir kişi temsil ediyor. Bu kimdir? Hz. İsa.

2- Hz. İsa kimi temsil ediyor? İsevilik şahs-ı manevisini.

Bu soruların cevapları Bediüzzaman’ın Hz. İsa (as)’dan ve şahs-ı manevisinden ayrı kavramlar olarak bahsettiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Dinsizliğin Şahs-ı Manevisini Temsil Eden Deccal’i:

Bediüzzaman aynı Hz. İsa gibi Deccal’in de bir şahs-ı manevisi olacağını belirtmektedir. Ancak Bediüzzaman “DİNSİZLİĞİN ŞAHS-I MANEVİSİNİ TEMSİL EDEN DECCAL’İ” sözleriyle, Deccal’in de yine “BİR ŞAHIS OLARAK BU ŞAHSI MANEVİNİN BİZZAT BAŞINDA BULUNACAĞINI” ifade etmektedir. Bediüzzaman eserlerinde, Peygamberimiz (sav)’in ahir zamanda geleceğini haber verdiği tüm isimlerin birer şahıs olduklarını çeşitli delillerle açıklamıştır. Deccal de bu ahir zaman şahıslarından biridir. Bediüzzaman Deccal’in bir şahıs olacağını ne kadar detaylandırarak açıkladıysa, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin birer şahıs olacakları konusunda da aynı açıklıkta deliller ortaya koymuştur. Kuşkusuz ki Bediüzzaman’ın bu anlatımlarından bir kısmını farklı yorumlayıp, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin birer şahs-ı manevi, ancak Deccal’in bir şahıs olacağını düşünmek çok yanlış bir yaklaşım olacaktır. Zira Bediüzzaman Deccal gibi, “Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin de BİRER ŞAHIS OLARAK geleceklerini” ısrarla tekrarlamış ve bunları delilleriyle birlikte açıklamıştır.

8. … Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad (birleşmeleri) neticesinde, dinsizlik cereyanına (akımına) galebe edip (galip gelip) dağıtacak istidadında (kabiliyette) iken ALEM-İ SEMAVATTA (gökler aleminde) CİSM-İ BEŞERİSİYLE (insani cismiyle, bedeniyle) BULUNAN ŞAHS-I İSA ALEYHİSSELAM O DİN-İ HAK CEREYANININ (hak dinin) BAŞINA GEÇECEĞİNİ bir Muhbir-i Sadık (doğru haber aktaran -Peygamberimiz (sav)’in sıfatlarından biri-), bir Kadir-i Külli Şey’in (herşeye muktedir olan Yüce Allah’ın) vaadine istinad ederek (dayanarak) haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem KADİR-İ KÜLLİ ŞEY (herşeye muktedir olan Yüce Allah) VAAD ETMİŞ ELBETTE YAPACAKTIR… (Mektubat, s. 53-54)

Bediüzzaman, Hıristiyanların Kuran’a dönerek İslamiyet’e tabi olmaları ve bu iki İlahi dinin birleşmeleri sonucunda kuvvetlenip, inkarcı felsefeleri yok edecek bir güç kazanacaklarını anlatmaktadır. Bu dönemde, Hz. İsa ikinci kez yeryüzüne gelip, bu kuvvetin başına geçecektir. Bediüzzaman, Peygamberimiz (sav)’in bu müjdeyi Allah’ın vaadine dayanarak haber verdiğini bildirmiş, Allah’ın, vaadini kesin olarak yerine getireceğini hatırlatmıştır:

Alem-i Semavatta (Gökler Aleminde) Cism-i Beşerisiyle
(İnsani Cismiyle, Bedeniyle) Bulunan:

Bediüzzaman bu sözünde, yakın bir gelecekte Hıristiyanlığın, dine sonradan sokulan bazı inanç ve uygulamalardan arınarak özüne döneceğini ve Kuran’a tabi olacağını anlatmaktadır. İslamiyet’e tabi olan Hıristiyanlığın, güçlerini Müslümanlarla  birleştireceklerini ve dinsizliğe karşı ortak bir fikri mücadele vereceklerini bildirmektedir. Bediüzzaman “ALEM-İ SEMAVATTA CİSM-İ BEŞERİSİYLE BULUNAN” sözleriyle, bedeni ile gökler aleminde bulunan Hz. İsa (as)’ın, yeryüzüne inerek bu mücadelenin başına geçeceğini ifade etmektedir. Bediüzzaman bu sözlerinde bedeni (cism-i beşerisi) ile yeryüzüne ineceğini bildirerek, Hz. İsa (as)’ın mübarek zatıyla “BİR ŞAHIS” olarak yeryüzüne geleceğini belirtmiştir. Bediüzzaman burada “İNSAN” anlamına gelen “BEŞER”kelimesini kullanarak Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi değil, “madde olarak varlığı olan bir şahıs” olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Şahs-ı İsa Aleyhisselam:

Bediüzzaman’ın burada kullandığı “ŞAHS-I İSA ALEYHİSSELAM” ifadesi, “HZ. İSA’NIN ŞAHSI”anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Bediüzzaman sözleriyle Hz. İsa (as)’ın “bir şahs-ı manevi olmadığı” konusuna kesin olarak açıklık getirmektedir. Hz. İsa ahir zamanda bir şahıs olarak ikinci kez yeryüzüne gelecek, Mesih Deccal’in fitnesini ortadan kaldıracak, Hz. Mehdi ile iş birliği yapacaktır. Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin vesile olmasıyla İslam ahlakı bütün dünyaya hakim olacaktır. Ahir zamanın bu büyük müjdeleri henüz gerçekleşmemiştir, İslam alemi tarafından bu kutlu gelişmelerin gerçekleşmesi beklenmektedir. Bediüzzaman da bu ifadesiyle, Hz. Mehdi’nin geçmiş dönemde çıktığı iddiasının yanlışlığını ortaya koymaktadır. Çünkü henüz, Hz. İsa (as)’ın gelişi ve Hz. Mehdi ile olan ittifakı gerçekleşmemiş, Mesih Deccal’in fitnesi tam anlamıyla ortadan kaldırılmamıştır. Kuşkusuz ki böylesine geniş çaplı gelişmeler bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edecektir. Kitle iletişim araçları vasıtasıyla herkesin anında haberdar olacağı ve yaşayacağı bu büyük değişim, ne Bediüzzaman’ın devrinde ne de bir başka zaman diliminde yaşanmamıştır.

O Din-i Hak Cereyanının (Hak Dinin) Başına Geçeceğini:

Bediüzzaman, “O DİN-İ HAK CEREYANININ BAŞINA GEÇECEĞİNİ” sözleriyle Hz. İsa (as)’ın, yeniden yeryüzüne geldiğinde gerçek İsevilerin lideri olacağını bildirmektedir. Hz. İsa (as)’ın gelişiyle, Hıristiyanlık batıl inanış ve hükümlerinden arınacak ve Kuran’a tabi olacaktır. Bediüzzaman’ın Hz. İsa’yla ilgili olarak haber  verdiği tüm bu gelişmeler, Hz. Mehdi’nin çıktığı aynı dönemlerde gerçekleşecektir. Ancak ne Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişi ve tüm İsevilerin liderliğini üstlenmesi ne de Hıristiyanların dinlerini batıl inanç ve uygulamalardan arındırarak İslam’a yönelmeleri henüz gerçekleşmemiştir. Bu gelişmelerle birlikte Hz. İsa (as)’ın Hz. Mehdi ile olan birlikteliği de henüz gerçekleşmiş değildir. Dolayısıyla Bediüzzaman, verdiği tüm bu bilgilerle bize Hz. Mehdi’nin geçmiş dönemlerde gelmemiş olduğunu, beklenen tüm bu gelişmelerin de Hz. Mehdi’nin çıkışının en açık alametlerinden olacağını müjdelemektedir.

Kadir-i Külli Şey (Herşeye Muktedir Olan Yüce Allah)
Vaad Etmiş Elbette Yapacaktır:

Bediüzzaman, bu kutlu olayların gerçekleşmesinin Yüce Allah’ın bir vaadi olduğuna dikkat çekmektedir. Allah Kuran’da tüm inananları, İslam ahlakının yeryüzüne hakim olacağı konusunda müjdelemektedir. Allah’ın bu vaadi bir ayette şöyle bildirilmiştir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Kuran’da Allah’ın vaadini muhakkak yerine getireceği ise şu şekilde haber verilmektedir:

(Bu,) Allah’ın vaadidir; Allah, vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 6)

… Doğrusu Allah, vaadinden cayıp-dönmez. (Al-i İmran Suresi, 9)

… Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez. (Rad Suresi, 31)

Allah’ın Kuran ayetlerinde bildirilen bu müjdeli vaadleri inşaAllah gerçekleşecektir. Bediüzzaman da sözlerinde Kuran’daki bu bilgilere dayanarak çok kesin bir ifade kullanmış, Allah’ın izniyle ahir zamanda bu olayların “KESİN OLARAK GERÇEKLEŞECEĞİNİ” hatırlatmıştır. Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde ve Bediüzzaman’ın sözlerinde ahir zamanla ilgili bildirilen gelişmeler bugüne kadar gerçekleşmemiştir. Nitekim Bediüzzaman “YAPACAKTIR” ifadesiyle “olmuş ya da olmakta olan” bir olayı değil, “İLERİDE OLACAK” olan bir olayı anlatmaktadır. Hz. İsa henüz ikinci kez yeryüzüne gelmemiştir. Bu mübarek şahsın ikinci kez gelişini tüm İslam ve Hıristiyan alemi beklemektedir. Hz. Mehdi ile olan ittifakı da henüz gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman da bu sözlerinde bu gerçeği hatırlatmış, Hz. İsa ve Hz. Mehdi’nin kendisinden “DAHA İLERİKİ BİR ZAMANDA GELECEKLERİNİ” müjdelemiştir.

9. Evet HER VAKİT SEMAVATTAN MELAİKELERİ (gökyüzünden melekleri) YERE GÖNDEREN ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (şekline sokan) (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri (cisim olmayıp gözle görülmeyen varlıkları; cin ve melekleri) âlem-i ervahtan (ruhlar aleminden) gönderip beşer suretine (insan şekline) temessül ettiren (sokan, cisimleyen), hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını (ruhlarını) cesed-i misaliyle (varlığı maddi olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden) dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal (herşeye muktedir olan Yüce Allah), HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM’I, İSA DİNİNE AİT EN MÜHİM BİR HÜSN-Ü HATİMESİ (güzel neticesi) İÇİN, değil  SEMA-İ DÜNYADA (gökler aleminde) CESEDİYLE (insani bedeniyle) BULUNAN VE HAYATTA OLAN HAZRET-İ İSA, belki ALEM-İ AHİRETİN (ahiret aleminin) EN UZAK KÖŞESİNE GİTSEYDİ VE HAKİKATEN ÖLSEYDİ, YİNE ŞÖYLE BİR NETİCE-İ AZÎME (büyük bir sonuç) İÇİN ONA YENİDEN CESED GİYDİRİP DÜNYAYA GÖNDERMEK, O HAKÎM’İN HİKMETİNDEN UZAK DEĞİL… belki O’nun hikmeti öyle iktiza ettiği için (gerektiği için) VAAD ETMİŞ VE VAAD ETTİĞİ İÇİN ELBETTE GÖNDERECEK. (Mektubat, s. 56-57)

Bediüzzaman, bir kez daha Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne gelişinin muhakkak gerçekleşeceğini bildirmekte ve meleklerin konumunu örnek vererek bu konuyu açıklamaktadır:

Her Vakit Semavattan Melaikeleri
(Gökyüzünden Melekleri) Yere Gönderen:

Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeniden dünyaya dönecek olması Rabbimiz’in mucizelerinden biridir. Bediüzzaman sözleriyle  Kuran’da ve hadislerde haber verilen bu açık gerçeği dile getirmekte ve Hz. İsa (as)’ın Allah’ın izniyle yeryüzüne ikinci kez gelişinin kesin bir gerçek olduğunu açıklamaktadır. Bediüzzaman, meleklerin de Allah’ın izniyle gerektiğinde yeryüzüne geldiklerini söylemekte, Hz. İsa (as)’ın da, Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde, yeryüzüne geri döneceğini ve Rabbimiz’in elçisi olarak insanları gerçek din ahlakına davet edeceğini anlatmaktadır. Melekler, insanların bildiği zaman ve mekan boyutundan farklı bir boyutta yaşarlar. Meleklerin yaşadığı boyutun, bizim bildiğimiz kavramların dışında olduğuna işaret eden bir ayet şu şekildedir:

(Bu azap) Yüce makamlar sahibi olan Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 3-4)

Ayette bildirilen “elli bin yıl olan bir gün” ifadesi, meleklerin bizim sınırlı olduğumuz zaman kavramı ile sınırlı olmadıklarını göstermektedir. Ayrıca insanın bildiği zaman kavramının ötesinde bir yaşam daha olduğunun ve bu yaşamın dünyadakine benzer bir zaman veya mekan kavramına bağımlı olmadığının delillerinden biridir. Hz. İsa (as)’ın da böyle bir boyutta yaşıyor olması mümkündür. (En doğrusunu Allah bilir.) Meleklerin, Allah’ın dilediği vakitte takdir ettiği bir iş için dünyaya geliyor olmaları ise, diğer boyutlardan bizim boyutumuza geçişin Rabbimiz’in izin vermesiyle mümkün olduğunu göstermektedir. Kuran’da meleklerin, kimi zaman Allah’ın insanlara vahyini iletmek, kimi zaman da müminlere yardım etmek ve onlara destek olmak için Allah’ın izniyle yeryüzüne indikleri bildirilmektedir:

Sen müminlere: “Rabbiniz’in size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım iletmesi size yetmez mi?” diyordun. (Al-i İmran Suresi, 124)

Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: “Ben’den başka İlah yoktur, şu halde Ben’den korkup-sakının” diye uyarın. (Nahl Suresi, 2)

Ayrıca, Kuran’da Hz. İbrahim’e ve Hz. Lut’a meleklerin elçiler olarak gelip kavimlerine gelecek azabı haber verdikleri; Hz. Zekeriya’ya gelip onu bir çocuk ile müjdeledikleri; Hz. Meryem’e gelip kendisinin seçkin kılındığını ve Hz. İsa (as)’ın doğumunu haber verdikleri bildirilmektedir. Kuran-ı Kerim’in Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e Cebrail aracılığı ile vahyedilişi ve Efendimiz (sav)’in Cebrail’i görmesi de anlatılmaktadır. Bediüzzaman da meleklerin bu konumunu örnek vererek, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda insani bedeniyle ikinci kez yeryüzüne gelişinin Allah’ın adetullahına uygun olduğunu ve Allah’ın bu vaadinin gerçekleşeceğini bildirmektedir.

Hazret-i İsa Aleyhisselam’ı, İsa Dinine Ait
En Mühim Bir Hüsn-ü Hatimesi (Güzel Neticesi) İçin:

Bediüzzaman “HZ. İSA DİNİNE AİT MÜHİM BİR HÜSN-Ü HATİMESİ İÇİN” sözleriyle Rabbimiz’in “ÖNEMLİ BİR GÜZEL NETİCE” için Hz. İsa (as)’ı ikinci kez yeryüzüne göndereceğini müjdelemektedir. Hz. İsa (as)’ın yeniden yeryüzüne gelmesiyle, Hıristiyanlık batıl olan bütün inanış ve uygulamalarından arınacak ve İslam’a dönecektir. Bu vesileyle, Hıristiyanlık Hz. İsa’ya vahyedilmiş hak haline dönecek, Müslümanlarla gerçek İseviler arasında ittifak gerçekleşecek, bu hak ittifak yeryüzüne barış ve huzur getirecektir.

Sema-i Dünyada (Gökler Aleminde) Cesediyle
(İnsani Bedeniyle) Bulunan ve Hayatta Olan Hazret-i İsa:

Bediüzzaman, bu sözleriyle Hz. İsa (as)’ın da tıpkı melekler gibi, Allah Katında diri olduğunu ve Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde yeryüzüne geleceğini söylemektedir. Melekler, Allah’ın dilemesiyle çeşitli dönemlerde yeryüzüne inmekte ve tekrar Allah Katına çıkmaktadırlar. Ancak onların Allah Katına çıkıyor olmaları, elbette dünyada bizim bildiğimiz kavramlara göre yok olmaları anlamına gelmemektedir. Sadece başka bir boyuta geçmekte, bizim kavrayışımız dışında yaşamlarına devam etmektedirler. Benzer bir şekilde Hz. İsa (as)’ın Allah Katına alınmış olması da, öldüğü anlamına gelmez. Nitekim, pek çok ayette Hz. İsa (as)’ın ölmediği açık olarak bildirilmekte, hadislerle de bu gerçek bir kez daha teyit edilmektedir. Hz. İsa da bizim kavrayamadığımız bir boyutta diridir. Ayrıca, meleklerin iki boyut arasında, Allah’ın dilemesiyle, hareket ediyor olmaları, Rabbimiz dilediği takdirde bunun çok kolay olduğunu göstermektedir.

Hz. İsa da, Allah’ın takdir ettiği vakit geldiğinde, yeryüzüne geri dönecek ve Rabbimiz’in elçisi olarak insanları gerçek din ahlakına davet edecektir. Bediüzzaman da bu sözleriyle bu gerçeği dile getirmektedir. Bediüzzaman “SEMA-İ DÜNYADA CESEDİYLE BULUNAN VE HAYATTA OLAN HAZRET-İ İSA”sözleriyle Hz. İsa (as)’ın ölmediğini, halen hayatta olduğunu ve insani bedeniyle ikinci kez yeryüzüne geleceğini bildirmektedir. Bediüzzaman verdiği bu bilgilerle, Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olmadığını açıkça ortaya koymakta, bu mübarek peygamberin ahir zamanda Allah’ın bir mucizesi olarak ikinci kez“İNSANİ BEDENİYLE BİR ŞAHIS OLARAK YERYÜZÜNE GELECEĞİNİ” müjdelemektedir.

Alem-i Ahiretin (Ahiret Aleminin) En Uzak Köşesine Gitseydi
ve Hakikaten Ölseydi, Yine Şöyle Bir Netice-i Azîme
(Büyük Bir Sonuç) İçin Ona Yeniden Cesed Giydirip
Dünyaya Göndermek, O Hakîm’in Hikmetinden Uzak Değil:

Bediüzzaman bu sözleriyle Rabbimiz’in gücünün sonsuz olduğunu ve her dilediğini yapmaya Kadir olduğunu hatırlatmakta ve Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne gelişinin Allah’ın izniyle kesin olarak gerçekleşeceğini belirtmektedir. Bediüzzaman’ın, Hz. İsa (as)’ın gelişini Rabbimiz’in sonsuz gücünü dile getirerek anlatması, kuşkusuz ki bu konuda ne kadar kesin bir kanaat taşıdığının en açık göstergelerindendir. Bediüzzaman ayrıca burada bir örnek vermekte ve“HAKİKATEN ÖLSEYDİ, yine şöyle bir netice-i azime (büyük bir sonuç) için ona YENİDEN CESED GİYDİRİP DÜNYAYA GÖNDERMEK, O HAKİM’İN  HİKMETİNDEN UZAK DEĞİL” demektedir. Bediüzzaman bu sözleriyle açıkça “BİR İNSAN”dan bahsettiğini ve Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olmadığını ortaya koymaktadır. Rabbimiz’in takdiriyle Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda “BİR ŞAHIS” olarak ikinci kez yeryüzüne gelişini bir kez daha müjdelemektedir.

Vaad Etmiş ve Vaad Ettiği İçin Elbette Gönderecek:

Allah, Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya geleceğini bildirmiştir. Bu vaadini muhakkak yerine getirecektir. Tüm bu deliller, Allah’ın gücünü ve kudretini gereği gibi takdir edemedikleri için Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve yeryüzüne geri döneceği gerçeğini reddetmeye çalışan kimselerin, büyük bir yanılgı içinde olduklarının göstergesidir. Unutmamak gerekir ki, Allah üstün güç ve kudret sahibi, herşeye kadir olandır. Dilediğini dilediği şekilde yaratır. İlmi sonsuzdur. Allah’ın belirlediği süre geldiğinde, büyük bir mucize gerçekleşecek ve Hz. İsa dünyaya geri dönecektir. Bu gerçek, ayetlerle ve hadislerle müjdelenmiştir ve tüm iman edenlerin üzerinde düşünmesi gereken bir harikadır. Bediüzzaman da Allah’ın bu vaadini dile getirmiş, Kuran’da bildirildiği gibi Rabbimiz’in kesin olarak vaadinden dönmeyeceğini hatırlatarak Hz. İsa (as)’ın insani bedeniyle yeryüzüne ikinci kez gelişinin “KESİN BİR GERÇEK” olduğunu müjdelemiştir.

10. … HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM GELDİĞİ VAKİT, herkes ONUN HAKİKÎ İSA, olduğunu bilmek lâzım değildir. ONUN MUKARREB VE HAVASSI (derin imanlı yakın talebeleri), nur-u iman (imanın ışığı) ile ONU TANIR. Yoksa bedahet (birdenbire ve açıkça) derecesinde HERKES ONU TANIMAYACAKTIR… (Mektubat, s. 60)

Bediüzzaman, yeryüzüne ilk döndüğü yıllarda Hz. İsa (as)’ı tanıyabilecek insanların sayısının çok az olacağını bildirmiştir. Buna göre, ancak yakın çevresi ve derin iman sahibi talebeleri Hz. İsa (as)’ı imanlarının nuru ile tanıyabilecek, fakat toplumun geneli onun açıkça Hz. İsa olduğunu bilmeyecektir:

Hazret-i İsa Aleyhisselam Geldiği Vakit:

Bediüzzaman “HZ. İSA ALEYHİSSELAM GELDİĞİ VAKİT” sözleriyle birkaç önemli konuya açıklık kazandırmaktadır. Bediüzzaman “GELDİĞİ VAKİT” ifadesiyle öncelikle Hz. İsa (as)’ın “KESİN OLARAK GELECEĞİNİ” müjdelemektedir. Buradaki “GELME” fiiliyle ise Bediüzzaman Hz. İsa (as)’ın “manevi bir varlık” olmadığını “BİR ŞAHIS” olduğunu açıklamaktadır. Bir şahs-ı manevinin “gelmesi” söz konusu değildir. Bir şahs-ı manevi ancak “oluşabilir”. “GELME” eylemi“bir insanın yapabileceği bir fiil”dir. Bediüzzaman da bu sözleriyle bu önemli farkı vurgulamakta ve Hz. İsa (as)’ın bir şahıs olarak yeryüzüne geleceği konusuna kesinlik kazandırmaktadır.

Onun Hakikî İsa:

Bediüzzaman, “ONUN HAKİKİ İSA” ifadesiyle, Hz. İsa (as)’ın manevi bir varlık değil “BİR İNSAN” olacağını bir kez daha açıklamaktadır. Bediüzzaman“HAKİKİ İSA” diyerek, “BİR KİŞİ”den bahsetmekte, Hz. İsa (as)’ın başka şahıslardan olan farkını ise “HAKİKİ” kelimesiyle netleştirmektedir. Bediüzzaman ayrıca burada kullandığı kişilik ifade eden “ONUN” sözüyle de Hz. İsa (as)’ın “BİR ŞAHIS” olduğunu bir kez daha dile getirmektedir. Bediüzzaman ayrıca buradaki “HAKİKİ İSA” sözleriyle Hz. İsa (as)’ın, yeryüzüne ikinci kez gelişinde, yine hepsi birer şahıs olan “sahte Mesihler”den farklı olacağını vurgulamış ve bu mübarek zatın “GERÇEK HZ. İSA” olacağını belirtmiştir. Hz. İsa geldiğinde, Kuran ayetlerinde ve Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde bildirilen işaretlere uygun özellikleriyle, bu sahte mesihlerden ayırt edilecek ve Bediüzzaman’ın belirttiği gibi “hakiki Hz. İsa” olacaktır.

Onun Mukarreb ve Havassi (Derin İmanlı Yakın Talebeleri):

Bediüzzaman burada “MUKARREB VE HAVASSI” diyerek Hz. İsa (as)’ın “DERİN İMANLI YAKIN TALEBELERİ” olacağından bahsetmiştir. Bir şahs-ı manevinin “talebeleri” ya da “yakın çevresi” olacağından bahsedebilmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak bir insanın talebeleri olabilir. Kuşkusuz Bediüzzaman da bu gerçeği çok iyi bilmektedir. Hz. İsa (as)’ın talebelerinden bahsederek, onun bir şahs-ı manevi olmadığını Müslümanlara açıklamakta, mübarek şahsıyla talebelerinin başında bizzat bulunacağını haber vermektedir.

Onu Tanır:

Bediüzzaman burada geçen “ONU” kelimesiyle, yine Hz. İsa (as)’ın “BİR ŞAHIS” olarak geleceğini ifade etmektedir. Bediüzzaman’ın kullandığı “TANIR” ifadesi ise, bu konuyu hiçbir itiraza yer bırakmayacak şekilde netleştirmektedir. “TANIMA” durumu ancak “BİR İNSAN”“BİR ŞAHIS” için söz konusu olabilir. “Yakın çevresinin bir şahs-ı maneviyi tanıması” elbette ki mümkün değildir. Ancak Bediüzzaman derin imanlı yakın talebelerinin imanın nuru ile Hz. İsa (as)’ı tanıyabileceklerini belirtmektedir. Bediüzzaman bu bilgiyi verirken elbette ki bu gerçeklerin farkındadır. Bediüzzaman bu açıklamaları son derece bilinçli bir şekilde yapmış ve bu yolla Hz. İsa (as)’ın, iman sahipleri tarafından tanınabilecek “BİR ŞAHIS” olduğunu kesin olarak delillendirmiştir.

Herkes Onu Tanımayacaktır:

Bediüzzaman “HERKES ONU TANIMAYACAKTIR” sözleriyle Hz. İsa (as)’ı ilk geldiği yıllarda herkesin bilip anlayamayacağını, dolayısıyla toplumun genelinin onu tanıyamayacağını ifade etmektedir. Bediüzzaman bu sözleriyle yukarıda anlatılan ve insanlara ait bir durum olan “TANINMA” özelliğine bir kez daha dikkat çekmektedir. Eğer Bediüzzaman Hz. İsa (as)’ın bir şahs-ı manevi olduğu kanaatinde olsaydı, böyle bir açıklama yapmaz. Hz. İsa (as)’ın tanınmasından bahsetmezdi. Ama Bediüzzaman  “ONU” kelimesiyle Hz. İsa (as)’ın “BİR ŞAHIS” olduğunubelirtmiş ve sonra da açıkça onu kimlerin tanıyamayacağını açıklayarak, bu durumu bir kez daha vurgulamıştır.

Hz.İsa (as) Geldiğinde Dünya Barış ve Huzurla Dolacak

Kitap boyunca incelediğimiz delillerin hepsi hiç şüphesiz iman edenler için önemli bir müjdedir. Hz. İsa (as)’ın ölmediği ve yeniden dünyaya gelecek olması gerek ayetlerde gerekse hadislerde açık olarak bildirilmiştir. Yaklaşık iki bin yıldır dünya üzerinde olmayan mübarek ve değerli şahsın, aradan geçen bunca zamandan sonra yeniden gelecek olması iman edenlerin, imani şevklerini ve azimlerini güçlendiren tarihi bir harikadır. Böylesine büyük bir olaya hazırlanmanın gittikçe aciliyet kazandığı ise yaşanan pek çok olayla açıkça görülmektedir. Hadislerde ve bazı ayetlerde yer alan işaretlerin ortaya koyduğu gerçek, Hz. İsa (as)’ın geliş vaktinin iyice yaklaştığıdır. İçinde bulunduğumuz dönem, hadislerde Hz. İsa (as)’ın gelişinin, ahir zamanın ve kıyametin alametleri olarak sayılan pek çok gelişmenin yaşandığı bir dönemdir. Haber verilen alametlerin onlarcası gerçekleşmiştir, üstelik yine tıpkı hadislerde haber verildiği gibi ardı ardına… Fırat’ın suyu kesilmiş, iki Müslüman ülke arasında büyük savaş yaşanmış, gökyüzünde olağanüstü olaylar olmuş, Ramazan ayında Güneş ve Ay tutulmuş, doğal felaketler artmış, çok sayıda insanın hayatını kaybettiği büyük felaketler yaşanmış, hadislerde belirtilen ahlaki bozukluk ve dejenarasyon örnekleri tüm dünya çapında yaygınlaşmıştır. (Hz. İsa (as)’ın gelişinin 123 alametini öğrenmek için bkz.http://www.hazretiisagelecek.com)

Tüm bu yaşananlar, yakın bir süre içinde –hatta pek çok insanın tahmin ettiğinde de kısa bir zaman zarfında- daha da tarihi ve büyük olayların yaşanacağına işaret etmektedir. Allah’ın izniyle, belki on belki de yirmi yıl içinde insanlık Hz. İsa (as)’ın gelişine tanıklık edecektir. Hiç şüphesiz, bir insanın tarihin en büyük harikalarından biri olan bu mucizeye tanık olma ihtimalinin olması bile olağanüstü bir durumdur. Bu kitabı okuyan pek çok kişi, Allah izin verirse, bu döneme şahit olacak ve Hz. İsa ile karşılaşacaktır. Bu durumda yapılan hazırlıkların hızlandırılması, her müminin bu büyük olaya hazırlanmaktan kendisini alıkoyabilecek şeylerden yüzçevirerek, dikkatini bu konu üzerinde yoğunlaştırması gerekir. Hz. İsa geldiğinde, tüm Müslümanlar İslam ahlakının gereği olan birlik ve beraberlik ruhu içinde olmalıdırlar. İnkarcı ideolojilerin fikri olarak ortadan kaldırılması için gayret etmeli, İslam ahlakını mümkün olduğunca çok yaymalı, insanları en güzel şekilde doğruya davet etmelidirler.

Hz. İsa (as)’ın Deccaliyet’e karşı vereceği mücadelede onun en kuvvetli destekçileri olabilmek için kendilerini her yönden geliştirmelidirler. Hz. İsa gibi Allah Katında seçkin, onurlu ve değerli bir misafire en iyi şekilde hazırlık yapan ve ona layık bir ortam hazır edebilmek için gayret edenlerden olabilmek dahi müminler için büyük bir şereftir. Şu an tüm iman edenlerin bu şerefe erişme imkanı vardır ve bu imkanı en verimli şekilde değerlendirmek herkesin sorumluluğudur. Ayrıca unutmamak gerekir ki, on-yirmi yıl insan hayatında çok hızlı geçen bir süredir. Bundan on beş yıl önce 2000 yılının gelmesini bekleyen insanlar nasıl geçtiğini anlamadan 2000 yılına girdiler ve 2000 yılının ilk yıllarını nasıl hızla geçtiğinin farkına bile varmadan geride bıraktılarsa, Hz. İsa (as)’ın geleceği günlerde hiç umulmadığı kadar çabuk gelebilir.

Pek çok kişi Hz. İsa geldiğinde nasıl bir ortam olacağına dair haklı bir merak içinde olabilir. Bu bilgi de hadisler de detaylı olarak verilmiştir. Hz. İsa geldiğinde öncelikle, Deccal’i ortadan kaldıracak ve onun kurmuş olduğu sapkın sisteme son verecektir. Tüm insanları Allah’ın Kuran’da bildirdiği hak dini yaşamaya davet edecek, Deccaliyet’in ortadan kalkmasıyla insanlar akın akın din ahlakını yaşamaya yöneleceklerdir. Gerçek din ahlakının yaşanması insanlara hem manen hem madden huzur ve rahatlık getirecektir. Dünya üzerindeki tüm çatışma ve kavgalar son bulacak, anlaşmazılıkların hepsi barışcıl yollarla çözüme kavuşacaktır. Ahlaki bozukluklardan kaynaklanan tedirginlik ve korkular yerini güvenliğe bırakacaktır.

Adalet tüm dünyaya hakim olacak, yaşlıların daha genç, çocukların ise olgun olmak istedikleri altın bir çağ yaşanacaktır. İnsanları tedirgin eden tüm fiziki ve zihinsel baskıların ortadan kaldırılması ve din ahlakının eksiksiz yaşanmasıyla, dünya tarihin en güzel sanat eserleri üretilecek, bilim ve teknolojide müthiş ilerlemeler kaydedilecektir. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, insanlar güzellik, zenginlik ve bereketle karşılaşacaklardır. Dünyanın yaşayacağı bu altın çağ hadislerde detaylarıyla anlatılmıştır, ilerleyen bölümlerden hadislerin ışığında Hz. İsa (as)’ın dünyaya getireceği güzellikler anlatılacaktır.

Hz. İsa İslam Ahlakını Hakim Edecektir

Kırk (40) yıl Allah’ın kitabı ve benim sünnetimle hükmeder, vefat eder.117

Hz. İsa, Ümmet-i Muhammed’e peygamber olarak değil, şeriat-ı Muhammediyyeyi tatbik etmek için gelecektir.118

Hz. İsa (as) inecek ve Resulullah Efendimiz (sav)’in şeriatına tabi olacaktır.119

Hazreti Muhammed (sav)’in şeriatı üzerine hüküm verecek, kendisi Peygamber olduğu halde Peygamber’e tabi olacak ve Muhammed (as)’in ümmetinden olacak. Peygamberin ümmeti ve sahabisi olacak… Öyleyse o, sahabelerin en efdali olacak…120

Onunla (İsa ile) benim aramda hiçbir peygamber yoktur. O şüphesiz inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyın! O, orta boylu, beyaza çalar kırmızı renktedir. Sarıya boyalı iki elbise içinde olacak. Yağmur yağmasa da saçından su damlayacaktır. İnsanlarla İslam için savaşacaktır. Mesihu’d-Deccal’i öldürecek, sonra yeryüzünde tam kırk sene kalacak. Sonra ölecek ve namazını Müslümanlar kılacaklardır.121

İslamdan başka (hiçbir dini) kabul etmeyecek… Din muttehid olacak… Allah’tan başka hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ibadet edilmeyecek…122

Hz. İsa Döneminde Yeryüzü Barışla Dolacak

Kap su ile dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Hiçbir kimse arasında bir düşmanlık kalmayacaktır. Ve bütün düşmanlıklar, boğuşmalar, hasetleşmeler muhakkak kaybolup gidecektir.123

Savaş (erbabı) da ağırlıklarını (silah ve malzemelerini) bıracak.124

Harp (erbabı) ağırlıklarını (yani silah ve saireyi) bırakır.125

Düşmanlık, küsüşme ve kıskançlık ortadan kalkacaktır.126

Zehirli haşarat ve hayvanlardan zehri bertaraf edecek, çocuklar yılan ve akreplerle oynaşacak… Onların çocuklara bir zararı dokunmayacak. Kurt koyunla otlayacak da koyuna bir zararı dokunmayacak… Yeryüzü sulh ve selametle dolacak, mücadele ve dövüşmek, harb ve saldırılar ortadan kalkacak…127

Denildi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Neden at o kadar ucuz olacak? ” “Harp olmayacağı için ona pek lüzum kalmayacak.”128

Hz. İsa Dünyaya Adalet Getirecek

İsa (as) ümmetim içinde, adil bir hakem, tam adaletli bir imam -hükümdar- olarak bulunur. (Hıristiyanların) haçını kırar, domuzu öldürür, cizye vergisini kaldırır, sadakayı terk eder de ne koyuna ne de deveye karşı itibar edilmez. Bütün düşmanlıklar, buğuzlaşmalar zail olur kalkar… Yeryüzü gümüş tabak gibi olur ve Hazreti Adem zamanındaki gibi (bol) bitkilerini bitirir…129

Meryem oğlu İsa, Hz. Muhammed (sav)’i tasdik ederek, onun milleti (dini) üzere bir imam olarak ve adaletli bir hakem (hüküm verici) olarak inecek ve Deccal’i öldürecek.130

Meryem’in oğlu İsa, hidayet edici bir imam ve adaletli bir hakem (hakim) olarak inecektir.131

İnsanlar Güven İçinde Olacaklar

Yeryüzüne öyle bir emniyet (güvence) gelecektir ki, yılanlar develerle, kaplanlar ineklerle, kurtlar da koyunlarla beraber otlayacak, çocuklar da yılanlarla oynayacak, yılanlar onlara zarar vermeyecektir.132

İnsanlar arasındaki düşmanlıklar ve kin kalkacak. Akrep ve yılanların zehirleri olmayacak, hatta bir çocuk eliyle yılanla oynayacak da yılan onu sokmayacak. Kız çocuğu arslanı kaçırmaya zorlayacak da arslan ona ilişmeyecek. Kurt, koyunlar arasında sanki bir çoban köpeği imiş gibi bekleyip duracak.133

İnsanlar arasında sebebleri ortadan kalktığı için kin ve husumete yer vermeyecek…134

Hz. İsa döneminde çok büyük bolluk olacaktır

… Mal da o kadar çoğalacaktır ki, hiçbir kimse mal kabul etmeyecektir.135

Meryem oğlu (İsa) iner ve Deccal’i öldürür. Ondan sonra kırk yıl bol nimet içinde yaşarsınız.136

Her tarafta  yemek kazanları kaynayacak, misli görülmemiş bir bolluk yaşanacak, mala rağbet olmayacak.137

İsa (as)’ın zekatı terk etmesi de malın bolluğu ve zekata muhtaç fakirin kalmaması sebebiyledir.138

Sonra kırk sene ömür sürecek. Onun zamanında kimse ölmeyecek. Kişi, koyun ve hayvanlarına (haydi gidin, otlayın) diyecek; onlar gidecekler, ekinin ortasından geçtikleri halde bir başak bile ağızlarına almayacaklar. Yılan ve akrepler kimseye eza etmeyecekler. Yırtıcı hayvanlar kapılarının önünde duracak da kimseye zararları dokunmayacak. Kişi bir ölçek buğdayı alıp öküzsüz ve sapansız ekecek, karşılığında yedi yüz ölçek buğday alacak.139

Artık o gün (öyle bolluk olur ki on ile kırk kişi arasında) bir cemaat bir tek nar meyvesinden ye(yip doya)rlar ve o nar kabuğunun çanağı ile de gölgelenirler. Sütlere de  Allah Teala tarafından o derece bereket ihsan edilir ki bir tek sağmal devenin sütü büyük bir insan topluluğuna muhakkak kafi gelir. Bir sağmal sığırın sütü insanlardan bir kabileye muhakkak yeterli gelir. Bir sağmal koyunun sütü akrabalardan meydana gelen bir soy topluluğuna muhakkak kafi gelir.140

Sonuç

Hz. İsa (as)’ın Allah Katında diri olduğunun ve yeniden yeryüzüne geleceğinin delilleri ile müjdelendiği bu kitap, temenni ederiz ki, bu konuda tereddüte kapılanların şüphelerini ortadan kaldırmış, bu gerçeğin aksini iddia edenlerin yanılgılarını anlamalarını sağlamış ve pek çok Müslümanın Hz. İsa (as)’ın gelecek olmasının sevincini ve heyecanını duymasına aracı olmuştur.

Son olarak üzerinde durmak istediğimiz bir diğer önemli konu da Hz. İsa Allah’ın izniyle geldiğinde inananların kendisini nasıl tanıyacağıdır. Hz. İsa (as)’ın gelişi konusunda en çok tartışılan konulardan birinin de sahte mesihlerin ortaya çıkışı olduğu düşünülürse, bu konunun açığa kavuşturulmasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bazı kimseler, Hz. İsa (as)’ın gelişi konusunu sahte mesihlere zemin hazırladığı endişesi ile gündemde tutmaktan kaçınmaktadırlar. Bu, yanlış bir tutumdur. Herşeyden önce, sahte mesihlerin ortaya çıkışı Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelecek olmasının önemli alametlerindendir. (bkz. Harun Yahya, Hz. İsa (as)’ın Geliş Alametleri, Araştırma Yayıncılık, Kasım 2003) Daha da önemlisi, Hz. İsa yeniden dünyaya geldiğinde yaptığı her tavrıyla hikmetli ve benzersiz olacak, bu alametlerle diğer insanlardan ayrılacak ve hiçbir ispata gerek duymadan hemen tanınabilecektir. Sahte mesihlerin kendilerini ispata çalışmaları ise onların sahteliklerinin en açık delilidir.

Hz. İsa (as)’ı sahte mesihlerden ayıran en önemli özelliklerden bir diğeri de, yeryüzünde hiçbir akrabası veya onu tanıyan kimsenin bulunmayacak olmasıdır. Hz. İsa yeniden yeryüzüne geldiğinde çevresinde kendisini önceden tanıyan hiç kimse olmayacaktır. Onun fiziksel özelliklerini, simasını ya da ses tonunu bilen tek bir kişi dahi çıkmayacaktır. Dünya üzerinde tek bir kişi “ben onu daha önceden tanıyorum, filanca zaman görmüştüm, onun ailesi ve yakınları şu kimselerdir” gibi bir iddiada bulunamayacaktır. Çünkü onu tanıyan tüm insanlar bundan yaklaşık olarak 2000 sene kadar önce yaşamış ve ölmüşlerdir. Annesi Hz. Meryem, Hz. Zekeriya, onunla yıllarını geçirmiş olan havarileri, dönemin Yahudi önde gelenleri ve bizzat Hz. İsa’dan tebliğ almış olan insanlar vefat etmişlerdir. Dolayısıyla ikinci kez yeryüzüne gelişinde, onun doğumuna, çocukluğuna, gençliğine ve yetişkinliğine şahit olmuş tek bir kimse olmayacak ve onun hakkında hiç kimse hiçbir şey bilmeyecektir. Tek bir çocukluk resmi bulunmayacak; hiçbir insan onun geçmişine dair bir hatraya sahip olmayacaktr. Kuşkusuz bu durum, “sahte mesih” tehlikesini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne yeniden gelişinde, onun Hz. İsa olduğundan şüphe edilebilecek bir durum oluşmayacaktır. Hiç kimse “bu kişi Hz. İsa olamaz” diyecek bir sebep bulamayacaktır. Çünkü Hz. İsa Allah Katına yükseldiği haliyle, o zamanki kıyafetiyle gelecek, hiçbir insanın asla taklit edemeyeceği üstün özelliklere sahip olacaktır. (En doğrusunu Allah bilir)

Tüm bu bilgiler, samimi olarak iman edenlerin bu önemli konuyu bir kez daha düşünmeleri ve vicdanlarının sesini dinleyerek maddi manevi gerekli tüm hazırlıkları yapmaları için önemli bir hatırlatmadır. Bu hatırlatmaya uyanlar, Allah’ın izniyle bu kutlu elçi yeniden yeryüzüne geldiğinde –sevgili Peygamberimiz (sav)’in müjdelediği gibi- kendisinin yardımcısı ve destekçisi olma şerefine erişmeyi umabilirler. Hiç şüphesiz bu, gönülden iman eden tüm Müslümanların duasıdır.

Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil’de Hz. Mehdi (as)

Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil’de Hz. Mehdi (as)

Giriş
Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil’de Hz. Mehdi (as)

Kuş
Yüce Rabbimiz, Kuran’da iman edenlere “Arz”da yani bütün yeryüzü üzerinde kutlu bir hakimiyet vaat etmiştir. Rabbimiz’in vaadi gereği, iman edip salih amellerde bulunanlar bu dünya yurduna mirasçı olacak, İslam ahlakı dünyaya hakim olacaktır. Bu; güzelliğin, bereketin, neşenin, sevincin, aydınlığın, temizliğin, barışın, adaletin, kardeşliğin, sevginin dünyaya hakim olması demektir.   Allah’a Bir ve Tek olarak samimi imanın hakim olduğu bu dönemde, tüm batıl inanç ve felsefeler, dinsiz ideolojiler yeryüzünden kalkacaktır. Yüce Allah, bu büyük hakimiyete ahir zamanda Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ı vesile kılacaktır.

Hz. Mehdi (as), Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen yüzlerce mütevatir hadis ile müjdelenmiş; ahir zaman alametleri, Hz. Mehdi (as)’ın fiziksel özellikleri, zuhuru ve zuhurundan önceki ve sonraki dönem oldukça detaylı bir şekilde tarif edilmiştir. Yüce Allah’ın izniyle bu rivayetlerin Hicri 1400 (1979 yılı) itibariyle gerçekleşmiş olmasından, şu anda ahir zamanda yaşadığımız ve Hz. Mehdi (as)’ın zuhur ettiği anlaşılmaktadır. Hadislerle mutabık olarak gerçekleşen tüm alametlerden, Rabbimiz’in takdiri ile, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın önderliğinde İslam ahlakının dünya hakimiyetinin gerçekleşmesine az bir süre kaldığı açıkça görülmektedir.

Kuran’da İslam ahlakının dünya hakimiyeti ve Mehdiyet detaylı olarak anlatılmıştır:

–     Büyük İslam alimleri Kuran tefsirlerinde, Hz. Mehdi (as)’a ve onun çevresindeki mümin topluluğuna işaret eden çeşitli ayetleri açıklamışlardır.

–     Yüce Allah Kuran’da Müslümlanlara birlik olmayı emretmiş, onlara bunu farz kılmıştır. Tarih boyunca dönemin Mehdilerinin önderliğinde birlik içinde yaşayan Müslümanlar, bugün de Rabbimiz’in emri gereği bir lider önderliğinde birlik olmak zorundadırlar. Ahir zamanda Rabbimiz’in vaadi gereği birlik haline gelecek olan Müslümanların manevi lideri de Hz. Mehdi (as) olacaktır. Dolayısıyla,Müslümanların birlik olmasını anlatan her ayet Mehdiyeti anlatır.

–     Yüce Rabbimiz, Kuran’da bildirdiği Peygamber kıssalarında da akıl sahipleri için hikmetler olduğunu haber vermiştir. Her Peygamber, kendi devrinin Mehdisi’dir. Dolayısıyla her Peygamber kıssasında, içinde bulunduğumuz ahir zamana, yani Mehdiyete bakan işaretler bulunmaktadır. Kehf Suresi’nde, Hz. Süleyman (as) ve Hz. Zülkarneyn (as) kıssalarında Mehdiyete işaret eden ayetler olduğu ise Peygamberimiz (sav) tarafından da bildirilen bir gerçektir.

–     Tarih boyunca iyiler ve kötüler arasında, şeytanın taraftarlarıyla Hakkın taraftarları arasında süregelen bir mücadele olmuştur. Kuran’da Yüce Allah, bu büyük mücadeleyi tarif etmiş ve bunun örneklerini vermiştir. Adetullah gereği, ahir zamanda da deccaliyet ve Mehdiyet arasında büyük bir mücadele yaşanmaktadır. Dolayısıyla, Kuran’da bu mücadeleyi anlatan her ayet de, yine Mehdiyet’e işaret etmektedir.

Açıktır ki, Rabbimiz Kuran’daki pek çok ayetle, Mehdiyeti ve İslam ahlakının dünya hakimiyetini Müslümanlara haber vermiştir.

Hz. Mehdi (as)’ın zuhuru, diğer kutsal kitaplarda da haber verilmiş olan bir gerçektir. Tevrat ve Kitabı Mukaddes’in Mezmurlar bölümünü oluşturan Zebur, Kuran ayetleri ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleri ile mutabık olan ve zaman içinde değiştirilmeden korunmuş bölümler içermektedir. Kuran’da, “Andolsun, Biz Zikirden (Tevrat’dan) sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a salih kullarım varisçi olacaktır” diye yazdık. (Enbiya Suresi, 105) ayetiyle, Hz. Mehdi (as)’ın gelişinin ve dünya hakimiyetinin, Tevrat ve Zebur’da da müjdelendiği haber verilmektedir. Nitekim Tevrat ve Zebur’u incelediğimizde, bu gerçeğin oldukça detaylı ve Kuran ayetleri ve hadislerle mutabık şekilde bildirilmiş olduğu görülmektedir. Hak olan söz konusu bölümlerin içinde, “Maşiyah”, “Kral Mesih”, “Shiloh (gönderilmiş olan, Allah’ın armağanı)” ve çeşitli başka isimlerle Hz. Mehdi (as)’ın zuhuru ve dünya hakimiyeti anlatılmış, Hz. Mehdi (as)’ın zuhurundan önceki ve sonraki dönem de tarif edilmiştir.

Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde de, Hz. Mehdi (as)’ın zuhurunun, Allah’ın vahyi olan tüm kitaplarda haber verildiği şöyle bildirilmektedir:

Naim buyurdu ki: Ben Hz. Mehdi (as)’ı Peygamberlerin suhufunda (sahifelerde; Adem, Şit, İdris ve İbrahim Peygamberlere indirilen sahife şeklindeki kitaplarda) şöyle bulurum: “Hz. Mehdi (as)’ın amelinde ne zulüm ne de ayıp yoktur.” (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, sf. 21)

Peygamberlere dair olan kitaplarda, “Hz. Mehdi (as)’ın işi zulüm ve kötülük değildir” şeklinde işaret edilmiştir. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, sf. 49)

İbni Münavi diyor ki: “Danyal (as)’ın kitabında şöyle yazılıdır.”… Hz. Mehdi (as) çıkacak ve Allah-u Teala daha önce fesada uğrayanları ve iman ehlini onunla kurtaracaktır. Sünnetler onunla ihya edilecek… (Bu hadis Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman isimli kitabın Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan el yazılı bir nüshasında mevcuttur.)

Bu hadislerden anlaşılıyor ki; Mehdiyet, bütün hak dinlerin kitaplarında yer almıştır ve Müslümanlar bu kitaplara baktıklarında Hz. Mehdi (as)’ı bulacaklardır.

Aynı şekilde İncil’in Kuran’la mutabıklık gösteren hak olan bölümlerinde de Hz. Mehdi (as)’ın gelişi müjdelenmiştir. İncil’de geçen “Faraklit” ve “su testisi taşıyan adam” tanımlamaları dikkat çekicidir. Bu ifadelerle, Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda geleceğini müjdelediği; dünyaya barış, huzur, birlik ve beraberlik, sevinç ve mutluluk getirecek bir liderden bahsedilmekte ve Kova burcundan bir kişiye işaret edilmektedir. (Aynı zamanda, 2012 yılının, Kova Çağının başlangıcı olarak kabul etmesi de çok manidardır.) Hz. İsa (as) havarilerine, kendisinden sonra gelecek bu güvenilir kişiye uymalarını, onun sözünü dinlemelerini ve son ana kadar onu izlemelerini öğütlemektedir.

Bunların yanı sıra, İncil’de belirtilen ahir zaman alametleri ile Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın zuhurundan sonraki zamana dair tarifler de, Kuran ayetleriyle ve Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen hadislerle büyük bir mutabakat içermektedir. Dolayısıyla İncil’e göre de ahir zaman alametlerinin hemen hepsi birbiri peşi sıra ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlardan, başta İslami kaynaklara, ardından da İncil, Tevrat ve Zebur’a dayanarak içinde bulunduğumuz dönemin Hz. Mehdi (as)’ın faaliyet yaptığı dönem olduğu açıkça söylenebilmektedir.

Bu kitapçıkta, Mehdiyete ve İslam ahlakının dünya hakimiyetine işaret eden bazı Kuran ayetleri ile Tevrat, İncil ve Zebur’dan pasajların bir bölümüne yer verilmektedir. İçinde bulunduğumuz ahir zamanda, Rahman ve Rahim olan Allah, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ı vesile ederek, kulları için seçip beğendiği Hak dini egemen kılacak ve üstün Gücünü, yüce Kudretini tüm dünyaya gösterecektir. İçinde yaşadığımız zaman çok kutlu ve güzel bir dönemin başlangıcıdır. İslam ahlakının yeryüzüne hakimiyeti, Allah’ın vaadidir ve Rabbimiz’in bu vaadi mutlaka gerçekleşecektir:

(Bu,) Allah’ın va’didir; Allah, vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 6)

Kuran’da Mehdiyete ve Dünya Hakimiyetine İşaret Eden Ayetler


Andolsun, Biz Zikirden (Tevrat’dan) sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a salih kullarım varisçi olacaktır” diye yazdık. (Enbiya Suresi, 105)

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Allah, yazmıştır: “Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)

Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saff Suresi, 9)

şrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur. (Tevbe Suresi, 33)

Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) Kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir. (Yunus Suresi, 82)

Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saff Suresi, 8-9)

Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de, O, dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana ‘üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin. (Fetih Suresi, 1-3)

… Bu yurdun sonu kimindir, inkar edenler pek yakında bileceklerdir. (Rad Suresi, 42)

Ki O, elçilerini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter. (Fetih Suresi, 28)
“Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır).” (Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti. (İbrahim Suresi, 14-15)

Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr Suresi, 1-3)

Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele. (Saff Suresi, 13)

Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiçşüphesiz; Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. (Saffat Suresi, 171-173)

“Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size.” (Enbiya Suresi, 18)

Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. (Ahzab Suresi, 27)

Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz’afları) mirasçılar kıldık… (Araf Suresi, 137)

Tevrat’da ve Musevi Kaynaklarda Hazreti Mehdi (as)

Musevi Kaynaklarda Hz. Mehdi (as)’ın Gelişinden Önceki Dönemin Özellikleri

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği nesilde… tüm devletler Minim dinini [ateizmi] kabul edecek ve verilen öğütlerden yüz çevrilecek…(Talmud, Sanhedrin 97a)

Mesih’in [Hz. Mehdi (as)’ın] çağı gelmeden önceki sürede… günahtan korkan insanlar hor görülecek ve gerçeklerden yoksun kalınacak… (Talmud, Sota 49b)

Davud oğlu’nun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği nesilde… kötü insan takdir görecek… (Talmud, Sanhedrin 97a)

Mesih’in [Hz. Mehdi (as)’ın] çağı gelmeden önceki sürede… devlet yönetimleri delalete düşecek [dini inançlara ters düşecek] ve onları kınayacak kimse olmayacak… (Talmud, Sota 49b)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği nesilde… soyguncular ve soyguncuların soyguncuları olacak… (Talmud, Kethuboth 112b)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği yedi yıllık sürenin sonunda… açlık okları gönderilecek… büyük bir kıtlık olacak ve bunda erkekler, kadınlar, çocuklar, dindar adamlar ve azizler ölecek… (Talmud, Sanhedrin 97a)

… Bağbozumu olmayacak, devşirecek meyve bulunmayacak… Güzel tarlalar, verimli asmalar, halkımın diken ve çalı bitmiş toprakları için, neşeli kentteki mutluluk dolu evler için göğsünüzü dövün. (Yeşaya, 32:10-13)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geldiği nesilde… sürekli yeni belalar ve şeytani kararların yürürlüğe konması olacak; her yeni kötülük, bir diğeri bitmeden hızla gelecek… (Talmud, Sanhedrin 97a)

Tekrar kurtulacaklarına dair ümitlerini kaybetmedikçe [Hz. Mehdi (as)] gelmeyecek… (Talmud, Sanhedrin 97a)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği nesilde, alimlerin toplanma meclisleri, fuhuş evleri haline gelecek… (Talmud, Sanhedrin 97a)

Mesih’in [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği nesilde… babası ayıpladığında oğlu utanmayacak… (Talmud, Sanhedrin 97a)

Mesih’in [Hz. Mehdi (as)’ın] çağı gelmeden önceki sürede… sınırlarda yaşayanlar bir yerden diğerine [yardım dileyerek] gezinecek; fakat hiç kimse onlara acımayacak… (Talmud, Sota 49b)

… Savaşmaları için bütün ulusları biraraya getireceğim… Evler yağmalanacak, kadınların ırzına geçilecek. Kentte yaşayanların yarısı sürgüne gönderilecek… (Zekeriya, 14:2)

… Savaşan bütün halkları Rab şu belayla cezalandıracak: Daha sağken bedenleri, gözleri, dilleri çürüyecek. (Zekeriya, 14:12)

… Sevinçten eser kalmadı, dünyanın coşkusu yok oldu. (Yeşaya, 24:11)

… Dünyanın temelleri sarsılacak… sarsıldıkça sarsılacak. Dünya… yalpalayacak, bir kulübe gibi sallanacak… (Yeşaya, 24:18-20)

… Orduların Rab’bi tarafından, gök gürlemesiyle ve zelzele ile ve büyük gürültü ile, kasırga ile ve sağanakla ve yiyip bitiren ateş aleviyle yoklama olacak. (Yeşaya, 29:6)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği yedi yıllık sürenin sonunda, ilk yılda bu ayet gerçekleşecek: Bir şehrin üzerine yağmur yağdırırken, diğerinin üzerine yağmur yağdırmayacağım… (Talmud, Sanhedrin 97a)

… Yeşaya’nın Babil’le* ilgili bildirisi:… Araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor… Evleri yağmalanacak, kadınlarının ırzına geçilecek… Oklarıyla gençleri parçalayacak, bebeklere acımayacak, çocukları esirgemeyecekler. (Yeşaya, 13:1, 5, 16-18) *Babil: Günümüz Irak’ın başkenti Bağdat yakınlarında bulunan eski bir şehir ismidir.

Palmiye ağaçları

Musevi Kaynaklarda Hz. Mehdi (as)’ın Özellikleri

[Hz. Mehdi (as)’ın] davranışının temeli adalet ve sadakat olacak. (Yeşaya, 11:5)

[Hz. Mehdi (as)] yoksulları adaletle yargılayacak, yeryüzünde ezilenler için dürüstçe karar verecek… (Yeşaya, 11:4)

… [Hz. Mehdi (as)] dünyaya ağzının değneğiyle vuracak [yani silahı olmadan sözleriyle etkileyecek] ve kötüleri dudaklarının soluğuyla öldürecek [yani konuşmalarıyla manen etkisiz hale getirecek]. (Yeşaya, 11:4)

O [Hz. Mehdi (as)] tüm dünyayı Allah’a birlikte kulluk etmeleri için ıslah edecek, çünkü şöyle yazılmıştır: “O zaman, birlikte Bana yakarmaları, omuz omuza Bana hizmet etmeleri için, halkların dudaklarını pak kılacağım.” [Sefenya, 3:9] (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 11:4)

“… Güçle kuvvetle değil, ancak Benim Ruhumla başaracaksın” diyor. Böyle diyor Herşeye Egemen Rab. (Zekeriya, 4:6)

Bakın, kulum [Hz. Mehdi (as)] başarılı olacak; üstün olacak, el üstünde tutulup alabildiğine yüceltilecek. (Yeşaya, 52:13)

Ona [Hz. Mehdi (as)’a] egemenlik, yücelik ve krallık verildi. Bütün halklar, uluslar ve her dilden insan ona hizmet etti. Egemenliği hiç bitmeyecek sonsuz bir egemenlik, krallığı hiç yıkılmayacak bir krallıktır. (Daniel, 7:14)

… Davud oğlu [Hz. Mehdi (as), Hz. Süleyman (as) gibi] sadece sedirinden hükümdarlık edecek… (Talmud, Sanhedrin 20b)

Savaş arabalarını… uzaklaştıracağım. Savaş yayları kırılacak. Kralınız [Hz. Mehdi (as)] uluslara barışı duyuracak… (Zekeriya, 9:10)

… Rab korkusu ruhu onun [Hz. Mehdi (as)’ın] üzerinde olacak. Rab korkusu hoşuna gidecek… (Yeşaya, 11:2-3)

Davud soyundan çıkacak olan o kral [Hz. Mehdi (as)] tüm insanlara Allah’ın yollarını ve O’ndan korkmayı öğretebilecek… (Maimonides, Mişna Tora, Tövbe 9:2)

[Hz. Mehdi (as)] çıktığında… [Allah’ın yasalarının uygulanmasındaki] itaatsizlikleri düzeltecek… (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 11:4)

… [Hz. Mehdi (as)’ın] kaldığı yer görkemli olacak. (Yeşaya, 11:10)

… O [Hz. Mehdi (as)] [bir adamı] sezer ve hakkında hüküm verir, çünkü şöyle yazılmıştır: Gözüyle gördüğüne göre yargılamayacak, kulağıyla işittiğine göre karar vermeyecek. Yoksulları adaletle yargılayacak, yeryüzünde ezilenler için dürüstçe karar verecek. [Yeşaya, 11:3-4] (Talmud, Sanhedrin 93b)

… O müjdeci ki, esenlik duyuruyor. İyilik müjdesi getiriyor, kurtuluş haberi veriyor… (Yeşaya, 52:7)

Mesih’in [Hz. Mehdi (as)’ın] alametler göstermesine ya da kendini ispatlaması için harikalar yapmasına ihtiyaç yoktur. (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 11:2)

Mesih [Hz. Mehdi (as)] büyük şöhret kazanacak ve onun ünü diğer milletler arasında Kral Süleyman’dan daha fazla olacak. (Maimonides, Mişna Tora, Sanhedrin 10:1)

[Hz. Mehdi (as)’ın] adı nedir? … Onun adı Şiloh [gönderilmiş olan, Allah’ın armağanı]… Onun adı Yinnon [adı dünyanın sonuna kadar yaşayacak olan]… Onun adı Haninah [inayet, lütuf, Allah tarafından kutsanmış]… Onun adı Menahem [rahatlatıcı, teselli eden]… Çünkü Benim ruhumu rahatlatacak olan Menahem [rahatlatıcı]… Kesinlikle bizim acılarımıza katlandı ve dertlerimizi taşıdı… (Talmud, Sanhedrin 98b)

Musevi Kaynaklarda Hz. Mehdi (as)’ın Hakimiyet Dönemi

O dönemde [Hz. Mehdi (as) döneminde]… tüm dünyanın tek meşguliyeti Allah’ı bilip tanımak olacak… (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 12:5)

… Yüzlerinde sonsuz sevinç olacak. Onların olacak coşku ve sevinç, üzüntü ve inilti kaçacak. (Yeşaya, 51:11)

O dönemde [Hz. Mehdi (as) döneminde]… batıni gerçekleri kavrayacaklar ve insanın kapasitesi elverdiğince Yaratıcı’nın aklını idrak edecekler. Çünkü şöyle yazılmıştır: “Yeryüzü suyun denizi örtmesi kaplaması gibi Allah’ın ilmiyle dolacağı için…” (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 12:5)

… Son günlerde… Rab birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek. İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar. Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak, savaşeğitimi yapmayacaklar artık. (Yeşaya, 2:2-4; Mika, 4:1-3)

“… Topladıkları silahları yakacaklar. Küçük büyük kalkanları, yayları, okları, sopaları, mızrakları ateşe atacaklar… Yakmak için silahları kullanacaklar…” Egemen Rab böyle diyor. (Hezekiel, 39:9-10)

Onun döneminde kurtla kuzu birarada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yatacak, buzağı, genç aslan ve besili sığır yan yana duracak, onları küçük bir çocuk güdecek. İnekle ayı birlikte otlayacak, yavruları birarada yatacak. Aslan sığır gibi saman yiyecek. Emzikteki bebek kobra deliği üzerinde oynayacak, sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğuna sokacak… Kimse zarar vermeyecek, yok etmeyecek… (Yeşaya, 11:6-9)

O zaman [Hz. Mehdi (as) döneminde] körlerin gözleri, sağırların kulakları açılacak; topallar geyik gibi sıçrayacak, sevinçle haykıracak dilsizlerin dili… (Yeşaya, 35:5-6)

… Çölde sular fışkıracak, ırmaklar akacak bozkırda. Kızgın kum havuza, susuz toprak pınara dönüşecek… (Yeşaya, 35:6-7)

… Buğdaya seslenecek ve onu çoğaltacağım… ağaçların meyvesini, tarlaların ürününü çoğaltacağım. (Hezekiel, 36:29-30)

O dönemde [Hz. Mehdi (as) döneminde], ne kıtlık ne de savaş olacak, ne kıskançlık ne de rekabet olacak. Çünkü iyi olan şeyler bolca olacak ve tüm memnuniyet verici şeylere toz kadar rahat ulaşılacaktır. (Maimonides, Mişna Tora, Kralların Kanunları 12:5)

… Yol boyunca beslenecek, her çıplak tepede otlak bulacaklar. Acıkmayacak, susamayacaklar… (Yeşaya, 49:9-10)

Davud oğlunun [Hz. Mehdi (as)’ın] geleceği zamanda… tüm vahşi ağaçlar meyve verecekler; çünkü şöyle yazılmıştır: Ağaçlar meyvelerini yükleniyor, incir ağaçları, asmalar ürünlerini veriyor. [Yoel, 2:22] (Talmud, Kethuboth 112b)

Rab bütün dünyanın hükümdarı olacak. O gün yalnız Rab, yalnız O’nun adı kalacak. (Zekeriya, 14:9)

… Sular denizi nasıl dolduruyorsa, dünya da Rab’bin bilgisiyle dolacak… (Yeşaya, 11:9)

 İnsanlar Rab’bin Yüceliğini, Allahımız’ın görkemini görecek. (Yeşaya, 35:2)

… O gün yalnız Rab yüceltilecek. Putlar tümüyle ortadan kalkacak. (Yeşaya, 2:17-18)

 Buyruklarımı izleyecek, kurallarıma uyacak, onları uygulayacaklar. (Hezekiel, 37:24)

Artık putlarıyla, iğrenç uygulamalarıyla, isyanlarıyla kendilerini kirletmeyecekler. Onları yerleştikleri, günah işledikleri yerlerden kurtarıp arındıracağım… (Hezekiel, 37:23-24)

… [Hz. Mehdi (as) döneminde halk] haksızlık etmeyecek, yalan söylemeyecek, kimseyi aldatmayacak… (Sefenya, 3:13)

O zaman adalet çöle dek yayılacak, doğruluk meyve bahçesinde yurt bulacak. (Yeşaya, 32:16)

… Bol bol yiyecek, ülkenizde güvenlik içinde yaşayacaksınız. Ülkenize barış sağlayacağım. Korku içinde yatmayacaksınız. Tehlikeli hayvanları ülkenizden kovacağım. Savaş yüzü görmeyeceksiniz. (Levililer, 26:5-6)

… Harap olan şehirleri yapacaklar ve onlarda oturacaklar… (Amos, 9:14)

İnsanların gururu, kibiri kırılacak… (Yeşaya, 2:17)

Artık budalaya soylu, alçağa saygın denmeyecek. (Yeşaya, 32:5)

Mesih [Hz. Mehdi (as)] döneminde… çok az bir emekle çok fazla şey başaracaklar… (Maimonides, Mişna Tora, Sanhedrin 10:1)

Mesih [Hz. Mehdi (as)] dönemi… akıllı adamların sayısının artacağı bir dönem olacak… (Maimonides, Mişna Tora, Sanhedrin 10:1)

O günlerde [Hz. Mehdi (as)’ın döneminde]… bilgi, akıl ve hakikat dünyada artacak… çünkü şöyle de yazılmıştır: “Taş gibi katılaşmış kalplerinizi vücudunuzdan söküp alacağım.” (Maimonides, Mişna Tora, Tövbe 9:2)

Zebur’da Hazreti Mehdi (as) ve Hakimiyet Dönemi


Sen Rab’be güven ve iyilik yap… Rab’den zevk al, O senin içindeki istekleri yerine getirecektir. Her şeyi Rab’be bırak, O’na güven. Rab’be umut bağlayanlar yeryüzünün varisi olacaklardır. (Mezmurlar, 37:3-9)

Alçakgönüllüler ülkeyi miras alacak, derin bir huzurun zevkini tadacak…. Çünkü kötülerin gücü kırılacak, ama doğrulara Rab destek olacak. Rab salihlerin her gününü gözetir, onların mirası ebedi olacaktır. (Mezmurlar, 37:11, 17-18)

Yeryüzünün dört bucağı anımsayıp Rab’be dönecek, ulusların bütün soyları O’nun önünde yere kapanacak. Çünkü egemenlik Rab’bindir… (Mezmurlar, 22:27-28)

“… Davud soyundan güçlü bir kral [Hz. Mehdi (as)] çıkaracağım, meshettiğim [seçtiğim] kralın soyunu ışık olarak sürdüreceğim. Düşmanlarını utanca bürüyeceğim, ama onun başındaki taç parıldayacak.” (Mezmurlar, 132:17-18)

Rab’den korkan o adam kimdir?… Canı iyilikte oturacak; onun soyu yeryüzünün varisi olacaktır. Rab’bin sırrı ondan korkanlara olacaktır… (Mezmurlar, 25:12-14)

Sağladığın zaferle büyük yüceliğe erişti, onu [Hz. Mehdi (as)’ı] görkem ve büyüklükle donattın. Üzerine sürekli bereket yağdırdın, varlığınla onu sevince boğdun. Çünkü Kral [Hz. Mehdi (as)] Rab’be güvenir, Yüceler Yücesinin sevgisi sayesinde sarsılmaz. (Mezmurlar, 21:5-7)

Kralın [Hz. Mehdi (as)’ın] adı sonsuza dek yaşasın, Güneş durdukça adı var olsun, onun aracılığıyla insanlar kutsansın, bütün uluslar “Ne mutlu ona” desin! (Mezmurlar, 72:17)

Okların sivridir, kral düşmanlarının yüreğine saplanır [Hz. Mehdi (as)’ın sözleri çok hikmetli ve etkili olacak, dinsiz ideolojileri kökten etkisiz hale getirecektir], halklar ayaklarının altına serilir [tüm insanlar Hz. Mehdi (as)’a tabi olacaklardır]. (Mezmurlar, 45:5)

[Hz. Mehdi (as)] egemenlik sürsün denizden denize, Fırat’tan yeryüzünün ucuna dek! (Mezmurlar, 72:8)

[Rab] Senin kurtarışınla izzeti büyüktür, onu [Hz. Mehdi (as)’ı] görkem ve büyüklükle donattın. (Mezmurlar, 21:5)

Onu güzel iyilik bereketler ile karşıladın, başına saf altından taç koydun. Senden yaşam istedi, verdin ona uzun… bir ömür. (Mezmurlar, 21:3-4)

Rab kralını büyük zaferlere ulaştırır, Meshettiği krala [Hz. Mehdi (as)’a]… sonsuza dek sevgi gösterir. (Mezmurlar, 18:50)
Sen insanların en güzelisin, lütuf saçılmış dudaklarına… (Mezmurlar, 45:2)

… [Hz. Mehdi (as)’ın] üzerine celal ve haşmet koydun. (Mezmurlar, 21:5)

… [Hz. Mehdi (as)’ın] krallığının asası adalet asasıdır. Doğruluğu sever, kötülükten nefret edersin…(Mezmurlar, 45:6-7)

… Yardım isteyen yoksulu, dayanağı olmayan düşkünü o kurtarır. Yoksula, düşküne acır, düşkünlerin canını kurtarır. Baskıdan, zorbalıktan özgür kılar onları, çünkü onun gözünde onların kanı değerlidir. (Mezmurlar, 72:12-14)

Mazlumlara hakkını versin, yoksulların çocuklarını kurtarsın… (Mezmurlar, 72:4)

Ey yiğit… görkemine, yüceliğine bürün. (Mezmurlar, 45:3)

[Hz. Mehdi (as)] yeni biçilmiş çayıra düşen yağmur gibi, toprağı sulayan bereketli yağmurlar gibi olsun!Onun günlerinde [Hz. Mehdi (as) döneminde] doğruluk serpilip gelişsin, Ay ışıdığı sürece esenlik artsın! (Mezmurlar, 72:6-7)

Düşmanlarını utanca bürüyeceğim, ama onun başındaki taç parıldayacak. (Mezmurlar, 132:17-18)

Ya Rab, kral [Hz. Mehdi (as)] seviniyor gösterdiğin güce. Sevinçten coşuyor verdiğin zaferle!Gönlünün istediğini verdin, ağzından çıkan dileği geri çevirmedin. (Mezmurlar, 21:1-2)

[Hz. Mehdi (as)’ın] üzerine sürekli bereket yağdırdın… (Mezmurlar, 21:6)

Nedir uluslar arasındaki bu kargaşa, neden boş düzenler kurar bu halklar? Dünyanın kralları saf bağlıyor, hükümdarlar birleşiyor Rab’be ve meshettiği krala [Hz. Mehdi (as)’a] karşı. “Koparalım onların kayışlarını” diyorlar, “atalım üzerimizden bağlarını.” (Mezmurlar, 2:1-3)

Demir çomakla kıracaksın/güdeceksin onları, çömlek gibi parçalayacaksın [Hz. Mehdi (as) dinsiz sistemleri fikirleriyle temelinden çökertecektir]. (Mezmurlar, 2:9)

İncil’de Hazreti Mehdi (as)

İncil’de Hz. Mehdi (as)’ın Gelişinden Önceki  Dönemin Özellikleri:

İsa, Zeytin Dağı’nda otururken öğrencileri yalnız olarak yanına geldiler. “Söyle bize” dediler, “Bu dediklerin ne zaman olacak, senin gelişini ve çağın bitimini gösteren belirti ne olacak?” İsa onlara şu karşılığı verdi: “Sakın kimse sizi saptırmasın! Birçokları, ‘Mesih benim’ diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi aldatacaklar. Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyacaksınız. Sakın korkmayın! Bunların olması gerek… Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer kıtlıklar, depremler olacak. Bütün bunlar, doğum sancılarının başlangıcıdır. O zaman sizi sıkıntıya sokacak, öldürecekler. Benim adımdan [Hz. İsa (as)’ın adından] ötürü bütün uluslar sizden nefret edecek. O zaman birçok kişi imandan sapacak, birbirlerini ele verecek ve birbirlerinden nefret edecekler. Birçok sahte peygamber türeyecek ve bunlar birçok kişiyi saptıracak. Kötülüklerin çoğalmasından ötürü birçoklarının sevgisi soğuyacak.Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. Allah’ın egemenliğin bu müjdesi bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her yerinde duyurulacak. İşte o zaman son gelecektir. (Matta, 24:4-12)

… İmandan dönüş başlamadıkça… o gün gelmeyecektir. (Pavlus’tan Selaniklilere II. Mektup, 2:3)

… İsa Mesih’in elçileri tarafından söylenen sözleri anımsayın. Size demişlerdi ki: “Dünyanın son günlerinde alay edenler Allah’sızlığa yönelip kendi tutkularına göre yaşayanlar olacaktır.” Bunlar bölücü, insan doğasıyla sınırlı, Allah inancından yoksun kişilerdir. (Yahuda’nın Mektubu, 1:17-19)

Allah’ı bildikleri halde, O’nu Allah olarak yüceltmediler [Allah’ı tenzih ederiz], O’na şükretmediler. Tersine, düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü. Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar. Ölümsüz Allah’ın Yüceliği yerine ölümlü insana, kuşlara, dört ayaklılara, sürüngenlere benzeyen putları yeğlediler… Allah’la ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular. Yaratan’ın yerine yaratığa tapıp kulluk ettiler [Allah’ı tenzih ederiz]. Oysa Allah sonsuza dek övülmeye layıktır! Amin. (Pavlus’tan Romalılara Mektup, 1:21-25)

Çünkü öyle bir zaman gelecek ki, sağlam öğretiye dayanamayacaklar… Kulaklarını gerçeğin sesine tıkayacak, dönüp efsanelere dalacaklar. (Pavlus’tan Timoteos’a II. Mektup, 4:3-4)

Şunu bil ki, son günlerde çetin anlar olacaktır. İnsanlar kendilerini seven, para düşkünü, övüngen, kibirli, küfürbaz, anne baba sözü dinlemez, nankör, kutsallıktan ve sevgiden yoksun, uzlaşmaz, iftiracı, özünü denetleyemeyen, azgın, iyilik düşmanı olacaklar. Hain, aceleci, kendini beğenmiş, Allah’tan çok eğlenceyi seven, Allah yolundaymış gibi görünüp bu yolun gücünü inkar edenler olacaklar… (Pavlus’tan Timoteos’a II. Mektup, 3:1-5)

Benim adımdan [Hz. İsa (as)’ın adından] ötürü kralların ve valilerin önüne çıkarılacaksınız… Anne babalarınız, kardeşleriniz, akraba ve dostlarınız bile sizi ele verecek ve bazılarınızı öldürtecekler. Benim adımdan ötürü herkes sizden nefret edecek… Dayanmakla canlarınızı kazanacaksınız. [Hz. Mehdi (as) ve talebeleri de bu şekilde zorluk çekeceklerdir.] (Luka, 21:12, 16-19)

“Savaş ve isyan haberleri duyunca telaşlanmayın. Önce bunların olması gerek, ama son hemen gelmeyecek.” Sonra [Hz. İsa (as)] onlara şöyle dedi: “Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak. Şiddetli depremler, yer yer kıtlıklar ve salgın hastalıklar, korkunç olaylar ve gökte olağanüstü belirtiler olacak.”(Luka, 21:9-11)

… Güneşte, Ayda ve yıldızlarda belirtiler görülecek. Yeryüzünde uluslar denizin ve dalgaların uğultusundan şaşkına dönecek, dehşete düşecekler. Dünyanın üzerine gelecek felaketleri bekleyen insanlar korkudan bayılacak… (Luka, 21:25-26)

Lut’un günlerinde de durum aynıydı. İnsanlar yiyip içiyor, alıp satıyor, tohum ekiyor, ev yapıyorlardı. Ama Lut’un Sodom’dan ayrıldığı gün gökten ateşle kükürt yağdı ve hepsini yok etti. İnsanoğlu’nun [Hz. İsa (as)’ın] ortaya çıkacağı gün [gelişi öncesinde] durum aynı olacaktır. (Luka, 17: 28-30)

Nuh’un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu’nun [Hz. İsa (as)’ın] günlerinde [gelişi öncesinde] de öyle olacak. Nuh’un gemiye bindiği güne dek insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Sonra tufan gelip hepsini yok etti. (Luka, 17:26-27)

… Dünyadan barışı kaldırma yetkisi verildi. Bunun sonucu olarak insanlar birbirlerini boğazlayacaklar… (Vahiy, 6:4)

Kardeş kardeşini, baba çocuğunu ölüme teslim edecek. Çocuklar anne babalarına başkaldırıp onları öldürtecek. (Markos, 13:12)

Bazı kişiler mescidin nasıl güzel taşlar ve adaklarla süslenmiş olduğundan söz edince İsa, “Burada gördüklerinize gelince, öyle günler gelecek ki, taş üstünde taş kalmayacak, hepsi yıkılacak!” dedi. (Luka, 21:5-6)

Dünya tüccarları onun [Babil*] için ağlayıp yas tutuyor. Çünkü mallarını satın alacak kimse yok artık. Altını, gümüşü, değerli taşları, incileri, ince keteni, ipeği, mor ve kırmızı kumaşları, her çeşit kokulu ağacı, fildişinden yapılmış her çeşit eşyayı, en pahalı ağaçlardan, tunç, demir ve mermerden yapılmış her çeşit malı, tarçın ve kakule, buhur, güzel kokulu yağ, günnük… zeytinyağı, ince un ve buğdayı, sığırları, koyunları, atları, arabaları… satın alacak kimse yok artık. Diyecekler ki, “Canının çektiği meyveler elinden gitti, bütün değerli ve göz alıcı malların yok oldu…” Babil’de bu malları satarak zenginleşen tüccarlar, kentin çektiği ızdıraptan dehşete düşecekler…

“İnce keten, mor ve kırmızı kumaş kuşanmış, altın, değerli taş ve incilerle süslenmiş koca kent! Onca büyük zenginlik bir saat içinde yok oldu. Gemi kaptanları, yolcular, tayfalar, denizde çalışanların hepsi, onu yakan ateşin dumanını görünce uzakta durup, “Koca kent [Babil] gibisi var mı?” diye feryat ettiler… ” Denizde gemileri olanların hepsi onun sayesinde, onun değerli mallarıyla zengin olmuşlardı. Kent bir saat içinde viraneye döndü.” … “Koca kent Babil de işte böyle şiddetle atılacak… Senin tüccarların dünyanın büyükleriydi.”  (Vahiy, 18:11-21)

*Babil: Günümüz Irak’ın başkenti Bağdat yakınlarında bulunan eski bir şehir ismidir.

Çocuklar, bu son saattir [son dönemdir]. Mesih karşıtının [antikrist/deccal] geleceğini duydunuz. Nitekim şimdiden çok sayıda Mesih karşıtı [antikrist] türemiş bulunuyor. Son saat olduğunu bundan biliyoruz. (Yuhanna’nın I. Mektubu, 2:18)

Sonra yasa tanımaz adam [deccal] ortaya çıkacak… İsa onu ağzının soluğuyla öldürecek, gelişinin görkemiyle yok edecek. (Pavlus’tan Selaniklilere II. Mektup, 2:8)

İncil’de Hazreti Mehdi (as)’ın Hakimiyet Dönemi:

Ne mutlu mülayim huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar. (Matta, 5:5)

Bu olaylar gerçekleşmeye başlayınca doğrulun ve başlarınızı kaldırın. Çünkü kurtuluşunuz yakın demektir. İsa onlara şu benzetmeyi anlattı: “İncir ağacına ya da herhangi bir ağaca bakın. Bunların yapraklandığını gördüğünüz zaman, yaz mevsiminin pek yakın olduğunu kendiliğinizden anlarsınız. Aynı şekilde, bu olayların gerçekleştiğini gördüğünüzde bilin ki, Allah’ın Egemenliği yakındır.”(Luka, 21:28-31)

İncir ağacından ders alın! Dalları filizlenip yaprakları sürünce, yaz mevsiminin yakın olduğunu anlarsınız. Aynı şekilde, bütün bunların gerçekleştiğini gördüğünüzde bilin ki, İnsanoğlu [Hz. İsa (as)] yakındır, kapıdadır. (Matta, 24:32-33)

[Bundan sonra] aydınlanmak için kentin Güneş ya da Ay’a gereksinimi yoktur. Çünkü Allah’ın görkemi onu aydınlatıyor… Artık gece olmayacak. Çıra ışığına da Güneş ışığına da gereksinmeleri olmayacak. Çünkü Rab Allah onlara ışık verecek ve sonsuzlara dek egemenlik sürecekler. (Vahiy, 21:23-25; 22:5)

… “Yasalarımı zihinlerine işleyeceğim, yüreklerine yazacağım… Hiç kimse yurttaşını, kardeşini, Rab’bi tanı diye eğitmeyecek. Çünkü küçük büyük hepsi tanıyacak Beni.” (İbranilere Mektup, 8:10-11)

… İnsanoğlu’nun [Hz. İsa (as)’ın] gelişi, doğuda çakıp batıya kadar her taraftan görülen şimşek gibi olacaktır. [İman ışığı tüm dünyayı kaplayacaktır.] (Matta, 24:27)

O günler kadın erkek kullarımın üzerine Ruhum’u dökeceğim, onlar da Peygamberler gibi bir ahlaka sahip olacaklar. (Elçilerin İşleri, 2:18)

Şunu bil ki, son günlerde… [gerçeğe karşı gelenler] düşünceleri yozlaşmış, iman konusunda reddedilmiş insanlardır. Ama daha ileri gidemeyecekler. Çünkü… bunların da akılsızlığını herkes açıkça görecektir. (Pavlus’tan Timoteos’a II. Mektup, 3:1, 8-9)

… Allah, bu dünyada yoksul olanları imanda zenginleşmek ve Kendisi’ni sevenlere vaat ettiği egemenliğin mirasçıları olmak üzere seçmedi mi? (Yakup’un Mektubu, 2:5)

Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm… Artık ne yas, ne ağlayış, ne de ızdırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı. (Vahiy, 21:4)

İsa kalabalıkları görünce dağa çıktı. Oturunca öğrencileri yanına geldi. İsa konuşmaya başlayıp onlara şunları öğretti: “Ne mutlu ruhta yoksun olanlara! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır… Onlar teselli edilecekler. Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar. Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara! Çünkü onlar doyurulacaklar. Ne mutlu merhametli olanlara! Çünkü onlar merhamet bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara!… Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Allah kulları denecek. Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır.” (Matta, 5:1-11)

Uluslar kentin ışığında yürüyecekler. Dünya kralları servetlerini oraya getirecekler. Kentin kapıları gündüz hiç kapanmayacak, orada gece olmayacak.Ulusların görkemi ve zenginliği oraya taşınacak. (Vahiy, 21:24-26)

Eski çağlardan beri kutsal Peygamberlerinin ağzından bildirdiği gibi, kulu Davud’un soyundan bizim için güçlü bir kurtarıcı [Hz. Mehdi (as)] çıkardı;şmanlarımızdan, bizden nefret edenlerin hepsinin elinden kurtuluşumuzu sağladı. (Luka, 1:69-71)

… Yazılmış olduğu gibi: “Kurtarıcı [Hz. Mehdi (as)]… gelecek, Yakup’un soyundan Allah’sızlığı uzaklaştıracak.” (Pavlus’tan Romalılara Mektup, 11:26)

… Ulusları bir daha saptırmasın diye onu (deccali) dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi… (Vahiy, 20:3)

… Dünyada kötü arzuların yol açtığı yozlaşmadan kurtulmuş olarak, bu vaatler aracılığıyla Rahmani özyapıya ortak olasınız. (Petrus’a II. Mektup, 1:4)

Artık acıkmayacak, artık susamayacaklar… (Vahiy, 7:16) 

İncil’de Geçen Faraklit Kelimesi Hz. Mehdi (as)’a İşaret Etmektedir (Doğrusunu Allah bilir)

Faraklit’in kelime anlamı: Yardımcı, Hakikat Ruhu, Tesellici.

Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi gözetirsiniz. Ben de Allah’a yalvaracağım ve O size başka bir “Faraklit” gönderecektir. (Yuhanna, 14:15-16)

Faraklit, öyle bir hakikat ruhudur ki, Rab onu benim ismimle gönderecektir. O size her şeyi öğretecek ve benim size söylediklerimi de tekrar hatırlatacaktır. (Yuhanna, 14:26)

Faraklit geldiğinde benim için şahitlik edecektir ve siz de bana şahitlik edersiniz. (Yuhanna, 15:26-27)

Ben size hakkı söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmezsem Faraklit size gelmez. Ama ben gidersem onu size gönderirim.(Yuhanna, 16:7)

Faraklit geldiğinde bütün alemi hataları sebebiyle kınar ve onları terbiye eder. Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler. Doğruluk konusunda, çünkü Allah’a gidiyorum ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm konusunda, çünkü bu dünyanın reisinde hükmedilmiştir. Size söyleyecek daha çok şeylerim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o, yani hakikat ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek. Zira kendiliğinden söylemeyecektir, fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. (Yuhanna, 16:8-13)

Mesih şöyle dedi: Artık ben sizinle çok söyleşmem. Çünkü bu alemin reisi geliyor. Bende asla onun nesnesi yoktur. (Yuhanna, 14:30)

İncil’de Geçen “Su Testisini Taşıyan Adam” Hz. Mehdi (as)’a İşaret Etmektedir (Doğrusunu Allah bilir)

“Su testisi taşıyan adam” kavramı astrolojide Kova burcuna işaret etmektedir. Bu tanımlama aynı zamanda İncil’de geçmektedir. Aşağıdaki İncil sözlerinde geçen bu ifade ile insanlığa birlik, beraberlik, güzellik, akıl ve bereket getirecek Kova burcundan olan bir kurtarıcının, yani Hz. Mehdi (as)’ın gelişine işaret vardır:

(Havariler) O’na, “Nerede hazırlık yapmamızı istersin?” diye sordular. İsa onlara, “Bakın” dedi, “Kente girdiğinizde karşınıza su testisi taşıyan bir adamçıkacak. Adamı, gideceği eve kadar izleyin“. (Luka 9-11)

…Öğrencilerinden ikisini şu sözlerle önden gönderdi: “Kente gidin, orada su testisi taşıyan bir adam çıkacak karşınıza. Onu izleyin…” (Markos 14:13)

Sonuç

Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın ahir zamanda gelişi, Yüce Rabbimiz’in tüm insanlığa çok büyük bir müjdesidir. Bu mübarek şahısların zuhuruyla birlikte, bütün batıl inançlar, dinsiz ideolojiler yeryüzünden kalkacaktır. Böylece sevgisiz, huzursuz ve zulüm içinde yaşayan; şefkat, dostluk, merhamet, vefa, saygı gibi manevi değerlerin unutulduğu, materyalist dünyanın karanlığı içinde ezilen insanlar, derin imanın, üstün ahlakın hakim olduğu ve sevginin doyasıya yaşandığı bir döneme şahit olacaklardır. Allah’a Bir ve Tek olarak imanın hakim olacağı bu dönemde, artık fitne kalmayacak, çatışma ve savaş yaşanmayacak, kan akmayacaktır. İnsanlar, yüzyıllardır özlemini duydukları barış, adalet ve kardeşlik dönemine kavuşacak; Cenab-ı Allah’ın izniyle muhteşem bir Altın Çağ’a tanık olacaklardır.

Bu, Rabbimiz’in Kuran’da, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de ahir zaman için müjdelediği, ayrıca diğer İslami ve Musevi kaynaklarda haber verilen, binlerce seneden beri bilinen ve beklenen “Mehdi” müjdesidir. Birbiri ardınca gerçekleşen ahir zaman alametlerinden de anlaşıldığı üzere, şu an ahir zamandayız ve tüm dünya, Allah’ın son bir kez İslam ahlakını hakim etmek üzere “hidayet verici” sıfatıyla gönderdiği Hz. Mehdi (as)’ın zıl ve gölgesi altındadır. Allah’ın dilemesiyle Hz. Mehdi (as), kaderinde yazılı olan bu üstün görevde mutlaka başarılı olacak; Allah’a imanı ve Allah’ın beğendiği ütsün din ahlakını tüm dünyada hakim kılacaktır. Hz. Mehdi (as)’ın zuhuruyla birlikte dünyada hali hazırda devam eden zulüm, korku, nefret, öfke, düşmanlık, huzursuzluk, kan dökücülük, şiddet, terör, sevgisizlik, yozlaşma ve ahlaksızlık tamamen sona erecektir. Yüce Rabbimiz’in izniyle tüm Müslümanlar, Hristiyanlar ve Museviler dostluk ve kardeşlik içinde yaşayacak ve yeryüzünün tümünde barış hakim olacaktır.

Yelkenli

Allah’ı birleyenler olarak iman eden, tüm samimi Müslümanların, Hristiyanların ve Musevilerin içinde bulunduğumuz dönemde en büyük görevlerinden biri, Hz. Mehdi (as)’ı müjdelemek olmalıdır. Üç İlahi dinde müjdelenen Hz. Mehdi (as)’ın geliş müjdesini tüm dünyaya yaymalı, Hz. Mehdi (as) için ortam hazırlamalıdırlar. Dünyayı saran tüm sorunların ve sıkıntıların Hz. Mehdi (as)’ın zuhuru ile çözüleceğine kalpten inanmalı, onun gelişine zemin hazırlayan birer öncü olmalı, onun getireceği barış, kardeşlik ve sevgi tohumlarının müjdeleyicisi olmalıdırlar. Ayrıca dünyada din veya mezhepler arasında ayrılık tohumları ekerek savaşları kışkırtıcılığı yapanların, Müslüman, Hristiyan ve Museviler arasında suni düşmanlıklar çıkarıp, iman edenleri birbirine kırdırmak isteyenlerin sinsi oyunlarını bozmak için çaba sarfetmelidirler. Bu, üç İlahi dinde de tüm samimi iman edenler için bir yükümlülüktür.

Unutulmamalıdır ki, Yüce Rabbimiz’in sevdiği ahlak, cennet ahlakıdır. Cennette ise, hiçbir şekilde savaş, öfke, düşmanlık olmayacaktır. Dolayısıyla tüm samimi dindarların yeryüzünde hakim etmesi gereken ahlak, cennet ahlakı olmalıdır. Hz. Mehdi (as) vesilesiyle dünyanın tümüne hakim olacak olan bu ahlak, Allah’ın izniyle içinde bulunduğumuz kutlu dönemde Allah dostlarının vesilesiyle güç bulacak ve gelişecektir.

Ey iman edenler, hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208)

Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah’ındır. O, herşeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 120)

Göklerde ve yede Allah O’dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazandıklarınızı da bilir. (En’am Suresi, 3)